Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 23 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Linç zinciri



İsmail Ağa Camiindeki cinayetin ardından katilin meçhul kişilerce çıkarılan arbedede kimvurduya gitmesi “camide linç” olarak yansıtılmış, olay “irticaî tehdit” bağlamında günlerce gündemde tutulmuştu.

Başka—ve bir kısmı hayalî—senaryolarla da desteklenen bu tartışma şimdilik durdu.

Ama gerek cinayet, gerekse “linç” olayı ile ilgili olarak başlatılan adlî soruşturmada hâlâ bir sonuca ulaşılabilmiş değil. Ve görünen o ki, bu olaylar da “faili meçhuller” dosyaları içindeki yerini alarak unutulacak.

Buna karşılık, linç olayı, farklı bahane ve gerekçelerle gündemde tutulmaya devam edecek gibi gözüküyor. Çünkü linç girişimlerine zemin oluşturacak gerilim ortamı sürekli tahriklerle besleniyor.

Son zamanlarda bunun birçok örneğine şahit olduk.

Tahrik-galeyan ekseninde patlak veren ve “organize bir danışıklı dövüş” kuşkusu uyandıran bu örneklerde çoğunlukla terör, PKK, TAYAD, ülkücüler gibi unsurlar öne çıktı.

Zaman zaman hırsızlık, kapkaç, gasp ve tecavüz gibi suçların faillerine yönelen toplu öfke patlamaları şeklinde de tezahür etti.

Şimdi de bakıyoruz, laik-antilaik, Atatürkçü-Atatürk düşmanı, çağdaş-çağdışı, içki içen-“içki yasaklansın” diyen gibi ayrımlar ihdas edilerek yeni gerilim alanları ve bunlara dayalı yeni linç gerekçeleri üretiliyor.

Üsküdar Belediyesinin sahilde içki yasağına uymayanları para cezasına çarptırıp internette teşhir etmesini protesto adına bir Cumhuriyet yazarıyla destekçilerinin meydan okuma havasında gerçekleştirdikleri “şarap ayini”ne tepki gösteren bir kişinin gruptan maruz kaldığı karşı tepkiyi Vatan ve Gözcü gazeteleri “linç girişimi” olarak yorumladılar.

Aslında olayda yine tipik bir iç içe geçmiş yanlışlar zinciri söz konusu. Şarapçılara bu tepki için bahane veren belediye, Başbakanın etrafındaki Çin Seddinin direklerinden Ömer Çelik tarafından eleştirildiği için mi bilinmez, ortalıkta yok. Meydan, laiklik sloganları ve 10. yıl marşlarıyla şerefe kadeh kaldıran şarapçılara bırakılmış. Polis “İzinsiz gösteri yasak, dağılın” diyemiyor, seyrediyor.

Grubun “linç girişimi”ne hedef olduğu söylenen şahsın, eylemi başlatan kişiye yönelik tepkisindeki ilkellik ise “O da mı mizansenin bir parçası?” diye düşündürüyor.

Ve sonuçta, bu gibi son derece gülünç ve gayri ciddî provokasyonlarla Türkiye ciddî gerilim ve kaoslara sürüklenmek isteniyor.

Bu çerçevedeki son provokasyon, AKP İzmir örgütünün düzenlediği panelde Kemalizmi eleştiren Prof. Dr. Atilla Yayla’ya karşı medya, siyaset, adliye ve üniversite zeminlerinde topluca yürütülen linç operasyonu.

Medyada başlatılan tahrikler, İşçi Partisinin aktif rol üstlenmesiyle siyaset alanına, birkaç avukatın 216’dan yaptığı suç duyurusuyla da adliye zeminine taşındı. 5816 varken 216’nın seçilmesi ilginç. Demek ki, eski 312’yi bu iş için daha uygun buldular.

Bir kaşık suda koparılan fırtına karşısında AKP’nin adeta “gölgesinden korkan” tavrı ise kelimenin tam anlamıyla utanç verici...

23.11.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

İkinci Hariri suikastı



Hizbullah, hükümeti devirmeye çalışırken, karşı darbe gecikmedi. Pierre Cemayel’e yapılan suikastla birlikte Hizbullah’a da karşı darbe vurulmuş oldu. Buradan hareketle bu suikastı kimin yaptığını tahlil edebiliriz.

Elbette her zaman ne düz mantık, ne de ters mantık geçerlidir. Bunu hesaptan iskat etmeden tahlilimize başlayabiliriz.

Köklü bir Maruni aileden gelen ve Lübnan’ı bir müddet yönetmiş olan bir ailenin ferdine yönelik suikast elbette ki Lübnan krizinin derinleşmesi demektir. Canbolat’ın da dediği gibi muhtemel failler arasında Suriye rejimi ve Lübnan’daki uzantıları da olabilir. Zaten ABD ve Fransa Suriye’nin Lübnan’dan çekildiğini, ama uzantılarının politikasını sürdürdüğünü iddia ediyor. Bununla birlikte, bütün parmaklar Suriye’ye doğrultulmuş olduğu ve kellesini uluslar arası camianın giyotininden kurtarmaya çalıştığı bir süreçte Şam rejimi böyle bir ahmaklıkta bulunabilir mi? Kaldı ki Amerikan Elçiliğine yönelik baskını önlemiş ve Selefiler olarak adlandırdığı Suudlu bir grubu anında infaz etmiş bir yönetim Lübnan’da tersini niçin yapsın? Bu, boğazındaki ilmiği sıkılaştırmakla eşdeğerdir. Bunu da göz önünde bulundurarak; gerçekten de Suriye veya müttefikleri böyle bir suikast tertibinde bulunabilirler mi? Baskılardan dolayı yılarak çılgınlık derekesine geldilerse belki... Hâlâ akıllarını muhafaza ediyorlarsa bunu yapmamaları gerekir. Gerçi babası Kemal Canbolat’tan dolayı Suriye rejimine yönelik bir kuyruk acısı olan Velid Canbolat’ın söyledikleri kısmen doğrudur. Yabana atmamak lâzım.

Suriye rejimi Lübnan’da çok cinayetler işlemiştir. Bunlar arasında Beşir Cemayel, Kemal Canbolat ve Sünnilerin Müftüsü Hasan Halit sayılabilir. Ama o zemin daha farklıydı. Suriye Lübnan’da Ali kıran baş kesen rejimini Kissinger’le anlaşmasından sonra kurmuştu. O gün ABD’den icazetli idi, bugün ise ABD’ye rağmen suikastları işlemek durumundadır. Henüz Hariri suikastına yönelik tepkiler dinmemişken Suriye’nin bunu yapması çılgınlıktan da öte. Nitekim Özel Hariri Mahkemesine işlerlik kazandırma ve canlandırma girişimi bu suikastla birlikte yeniden hızlandırılmıştır. Dolayısıyla bu suikastı kim işlerse işlesin faturasını başta Suriye ve Hizbullah gibi onun müttefikleri ödeyecektir. Bundan dolayı, ABD’nin BM’deki Daimî Temsilcisi Bolton Demokratların zaferinden sonra ipinin çekilmesini beklerken talihi yine yaver gitmiştir.

