Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 29 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

İslam YAŞAR

Taştaki tekâmül temayülü



Her şey şiddetli bir sarsıntı ile başladı.

Ard arda gelen artçı sarsıntılarla dağı teşkil eden yekpâre kaya kütlesinden kopan büyük bir taş parçası, birkaç tehlikeli yalpalamanın ardından yavaş yavaş yatağına oturdu.

Bu kopuş onun arzın direği mesabesindeki ana kayadan ayrılması demekti. Oradan ayrılış da dağdaki vazifesinin bittiği, varlığının sebebinin kalmadığı ve artık kendini yok oluşun beklediği mânâsına geliyordu.

Böyle akim akıbete doğru gitmekten gelen ürpertiyle etrafına baktığında, o sarsıntı sırasında veya daha önce ana karadan kopmuş irili ufaklı pek çok taş parçasının olduğunu fark etti.

Onların bazıları yerinde dururken bazılarının çeşitli vesilelerle hareket ederek sık sık yer değiştirdiğini görünce bu hâlin yok oluşa doğru gidiş değil, yeni bir hayat merhalesine geçiş safhası olduğunu anladı.

Cansız bir cismin hareket etmesinin nasıl bir hâl olduğunu ve onlar üzerinde ne gibi tesirler bıraktığını merak ederek baktığında onlardan çok, dağın eteğindeki meşe ağacı dikkatini çekti.

Onun rüzgâr estikçe her yerinin hareket ettiğini, hareket ettikçe de renk ve şekil değiştirdiğini görünce onun gibi olma hevesiyle bulunduğu yerde kıpırdanmaya çalıştı.

Bu çaba uzun süre devam etti. Koca taş kütlesi hareket ettikçe kenarları aşındı, yatağı deşildi. Onlardan hasıl olan kırıntılar nemlenip yumuşadı, rüzgârla gelen çiçek tohumları ot kökleri ile karıştı ve bir süre sonra ana kaya ile arasında otlar yeşerdi, çiçekler açtı.

Onların an be an değişen güzelliğine ve renklenişine şahit oldukça hareket etme imkânı canlanma istidadı hâline gelen taş, bitkiler gibi canlı sıfatı alarak büyüyüp gelişmek için çırpındıkça çatlayan yerlerinden damla damla sular sızmaya başladı.

Böyle taş tabakalarına halk arasında ‘ağlayan kaya’ denmesi, ‘ağlamak’ fiilinin de sadece canlılara has bir sıfat olması, taşın canlı vasfını kazanma ümidini arttırdı.

Zamanla ıslak çatlaklarda ve nemlenen yerlerde yeşeren yosunların, dış yüzeyinin yumuşayan kısımlarıyla beslendikçe büyüyüp gelişmesini canlanmanın başlangıcı olarak kabul etti.

Yaşadığı hallerin ve yaptığı hareketlerin hepsinin kendine göre özellikleri, güzellikleri vardı ama o hep dağın eteğindeki meşe ağacına özendiğinden bunlarla iktifa etmedi.

Gerçi onların canlı olmalarına mukabil kendisinin hâlâ câmid sıfatı taşıdığını biliyordu. Bir taş olarak da o zamana kadar hilkatinin iktizasını yerine getirdiğinin farkındaydı.

Fakat, madem ki yaratıcısı kendisini ana kayadan ayırıp az da olsa hareket edebilen yeni bir hayat merhalesi vermişti, o da bu fırsatı değerlendirerek farklı safhalara geçebilirdi.

“Bir gün mutlaka” diye geçirdi içinden. “Bir gün mutlaka canlı sıfatı taşıyacağım inşallah!..”

Var olmanın kararlılığı içinde lisan-ı haliyle söylediği son kelâm, ona hilkatinde kendisine verilen, fıtratında var olan ve Kur’ân’da ifadesini bulan bir hakikati hatırlattı.

“Öyle taşlar vardır ki, bağırlarından nehirler çağlar. Öyleleri var ki yarılır da aralarından sular akar. Öyleleri de vardır ki Allah’ın korkusundan parçalanıp aşağılara yuvarlanır.”

Bakara Sûresinin 74. âyetinde geçen bu hilkat hakikati, ona önce taş hayatında merhale katetmesi ve Kur’ân’ın senasına mazhar olan taşlar sınıfından birine geçmesi gerektiğini ilham ettirince içinde bulunduğu vaziyeti gözden geçirdi.

Mevcut hâlinin ‘Allah’ın korkusundan parçalanıp aşağılara yuvarlanan’ taşlar arasında yer almaya daha müsait olduğunu hissedince bulunduğu yerdeki kıpırdanışlarını hızlandırdı.

