Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 17 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Davut ŞAHİN

Uyuşturucu yuvaları ve içki



Haber Özel’i (Show TV) kutluyorum.

İyi bir habercilik örneği sergiledi...

Okul çıkış saatlerinde, özellikle kalabalık kafeteryalarda, öğrencilere “çay-kahve” bahanesiyle zehir satan uyuşturucu tacirlerini teşhir etti.

Yer: İstanbul-Ümraniye’deki kafeteryalar...

Garson kılığındaki zehir tacirlerini, haberciler ‘Marul’ ve ‘Şeker’ adıyla yaptığı zehir servisi, saniyesi saniyesine görüntüledi.

İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne bağlı Narkotik Şube ekipleriyle işbirliği içinde olan Haber Özel görevlileri, kafeteryalara ‘müşteri’ gibi girerek gençlere kurulan tuzağı belirliyor ve densizleri enseliyorlar.

Uyuşturucu tacirlerinin kullandıkları dil enteresan:

“Çay mı, kahve mi?” diyor soruyorlar.

“Güzel sigaralık, ot, şeker ister misiniz?”

“Marul, şeker, tişört 5’lik 10’luk adıyla da servis ediliyor.

Uyuşturucu satıcısının gizli kameraya söylediği itiraf, insanın kanını donduracak cinsten:

“Buradakiler çok kötü bağımlı olmuşlar abi... Kızlar geliyor tanımıyorum bile. ‘Yok mu bişeyler!’ diye soruyorlar.”

Bu şunu da gösteriyor:

Kafeteryalar denetimsiz... Her kafeteryada gizli kamera olmayacağına göre, kimbilir ne haltlar işleniyor. Çünkü İstanbul’da yüzbinlerce kafeterya var.

Ekrana gelenler teşhir edildi. Peki ya bilinmeyen uyuşturucu yuvaları?

Gelelim “içki” tartışmalarına.

Üsküdar Belediyesinin “Milliyet gazetesi”nin “Açık alanda alkole ceza” manşeti tartışıldı NTV’de.

Daha doğrusu programcı Celal Pir, aklınca Üsküdar Belediye Başkanı Mehmet Çakır’a yükleniyor. Bilgisayardan gelen mailleri Çakır’a okuyarak sualler soruyor.

Öte yandan gazeteyi eline alarak, seçilmiş bir başkana hesap sorar gibi “Neden böyle bir uygulama başlattığı”nı soruyor.

Çakır, dilinin döndüğünce açık alanda alkol içilemeyeceğini ve “yönetmeliklerde var olan yasa”yı hatırlatıyor. Türkiye’deki cezaların caydırıcılık olmaktan çok uzakta olduğunu filan...

Pir, ısrarla soruyor, “İçki içenler aileleri rahatsız mı ediyor?”

Çakır, “İnsanlarımızın huzur bulabileceği mekânlardır. Bu anlamda ailelerin rahatlıkla gelip oturabileceği hatta ve hatta bu uygulama vesilesiyle ölüm tehlikesi altında olan uyuşturucu madde bağımlısı bir genç yavrumuzu metruk bir binanın içerisinden ekibimizin elemanları aldı” diyor.

Ama Pir, Çakır’ın görüşlerini “kişisel” buluyor ve “yasalara göre isteyen istediği yerde içebiliyorsa...” diye bir ifade kullanıyor. Dahası, “içki içenlerin niçin teşhir edildiğin”nden rahatsız.

Yani, hem “dilediği yerde içsin” diye serbestiyet tanıyacaksın, hem de niçin içenler teşhir ediliyor” diye itiraz edeceksin, burada bir çelişki var.

Ailelerin gezmesine ayrılan bir yerde sarhoş delikanlıların bulunması insanı elbet rahatsız eder, ürkütür.

Zaten bu tartışmalarla “yoz”laşan bir topluma doğru gidiyoruz, haberiniz olsun.

İçkiye serbestiyet verilsin diyen zihniyet, o halde, kapkaç, uyuşturucu, tiner ve diğer madde bağımlı olan serserilere de itiraz etmemeli!

17.11.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Gecikmiş şûrâ



AKP’nin dört yıllık iktidarında mâlûm sebeplerle başarılı olamadığı alanların başında eğitim meselesinin geldiği biliniyor.

Hayli zaman konuşulan, ama ne olduğu pek anlaşılamayan ve neticede mimarı Talim Terbiye Kurulu Başkanının istifasından sonra adeta unutulmaya terk edilen müfredat reformundan artık bahis açan bile yok.

Müfredat ve ders kitaplarındaki resmî ideoloji hakimiyeti ise aynen devam ediyor.

Dört yılın sonunda, özellikle dar gelirli aileler açısından takdire şayan tek icraat, ilkokul ve liselerdeki bedava kitap uygulaması.

Ama o kitapların içeriğinde olumlu yönde kayda değer bir değişiklik söz konusu değil. Yapılmış olan ufak tefek rötuşlar ise, en küçük bir eleştiri karşısında bile derhal geri alınıyor.

Eğitim sisteminin, göz göre göre nice nesillerin kaybına yol açan çarpık ve adaletsiz sınav mekanizması ve ortaöğretimle üniversite arasında sağlıklı bir geçiş bağlantısı kurulamaması gibi son derece önemli konularında da bir arpa boyu dahi mesafe alınabilmiş değil.

AKP’nin eğitim meselesindeki durumunu en iyi anlatan söz, Bakan Çelik’in bir süre önceki bir konuşmasında söylediği “Ne İsa’ya, ne Musa’ya yaranabildik” beyanıydı.

Gerçekten öyle. Ne mağdurları rahatlatabildiler, ne de YÖK’çülere yaranabildiler.

Dahası, 28 Şubat’ın mayınlı alanlarında dişe dokunur hiçbir şey yapamadıkları halde, irtica ve kadrolaşma suçlamalarının bir numaralı hedefi olmaktan kurtulamadılar.

Millî Eğitim Şûrâsı bu ortamda toplandı.

Şûrâ alt komisyonlarından çıkan ilk karar meslek liselerine uygulanan katsayı engelinin kaldırılması oldu. Ezici bir çoğunlukla kabul edilen karar, aynı zamanda şûrâya önceden gönderilen tekliflerle de örtüşüyor.

Zaten AKP tabanının da, seçmen ekseriyetinin de, hattâ son dönemde medyada çıkan bazı ilânlardaki mesajlara bakılırsa iş dünyasının da fikrinin bu olduğu biliniyor.

Yani, kararın yadırganacak bir tarafı yok.

Çoktandır sesi duyulmayan Gürüz’ün başını çektiği “Bu şûrâ imam hatip şûrâsı oldu, bir yerlerde kotarılan şeyler meşrulaştırılmak isteniyor” tepkisinin de hiçbir mantığı yok.

Ancak problem şu: Millî Eğitim Şûrâsında alınan kararlar tavsiye niteliğinde. Uygulanmaları, hükümete ve TBMM’ye bağlı.

