Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 17 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

İslam YAŞAR

Zahmette, rahmet tecellîleri



“En büyük saadetler, en büyük acı ve felâketlerin neticesidir.”

Bediüzzaman böyle ifade etmişti hayatın işleyişi içinde tecellî eden saadet ve felâket hâllerinin neticesini. Yalnız söylemekle kalmamış, zamane zalimlerinin eliyle büyük acılar çekerken değerli eserler yazarak insanların imanını kurtarmanın saadetini yaşamıştı.

Bu hakikati, 1936 yılında sürgün edildiği Kastamonu’da da yaşamıştı. Çünkü Said Nursî oraya getirilmesi sırasında ve kaldığı yıllarda ‘Bir cani gibi’ muâmele görmüş, dehşetli zulümlere, eziyetlere ve sıkıntılara maruz bırakılmıştı.

Oraya gelmeden önce, yalnız Kastamonu’da onu bilen, duyan, tanıyan ve Risâle-i Nur Külliyatının varlığından haberdar olan pek kimse olmadığından bu mezalim dikkat çekmemişti.

Aslında ahâli dindardı. Herkes bildiği kadarıyla inancının icaplarını yerine getirmeye gayret ediyordu. Lâkin cehalet yüzünden batıl itikatlar, hurafeler kol gezdiği için çoğu insan doğruyu yanlıştan ayırt edemiyor ve yanlışa doğru nazarıyla bakıp yaşamaya çalışıyordu.

Bazı insanlar kendilerine rehber olacak bir mürşit bulsalar, hayatları pahasına peşinden gitmeye ve söylediklerini yapmaya hazır olduklarından, çoğu yerde Mehdiye asker olma ümidiyle kılıçlarını bileyip tüfeklerini yağlayarak Mehdi gelip ‘Yürüyün’ dediğinde harekete geçecek şekilde bekliyorlardı.

Bu bekleyiş İnebolu’da diğer yerlerden biraz daha fazlaydı. Kasabanın ortasından geçen derenin sol tarafında meskûn olan Müslümanlar, bilhassa hassas zamanlarda derenin sağ yanında ikamet eden gayrimüslimlerin tahrik edici hareketlerine maruz kaldıkları için hislerini ancak bu gibi hazırlıklarla teskin edebiliyorlardı.

Nitekim şapka inkılâbı sırasında da benzer hâller yaşanmış, önceden hazırlıklı olan gayrimüslimler, Mustafa Kemal’in orada da törenle şapka giymesini müteakip sabaha kadar içip eğlenmişler ve Müslüman mahallelerine dönüp şapka sallayarak zafer naraları atmışlardı.

O günlerde başlamıştı bazı Müslümanlar ‘Yâ Rab! Bana bir mürşid-i kâmil ihsan buyur’ diye duâ etmeye. Bu yalvarıp yakarışlar gittikçe artan bir tahassürle tam on yıl sürmüştü.

Bir gün kahveye gelen Kastamonulu bir kişinin, şehre büyük bir âlimin getirildiğini ama yanına kimsenin yaklaştırılmadığını, ona yakınlık gösterenlerin çeşitli bahanelerle karakola çağırılıp dövüldüğünü, ısrar edenlerin hapse atıldığını anlatınca herkes şaşırmıştı.

Söylenenler insanların hislerini ürpertse de uzun zamandır böyle bir zatın gelmesini bekleyen bazı İnebolulular her türlü eziyeti, zulmü göze alarak onu ziyarete gitmişlerdi.

Ondan harekete geçme emri bekleyenler Said Nursî’nin elinde silâh yerine kalem ve kitap olduğunu görünce hareket tarzlarının yanlış olduğunu anlamışlar, birer Risâle alarak evlerine dönmüşler ve iştiyakla okuyup yazmaya başlamışlardı.

Hiç düşman işgaline uğramamasına rağmen Kurtuluş Savaşında en çok şehit veren ve savaş boyunca cephenin yegâne cephane yolu olan bu topraklarda, müstebit insanların envai çeşit mezalimine maruz kalmışlar ama iman hizmetine devam etmişlerdi.

Bu sayede pek çok evde Risâle okuyup yazarak İnebolu’ya ‘Küçük Isparta’ namını kazandırmakla kalmamışlar; Risâleleri, Üstadın ‘Bin kalemli Nurcu’ diye tarif ettiği teksir makinesi ile çoğaltarak Nurların intişarında yeni bir çığır açmışlardı.

Onun için Bediüzzaman, 1943 yılı Ramazanının Kadir Gecesinde, Olukbaşı Karakolunun nezarethanesinden alınıp Denizli Mahkemesine götürülmek üzere müsellah jandarmaların nezaretinde külüstür bir yolcu otobüsüne bindirilerek Ankara’ya doğru yola çıkarıldığında müsterihti.

Zira orada kaldığı zaman içerisinde hem Risâle-i Nur’un telifine ve neşrine devam etmiş, hem de onlarca talebe yetiştirip binlerce insanın Nurları tanımasını sağlayarak Kastamonu’yu Nur Hareketinin önemli hizmet merkezlerinden biri hâline getirmişti.