Bir yandan hilkati iktizasınca bunları yaparken diğer yandan Esmâ-i Hüsnânın farklı cilvelerine mazhar olmak için lisân-ı hâliyle mütemadiyen Hâlıkına yalvardı, yakardı.

Bu fiilî ve fıtrî yalvarış mevsimler boyu devam etti. Yazın kavurucu sıcağı, kışın dondurucu soğuğu, baharların taunları, fırtınaları, boraları ona yardım etti ve maksuduna her geçen gün biraz daha yaklaştı.

Nihayet bir gün arzı ihtizaza getirip dağları titreten büyük zelzelenin vukuu sırasında yerinden ayrıldı; kayalara, taşlara, ağaçlara çarpa çarpa bayır boyunca yuvarlandı ve irili ufaklı bin bir parça hâlinde dağın eteklerine saçıldı.

Zelzele dinip artçı sarsıntılar kesildikten sonra kendini şöyle bir yokladı. Hâlâ sağda solda katı tarafları vardı ama özünü teşkil eden kısmı çok küçük parçacıklara ayrılarak taşların arasına karışmıştı.

O günlerde sağanak hâlinde yağan yağmur sularından teşekkül eden seylaplar onları taşların arasından çıkarıp bir araya toplayarak meşe ağacının dibine doğru sürükledi.

Bir süre önce dağın zirveye yakın yamaçlarında heybetle duran koca taş zelzeleden sonra parçalanıp toza toprağa karışmıştı ama yine de eskisi gibi katı ve sert olduğundan maksadını tahakkuk ettirecek şartlardan uzaktı.

Bu yüzden, ‘her bir zerresi muhtelif bütün tohumlar ve çekirdeklere medar ve menşe olan toprakla’ mevsimler boyu karışıp haşir neşir olarak bu yeni hayat safhasına intibak etti.

Ardından yumuşadı, çözüldü, eridi, sıvılaştı mugaddî bir besin maddesine dönüştü ve topraktaki diğer besinlerle birleşerek harekete hazır halde beklemeye başladı.

Zaman geçip cemre toprağa düşünce yerdeki her şey gibi o taşın usaresi de canlandı, hareketlendi. Ağacın kalın gövdesinin emmesi sayesinde yükselerek geçtiği yerleri de canlandırdı.

Bu yükseliş günlerce devam etti. Beraber yola çıktıkları pek çok madde, gövdenin ve dalların değişik yerlerinde kalarak ya dalı gövdeyi biraz daha kalınlaştırdı, ya da kabuklaşarak onları koruma vazifesi aldı.

Onlar da artık birer canlıydı ve ağacın bir parçasıydı ama vazifeleri tek, renkleri donuk, şekilleri sabit, hareketleri mahduttu. Meşe ağacı yaşadığı sürece de oralarda öylece duracaklardı.

Lâkin dağdan kopan taşın usaresi her an renklenip hareket edebilecek bir hayat merhalesi dilediğinden olsa gerek, yükselmeye devam etti. Yükseldikçe süzüldü, süzüldükçe saflaştı ve ağacın tepesinde, dağa bakan dallardan birinin ucunda tomurcuklandı.

Büyüdükçe nasıl bir şekil alıp ne gibi renklere gireceğini ve buradaki memuriyetinin ne kadar devam edeceğini bilmediğinden yaşadığı her yeni hâlde dilediği duâsının tezahürlerini görmeye çalıştı.

Küçük bir habbe şeklinde başlayan tomurcuk hâlinin hızla gelişip renklenerek açılmaya başladığını hissedince yolculuğun bittiğini ve vazife mahalline geldiğini anladı.

Bir zamanlar uzaklardan bakıp imrendiği yerdeydi şimdi. Dilediği gibi her zerresi her an hareket hâlindeydi. Hareket ettikçe büyüyor, büyüdükçe renklenip şekilleniyordu.

Her ânını ilk defa yaşadığı bu teşekkül ve tecessüm safhası birkaç hafta devam etti. Ağacın diğer kısımları gibi o da ‘Hiçbir şey yoktur ki, O’nu övüp O’nu tesbih etmesin’ hakikati mucibince Hâlıkına hamd ederek hem hayat buldu, hem hayat verdi.

Vazifesi, yeşil zeminine düşen güneş ışıklarını hayat enerjisine dönüştürmek olduğundan, ancak bulunduğu yerde ve rüzgârın tesiriyle hareket ederek yaşanan bu yeni hayat hâlinin icaplarını hakkıyla yapabilmek için çırpındı durdu.

Aslını unutmamak istemediğinden arada bir kopup geldiği dağın yamaçlarına baksa da vazifesini aksatmamak için nazarını gündüz güneşten, gece ay ve yıldızlardan pek ayırmadı.