Bilindiği gibi John Bolton bütün Neoconlar içinde Suriye’ye kilitlenmiş isimdir ve ipini çekeceği günü beklemektedir.

***

Fransa’nın tepkisi de söylediklerimizi teyid etmektedir. Bu suikast, yeniden diyalog tesisi ve Paris ile Şam arasındaki gerilimi düşürmesi açısından gerekli güven ortamını birkez daha zedelemiştir. Fransa Dışişleri Bakanı Philippe Douste-Blazy, Paris’in Şam ile üst düzey ilişkiyi tekrar kurmayı düşünmediğini de vurgulamıştır. Fransa Dışişleri Bakanı Douste-Blazy, Şam-Paris hattındaki güvensizlik atmosferi nedeniyle üst düzey diyalog kurulmasının zor olduğunu kaydederek, suikast sonrasındaki yaklaşımlarını şu sözleriyle özetlemiştir: “Hükümetler, dışişleri bakanları ve devlet liderleri arasındaki ilişkiyi engelleyen şey güven eksikliğidir.”

Blair ve Hamilton-Baker Komisyonunun tavsiyesi doğrultusunda Irak meselesinde Şam ve Tahran rejimleriyle diyalog kurulması da ikinci bir emre veya bahara kadar ertelenmiş ve askıya alınmış olacaktır. Şer Ekseni, tersine, aranılan ve makbul bir eksen haline gelirken bu suikast bu açılımı yeniden tersyüz etmiştir.

***

İsrail aslında Lübnan’a müdahale ile bir iç savaşı tetiklemek istiyordu. Hizbullah’ın zaferi bunu geciktirmiş veya ertelemiş oldu. Ancak Hasan Nasrallah ile Sinyora hükümeti arasında gerilim dinmemiş ve Nasrallah, hükümeti devirmek için gerilimi yeniden tetiklemiş ve bunun sonucu 5 bakan istifa etmişti. Batı yanlısı Sinyora hükümeti zor durumda iken bu suikast gerçekleşmiştir. Dolayısıyla suikasttan sonra gerginlik yeniden tırmanırsa Lübnan kendisini gecikmiş bir iç savaşın içinde bulabilir.

Irak bir zamanların Lübnan’ını yaşarken, Lübnan da günümüzün Irak manzaralarını yeniden yaşayabilir. Independent yazarı Robert Fisk de bu suikastının iç savaş ortamını tetikleyebileceğini yazıyor. Evet, Ortadoğu’da krizler hâlâ daha büyüklerini doğuruyor. Bunun yolu da suikastlardan geçiyor. Hizbullah’ın işi gerçekten de zor. Bir taraftan barış gücüne yönelik provokasyon saldırılarını engellemeye çalışırken, belki de hiç ummadığı bir şekilde bir kabine üyesinin suikastıyla karşılaştı. Filistin cephesi dinmeye doğru ilerlerken Lübnan cephesi yeniden tutuşuyor. Suikast da yakıtı...

23.11.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Modern hikâyeci



Televizyonlu bir evde televizyonsuz bir hayat yaşıyoruz kaç gündür.

Hatta, televizyonu unuttuk.

Medyanın hay/huyu, gürültü ve patırtısı eve taşmıyor...

Kitap okuyoruz, kaç gündür.. “Ders” yapıyoruz... Bir sükunet havası var hepimizde.

Hep derler:

“Televizyonsuz bir hayat nasıl geçer?”

Öyle ya, hem televizyondan şikâyet edeceksin, hem de günün kaç saatini ekran karşısında geçireceksin.

Hatta, toplum olarak televizyon programlarını eleştirirken, evimize piyasada satılan televizyon ekranının en büyüğünü alma çabasına gireriz.

Yetmez:

Bir de, evimizin çatısına kucak dolusu, küçükten büyüğe dizilmiş anten yerleştirmekte üstümüze yok.

Televizyon kuşkusuz günümüzde pek çoğumuzun değişmeyen, en çok iletişim kurulan, olmazsa olmaz aile bireylerimizden biri haline gelmiş.

Öyle bir toplum haline geldik ki, televizyon gürültüsünden birbirimizle iletişim kuramaz hale geldik.

Çocuğumuz gürültü yaptığında onu susturmak için binbir çaba harcarken, televizyon gürültüsünden asla rahatsız olmuyoruz!

Enteresan olan aile içi iletişimde televizyonun rolünün var olduğudur.

Televizyon her şeyden önce bir “anlatıcı”dır. Yani modern toplumun hikâyecisi...

Televizyon; hem bir takım “anlatı”lardan oluşur, hem de bu anlatılar tarafından kesintiye uğrar.

Çoğu zaman bu hikâyeler televizyona hastır. Çünkü “başı, ortası ve sonu” vardır.

Televizyonun çekirdeğini oluşturan “elektronik kültür” yani günümüzün hakim kültürü, bir yandan ufuk açarken, bir yandan da tutarsızlığı özendirerek, yozlaşma kapısını açıyor.

Modern hikâyeci, sebepten sonuca doğru gelişen anlatımıyla, sözün gelip geçici olduğunu ve somut olan olayları dramatize eder.

Bir televizyon yazarı şöyle der:

“Televizyon bir aile aracıdır. Evde izlenir esas olarak. Evde göz ardı edilir, tartışılır.” (Roger Silverstone, Televizyon ve Toplum, s.104)

Yazar, bir de, televizyonun aile kültürünün bir parçası olduğunu söyler. Güya programların yayın saatine göre her aile kendine göre bir düzen belirler.

Acaba o yüzden mi çocuklar büyüdüklerinde “Betüş” (Sihirli Annem, Kanal D) veya “Polat Alemdar” (Kurtlar Vadisi, Show TV) olmak istiyor?

RTÜK’un 17 ilde 1719 çocuk üzerinde yaptığı “İlköğretim Çağındaki Çocukların Televizyon İzleme Alışkanlıkları” araştırmasından çıkan bir sonuç bu

Yani, televizyonu aile kültürünün bir parçası sayarsanız, çocuklar, model olarak bu “tip”leri alır.

Bir de yapılan araştırmalar, televizyonun zaman hırsızı olduğunu ortaya koymuştur.... Meselâ dostuna, evine, işine, uyumaya ve hatta diğer iletişim araçlarını kullanmaya ayrılan zamanı televizyon hem belirer, hem de “daraltır.”

Uzatmayalım;

Televizyon herşeyden önce, okumanın yerini almıştır. Böylelikle televizyon bir anlamda büyük bir kitlenin çok değerli vaktine el koymuştur. Bu bir bakıma, zamanı sömürgeleştirmiştir.

Bu sömürgeye karşı topyekün “direnme” zamanıdır.

Televizyonsuz bir hayat pekala mümkündür. Televizyonun sayısız mesaj bombardımanın altında kalan çocukların hem amaçlanan, hem de amaçlanmayan çok sayıda tehlikeye maruz kaldığı ortada.