Ve sıkıntı da bu noktada odaklanıyor.

Dört yıldır, neredeyse anayasayı değiştirecek bir Meclis çoğunluğuyla iktidarı elinde bulunduran bir parti, bu soruna bir çözüm getiremedi. Yarım yamalak bazı adımlar atmaya çalıştı, ama hepsi geri tepti.

Bu tavır devam ettiği müddetçe AKP ikinci bir dönem daha iktidar olsa bile ne değişir!

Bu noktada belki şöyle düşünülebilir:

AKP, 3 Kasım’dan sonra yola çıktığında ilk işlerden biri olarak yapması gerekirken yapmadığı bu şûrâyı gecikmeli de olsa şimdi toplamak suretiyle, hiç değilse ikinci dönemine hazırlıklı girmenin hesabını yapıyor.

O fırsatı yine bulur mu, meçhul. Ama şûrânın geç de olsa yapılması isabetli. İnşaallah kararlarının uygulandığı günleri de görürüz.

17.11.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Malikî ve yeni Kissinger politikası



Ertelenmiş bir ziyaretle Türkiye’ye gelen Irak Başbakanı Malikî, bir skandalı da beraberinde getirdi. Gündüz gözü Bağdat’ta Sünnî bir bakanın işgal ettiği ve genellikle Sünnî kadroların çalıştığı Yüksek Öğrenim Bakanlığı Şiî milislerce basılarak 150 kadar çalışanı kaçırıldı. Kaçırılanların sayısı ve ardından bırakılanların sayısı tam olarak taayyün edemedi. Her zaman olduğu gibi, Sünnîler farklı, Şiîler farklı rakam veriyor. Sünnî kaynaklara göre, bunlardan bir kısmı işkenceden geçirilerek öldürüldü. Bunu yapanlar da Şiî kitlelere mensup ölüm mangaları. Malikî faillerin bulunması yönünde çağrı yapmasına rağmen, şöyle dediği ileri sürüldü: “Kaçırma terör değil, çatışma...” Tabiî ki bu sözün sübutu ve sıhhatinin derecesini bilmiyoruz. Ama bunu söylediyse skandal içinde bir skandal. Malikî gelmeden ve kaçırma eyleminden bir gün evvel Irak’ta mezhep çatışmaların neticesinde bir günde 135 kişi hayatını kaybetti (14 Kasım). Malikî, yine Ankara’ya gelmeden, 13 Kasım 2006 günü El Ahram’da yayınlanan bir ifadesinde taifecilerin ve mezhepçilerin hükümete sızdıklarını itiraf etmiştir. Yani sokakta Ali kıran baş kesenlerin hamileri, mecliste ve hükümettedir.

Irak’ta Şiî-Sünnî kutuplaşmasını planlayan Rumsfeld ve Neoconlar idi. Bu maya tuttu. İşgalle birlikte ülkede bir de adı konmamış bir iç savaş yaşanıyor. Ama bu kamplaştırma, sadece Amerikan planlarında kalmadı. Sünnî kesimden Zerkavi gibiler Şiî kesimde de birçokları bu plana şuurî veya gayr-ı şuurî bir şekilde alet oldu. Hatta kısaslanacak olursa; Şiî milisler Zerkavi çetelerinden daha beter. Zira Zerkavi gibiler mezhep kavgasını körüklüyor isiler de, buna mukabil işgalcilere de zarar veriyorlar. Ötekiler ise, sadece iç kavgaya odaklanmış vaziyetteler. Yabancı gizli servisler bir şekilde Şiî milislerin içine veya ölüm mangalarına sızdılar. Ölüm mangaları zamanla kontrolden çıktı. Sistani sözünü geçiremez hale gelirken, Mehdi Ordusuna mensup ölüm mangaları ve timleri liderleri Mukteda Sadr’ı da dinlemiyor, hatta tanımıyorlar. Hukuk zemini kaybolmuş ve fiilî ve defacto bir zemin baş göstermiş bulunuyor.

Bununla birlikte, bu mangaların veya milislerin temsilcilerinin Meclis’e ve oradan da hükümete sızdıkları biliniyor. Arkalarını meclise ve hükümete dayamışlar. Hem Şiî, hem de silâhlı olduklarından dolayı kimse onlara söz geçiremiyor. Hükümeti esir almış durumdalar. Önce Şiî-Sünnî kutuplaşmasına destek veren ABD, zamanla kontrolü kaybetmiş. Bununla birlikte, İran’ın kendi içinde parçalı olan bütün Şiî grupları ve fırkaları desteklediği söylenmektedir.

***

Bir taraftan böyle bir mücadele devam ederken, diğer taraftan da hem ABD, hem de Şiîler Sünnîleri yanlarına çekmeye çalışıyorlar. ABD, önce Şiîlerle Sünnîleri alt etmeye çalıştı ve nispî ve kısmî olarak bunu başardı. Şimdi de Sünnîlerle yeniden Şiîleri dengelemeye çalışıyor. Şiîler veya İran da Sünnîlerle ABD’yi dengelemeye çalışıyor. Birbirleriyle tokuşturarak iki tarafı da zayıflatmaya çalışıyorlar. ABD sadece ‘siyasal Sünnîlere’ karşı çıkarken, Şiîler Sünnîlere mezhebi bağlamda da karşı çıkıyorlar. Bundan dolayı, ortak hayat alanlarında karşılıklı bir tasfiye veya etnik veya mezhebî temizlik yaşanıyor.

Bundan dolayı, 2003 yılı sonrasında Irak’ta yaşanan gelişmeler, İran-Irak savaşının başka bir ölçekte veya daha geniş ölçekte ve içtimaî olarak devamı veya tekerrürü olmuştur. Zaten o da Amerikan planı idi, ona Saddam alet olmuş idi. Şimdikine de Şiîler alet oldular.

Tehlike buradadır ve buna göre yeni planlamalar yapılmakta. Bunlardan birisi de The Times yazarı Anatole Kaletsky’nin seslendirdiği İslâm dünyasını parçalamaya yönelik yeni Kissinger politikasıdır. Buna, ‘şeytan politikası’ dense sezâdır. Anatole Kaletsky, Times sayfalarındaki makalesinde Irak’taki başarısızlığın dünya düzeninde şaşırtıcı bir değişimi de beraberinde getirebileceği tahmininde bulunuyor. “Her krizden bir fırsat doğar” diyen Kaletsky, eski başkan Richard Nixon 1970’lerde Vietnam’dan çekilme kararı aldığında, durumun bugünkünden de kötü göründüğünü kaydettikten sonra, tam o sırada Henry Kissinger’ın hiç beklenmedik şekilde yürüttüğü manevrayla, Çin ile diplomatik ilişkiler kurulmasının önünü açtığını hatırlatıyor.