Böylece çekilen zahmet ve meşakkat nisbetinde Rahmet tecellî etmişti.

***

Kastamonu, hâlâ Nur hizmetinin hareketli olduğu bir yer.

İlin Nur Talebesi bulunmayan beldesi, Nur hizmeti olmayan ilçesi yok. Her ilçede bir veya birkaç hizmet grubunun medrese, dershane veya ev diye adlandırılan bir veya birkaç hizmet merkezi var.

Fakat İnebolu hepsinden farklı. Çünkü orada Nurcu kimliği taşıyan her grubun kendine has hizmet merkezi var ve hepsi de birbirine muhabbetle muamele ediyor.

Kastamonu’da kaldığımız zaman içinde İnebolu’nun bu yönlerine muttalî olunca, Üstadın hayatının Eski Said safhasında oraya gidip ahâli tarafından ilgiyle karşılanmasını da nazara alarak ilçeleri gezmeye oradan başlamaya karar verdik.

İnebolu, eski çağlardan beri mergup ve meskûn bir mahal. Grekler kurmuş, Romalılar adını vermiş, Yıldırım Beyazıt fethetmiş. Onun için tabiî güzelliklerinin ve tarihî zenginliklerinin yanı sıra çeşitli milliyete mensup farklı dinden insanların bir arada yaşaması ile de dikkat çekmiş.

Biz bu özelliklerin hepsine az çok ilgi duyduğumuzdan, tarihî mekânları şöyle bir gezdik, Merkez Camii’nde namaz kılıp çınarlarının altında biraz dinlendik, sonra da Nur hizmetinin izlerini takip etmeye başladık.

Zahiren istenmeyen bir yer olmasına rağmen Nur Talebeleri medrese-i Yusufiye nazarıyla baktıklarından, bazılarının günlerce işkence gördüğü karakolun ve aylarca yattığı hapishanenin önünden geçerken orada yaşanan hatıraları yadettik.

Daha sonra, İnebolu eşrafından Ahmed Nazif Çelebi’nin dükkânına doğru giderken onun, II. Meşrûtiyet yıllarında geldiği zaman uzaktan gördüğü ve bir daha unutmadığı Bediüzzaman’ı Kastamonu’da ziyaret ederek İnebolu’ya Nurları getiriş macerasını hatırladık.

Kastamonulu Nur şakirtlerinden Hafız Tevfik’in, Hilmi’nin, Kâmil’in, Hayri’nin, Mehmed Feyzi’nin “Ahmed Nazif’in bu defa çok meşgaleler içinde yazdığı, yalnız On Dokuzuncu Mektuptaki tevafukun mecmuu, dokuz bin sekiz yüz otuz üç adede baliğ olduğunu gördük, o mektuptaki mucizât-ı Ahmediye’nin (asm) bir kerâmetidir diye hükmettik” şeklinde tesbit ettikleri, Said Nursî’nin de tasdik ettiği gibi yazdığı pek çok Risâlede böyle fevkalâde ahvalin vuku bulduğunu öğrenince ihlâsına ve sadakatine hayran kaldık.

Bilhassa İstanbul’dan getirdiği teksir makinesi ile Risâleleri çoğaltması, evini medrese-i nuriye, dükkânını da küçük bir Nur matbaası hâline getirerek oğlu Selâhaddin’le birlikte yıllarca hizmet etmesi, onlar hapse atıldıkları veya hizmet için başka yerlere gittikleri zaman hâne halkının işleri de, hizmetleri de devam ettirmesi mânidardı.

Eşine ender rastlanan böyle fevkalâde hâller yalnız onlarda değil, Fakazlıların, Gülcülerin, Dileklerin, Mırmırların ve daha pek çok hanedan hususiyetli ailenin hanesinde de yaşanmıştı.

O gün o evlerin hepsini gezip hâne sakinleri ile sohbet etmemiz mümkün olmadığından yamacın başındaki evlerin birine giderek diğerlerini oradan görebileceğimizi düşünerek Fakazlıların evine geldik.

Yakın zamana kadar içinde Risâlelerin yazıldığı ve hâlâ derslerin yapıldığı ev, önündeki bahçesi ile birlikte hâlâ o zamanki şeklini koruduğu için bir süre orada yaşanan Nurlu hatıralarla haşir neşir olduk.

İki katlı ahşap evin eyvanından gurub vakti İnebolu’yu ve Karadeniz’in engin ufuklarını temâşâya doyum olmuyordu ama merhum İbrahim Ağabeyin istinsah ettiği, Üstadın da duâ yazdığı Risâleden okunan bahisten dünyanın doyma değil tatma yeri olduğu dersini alınca hemen hareketlendik.

Küre’ye geldiğimizde güneş çoktan batmış, hava kararmıştı. Varlığını, sırtını dayadığı dağdan çıkarılan bakır madenine borçlu olan ve ormanlarla kaplı dağlar arasına sıkışıp kalan küçük bir ilçeydi burası.