Televizyondan korkmak yerine, kitapsız kalmaktan korkmak lâzım.

23.11.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Cendereden çıkmak



Kendine odaklı kamu kuruluşlarının cenderesinde ya da tenceresinde pişen vatandaşa Allah yardım etsin. Vatandaşın burnundan tüten tepki dumanı, kazanı küçük kurum hafızalarının “kurum” bağlamış zihin bacalarından geçemiyor. Sonuçta olan oluyor. Bacadan tütmesi gereken duman, tekrar odayı ısıtan ateşin etrafında ortamı zehirliyorsa, çektiğimiz eziyet, “kurum” tutan kurumların eserinden başka bir şey değildir.

Örnek ister misiniz? Ya da örneksiz vak'a var mı?

Bir tarafta kanun koyucu Meclis, diğer tarafta bu yüce çatının millet tercihleri ile çatışan bir kurum... Her halde cevabı benden önce tahmin ettiniz; Cumhurbaşkanlığı.

Bir tarafta Millî Eğitim Bakanlığı harıl harıl eğitim ordusuyla şûrâ topluyor. Kararlar alıyor. Diğer tarafta YÖK hem katılmıyor, hem tepki veriyor, hem de şûrâ sonrası apar topar rektörler komitesini toplayıp, bildik iflâh olmaz tutumu ile sonuçları “Kabul edilemez” görüyor.

Meclisten geçen kanunların, ikinci kez aynen dikiş alması halinde kerhen Cumhurbaşkanının imzalama mecburiyetinden sonra, bu defa Anayasa Mahkemesi devreye giriyor. Çoğu zaman ya Cumhurbaşkanının, ya YÖK’ün ya da benzer muhalif tavırlı parti veya sendikaların görüşüne paralel kararlar çıkıyor.

Bu kazandan çıkın çıkabilirseniz. Bir de iktidarın “gizli ortakları” ile önceden görüş isteyip daha güvenli yasa çıkarmak için kazasız belasız onay alma tedirginliği de ayrı bir mevzu. Neredeyse belli organların teminat senedi gibi CHP’nin rızası da alınıyor. Bu arada esas kaybediliyor veya kadük hale getiriliyor.

Olan yine değişim sürecine oluyor. Gerginliğin ve sürtüşmenin yıpranma riski yine vatandaşın işine ve aşına yansıyor. “Kurumsal mutabakat” arayan hükümet, vatandaşı erteletmek durumunda kalıyor.

Böylesi bir sarkaçta, siyasî iktidar istediği gibi muktedir veya becerikli olamamanın ceremesini yine kendisi çekmiyor. Çekene dönüp, mağduriyet pozisyonuna geçiyor ve oy stokunu korumaya çalışıyor.

Sendikalarla hükümetin ve işverenlerin, öğrencilerle eğitimcilerin, bürokratlarla siyasetin, halkla akademisyenlerin birbirini anlamayan dili ve çatışması bir denge ve kuvvetler ayrılığı sistemine dönüştürülemiyor.

Sebebi basit. Problemin tarafları üzerinden ahkâm kesme kolaycılığına girmeden şunu söyleyebilirim: Konuları esastan sorgulamalıyız. Bu durumda çok farklı bir çerçeveyi tartışmamız gerekiyor.

Neden mi? Çünkü herkes bu sonuçlardan şikâyetçi ve tedirgin. Peki kazananı olmayan ve kimseyi mutlu etmeyen tarafları bu noktaya getiren nedir?

Bireyler mi? Kurumlar mı? Siyaset mi? Bürokrasi mi? Asker mi? Halk mı? İşsizler mi? Laikler mi? Dindarlar mı? Sol mu? Sağ mı?

Galiba hepsini bir şekilde yörüngesinde eriten sonrasında sıralı dövüştüren bir başka cari işleyişin hinliği var. Bu cari yapının dayanağı hiç biri olmadığı halde, payandası oldukça fazla.

Peki neden bumerang gibi sarmala düşen gidiyor? Sırasını savan eşekten düşmüşten beter bir şekilde toparlanmak için kendince akıllanıp cari sisteme dahil oluyor?

Kim dayatıyor? Kim yönetiyor? Krizleri kim planlıyor? Bu kadar çatışmacı bir kültürü kim körüklüyor? Nasıl başarıyorlar? Bunu görmezden gelme aymazlığına düşen taraflar; gerginlik içinde bulanık suda balık avlamaya veya sisli havada kurt olmaya neden hevesleniyorlar? Görünmeyen el, nereden besleniyor? Gelişmelerin tıkacı ve darbelerin gizli eli nerede?

Komplo teorilerini hiç okumayan biriyim. Sonuçlardan hareketle bulanıklığı merak etmemi mazur görün.

Kapalı kapıların sırlı kutularına şifrelenmiş ve milletle çatışan gizli niyetlerin bir gün tercümesi gün ışığına çıkarsa, herkes rahatlayacak. Yine farklılıklar olacak, ancak bu kadar nifak olmayacak.

Nifakın kökü, galiba bizi kasavete götüren ve değerleriyle karşı karşıya getirip, milletin mayasına su katan mayasızlıkta aranacak. Carî zihniyetin deşifresi, sunî çatışmaları çözecektir.

Artık, cendereden çıkmanın yolu görünüyor. Pencereden seyret artık. Dışarıda güzel bir hava var... Bizi zehirleyen sobanın dumanına rağmen sağlıklı bir atmosfer bizi kucaklıyor.

23.11.2006

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Papa bize gelirse



Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî Hazretlerinin hayatını roman gibi anlatan bir kitapta okumuştum küçüklüğümde. Hiç unutamam. Hazret bir gün yolda giderken ününü duyup da hayranlığından dolayı kendisiyle karşılaşan ve rükû eder gibi önünde saygıyla eğilen bir papaza aynen saygıyla mukabele ediyor. Bir kaç dakikalık saygıdan sonra belini doğrultan papaz, Mevlânâ Hazretlerinin hâlâ doğrulmadığını ve kendisinden daha uzun süre rükû halinde kaldığını görüyor. Neden sonra rükudan doğrulan Mevlânâ, “Allah’a şükür saygıda papazı geçtim” buyuruyor.

Dinimizin ve böylesi din büyüklerimizin verdiği terbiyeden dolayı bize yakışan da budur. Allah’ın en yüce san'atı olan insana saygıyı tebliğ babında olduğu kadar genel hayatta da sürdürmek bize ne zarar verir ki? Neticede herkes kendine yakışanı yapıyor zaten.