“Nasıl ki Amerika’nın Çin’e açılımı Rusya ve Çin arasında soğukluk meydana getirip komünist dünyasında tamiri gayr-i kabil bir bölünme getirdiyse, teokratik İslâm dünyası da İran’a bir açılımla bölünebilir. Böyle bir bölünmeyi sağlayabilmek için İran’ın nükleer hedeflerinin kabulü ödenebilir bir bedel olacaktır. Amerika, zaten artık bunun önünü kesecek durumda değil. Böylece hem İsrail’in bölgedeki en büyük düşmanı tarafsız hale gelecektir, hem de İran, aşırılığın asıl kaynağı olan Sünnî Suudi Arabistan’a karşı bir denge unsuru olacaktır. Zira İslâmcı teröristlerin beyninin yıkandığı Pakistan, Afganistan, Türkiye, Endonezya, Kuzey Afrika, hatta İngiltere ve Avrupa’daki medreselerin ve camilerin finansmanı İran’dan değil, Suudilerden geliyor.” Şiîler de Amerikalılar gibi, Sünnîlere tekfirciler ve teröristler diyorlar.

***

Şeytanın aklına gelmeyecek şeyler bunlar. Ama ABD bunun provasını İrangate ile yapmıştır. Anlayacağınız, şeytanın avukatlığına soyunan Times yazarı Anatole Kaletsky, Sünnî dünyasına karşı Şiî-Amerikan ittifakını ve İran’ın nükleer kulübe girmesinin kabulünü savunuyor. Daha Mücahidler döneminde İran kaygılıydı ve taraftarları şunları söylüyordu: “İran’ı gölgelemek için ABD yeni bir İslâmî eksen oluşturmaya çalışıyor...”

Taliban ve Saddam’ın yıkılması bunun aksinin doğru olduğunu fiiliyatta ispatlamıştır. Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz. İslâm dünyasını Şiî-Sünnî eksen üzerine parçalamak, SSCB’ye karşı Çin siyaseti Sünnî dünyasına karşı İran ve teşeyyü siyasetiyle yer değiştirmeli deniliyor. ABD, Sünnî dünyaya karşı Şiî dünyayı yeğler. Nitekim Irak’ta böyle olmuştur. Nedeni basittir: Sünnîlik, ne olursa olsun, İslâm dünyasının büyük ortak bölenidir. Dolayısıyla tehlike buradadır. Bundan dolayı lidersiz olmasına rağmen, ABD lideri olan Şiî dünyasını Sünnî dünyasına yeğliyor veya Çin’e benzettiği İran’ı, SSCB’ye benzettiği Sünnî dünyaya tercih ediyor. Bunun da bir alternatifi ise, Irak’ta Suudi Arabistan ve Kuveyt gibi işbirlikçi Sünnîleri ön plana çıkarmak ve onların desteğini transfer ederek ayakta kalabilmektir.

17.11.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Cumhuriyet’ten müjde: Dindarlık yükseliyor



1999 yılından bu yana, Türkiye Araştırmalar Merkezi Vakfı’nca (TAM) Almanya’nın Kuzey Ren Vestfalya eyaletinde yaşayan Türk göçmenlerin hayat şartlarını ortaya koymak üzere, her yıl gerçekleştirilen anketlerin yedincisine göre ‘göçmen’ler arasında dindarlık hızlı bir yükseliş gösteriyormuş.

TAM Direktörü Prof. Dr. Faruk Şen ve Kuzey Ren Vestfalya eyaleti Uyum Bakanı Armin Laschet tarafından açıklanan anket neticeleri, bazıları için ‘üzüntü’ verici olsa da, ‘Müslüman Türkiye’ açısından sevinçle karşılanmaya adaydır.

Cumhuriyet gazetesinin (14 Kasım 2006) başörtülü fotoğraflarla süslediği tam sayfa haberde şu bilgiler yer alıyor: “Türk göçmenler arasında 2002 yılından itibaren hızlı yükselişe geçen dindarlaşma, artış ivmesini sürdürdü. Göçmenlerin yüzde 76’sı kendisini dindar veya çok dindar olarak tanımlarken, gençler arasında dindarlık oranında küçük düşüşe rağmen, dindarlık eğiliminin en belirgin görüldüğü grubu 45-59 yaş grubu teşkil ediyor. Araştırmada artan dindarlığın, fundamentalist eğilimlerle veya radikalleşme ile doğrudan ilişkilendirilmemesi ve uyum önünde bir engel olarak görülmemesi gerektiğine işaret ediliyor. Artan dindarlığa karşın, hiç dindar olmadığını beyan edenlerde de artış görülmesi ile artan dindarlığın dini örgütlere büyüme olarak yansımaması araştırmanın diğer ilginç sonuçları.”

Araştırma sonuçlarına göre, Almanya’da yaşayan vatandaşlarımız, artık kendilerini ‘gurbetçi’ olarak görmüyor. Pek çoğu da ‘geri dönüş’ü gündeminden çıkarmış vaziyette. Artık onlar kendilerini ‘yerli’ kabul ediyor ve ona göre davranıyor.

Gurbetçilerimizin İslâma sarılması, elbette hepimizi memnun eder, ancak bu konuda bazı noktalara dikkat çekmek lâzım:

* Gurbetçilerimizin dindarlaşmasıyla ilgili haberleri nisbeten ‘objektif’ olarak verenler, Türkiye’deki dindarlaşma meyli karşısında niçin rahatsız olurlar?

* Almanya örneğinde olduğu gibi, yabancı ülkelerde yaşayan ‘gurbetçi’lerimizin uygulanan yanlış ve kasıtlı politikalara ‘rağmen’ dindarlaşması “Türkiye’yi idare edenler”e bir mesaj vermiyor mu?

* Gurbetçilerimiz arasında yükselen değer olan ‘dindarlık,’ yakın gelecekte yaşadıkları ülkelerin rengine renk katmayacak mı? “Doğru İslâma” ayine olanlar, ‘yabancı’ların da İslâma teslim olmasına zemin hazırlamayacak mı?

İçerde ve dışarda ‘dindarlık’ yükseliyorsa; komünist Rusya’da olduğu gibi, “din afyondur, din öldürülmelidir” diyenlerin takipçileri bir daha düşünmeli değil midir?

17.11.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Hoşgörü sergide kaldı



Mecliste iktidar ve muhalefet kulislerinin açıldığı, orta holde bir sergi var.

Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın, “Avrupa’dan Asya’ya, 600 yıl boyunca yüzlerce ırkı, onlarca dini ve bir çok farklı kültürü, topraklarında barış içinde bir arada tutmuş bir imparatorluğun tarihe düşülmüş notlarıdır bunlar” sözleriyle açtığı “Gök kubbe altında birlikte yaşamak” sergisi.

Hoşgörü sergisi de deniliyor buna.

Osmanlı’nın 600 yıl yönettiği topraklarda farklı dinlere, farklı dillere ve farklı milletlere, etnik kültürlere tanıdığı haklar, sağladığı özgürlüklerin belgeleri, yayınlanmış fermanlar sergileniyor burada.

Peki Meclisin salonlarında hoşgörü belgeleri sergilenirken, genel kurulda hangi tartışmalar oluyor.