Bu renkli ve hareketli hayat, mevsimler boyu devam etti. Hareketlerinin sıradanlaşıp renginin donuklaştığı günlerde fark etti hemcinslerinden birinin dalından koptuğunu. Hafif esen rüzgârın da tesiriyle kendi ekseni etrafında helezonî zikzaklar çizerek aşağıya doğru süzülen yaprağı bir süre takip etti.

Bağlı bulunduğu yerden koparak yeni bir hayat merhalesine geçtiğinden hâlinden çok memnun görünen yaprağa bakarken ağacın altında otlayan koyunları görünce yaprağı bırakıp onları seyre daldı.

Gerçi onlar da kendisi gibi canlı sıfatı taşıyorlardı ama halleri ve hareketleri çok daha farklıydı. Belli bir yere bağlı olmadıklarından gidip geliyorlar, koşup oynuyorlar, otları ve taze yaprakları yiyerek besleniyorlar, sonra da gölgeye yatıp dinleniyorlardı.

Onların kendilerinden çok daha gelişmiş bir hayat merhalesinde yaşadıklarını anlayınca kurumaya yüz tutan damarlarında başlayan o hayat safhasına geçme isteğinin bütün varlığını kapladığını hissetti.

Fakat daha önce câmid sınıfından canlı sınıfına geçme merhalelerini yaşadığından bunun için sadece istemenin, çırpınmanın yetmeyeceğini, dileğini duâsıyla da dillendirerek uzunca bir zaman beklemesi gerektiğini biliyordu artık.

Mevsimin değişme vakti gelince o da diğer hemcinsleri gibi dalından düşecek, şeklini şemailini kaybederek cansızlaşıp toprağa karışacak, dağılıp çözülerek tekrar besin maddesi haline geldikten sonra bir başka bitkinin bünyesinde yer alarak o koyunlardan birine yem olacaktı.

Ne var ki bitki hayatından hayvan hayatına terakkî etmek de pek o kadar kolay değildi. O merhalelerden geçiş sırasında yanmak, rüzgârda savrulmak, sellere kapılmak gibi pek çok tehlike bekliyordu kendisini.

Buna rağmen hedefini değiştirmedi. Karşılaşacağı bütün tehlikeleri lisan-ı hâliyle yapacağı duâlar sayesinde aşacağını ümit ederek yeni bir hayat merhalesine geçmenin icaplarını yerine getirmeye başladı.

Gün geçtikçe rengi solan, şekli katılaşan, damarlarından can çekilmeye başlayan yaprak, kendini hayvan hayatına geçme hazırlıklarının heyecanına kaptırdığı sırada hiç beklemediği bir şey oldu.

Kurban Bayramında tarlanın uç tarafındaki evden gelen insanlar, koyunların arasında kurumla dolaşan iri koçlardan birini seçtiler, kesip ağacın dalına asarak yüzdüler, kuru meşe dallarını gazellerle tutuşturarak yaktıkları ateşte pişirdiler ve âfiyetle yediler.

Yaşanan bayram mutluluğundan her varlık hissedar oldu. İnsanlar kesilen kurbanın etlerinden yiyerek hem maddî lezzet aldılar, hem de kudsî bir vazifeyi yerine getirmenin manevî hazzını hissettiler.

Allah, “Kurban olarak kesilen koyuna ahirette cismanî bir vücud-u bâkî vererek” mükâfatlandırılacağından koç da memnun ve müsterih bir şekilde hayvanî hayat mertebesini terk etti.

O zamana kadar geçtiği hayat safhalarında sürekli kalmadığı için beka ümidini kaybetmeye başlayan yaprak bunları görünce, ebedîyen yaşamanın yolunun o sıfatı taşıyacak bir canlının bünyesinde yer almaktan geçtiğini anladı.

Artık yeni hedefi, birkaç mevsim sonra güzel bir çiçek şeklinde açıp koyunların en irisine yem olmaktı. Cansız bedenini rüzgârın haşin ellerine bırakırken, hayat hedefini bütün varlığına nakşetmek istercesine bir kere daha tekrarladı.

“İnşallah ben de bir gün mutlaka ebedîyen yaşayacak bir varlık olacağım.”

29.10.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (22.10.2006) - Bayram sabahları

  (15.10.2006) - ‘Nur’un mânevî avukatı’

  (08.10.2006) - Ramazan ve san’at

  (01.10.2006) - Bir Ramazan hatırası

  (24.09.2006) - Ramazanla yenilenmek

  (17.09.2006) - Zahmette, rahmet tecellîleri

  (10.09.2006) - Kastamonu tarafları

  (03.09.2006) - İstanbul’u mesken tutmak

  (27.08.2006) - Yarım asırlık hasret

  (20.08.2006) - ‘Yaşasın İslâmiyet...’

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004