Önümüzdeki günlerde Türkiye’ye gelecek olan Papa 16. Benedict hakkında geçenlerde bir kitaptan aktararak yaptığı İslâmiyet hakkındaki yanlış ve yanlı yorumu yüzünden ortalık epey karışmıştı. Herkes özür dilemesini bekliyordu. Hristiyanlıktaki “Papa yanlış yapmaz” inancı gereği beklediği tarzda özür dilemedi, ama kendi kriterleri ve makamı gereği özür dileme yerine geçen davranışları ve düzeltmeleri de ihmal etmedi. Söz gelişi Vatikan’daki tüm İslâm ülkelerinin büyükelçilerini dâvet ederek bir nev'î davranışlarıyla özür dilemiş de oldu. Her ne olursa olsun 16. Benedict, önümüzdeki günlerde Türkiye’ye ziyarette bulunacak. Mesele, bu ziyarette onun tavrı kadar, bizim de tavrımızın ne veya nasıl olacağı hususudur.

Papa’yı protesto gösterileri düzenlemenin ve “keşiş, papaz, kâfir” gibilerden hakaret etmenin iki tarafa da faydası yoktur. Aksine biz misafirperverliğimizi gösterir ve kendimize yakışan âli seciyenin bir örneğini sergilersek her iki taraf da umulanın çok üstünde bir maddî ve manevî kazanım sağlayacaktır. Tarih şahittir ki, böylesi bir hüsnü kabul, hem devlet geleneğimize, hem de millet geleneğimize daha çok uyar. Haçlı Seferleri esnasında Selâhaddin-i Eyyûbî bunu yapmıştır, Malazgirt Zaferinde Alparslan bunu sergilemiştir. İstanbul’un Fethi’nde Fatih Sultan Mehmet bunu uygulamıştır. Bu davranışlar onları daha da büyültmüştür, ama hiçbir zaman küçültmemiştir. Daha dün Çanakkale Savaşlarında Mehmetçik bu tür asaletin en tazesini gözlere ve gönüllere hâkketmemiş midir?

Çok da yadırgamıyoruz, ama Diyanet İşleri Başkanımız Prof. Dr. Ali Bardakoğlu ilk tepkilerini öylesine vereceğine, keşke kendisi de bir akademisyen olan Papa’ya daha akademik ve daha bilimsel cevap verseydi de dünya kamuoyunda bir adım daha öne geçebilseydi. Bu saatten sonra Bardakoğlu’nun Papayla bu konuyu gündeme getirmeyeceğine dair beyanatları hiç yoktan iyidir ve takdire şayandır. Zaten bu haliyle dış dünyada daha çok puan toplamaktadır.

İşin bir başka yönüne gelince, dinde lâkayd ve hatta İslâmî konularda Müslümanlara ve inançlı kişilere muhalif, hatta yeryüzündeki tüm dinlere karşı tavır koyan birtakım kişilerin Papa söz konusu olunca Diyanet İşleri Başkanından tutun taa sofimeşrep, hatta radikal İslâmcı addedilen herhangi bir Müslümandan çok daha fazla İslâmiyet ve Müslümanlık adına, Papa ve Hristiyanlığa verip veriştirmeleri ve ortalığı kızıştırmaya çalışmalarıdır. Bunların amaçlarının İslâmiyete yapılan yanlışları düzeltmek ve Müslümanlığın hakkaniyetini savunmaktan çok, teferruatlı, geniş ve uzun vadeli plan/proje geliştirmek olduğu—bereket versin—geniş bir kesim tarafından anlaşılmaktadır. Burada herkes kendine yakışanı yaparken, birileri de kendine düşeni yapıyor ve yapacak elbette.

Dinler ve inananlar arası diyalog, medeniyetler buluşması, devletler arası siyasal ve diplomatik ilişkiler bazında verimli yürütülebilmesi için; soğukkanlı, hoşgörülü ve akılane olunması neticede çok güzel gelişmelere yol açacağı düşüncesindeyiz.

23.11.2006

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Masal bu ya...



Vaktiyle bir ülkede bir ideoloji varmış. Ben ideoloji diyorum, siz “bir nevî dünyevî din” deyin.

Bu ideolojinin—ya da adı her neyse— mensupları sabahtan akşama kadar etraflarına “gerici” diye saldırırlarmış. Ancak ağızlarından düşürmedikleri bu kelimenin anlamı sorulduğunda açıklama yapmak yerine saldırmayı tercih ederlermiş. Çünkü anlamını kendileri de bilmezmiş. Ama pratikmiş, kullanışlıymış: Her başın sıkıştığında imdadına yetişirmiş. Koruyucuymuş; onun arkasına saklanarak her istediğini yapabilirmişsin. Güvenliymiş; onu kendine siper yaptığında kimse sana bulaşamazmış.

Bir gün gelmiş, adamın biri, etrafına gerici diye saldıran bu insanların aslında kendilerinin gerici olduğunu söylemiş. Önce afallamışlar, ne yapacaklarını, ne diyeceklerini bilememişler. Biri kendilerine gerici diyormuş, ama gerici ne demek onu bilmiyorlarmış. Üstelik bu adam, geriliğin ne demek olduğunu da ilk kez açıklıyormuş. Alışık değillermiş böyle şeylere. Birilerine gerici denecekse kendileri dermiş. Kimsenin haddi değilmiş.

Ama adam ısrarlıymış. Hatta “Fikirlerimi çürütün, fikrimi değiştireceğim” diye meydan okumuş. Hemen silâh depolarına bakmışlar… Tuhafmış, çünkü hiç “fikir”leri yokmuş. Düşünüp fikir üretmeye çalışmışlar, yapamamışlar; çünkü bunu daha önce hiç denememişler. “Gerici” diyelim gitsin, demiş birisi. Ama o da olmazmış. Çünkü artık gericiliğin ne olduğu ortaya çıkmış. Karşılarına bu silâhla da çıkamazlarmış.

Sonunda toplanıp bir karar vermişler. O güne kadar ezbere bildikleri ne varsa, biraz küfür, biraz hakaret, biraz bayağılık ekleyip üstüne gideceklermiş.

Adam bu kez de demesin mi, “Fikirlerden daha güçlü bir silâh yoktur” diye. Ama işte o “silâh”tan da kendilerinde yokmuş. Elleri kolları bağlı kalmışlar…

Bunun üzerine adamı susturmaya karar vermişler. Bildikleri susturma metotlarını devreye sokmuşlar: Görevden alma, yargılama vs.

Ama ortada unuttukları bir şey varmış: çürütülmeyi bekleyen bir fikir…

23.11.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Asalım şu Atilla Yayla’yı



“Dreyfus olayı Fransa ve Fransız tarihi için kara bir lekedir.”

Sadece bir cümleydi, Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’ın açıklaması.

Chirac’ı, tam 100 yıl sonra Dreyfus ve Zola’nın yakınlarından ülkesi ve tarih adına özer dileten olay, bir insan hakları destanıydı.

Fransız ordusunda yüzbaşılığa kadar yükselmiş Yahudi asıllı bir subaydı Alfred Dreyfus. 1894’te Fransız ordusunun sırlarını Almanlara satmakla suçlandı, olağandışı yöntemlerle yargılanıp, Şeytan Adasında ömür boyu hapse çarptırıldı.