SALİH KAPUSUZ - Bir insanın Müslüman olması başka bir şey, bir rejimin, bir devletin laik olması başka bir şey. (AKP sıralarından “Bravo” sesleri, alkışlar) İnsan laik olamaz, ama, laik bir kurumu savunur, laik bir devleti savunur. Bu başka bir şey.

TUNCAY ERCENK - Suç işliyorsunuz, suç. Suç işliyorsunuz.

MUHARREM İNCE - Ben laiğim ve Müslümanım.

SALİH KAPUSUZ - Bu sizin tercihiniz. Bakınız kurumsal olarak…

MUHARREM İNCE - Senin de bunu demen lâzım, herkesin demesi lâzım. Olur mu öyle şey. (AKP sıralarından gürültüler)

SALİH KAPUSUZ - Arkadaşlar, işte…

MUHARREM İNCE - Mecburiyet var, anayasal mecburiyet var. Laik olmak zorundasınız.

Tartışma sadece meydanları inleten cumhuriyet ve laik konusunda değil. Malatya’nın sorunları dahi gerginlik konusu olabiliyor.

AHMET MÜNİR ERKAL (Malatya)-Otur yerine!..

FERİT MEVLÜT ASLANOĞLU (Malatya)-Sen de çık konuş!

AHMET MÜNİR ERKAL (Malatya)- Otur yerine! Otur yerine!

FERİT MEVLÜT ASLANOĞLU (Malatya) - Sen çık, görüşlerini söyle.

AHMET MÜNİR ERKAL (Malatya) - Bu anlamda, Sayın başkan, bu hırçın ve tahammülsüz insanı…

FERİT MEVLÜT ASLANOĞLU (Malatya) - Tahammülsüz sensin! Sen çık konuş! Sen çık konuş!

AHMET MÜNİR ERKAL (Malatya)- …kamuoyuna ben teşhir ediyorum.

Her şey tartışma konusu olabiliyor. Ve her şey tartışmaya malzeme olarak kullanılabiliyor.

15 üniversite kurulmasıyla ilgili yasanın görüşmelerinde imamların, cumhuriyetin ne işi var demeyin. Üniversitelerimizdeki bilimsel yayınları, akademisyenlerimizin makalelerini, İstanbul’daki, Ankara’daki üniversitelerimiz bilimsel yayında yetersiz kalırken, Harran Üniversitesinin elde ettiği başarıyı konuşmuyor.

Peki neyi konuşuyoruz?

EROL ASLAN CEBECİ - İmamlara düşmanlığın mı var?

ENGİN ALTAY - Evet, kardeşim, Türkiye Cumhuriyeti imamlar cumhuriyeti olmayacaktır. Gel, buradan konuş!

EROL ASLAN CEBECİ- Hadi be oradan!

ENGİN ALTAY - Edepli ol biraz orada sen!

Tartışma burada kalmıyor elbette ki...

MAHMUT GÖKSU - Millet size güvenmiyor.

ENGİN ALTAY - Ne diyorsun ne? Ne diyorsun? Gel bakalım gel, gel.

MAHMUT GÖKSU - Önce iktidar ol, iktidar.

ENGİN ALTAY - Sen bir kere şuraya çıktın mı şuraya?

MAHMUT GÖKSU - Önce iktidar ol, iktidar.

ENGİN ALTAY - Ya da gel dışarıda konuşalım.

BAŞKAN - İdare amirleri, lütfen…

Öyle görülüyor ki, hoşgörü belgeleri sadece sergi salonlarında, resmî nutuklarda, panolara asılı fermanlarda kalıyor. Hoşgörüyü artık tarihin raflarından alıp, günlük tartışma kültürümüze de yansıtmamız gerekiyor.

Cenazemiz gösteri, şûrâmız kavga, Meclis müzakereleri gerginlik konusu olduğu sürece bir arpa boyu yol almamız mümkün değil. Şimdiye kadar bir ilerleme sağlayamadığımız gibi...

17.11.2006

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Maişet derdi



Gelenin gittiği, gidenin gelmediği bir dünyada yaşıyoruz. Zaman dolabı sür'atle dönüyor, yarına çıkmaya garantimiz yok, lâkin yakında biz de gidenlerin geri gelmediği ahiret yurduna gideceğiz.

Dünyevî meşgaleler bizi yanıltıyor. Çünkü birçok kişi gibi sabah çıktığımız evimize yeniden dönüyoruz. Gerçi denizcilerin maişeti biraz farklı, biz ekmeğimizi denizden kazandığımız için sabah gidince ancak üç dört ayda dönüyoruz. Sonuç olarak ben de Cenâb-ı Allah’ın izni ile bir kontratı daha kazasız belâsız bitirip evime döndüm.

Gemi hayatı devamlı sûrette sefer halinde devam ettiği için Cuma namazlarını kılmak mümkün olmuyor. Arada sırada Müslüman memlekete düştüğümüzde Cuma namazlarını kılma fırsatı bulabiliyorum. Son çalıştığım gemide Cuma’ya gitmek kısmet olmadı, lâkin devir teslimi bir Cuma günü yaptık.

Yeni gelen kaptana sabah erken gelmesini söyledim, belki bu sayede uzun süredir kılamadığım Cuma namazını eda etme imkânını bulabilecektim. Nitekim öyle de oldu, öğle vaktine kalmadan devir teslimi yaptık ve gemiden ayrıldım.

Cumaya yetişmek için acele ediyordum fakat gördüğüm manzara pek dehşetli idi. Birçok kişi farkında değil, belki fakat insanların üç beş kuruş için yollara döküldüğü ve Cumayı unuttuğu gerçeği beni derinden yaraladı.

Arabamız yol kalabalığından ilerleyemiyordu. Hâlbuki ezan okunmuş Cuma namazının sünneti kılınmaya başlamıştı bile. Fakat maişet derdi yüzünden haftada bir defa kılınması farz olan Cuma namazı yollardaki binlerce insan için unutulmuştu sanki.

Bu manzarayı bir defasında Kadıköy’de de görmüştüm. Yüzlerce insan Cuma namazından habersiz iş peşinde koşturup duruyordu. Halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede yaşadığım manzara aslında birçok sorunun cevabını veriyordu.

Ekonomistler saatlerce niçin kalkınamadığımızı anlatmaya çalışsınlar, benim bu konuda izahım çok basit. Efendim bereket ortadan kalkmış. Ne kadar çok çalışırsak çalışalım bereket olmadan bu ülkenin iki yakası bir araya gelmez.

Bediüzzaman yıllarca önce Isparta’ya geldiğinde halkın zengin olduğunu düşünmüştü. Her taraf yem yeşil ve bağ bahçe ile dolu idi. Lâkin Müftü Efendinin sözü pek tuhafına gitmişti. Müftü efendi “Ahalimiz fakirdir” diyordu. Bu ne biçim bir işti, Cenâb-ı Allah’ın sunduğu onca nimete rağmen halk nasıl fakir olabilirdi?