Geçmişi biraz eski olduğu için cami ve müştemilatından müteşekkil bazı tarihî eserler vardı ama oraları yatsı namazını o camide eda ederek gezdiğimizden görmemizi gerektiren başka bir yer yoktu.

İlk bakışta onların dünyadan, dünyanın da onlardan haberi yokmuş gibi görünse de Said Nursî’nin adı, eserleri ve hizmeti buralara kadar geldiğinden bu küçük ilçede bile onun üç, beş talebesinin ve onlarca muhibbanının olduğundan söz ediliyordu.

Zaten gecenin o vaktinde bizi oraya getiren sebep de onların varlığıydı. Önce Dursun Efendinin oteline, ardından da Salih Efendinin evine gittik. Onların oğulları ve ilçedeki hizmet arkadaşları ile sohbet edip çalışmaları hakkında bilgi alarak ayrıldık.

Gezi güzergâhımız üzerindeki Devrekâni’den gecenin ilerleyen saatlerinde geçtiğimiz için oralara Nurları getiren merhum Ahmed Kureyşî’yi duâlarla andık ve fecir vakti sabah ezanları okunurken, Çobanoğullarından kalma 776 yıllık taş köprüden geçerek yeni yapılan bir camide namazlarımızı eda ettik.

Taşköprü, adını aldığı bu tarihî köprünün yanı sıra, Plevne kahramanı Gazi Osman Paşanın silâh arkadaşı ve esaret yoldaşı Sadık Paşanın memleketi olması ile de iştihar etmiş bir yerdi.

Gerçi her yer gibi Taşköprü’nün de kendine has güzellikleri vardı ama biz Sadık Paşanın torunu ve Binbaşı Mehmed Ali Beyin oğlu Sadık Beyin yaşadığı yerleri görmek için gelmiştik.

Çünkü ecdadının asaletini, cesaretini, metanetini her hâli ile izhar eden ve bütün bölgede herkes tarafından sevilen Sadık Bey, Said Nursî’yi tanıyıp eserlerini okuduktan sonra ‘Kastamonu’nun yüzünü ak eden’ hizmetleriyle Nur Talebeleri arasındaki yerini almıştı. Denizli Hapishanesinde dokuz ay kadar Bediüzzaman’a ‘hâlisâne’ hizmet eden, Afyon Hapishanesinde iken hissettiği hasreti Damla adlı uzun manzumede ve sık sık yazdığı mektuplarda dile getiren Sadık Beyin, atalarından ona, ondan da çocuklarına ve torunlarına tevarüs eden şehâmeti, Kadıköyü’nde, yani Sarıkavak’ta kaldığımız zaman içinde ayniyle bize de aksetti.

Bu hâlet-i ruhiye içine girince, Nur hareketinin hâlen hayatta olan saf-ı evvellerinden Mustafa Sungur’un ve Hüsnü Bayram’ın doğup büyüdüğü yerleri de görmeye karar verdik.

Eflâni’ye giderken saatçi Hasan Efendinin memleketi Daday’dan geçerek onu ve diğer Nur Talebelerini rahmetle yâdettik. Eflâni’de beldenin sakinleriyle sohbet ederek Sungur Ağabeyin fıtratına işleyen sadakat, metanet ve şefkat hasletlerinden hissemizi aldık.

Safranbolu’ya vardığımızda tarihin asil ve tatlı çehresiyle iç içe bulduk kendimizi. O havalideki Nur Talebelerinin arasına karışınca, beldenin medar-ı iftiharı olan Mustafa Osman’ın, Ahmed Fuad’ın, Hıfzı’nın, Rahmi’nin ve Hüsnü Bayram’ın samîmî hizmetlerinden bir nebze hissedar olduk. En kısa zamanda tekrar gelmek kararlılığıyla o havaliden ayrıldığımızda, daha mahallin hudutları dışına çıkmadan nurlu menzillerin ve münezzeh insanların hasretini hissetmeye başladık.

Zîra bütün Nur Menzilleri gibi Kastamonu ve Safranbolu tarafları da gezdikçe ruhu tezyin eden mânevî değerler, mugaddî lezzetler, tarihî zenginlikler, tabiî güzellikler ve makbul hizmetlerle müzeyyen yerlerdi.

Hâlâ da öyle.

17.09.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (10.09.2006) - Kastamonu tarafları

  (03.09.2006) - İstanbul’u mesken tutmak

  (27.08.2006) - Yarım asırlık hasret

  (20.08.2006) - ‘Yaşasın İslâmiyet...’

  (13.08.2006) - Savaşlar ve çocuklar

  (06.08.2006) - Cihangir’de gurûb vakti

  (30.07.2006) - Vatan ona mezar oldu

  (23.07.2006) - Said Nursî ve Hasna Şener

  (16.07.2006) - Erek’ten bakarken

  (09.07.2006) - Dâüssıla hissiyle

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004