Yarbay Georges Picquart, casusluk olayını Binbaşı Esterhazy’in gerçekleştirdiğini ortaya çıkardı. Ancak askerî mahkemeye çıkarılan Esterhazy beraat ederken, Yarbay Picquart tutuklandı.

Bu hukuksuzluğa sonunda isyan eden ünlü romancı Emile Zola L’Aurore’de, “Suçluyorum” başlıklı bir açık mektup yayınladı. Gazetenin o sayısı 200 bin satıldı, 3 bin kişi dilekçe verip Dreyfus’un yeniden yargılanmasını istedi, sahte belgelerle Dreyfus’a iftira atan Binbaşı Henri vicdan azabından intihar etti.

1899’da Dreyfus yeniden yargılandı, yine suçlu bulundu. Cumhurbaşkanı affetti, ama o, hukuk mücadelesini sürdürdü ve 1906 yılında, yani bundan tam yüz yıl önce beraat etti. Dreyfus tekrar orduya döndü. Legion D’honneur ödülü ile ödüllendirildi.

100 yıl sonra Dreyfus ve Emile Zola’yı anmamıza sebep olan olay, Prof. Dr. Atilla Yayla’nın başına geldi.

AKP İzmir Gençlik Kollarının düzenlediği panelde yaptığı bir konuşmadan dolayı azgın bir azınlığın saldırısına uğradı.

Atilla Yayla’nın sözlerinin birebir deşifresi olmadığı için, buraya kendisine atfedilen tırnak içi ifadeleri almıyorum. Tâ ki birebir çözümü yayınlanana dek.

Ancak tahmin edileceği gibi Kemalizm ve Atatürk büstleri konusunda ağzını her açanın başına gelenler, Atilla Yayla’nın başına da geldi.

Basındaki linç furyası bir yana yıllarını verdiği, saygın bir konuma taşınmasında büyük emeğinin bulunduğu ve benim de mezun olduğum Gazi Üniversitesi, Yassıada Mahkemesi zihniyeti ile Yayla’nın ders verme imkânını elinden aldı.

Özlük haklarının yetersizliğinden dolayı Anıtkabir’e yürümekte beis görmeyen üniversite öğretim üyeleri ise bir meslektaşlarının maruz kaldığı, sistemli linç olayından dolayı ne yazık ki seslerini çıkarmadılar.

Bir bilim adamı ne yapar? Okur, yazar, konuşur.

Peki Atilla Yayla ne yapmış?

Çok okumuş, çok yazmış, onlarca kitap, yüzlerce makale. Ve Türkiye’nin en birikimli düşünce topluluğuna üye.

Sonra ne yapmış? Konuşmuş.

O zaten konuşuyor. Hem de liberal bir düşünce adamı olarak, özgürlüğü kısıtlanan kim varsa, onun hakkını savunuyor.

Dreyfus’u Yahudi olduğu için casuslukla suçlayanlara karşı mücadele veren Zola Yahudi miydi sanki?

Bilimin namusu bunu gerektirmez mi?

Yer bilimci Celâl Şengör, Harp Akademilerinin açılışında Atatürkçülüğü anlatıyor da, uluslar arası saygınlığı olan bir sosyal bilimcimiz Atilla Yayla konuşamayacak mı?

Bu ülke de konuşabilmek için adının Alpaslan Işıklı, Ahmet Mumcu, Türkan Saylan, Şener Eruygur, Emin Çölaşan, Tuncay Özkan mı olması gerekiyor.

Özgür düşüncenin kalesi olması gereken üniversitelerimiz nerede?

Düşünce özgür olmadan, bu ülkede bilimsel özgürlükten, özerklikten söz etmek mümkün mü?

Dreyfus’un aklanmasının yüzüncü yıldönümünde benim ülkemde hâlâ Dreyfus vak’aları yaşanıyor, saygın bir bilim adamı üniversite tarafından susturulmak isteniyorsa, o zaman herkes duyacak kadar haykırıyorum.

Asalım o zaman Atilla Yayla’yı.

Peki, “Dünya dönüyor” dediği için Galile’yi mahkûm ettiler, ama dünyanın dönüşünü durdurabildiler mi?

Sokrates, kendisine verilen idam cezasının başkalarının elinden olmasını istememiş, baldıran zehiri içerek kendisi infaz etme kararı almıştı.

Kalabalığın içinde ağlayan eşini gördü.

“Hanımcığım niye ağlıyorsun?” diye sordu.

Hanımı, “Seni haksız yere idam ediyorlar” karşılığını verdi.

Sokrates, “Daha iyi ya hanımcığım” dedi. “Beni haklı yere idam etseler di daha mı iyi olurdu?”

Sokratesler, Dreyfuslar, Yayla’lar nasıl olsa aklanırlar.

Ha on gün, ha yüz yıl sonra.

Ama asıl Emile Zolalar nerde?

23.11.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

“Tefekkür gafleti izale eder”1



Geçenlerde bir dost, “Zengin hazinelerin fakir bekçileriyiz” demişti.

Birçok noktada uygulanabilecek bu hakikat, iman gibi eşsiz bir hazineye sahip olduğu halde onun kadir, kıymet, zengin ve enginliğinin farkına varamama gibi büyük bir gaflet için de kullanılabilir.

İman üzerine yoğunlaşan Bediüzzaman Hazretleri, eserlerinin birçok yerinde imanın sayısız nur ve faydalarından bahseder ve bunu örneklerle anlatır. İnsan bunları okuyunca zevk ve heyecandan dört köşe olur, sevinçten yerinde duramaz, uçar hâle gelir âdetâ.

Zengin bir hazinenin niçin fakir bekçileri olalım ki?

Mektûbat’ta geçen şu ifadelere bakın: “Cenâb-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envara [nurlara] ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten mübtelâ olur.”2

Allah’ı tanımamakla onca elem, evham ve mutsuzluğa maruz kalırken, Ona imanla bütün bu sıkıntılardan kurtulan, nihayetsiz saadet, nimet ve nurlara mazhar olan insan, dünyasının dahi Cennete döndüğünü hemen hisseder.

Bediüzzaman Hazretleri Şuâlar isimli eserinde (4. Şuâ), “Allah bize yeter. O ne güzel vekildir”3 âyet-i kerimesini açıklarken, bütün elem ve kederlerini, sıkıntı ve problemleri giderecek bir Rabbimizin bulunuşunun ne kadar büyük bir nimet olduğunu açıklar. Meselâ verdiği nimetleri sayarken der ki: “Hayvanât içinde beni dahi, menşeim olan bir katre sudan yaratan yaratmış, mucizâne yapmış, kulağımı açıp gözümü takmış. Kalbime öyle bir dimağ, sineme öyle bir kalp, ağzıma öyle bir dil koymuş ki, dimağ ve kalp ve dilde rahmetin umum hazinelerinde iddihar edilen bütün Rahmânî hediyeleri, meyveleri tartacak, bilecek yüzer mizancıkları, ölçücükleri ve Esmâ-i Hüsnâ’nın nihayetsiz cilvelerinin definelerini açacak, anlayacak binler âletleri yaratmış, yapmış, yazmış; kokuların, tatların, renklerin adedince taifeleri o âletlere yardımcı vermiş.”4

Bu bir zenginliktir, üstünlüktür ve bütün bunların şuuruna insan imanla varır. Kur’ân bize, “Gevşemeyin ve üzülmeyin” derken “İnanıyorsanız üstünsünüz”5 buyurarak bu hazinenin, üstünlüğün farkında olmamızı ister.