Cevabını kendisi veriyor. Bereket kalkmış. Peki, nedir bu bereket? Sayılabilir mi? Ölçüsü var mıdır? Her namazda Peygamberimizin (asm) âline ettiğimiz salât ve bereket duâları ne anlam taşıyor acaba?

Bu soruların cevabını pozitif bilimlerle uğraşanlar ve iktisatçılar veremezler. Bunun cevabını bulabilmek için manevî gözleri olan insanlara ihtiyaç vardır. Her şeyi maddede arayanların gözü kördür. Akıl feneri ile ancak göz ucundaki küçük şeyleri görebilirler.

Akıl kalp ile beraber olduğunda ise adeta güneşin yeryüzünü aydınlattığı gibi her şey belirginleşir ve gerçekler tam mânâsı ile ortaya çıkar.

Elbette ekonomik gelişme ve başarı için çalışmaya ihtiyaç vardır, lâkin bütün nimetlerin geldiği kaynağı iyi tesbit edemez isek bundan mahrum kalacağımız aşikârdır. Evet, her türlü kazancın, mal ve mülkün yaratıcısı Allah’tır. Nasıl sabah işe gidip fiilî duâ ediyor isek, istirahat saatlerimizin bir kısmını da kavlî yani sözlü duâya ve namaza ayırmamız gerekir. Aksi takdirde bugün olduğu gibi birçok zenginlik kaynağından mahrum kalırız.

“Duânız olmazsa ne ehemmiyetiniz var” diye buyuran Rezzak olan Allah, maişet belâsına bu kadar önem vermeyi ve bu sûretle namazı terk etmeyi bize yasaklamıştır. Aslında bu dünya hayatı bir oyun ve oyalanmadan ibarettir.

Bediüzzaman insanı bir askere benzetir. Askerin görevi talim ve cihaddır. Fakat arada sırada kazan kaynatır karavana pişirir. Demiyor ‘Benim asıl işim budur’ diye. Bununla birlikte bazı acemi askerler de bulunur. Asıl işi eğitim ve savaş zamanı savaşmak olduğu halde o gider en önemli bir zamanda midesini doyurmaya çalışır.

Aynen bu örnekte olduğu gibi insan da bu dünyaya iman ve ubudiyet için gönderilmiştir. Dağ, zemin ve göklerin kabul edemediği emanet işte budur. Ne mutlu o insana ki dünyayı sadece maişet yükü için görmez, Allah’a kulluk eder ve vazifesi olan iman ve ibadeti yapar. Veyl o kimseye ki her şeyi unutup sadece para ve pul için dünya peşinden koşar. Rabbü’l-âlemin bizi kulluk görevini yapanların zümresine ilhak etsin…

17.11.2006

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

17. Millî Eğitim Şûrâsı



Yedi yıl aradan sonra 17. Millî Eğitim Şûrası tekrar başladı. Takriben 800 dâvetlinin katıldığı bu şûrâda birçok tesbitler ifade edildi. Fakat herkes bilirim diye konuştu. Yıllarca birçok uluslar arası sempozyum ve konferanslara katıldım, bazılarında gösteriden başka can alıcı noktalara temas edenlere rastlamadım. Hiç mi yoktu? Elbette vardı. Fakat bir mum ışığı kadardı. Hadisin sırrıyla ve elbette “Bir şey tamamen elde edilmezse tamamen terk edilmez”

MSB’den sonra en büyük bütçeye sahip olan MEB’in her cihetle mesuliyeti vardır. Bu makamlar şikâyet yeri değil. Hem hükümet, hem de bakanlık olarak, Konya’daki “Hoşgörü ve Eğitim” konferansında da dile getirdim. Buralar çare bulma ve dertlere deva olma yeridir. Doktor çare bulmakla mükellef, yoksa hastalıkları herkes biliyor. Çünkü bu aziz diyarda beraber yaşıyoruz.

Şimdi birkaç tesbitle ve bir çıkış yolu ile makalemi bitirmek istiyorum. Bundan yıllar önce yazılı basında yer alan, Erzurum İspir ilçesinde bir hadise cereyan eder, özeti şudur: Bir evin 4 evlâdından 3’ü yüksek tahsil için İstanbul Üniversitesindedir. Birisi de evdedir. Üniversitede okuyan her 3 kardeş, terör olaylarına karışır ve genç yaşta dağa çıkar. Bir görevli yüzbaşı yanındaki askerlerle İspir’deki bu haneye gider ve evin babasını azarlar.

Baba yüzbaşıya der ki: “Yüzbaşı bey, yüzbaşı bey, bu azarlarının muhatabı ben değilim, ben çocuklarımı vatana millete hizmet etsin, adam olsunlar diye, bin türlü zahmetlere katlanarak okullarınıza gönderdim. Şimdi soruyorum, orada benim çocuklarıma ne öğrettiniz, ne okuttunuz ki dağlara çıktı? İşte en küçükleri burada. Bayrak diyor, ezan diyor. Bunu gidin kendinize sorun.” Bu müthiş hadise karşısında Yüzbaşı, babanın elini öper “Haklısın” der, ayrılır.

Şimdi yalnız Türkiye’ye değil bütün dünyaya 7 milyarlık dünya ailesine bakmak lâzım. Çünkü bu ailenin 2 milyar genci okuyor, yani dünya nüfusunun üçte biri, Türkiye’nin üçte biri okumaktadır. Türkiye’de sırf 12 ilâ 20 yaş arasında 12 milyon genç var. 92 üniversitede açık öğretimle birlikte 3 milyonu aşkın okuyan genç var. Bütün bu öğrencilerin % 48’i İngilizce konuşuyor ve 10 yıl sonra dünyanın idarecileri bunlar.

26.10.2006 tarihinde basında yer alan belgede daha da hazin. MEB bünyesinde son bir yıl içinde ilköğretim ve lise dengi okullarda 2 bin 474 menfî olay olmuş. Disiplin ve yargıya intikal eden olaylar istatistiklere göre; fiziksel zorbalık, tehdit; okula silâh, kesici, delici âlet getirme; gasp, alkol ve uyuşturucu kullanımı, cinsel taciz ve silâhla yaralama.

Yine Türkiye’de, 24 ilde lise 2. sınıf 18.500 kız ve erkek talebe üzerinden yapılan ankette; talebelerden yüzde 22’si devamlı sigara içmekte, yüzde 17’si alkol ve yüzde 4 civarı uyuşturucu haplar kullanmaktadır. 81 il ve ilçede görünen tesbit ise, merkezî stadyumlardan koro halinde çıkan ve önü alınamayan küfürler, çökmüş sitemin bariz belgesidir. Bu stadyumların etrafında on binlerce nüfus vardır, bunların çoğu çocuklar ve evlerinde ikamet eden insanlardır. Ne küfür susuyor, ne de stadyumlar şehir dışına çıkarılıyor? AB standardında bunlar yasak. Evvelâ bunu kaldıracaksın…

Öğrendiğime göre dâvet edilen kişiler, kendi kapasitelerine göre bir çok teklifler getirmiş. Eğer bir vefa borcu olarak ve bir kadirşinaslık olarak oraya dâvet edilseydim, sunacağım bildiride ve konuşmamda çıkış yolu olarak şunu söyleyecektim: “Çağın Mevlânâsı Hz. Bediüzzaman, 100 yıl önce Türkiye ve bütün dünya gençliğine bakarak der ki: ‘Vicdanın ziyası ulum-u diniyedir. Aklın nuru fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevelüd eder.’ Var mı başka bir yol? Olsaydı böyle mi olurdu?”