Öyle ya bunca eşsiz bir hazineye sahip olan insan, bunun idrakiyle yaşar.

Dipnotlar: 1- Mesnevî-i Nuriye, s. 125. 2- Mektûbât, s. 218. 3- Âl-i İmran Sûresi: 173. 4- Şuâlar, s. 64. 5- Âl-i imran Suresi: 139.

23.11.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Prof. Yayla ayakta, Kemalizm mağlûp!



Önce, Prof. Atilla Yayla’yı, “Fikirlerime bir itirazınız varsa istediğiniz yerde istediğiniz şartlarla tartışalım. Ben Atilla Yayla olarak söylediğim ve yazdığım her şeyin arkasındayım. Sizin ahlâk dışı saldırılarınızdan ve terörize etme çabalarınızdan korkup yılacağımı sanıyorsanız aldanıyorsunuz” şeklindeki kararlı duruşundan ötürü tebrik ediyorum.

İkinci olarak, içinde bulunduğum basının “medyatik madrabazları” tarafından, düşüncelerinden dolayı uğradığı saldırı sebebiyle özür diliyorum. Düşünceye şiddetle saldıranları şiddetle tel’in ediyorum. Üçüncü olarak, Prof. Yayla’yı dâvet edip sahip çıkmayan,—en azından fikir hürriyeti adına—AKP’yi, şiddetle kınıyorum.

Dördüncü olarak, Prof. Yayla’nın yıllardır savunduğu fikir hürriyetine ve eleştiri hürriyetine sahip çıkmayan, manşete çekmeyen sözüm ona çağdaş, demokrat basını—kendisinin sık sık yazıları çıkan gazeteyi—şiddetin karesiyle kınıyorum. Çünkü, Türkiye’nin en büyük problemi, tabulardır; başta düşünce, konuşma, yazma ve eleştirme hürriyetinin yokluğudur. Sistem, “tek tip, tek düşünce, tek kalıp” içinde seksen yılı aşkındır vatandaşı inletiyor. Fikri hür, vicdanı hür insanları sustura gelen sistemi övenleri, ona ses çıkarmayanları, lâakal kaşlarını çatmayanları aynı şekilde…

Beşinci olarak: Gazi Üniversitesi (GÜ) Rektörü Prof. Dr. Kadri Yamaç, ‘’Bu öğretim üyesi, bugünden itibaren ders vermekten uzaklaştırılmıştır’’ kararını kınıyorum. Bu bir şaşkınlık, bağnazlık ve sapkınlıktır. Zira, üniversite, çeşitli fikirleri tartışan ve gündeme getiren ve halka öncülük eden kurum demektir. Bunun tam tersini yapıyorsa, orası bir üniversite değil, “dogmalarla çevrelenmiş bir fanatizm teşekkülü” olabilir. Şimdi gelelim Prof. Yayla’nın ağzına sağlık denilesi eleştirilerine. 18 Kasım Kasım, AKP İzmir İl Gençlik Kolları tarafından düzenlenen bir panele katılır ve “Medeniyet, AB ve Türkiye” başlığı altında düşüncelerini serdeder.

Bu arada bir gazetecinin sorusu üzerine, “Evet, Kemalizm’in medeniyeti çözücü bir şey olduğunu söyledim. 1925-45’e tekabül eden tek parti döneminde temel bazı değer ve kurumları eksik, ifade hürriyeti yok. Siyasî yönetim sınırlanıp denetlenemedi, siyasî muhalefete teşkilâtlanma izni verilmedi. Bu gibi konular, hem hislerin galeyana gelmesi hem de ifade özgürlüğünün yeterince geniş olmaması yüzünden soğukkanlı biçimde konuşulamıyor. Ama kavga etmeden konuşmak gerekiyor. Zaten, AB sürecinde, eğer kulübe üye olacaksak bunları konuşmalıyız.”

Bu fikirlerin neresi yanlış. Neresinde hakaret var? Hiçbir yerinde. Öyle ise, Prof. Yayla’nın ortaya koyduğu şu fikir doğrudur, tüm dünya duysun: “Panelin sonunda, söylediklerime Kemalistlerden cevap beklediğimi; ama bunu pek muhtemel görmediğimi, doğru dürüst bir cevap almaktan umutlu olmadığımı söylemiştim. Sizin saldırınız bunun en güzel kanıtıdır. Ben söz sarf ediyorum, siz kurşun sıkıyorsunuz. Hakaret ediyorsunuz. Tehdit ediyorsunuz. Ne yaparsanız yapın, John Milton’ın söylediği gibi, hakikat eninde sonunda galip gelir; ve, herkesin bildiği gibi, fikirlerden daha güçlü silâh yoktur. Beni hain ilân ettiniz; ama fikir alanında benim karşımda mağlûpsunuz.” (Zaman, 21.11.2006, Atilla Yayla)

23.11.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Fikir ve ifade hürriyeti



Türkiye'de cumhuriyet idaresi vardır. Ancak, tam değil; eksik.

Türkiye'de demokrasi de var. Ama, yine tam değil; eksik.

Kezâ, Türkiye'de düşünce ve ifade hürriyeti olduğu da söyleniyor. Fakat, bunun da tam olmadığını, hatta eksiklerinin çok olduğunu insaf/vicdan sahibi herkes bilir.

İşte, son yaşanan Prof. Dr. Atilla Yayla örneğinde olduğu gibi...

Bu akademisyen şahıs "Kemalizmin ilerlemeye değil, daha çok gerilemeye tekabül ettiği" yönünde bir fikir serdetmesiyle birlikte, öyle bir velvele kopartıldı ki, adamın adeta dünyası başına yıkıldı.

Derhal harekete geçen etkili ve yetkili çevreler, ellerindeki yetkiyi bir çeşit silâh gibi kullanmayı tercih ettiler.

Fikren mukabele edemediklerinden olacak, bunlar sayın Yayla'yı üniversiteden dışlama, onu kin ve öfke dolu sözlerle karalama, hatta bir kısmı da linç kampanyasını açma yoluna gitti.

Yalan ve iftira ise, gırla gidiyor.

Meselâ, söz konusu konuşmanın yapıldığı ortamda bulunan yazar Ali Bulaç, sayın Yayla'nın Atatürk'ün şahsına hakaret babında bir tek ifadesinin dahi bulunmadığına şehadet ettiği halde, saldırgan kesim ise meseleyi kasten dolandırıyor ve hakaret noktasına getirip sabitlemeye çalışıyor.

Hani, hür bir ülkeyiz ya... Hani, 5816'ya göre eleştirmek serbest, hakaret yasak ya...

İşte bundan dolayı, Yayla'nın düşüncesinden şiddetle rahatsız olan Kemalistler, işi ille de "hakaret" sınırına getirip dayandırmak istiyor.

Yani, bunlar bir cihette suç icad etmek istiyorlar. Ayrıca, hızını alamayıp onu nasıl linç edebileceklerinin hesabını, planını yapıyorlar.

Şimdi, bu noktada durup şu bir sorunun cevabını bulmaya çalışalım.

Soru şu: Türkiye'de düşünce ve ifade hürriyeti var mıdır, varsa ne ölçüdedir?

Bu sorunun bir yönüyle cevabı şu olsa gerektir: Kemalizmi eleştiren Prof. Yayla'nın karşılaştığı durum, gördüğü muamele, aldığı tenkit ve destek, Türkiye'de fikir ve söz hürriyetinin ne ölçüde olduğunu gösteriyor.

Bereket ki, Prof. Yayla ve onun gibi liberal görüş sahibi aydınlar, Türkiye'de artık yalnız ve kimsesiz değil.

Akademisyenler, fikir hürriyetini savunmak adına henüz ciddî bir tepki vermediler gerçi; ama, basın yayın camiasının değerli birçok kalemi tarafından gayet güzel ve tam yerinde tesirli savunmalar yapıldı. Kalemlerine sağlık.

Oran olarak baktığımızda da, şimdiki durum eskiye nazaran çok daha ileri bir seviyede görüyor. Bu da, elbette ki sevindirici, memnuniyet verici bir gelişme.

Bundan sonra ne mi olur?

Hür düşüncenin tebrik, destek ve alkışlarını hak eden Prof. Yayla, bu husus için şöyle diyor: "Eğer bu uğurda bir bedel vermek gerekiyorsa, o bedeli de ödemeye hazırız."

Bizler de, sayın Yayla'nın fikir hürriyetinden yanayız. Kendisi, sözlerinin arkasında durması ve geri adım atmaması halinde, bizim desteğimiz de sonuna kadar devam edecek.

Günün Tarihi

Son "Cihad–ı Ekber" ilânı

23 Kasım 1914: Bir ay kadar önce kendini Birinci Dünya Savaşının ortasında bulan Osmanlı Devleti, "Halife–i Müslimîn" imzasıyla ilân etmiş olduğu "Cihad–ı Ekber"i, bir beyannâme ile İslâm dünyasına duyurdu.

Şeyhülislâm Ürgüplü Hayri Efendinin hazırlatmış olduğu "Cihad–ı Ekber" fetvâsı, Fetvâ Emini Ali Haydar Efendi tarafından Fatih Camii avlusunda toplanan asker ve sivil kalabalığa hitaben okundu.

İslâm milletleri tarafından sahiplenilmeyen, dolayısıyla maksadına vâsıl olmayan bu fetvâ, ana hatlarıyla şu beş maddeyi ihtiva ediyordu:

1) Padişahın cihad emrine herkesin katılması farzdır.

2) İslâm Hilafetini ortadan kaldırmak isteyen Rusya, İngiltere ve Fransa'nın idaresi altında olan bütün Müslümanların bu devletler aleyhine birleşmesi şart olmuştur.

3) Bu farziyete rağmen cihada katılmayanlar ağır cezaya düçâr olacaklardır.

4) İslâm (Osmanlı) askerini öldüren yukarıdaki devletlerin tebaası Müslüman askerler, büyük günah işlemiş olurlar.

5) İngiltere, Fransa, Rusya, Sırp, Karadağ hükümetleri idaresinde bulunan Müslümanların, İslâm Devletine yardımcı olan Almanya ve Avusturya aleyhine harp etmeleri, bu devletin zararına olacağı için büyük günah sayılır.

Zafer kolay değildi

Fetvanın İslâm dünyasında bulduğu makes, son derece zayıftır. Sebebi basit: Osmanlı aydını Avrupaîleşme başlamış ve İslâm dünyasına sırtını çevirmiş, devlet de sömürgeci devletlerin faaliyetine yıllarca seyirci kalmıştır.

Dolayısıyla, Müslümanlardan sağlanan destekler, münferit olmaktan öteye gidememiştir.

Bu durumda, neredeyse 200 senedir hiç zafer kazanmamış olan Osmanlı ordusunun, dünya çapında yaşanan bu yeni büyük savaşta bir başarı elde etmesi hiç de kolay olmayacaktı. Gerçi, yanında Almanya gibi güçlü bir devlet vardı. Fakat, İtalyan Harbi ile Birinci ve İkinci Balkan mağlubiyetlerinin neticeleri düşünüldüğünde, Osmanlı'nın zafer kazanması pek mümkün görünmüyordu.

Bununla beraber, düşman kuvvetlerinin Çanakkale Boğazı ile Bitlis Boğazını geçememiş olmasını, yine de mühimsemek gerekir.

23.11.2006

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Şu an



Zamanın durduğu an işte şu an.

Ne asırlar, ne çağlar, ne yıllar, ne aylar, ne günler ve ne saatler...

Şu an...

Saatin durduğu an değil. Zamanın durduğu ve misafir olduğu şu an.

Yollar ve yıllar...

Gelen gider, giden gelmez. Öyle bin handır bu dünya. Hiçbir yalanı yoktur. Siz “yalan dünya” diyenlere sakın aldanmayın!

“Dünya fanidir”, “Ömür kısadır”, “Meşgaleler çoktur”

Ama dünya... O gaddar dünya, mekkar dünya, acımasız dünya.

İşte şu anı yaşıyoruz. Ya siz?

İşte sizin de, bu satırları okuduğunuz anınız bitmiştir, tükenmiştir. Bir milim geri dönemezsiniz. Bir adım ileri adım atamazsınız.

“Eşiğin adı gurbet” demiş atalarımız.

Fahr-i Kâinat Efendimiz (asm) “Kıldığınız namazları son namazınızmış gibi kılın” demiş.

Niçin son namaz? Çünkü her insan, son namazını kıldıktan sonra vefat etmiştir.

Size en kısa hadisi nakledeyim mi? O benim dünyama da her an şimşekler çakar.

“Öfkelenme”

Öyle mi?

“Öfkelenme ”

Evet öyle, “Öfkelenme”

“Öfkenin” öyle baldan tatlı olduğunuda zannetme.

Ve bu an... Yine geçti. Yine geçiyor.

Şu an nice sevaplar, nice gühahlar işleniyor.

Kâinatın çarkları bütün hızı ile dönüyor.

Kimler geldi? Kimler geçti? Kimler kazandı?

Ben işte bu ânı sevdim hep. Onu sevgi ve muhabbet ile bekledim. Her nefes aldığımda ve verdiğimde Onun sonsuz rahmet ve hikmetine sığındım. Her şey Senin ile dopdolu. Şu zamanın onca karmaşalarında yine Sana sığınıyoruz. Şükrediyoruz şu âna, şu zamana, şu saniyelere, çünkü Sen varsın.