Şûrâ bir marifettir, tebrike şayandır ve görevdir. Fakat en büyük marifet, kovan’ın içinde bal yapmaktır. Evet her bir talebe bir kovandır. Acaba hangi çiçeklerden bal yapacak? 83 yıllık Cumhuriyet Türkiye’sinde 17 MEB şûrâsı, yukarıdaki tesbitlerimize hangi çareyi sunacaktır? Bekliyoruz. Hayırlı olsun.

17.11.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

“Neden imanımı kurtarmadınız?”



Kapkapçılık, uyuşturucu ve serserilikten dert yanan anne-babaların, çocuklarının o hâle gelişlerinde hiç sorumlulukları yok mu? Bazılarının olmasa da birçoklarının anne-babaları var bu çocukların.

İşlerinin, çocuk dünyaya getirmekle bittiğine inanmışcasına onları sokağın kaderine teslim ediveriyorlar niceleri. İnsanı insan yapan değerleri vermedikleri için onlardan insanî duygular da beklenemiyor.

Bu değerlerin başında ise hiç şüphesiz iman ve Kur’ân hakikatleri gelir.

Evet, bugünkü gençlik problemlerinin kökeninde onları daha küçük yaşlardan itibaren bu hakikatlerle eğitmeme, her şeyi dünya hayatından ibaretmiş gibi yönlendirme, maneviyattan yoksun bırakma yatıyor. Bedenine olduğu kadar ruhuna bakmama, ihtiyacı olan manevî gıdaları vermemedir ki gençleri serseriliğin kucağına atıyor.

İnsan sadece maddeden, bedenden ibaret; ruh, kalb ve vicdandan yoksun bir varlık olsaydı ona sadece dünyevî eğitim vermekle yetinebilirdik. Oysa beden olduğu gibi ruh da gıda istiyor.

İmanî ve Kur’ânî bir terbiye verilmeyen bir evlâttan dinin şiddetle istediği muhabbet, hürmet ve merhamet nasıl beklenebilir? Ekmeyen biçemez.

Bediüzzaman Hazretleri küçüklüğünde kuvvetli bir iman dersi almayan bir çocuğun sonra pek zor bir tarzda İslâmiyet ve imanın esaslarını ruhuna alabileceği, bunun âdetâ gayr-i müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmesi derecesinde zor olacağı, yabanî düşeceğini söyler. “Bilhassa, peder ve validesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanîlik verir” der. Böyle çocuklar dünyada anne ve babasına hürmet etmek şöyle dursun, varlıklarından yüksünüp çabuk ölmelerini arzu edip onlara bir nevî belâ olur; ahirette de, onlara şefaatçi değil, tam tersi dâvâcı olur, “Niçin imanımı terbiye-i İslâmiye ile kurtarmadınız?”1 der.

Ne kadar düşündürücü değil mi?

Anne-baba çocuklarını şüphesiz seviyorlar. Alabildiğine şefkat gösteriyor ve onlarla ilgileniyorlar da. Ancak şefkatlerini sûistimal edebiliyorlar.

Çünkü, “Oğlum, okusun, iş güç, meslek sahibi, güzel bir konum ve durumda olsun” deyip her türlü fedâkârlığı üstlendikleri halde, “Acaba bu çocuğum ebedî hayatta ne yapacak? Gerekenleri yapmalıyım” demiyor, manevî dünyasını bütün bütün ihmal ediyor, hem kendilerinden dâvâcı hâle getiriyor, hem de evlâdından beklediği sevgi ve hürmeti göremiyorlar.

Dipnotlar:

1- Emirdağ Lâhikası-I, s. 40-41.

17.11.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Biyomimetik, biyomimikri ve Risâle-i Nur (2)



Risâle-i Nur’dan biyomimetik, biyomimikri ilimlerine örnekler sunmaya devam ediyoruz:

* “Nübüvvet beşerde zarûriyedir. Karıncayı emirsiz, arıları yâsubsuz bırakmayan kudret-i ezeliye, elbette, beşeri de bırakmaz şeriatsız, nebîsiz. Sırr-ı nizam-ı âlem böyle ister elbette.”1

* “Hırs, şükürsüzlük olduğu gibi, hem sebeb-i mahrumiyettir, hem vasıta-i zillettir. Hattâ, hayat-ı içtimâiyeye sahip olan mübarek karınca dahi, güya hırs vasıtasıyla ayaklar altında kalmış, ezilir. Çünkü, kanaat etmeyip, senede birkaç tane buğday kâfî gelirken, elinden gelse binler taneyi toplar. Güya mübarek arı, kanaatinden dolayı başlar üstünde uçar. Kanaat ettiğinden, balı insanlara emr-i İlâhî ile ihsan eder, yedirir.”2

* “Meselâ, ‘Dağları zemininize kazık ve direk yaptım’ bir kelâmdır. Bir âmînin şu kelâmdan hissesi: Zâhiren yere çakılmış kazıklar gibi görünen dağları görür, onlardaki menâfiini ve ni’metlerini düşünür, Hâlıkına şükreder. Bir şâirin bu kelâmdan hissesi: Zemin bir taban; ve kubbe-i semâ, üstünde konulmuş yeşil ve elektrik lâmbalarıyla süslenmiş bir muhteşem çadır; ufkî bir daire sûretinde ve semânın etekleri başında görünen dağları o çadırın kazıkları misâlinde tahayyül eder, Sâni-i Zülcelâl’ine hayretkârâne perestiş eder. Haymenîşin bir edibin bu kelâmdan nasîbi: Zeminin yüzünü bir çöl ve sahrâ, dağların silsilelerini pek kesretle ve çok muhtelif bedevî çadırları gibi, güyâ tabaka-i turâbiye yüksek direkler üstünde atılmış, o direklerin sivri başları o perde-i turâbiyeyi yukarıya kaldırmış, birbirine bakar pekçok muhtelif mahlûkatın meskeni olarak tasavvur eder. O büyük, azametli mahlûkları böyle yeryüzünde çadırlar misillü kolayca kuran ve koyan Fâtır-ı Zülcelâl’ine karşı secde-i hayret eder.”3

* “Hayvanât ve tuyûrun çoğu insana musahhar ve hizmetkâr olabilir. Nasıl ki, en küçüklerinden bal arısı ve ipek böceğini istihdam edip ilham-ı İlâhî ile azîm bir istifade yolunu açarak ve güvercinleri bâzı işlerde istihdam ederek ve papağan misillü kuşları konuşturarak, medeniyet-i beşeriyenin mehâsinine güzel şeyleri ilâve etmiştir; öyle de, başka kuş ve hayvanların istidad dili bilinirse, çok tâifeleri var ki, karındaşları hayvanât-ı ehliye gibi, birer mühim işte istihdam edilebilirler. Meselâ, çekirge âfetinin istilâsına karşı, çekirgeyi yemeden mahveden sığırcık kuşlarının dili bilinse ve harekâtı tanzim edilse, ne kadar faydalı bir hizmette, ücretsiz olarak istihdam edilebilir. (...)

“Mâdem hakikat böyledir. Mânâsız bir eğlence hükmünde olan fonoğraf işlettirmek, güvercinlerle oynamak, mektup postacılığı yapmak, papağanları konuşturmaya bedel, en hoş, en yüksek, en ulvî bir eğlence-i mâsumâneye çalış ki, dağlar sana Dâvudvârî birer muazzam fonoğraf ol sözler, ekser kuşlar, Hüdhüd-ü Süleymânî gibi birer mûnis arkadaş veya mutî birer hizmetkâr sûretini giysin. Hem seni eğlendirsin, hem müstaid olabilsin ve hava-i nesîminin dokunmasıyla eşcar ve nebâtâttan birer tel-i mûsıkî gibi nağamât-ı zikriye kulağına gelsin ve dağ, binler dilleriyle tesbihât yapan bir acâibü’l-mahlûkat mahiyetini göstersin ve ekser kuşlar, Hüdhüd-ü Süleymânî gibi birer mûnis arkadaş veya mutî birer hizmetkâr sûretini giysin. Hem seni eğlendirsin, hem müstaid olduğun kemâlâta da seni şevk ile sevk etsin, öteki lehviyât gibi, insaniyetin iktizâ ettiği makamdan seni düşürtmesin. (...)”4

Dipnotlar: 1- Sözler, s. 642; 2- Mektubat, s. 350; 3- Sözler, s. 355; 4- A.g.e., s. 236-237;

17.11.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Nurculuk tehlikesi (!)



Sabah gazetesinden Muharrem Sarıkaya, iki önceki "Hizbullah da partileşiyor" başlıklı yazısında Nurculardan da söz etmesiyle, okuyucularının zihnini önemli ölçüde bulandırmış oldu.

İsim vermeden görüşme yaptığı devlet erkânından aldığı bilgiye göre, Doğu ve Güneydoğu Bölgelerinde gûyâ "Hizbullah tipi örgütlenme" varmış ve bunlara kimi Nurcular da dahil olmuş imiş. İnanılır şey değil...

Şüphesiz, böylesi bir örgütlenme—varsa şayet—ülke için büyük tehlike arz ediyor. Hizbullahçıların yakın geçmişte sergilemiş olduğu o vahşet tabloları hafızalarda hâlâ tazeliğini koruyor.

Nurcular, bu tip bir örgütlenme içine hiç girmediler, bundan sonra da girmezler; daha doğrusu giremezler.

Zira, bu tarz bir davranış, her şeyden evvel Nurculuk adına tehlikeli, sakıncalıdır. (Kendine maksatlı olarak "Nurcu" adını takan bir kısım meşrepsizler varsa, o ayrı mesele.)

Dolayısıyla, "Nurculuk tehlikesi" diye bir durum söz konusu değil. 80 yıldır, bu anlamda herhangi bir tehlike belgelenmiş değil.

O halde, olsa olsa, Nurculuğa leke sürmek için çevrilen gizli–açık oyunlar, dolaplar vardır.

Yakın geçmişe bir bakalım

Nurculuk hareketinin büyük bir tehlike arz ettiğini söyleyen ve bunu yazılı bir "emir" ile deklare eden ilk meşhûr kişi, 1966'da Genelkurmay Başkanı olan Org. Cemal Tural'dır.

Nur Talebeleri, sevk edildikleri bütün mahkemelerden beraat etmelerine rağmen, Org. Tural, o tarihte ayrıca bir genelge de yayınlatarak, askerî birliklere "Nurculuğun suç teşkil ettiği"nin anlatılmasını istedi.

Konuyla ilgili soru soran gazetecilere ise, aynen şu mukabelede bulundu: "Nurculuğun köküne kibrit suyu dökülecek." (Bakınız, 15–16 Nisan 1966 tarihli gazeteler.)

* * *

Oysa, Nur Talebelerinin ne o zamana kadar, ne de ondan sonra herhangi bir vukuatına, bir cinayetine, bir sâbıkasına hiç rastlanılmadı. Ama, buna rağmen onları suçlamaktan geri kalınmadı.

Nurculuk hareketinin öncüsü olan Bediüzzaman Said Nursî, eserlerini okuyan talebelerini iki şeyden özellikle sakındırmıştır: Biri, Nurculuk adına parti veya particilik; diğeri ise, yine aynı isimle menfî herhangi bir örgüt üyeliği.

Esasında, Nurculuk için en büyük tehlike bunlardır: Nur Talebesinin, dâvâsı adına particilik yapması veya zararlı bir örgüte dahil olması.

* * *

Muharrem Sarıkaya, konuyla ilgili olarak önce bir askerî yetkiliyle sohbet ettiğini, ondan "irtica tehlikesinin mevcut olduğu" tesbitini aldığını söylüyor. Ardından da, yine ismini vermediği "devletin diğer birimi"nden bir şahısla görüştüğünü ve ondan "asıl büyük tehlikenin Doğu'da Hizbullah tipi bir örgütlenme" olduğu yönünde çarpıcı bir fikir edindiğini yazıyor.

En çarpıcı nokta ise, bölgede büyük katılımın olduğu bu örgütün içinde kimi Nurcuların da bulunduğu "gerçeği..."

Yukarıda da kısmen belirttiğimiz gibi, böyle bir "gerçek" söz konusu dahi olmaz. Bu olsa olsa, ancak tescilli bir "yalan" veya sunturlu bir "iftira"dan ibaret olabilir. O kadar.

Günün Tarihi

Göstermelik demokrasi

17 Kasım 1924: Halk Fırkasından ayrılan bir grup politikacı/asker, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası isimli partiyi kurdu. Kurucu üyeler şunlar: Ali Fuat (Cebesoy), Kâzım Karabekir, Rauf (Orbay), Adnan (Adıvar), Refet (Bele).

Bu parti, çeşitli bahanelerle, 5 Haziran 1925'te kapatıldı.

İrticaya taviz vermekle suçlanan yönetim kadrosunun çoğu siyasetten dışlandı. Bir kısmı da, İstiklâl Mahkemesinden canını zor kurtardı.

17 Kasım 1930: Halk Partisine muhalif olan kişileri ortaya çıkarmak için kurdurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası (Partisi), kendi kendini feshetti.