23.11.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Şifa âyetleri ve şifa duâları



Şanlıurfa’dan okuyucumuz: “Peygamber Efendimiz (asm) hastalara ne gibi duâlar yapmıştır?”

İnsan hastalandığında şifâ için sebeplere müracaat etmesi, bu çerçevede doktora gitmesi, doktorun tavsiyelerine uyması, verdiği ilâçları kullanması, hastalığın hikmetlerini kavrayarak sabretmesi ve şifâyı yalnız Allah’tan beklemesi; sağlıklı günlerinde ise sıhhat ve âfiyetini gözetmesi ve sıhhatini bozmamaya dikkat göstermesi hiç şüphesiz şifâ için önemli birer fiilî duâ niteliği taşır. Şifâ için olsun, devâ için olsun, derde derman için olsun, Bedîüzzaman Hazretlerinin ifâdesiyle, duâyı mümkünse fiilî olarak yapmak, bununla berâber kavlî duâyı da ihmal etmemek gerekir.1

Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bir insana teveccüh buyurdu mu, o insanın maddî-mânevî ne hastalığı varsa şifâ bulur, ne derdi varsa kaybolur giderdi. Onun yönelişi şifâ demekti, nazarı şifâ demekti, sözleri şifâ demekti, ilgisi şifâ demekti, gülümseyişi şifâ demekti, mübârek tükürüğü, teri ve elinin artığı şifâ demekti. Onun getirdiği Kur’ân da şifâ hükmündedir.

* Bir gün bir kadın hasta çocuğunu Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (asm) yanına getirdi. Çocukta zekâ geriliği vardı, konuşmuyordu. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir su ile mübârek ağzını çalkaladı, elini yıkadı; ve o suyu kadına vererek, “Çocuğa içir!” buyurdu. Kadın o suyu çocuğa içirdikten sonra çocuk derhal şifâ buldu, hastalığından ve belâsından kurtuldu. Hattâ yüksek bir akıl ve olgunluk sahibi oldu.2

* Muhammed bin Hâtip isminde bir çocuğun koluna kaynayan tencere dökülmüş, bütün kolunu yakmıştı. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm meshedip mübârek tükürüğünü sürdü. O dakikada çocuk şifâ buldu.3

* Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ebû Katâde’nin genç kalması için şöyle duâ lütfetti: “Efleha’llahü vecheke Allahümme bârik lehû fî şa’rihî ve beşerihî” (Allah yüzünün güzelliğini artısın. Allah’ım, saçını ve vücudunu kendisi için mübârek kıl.) Ebû Katâde (ra) bu duânın bereketiyle yetmiş yaşında vefât ettiği zaman on beş yaşında bir genç gibi gösteriyordu.4

* Yine bir gazvede Ebû Katâde’nin (ra) yüzüne ok isâbet etmiş ve yırtılmıştı. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm mübârek eliyle meshetti. Ebû Katâde (ra) der ki: “Kat’iyyen ve asla ne acısını ve ne de cerahatini görmedim.”5

* Bir gün İmam Ebû Kâsım Kuşeyrî Hazretlerinin çocuğu hastalanmıştı. Çok üzüntü çektiği günlerde Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı rüyasında gördü. Ve Efendimiz’den (asm) şifâ talep etti. Peygamber Efendimiz (as): “Oğluna şifâ âyetlerini oku” buyurdu.

Hazret-i İmam da oğluna şifâ âyetlerini okudu ve Allah’ın izniyle oğlu şifâ buldu.

Şifâ âyetleri şunlardır:

1- “Ve yeşfî sudûra kavmi’m-mü’minîne ve yüzhib ğayza kulûbihim.” (Allah mü’minler topluluğunun gönüllerini ferahlandırsın, şifâ versin ve kalplerindeki ıztırabı gidersin.)6

2- “Yâ eyyühe’n-nâsü kad câet küm mev’ızatun min Rabbikum ve şifâü’l-limâ fi’s-sudûri ve hüden ve rahmetün li’l-mü’minîn.” (Ey İnsanlar! Size Rabb’inizden bir öğüt, gönüllerin derdine şifâ, mü’minlere bir hidâyet ve rahmet gelmiştir.)7

3- “Yahrucu mim-butûnihâ şarâbüm-muhtelifün elvânühû fîhi şifâü’l-linnâsi inne fî zâlike le’âyete’l-likavmi’y-yetefekkerûn.” (Onların karınlarından çeşitli renklerde bir şerbet çıkar ki, onda insanlar için şifâ bulunur. Düşünen bir topluluk için şüphesiz bunda bir delil vardır.”)8

4- “Ve nünezzilü mine’l-Kur’âni mâ hüve şifâü’v-ve rahmetü’l-li’l-mü’minîn.” (Biz Kur’ân’da mü’minler için şifâ ve rahmet olan âyetleri indiriyoruz.”9

5- “Ve izâ meridtü fehüve yeşfîn.” (Hastalandığımda bana şifâ veren Allah’tır.”10

6- “Kul hüve li’llezîne âmenû hüden ve şifâün.” (De ki: Kur’ân, inananlar için hidâyet ve şifâdır.)11

Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hastalara şöyle duâ etmiştir:

1- “Allahümme rabbi’n-nâsi ezhibi’l-be’se işfi. Ente’ş-şâfî. Lâ şifâe illâ şifâüke. Şifâen lâ yüğâdiru sekamen. Allahümme işfi abdeke yenke’ leke adüvven ev yemşî leke ilâ salatin.” (Allah’ım! Ey insanların Rabbi! Şifâ ver! Şifâ veren ancak Sen’sin! Sen’den başka şifâ verecek kimse yoktur! Allah’ım! Şu kuluna şifâ ver ki, Senin bir düşmanına acı versin veya Senin rızânı kazanmak için namaz kılmak üzere yürüsün.)12

2- “Bismillâhi erkîke min külli şey’in yü’zîke min şerri külli nefsin ev aynü hâsidin. Allahümme yeşfîke bismillâhi erkîke.”

(Sana ıztırap veren her şeyden, her kıskanç nefisten, her hasetçi gözden Allah’ın adıyla sana şifâ dilerim. Allah sana şifâ versin. Allah’ın adıyla sana şifâ dilerim.)13

Dipnot: 1- Sözler, 287, 288; 2- Mektûbât, s. 141; 3- a.g.e., s. 142; 4- a.g.e., s. 145; 5- a.g.e., 139; 6- Tevbe Sûresi: 14-15; 7- Yûnus Sûresi: 57; 8- Nahl Sûresi: 69; 9- İsrâ Sûresi: 82; 10- Şuarâ Sûresi: 80; 11- Fussilet Sûresi: 44; 12- Ebû Dâvud, Tıb, 3883; Ebû Dâvud, Cenâiz, 3107; 13- Tirmizî, Cenâiz, 972

23.11.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004