Üç ay kadar evvel (Ağustos) kurulmuş olan bu partinin kapatılma gerekçesi olarak da şu hususlar ileri sürüldü: Ekonomide liberal görüşü benimseyen bu partinin içine, kısa zamanda gerici, mürteci ve gayr–i memnun kimseler sızmıştır.

Muhalefete tahammülsüzlük

Cumhuriyetin ilk döneminde altı yıl arayla yaşanan şu iki önemli gelişme de gösteriyor ki, adına "demokrasi denemesi" denilen göstermelik bir oyun sergilenmiş.

Zira, üst düzey yönetim kademesi tarafından, 27 yıl müddetle (1950'ye kadar) tek parti rejimi benimsenmiş, muhalif herhangi bir cereyana ise, en ufak bir tahammül dahi gösterilmemiştir.

İşte, 1924–25'te yaşananlar ve işte 1930'da sergilenen oyunlar.

Oysa, muhalefet boşluğunu doldurmak maksadıyla kurulduğu var sayılan bu iki partinin isminde de "Cumhuriyet" ibaresi var: Biri Cumhuriyetçi Terakkiperver Fırkası; diğeri ise, Serbest Cumhuriyet Fırkası ismini taşıyor.

Ama gelin görün ki, daha evvel kurulmuş olan Cumhuriyet Halk Fırkası, bunların varlığına dahi tahammül göstermeyerek, her ikisini de türlü bahanelerle kapattırdı.

Halbuki, bu partilere teveccüh gösterenler de, en az "tek parti" yöneticileri kadar vatanperver insanlardı. Özellikle de, Terakkiperver Fırkasının yöneticileri...

Kâzım Karabekir Paşa başta olmak üzere, partide aktif görev alan diğer kurmayların da tamamı İstiklâl Harbine katılmış, vatan ve millet yolunda canla, başla çalışmış kimselerdi.

Ama, ne yazık ki bunların hemen hepsi o dönemde harcanarak siyasetin dışına itildi. Buna göre, 1950 yılına kadar yaşanan kısmî açılımlar, sadece bir "göstermelik demokrasi"den ibaret kalmış oluyor.

17.11.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Oruç ve abdestli bulunmanın fazileti



İsim belirtmeyen okuyucumuz: “Ramazan dışındaki normal ayın hangi günlerinde oruç tutmak sünnettir?”

Her ayın üç gününde oruç tutmanın hükmü sünnettir. Bu günler için;

1- Pazartesi ve Perşembe günleri tercih edilebilir. Bu tercih sünnette vardır.1

2- Resûlullah Aleyhissalâtü Vesselâm oruç tutmanın efdal olduğu üç günü “eyyâmi’l-biyz” olarak işaret buyurmuştur ki, bu günler ayın dolunay halinde olduğu en parlak gecelerin gündüzleridir. Yani ay takvimine göre (hicrî takvime göre) on üç, on dört ve on beşinci günlerdir.

Peygamber Efendimiz’e (asm) bir tavşan getirilmişti. Resûlullah Efendimiz (asm) yanında bulunanlara ikram etti ve:

“Siz yiyin. Eğer tavşan yeme arzum olsaydı ben de yerdim” buyurdu. Kenarda oturan bir adama da: “Gel; ötekilerle beraber sen de ye” buyurdu.

Adam:

“Ya Resûlallah, ben oruçluyum” dedi.

Peygamber Efendimiz (asm):

“Beyaz günlerde (ay ışığının en parlak—dolunay—olduğu gecelerin gündüzlerinde) oruç tutmadın mı?” buyurdu.

Adam:

“O günler hangileridir?” diye sordu.

Peygamber Efendimiz (asm):

“Ayın on üç, on dört ve on beşinci günleridir” buyurdu.2

***

Ankara’dan okuyucumuz: “Abdestsiz olarak risâle okurken geçen âyetleri okuyabilir miyiz?”

Efdal olan, Risâle-i Nur’u abdestli okumaktır. Bu durumda içinde geçen âyetleri abdestsiz okuma problemi otomatikman ortadan kalkmış ve problem aşılmış olur.

Abdest almak gibi bir ruh, moral ve gönül sağlığını ve bizi hades halinden arındıran bir hükmî temizliği yerine getirmek zor olmamalı. Şüphesiz su yoksa veya zorluk varsa sözümüz yok. Ancak su varsa, zorluk da yoksa yani imkân varsa abdest almak şüphesiz faziletli olandır. Çünkü Kur’ân’a ve âyetlerine abdestli dokunmak farz olduğu gibi; Kur’ân’ı ve Kur’ân ilimlerini abdestli okumak, âdâb ve usûl bakımından, feyiz ve fazilet bakımından, incelik ve nezahet bakımından efdaldir ve önemlidir.

Ebû Hüreyre radıyallahu anh anlatmıştır: Resûlullah Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bir kabristana girdi ve:

“Esselâmü Aleyküm ey Mü’minler topluluğunun âlemi! İnşallah biz de size kavuşacağız. Kardeşlerimizi gördüm de sevindim” buyurdu.

Oradakiler:

“Ya Resulallah! Biz senin kardeşlerin değil miyiz?” dediler.

Resûlullah Aleyhissalâtü Vesselâm:

“Siz benim ashabımsınız. Kardeşlerim ise henüz gelmediler. Ben onları Kevser Havuzunda bekleyeceğim” buyurdu.

Oradakiler:

“Ya Resûlallah! Ümmetinden senden sonra gelecekleri nasıl tanıyorsun?” dediler.

Resûlullah Aleyhissalâtü Vesselâm:

“Düşünün; bir adamın siyah atlar arasında alnı beyaz, ayaklarında seki olan bir atı olsa, o atını tanımaz mı?” diye sordu.

Oradakiler:

“Elbette ya Resûlallah; tanır” dediler.

O zaman Resûlullah Aleyhissalâtü Vesselâm:

“İşte benim o kardeşlerim kıyamet günü aldıkları abdest sebebiyle alınları ve abdestte yıkadıkları uzuvları parlayarak gelecekler. Ben ise onları Havuz başında bekleyeceğim” buyurdu.3

Namaz kılmak ve Kur’ân’a dokunmak dışında abdestsiz bulunabiliriz şüphesiz. Fakat Kur’ân ilimlerini tahsil ederken mümkünse abdestli bulunmak tercihimiz olmalı.

Eğer abdest alacak kadar suyumuz varsa, zorluk ve sıkıntımız da yoksa kıyamet gününde alnımızı, yüzümüzü, uzuvlarımızı ve ruhumuzu parlatacak ve bizi Resûlullah Aleyhissalâtü Vesselâm’a yakın kılacak alâmet-i farikamız olan bir davranış bize bu gün neden zor gelsin ki?

Risâle-i Nur okurken abdestli bulunmak faziletli olmakla beraber; eğer abdestimiz yoksa satır aralarında geçen âyetlere el teması olmadan risâle okumamızda bir sakınca yoktur.

Dipnotlar:

1- Nesaî, Oruç, 83; 2- Nesaî, Oruç, 84; 3- Nesaî, Taharet, 110

17.11.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004