Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 19 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

İslam YAŞAR

İstanbul’un hazireleri



Osmanlı’nın, tebşir-i Nebevîye (asm) mazhar olduğu zamanlarmış.

Haşmetli Hünkâr, babasının kendisi adına yaptığı feragati, kendisi de oğullarından birisi için yapmayı düşünüyor ve ahir ömrünü âsûde bir menzilde geçirmek istiyormuş.

Bu maksatla bir gün mimarbaşını huzuruna çağırmış. Sarayın muaşeret âdâbına riayet ederek gelen mimarbaşını sultan şatafatıyla değil, insan sıfatıyla karşılayıp ağırlamış.

Sultanın bu samîmî hâllerini hayretle seyreden mimarbaşı, arkasından nasıl bir hareketin geleceğini merak ederken, o günlük harcırahından ayırarak biriktirdiği altın akçelerin bulunduğu keseyi önüne koymuş, bazı gizli talimatlar vermiş ardından da kapıya kadar teşci etmiş.

Padişahın şifahî talimatını hıfzeden mimarbaşı saraydan çıktıktan sonra, önce bir eskici dükkânına uğramış, ardından evine gitmiş. Bir süre sonra da orta halli bir köylü kıyafeti içinde evden ayrılmış ve ağzından, selâmdan başka kelâm çıkmadan şehri terk etmiş.

Âsûdeliği her basiret sahibi göz tarafından ilk bakışta fark edilebilecek kadar âşikâr olan yeri bulmakta pek zorluk çekmemiş. Padişahın burayı seçmesindeki hikmeti pek anlayamamış ama kaybedecek zamanı olmadığından, etrafı şöyle bir gözden geçirmiş.

Durduğu yerde kıbleye doğru dönüp altmış adım yürümüş. Daha ayaklarını birleştirmeden şirin bir su şırıltısı duyunca ferahlamış. Hemen çizgiler çekmiş, kazıklar çakmış, ipler germiş ve işe başlamış.

Gün boyu yoldan hiç kimse geçmemiş. Akşam üzeri işinden dönen köylüler onu fark edip hâliyle hallenmek istemişler ama onlara da yalnız selâmla mukabele etmiş ve günü çalışarak bitirmiş.

Fecir vakti o daha ibadet, tesbihât ve evratla meşgulken bir grup köylü omuzlarında taşlarla çıkagelmişler. Onun huşuunu ve huzurunu bozmamak için taşları sessizce oraya bırakıp gitmişler. Onları başka köylülerin benzer hareketleri takip etmiş.

Güneş doğmadan önce işe başlamaya hazırlanan mimarbaşı, inşaat sahasının kenarında temeli dolduracak kadar taşın biriktiğini, yanında da birkaç köylünün beklediğini görünce şaşırmış ve yanlarına gidip meramlarını sormuş.

“Bugün işimiz yoktu. Ne yaptığını bilmiyoruz ama sana yardıma geldik. Her gün işi olmayanlardan birkaç kişi gelecek” demişler.

Mimarbaşı, önceden tahmin edemediği bu hâl karşısında bir müddet düşünmüş. Kendisine verilen gizli talimatın şartlarını ihlâl etmemek için onlara yolun kenarında tâli bir iş vermiş ve asıl işine devam etmiş.

Akşam üzeri, bu tenha yolda akıncı kıyafetli, rahvan atlı bir yolcu fark edilmiş. Yorgun argın işten dönen köylülere yetişen akıncı; onların, omuzlarında taşıdıkları ağır taşlara ve uzun ağaçlara bir mânâ verememiş.

“Hâliniz yorgun, yükünüz ağır. Bunun sebebi nedir ağalar?” demiş.

“Köyümüzün yakınında inşaat başlamış, oraya götürüyoruz” demişler.

“Ne yapılıyormuş?” diye sormuş.

“Herhalde cami” demiş onlar da.

O zamanlar bir yer ahalinin iskânına açılmak istendiğinde, önce oraya devlet eliyle yol, çeşme, cami, mektep gibi temel müesseseler yaptırıldığından akıncı bu tahmini cevabı pek yadırgamamış.

Lâkin bunun, ahalinin yapılmasını beklediği bir hizmeti ifade ettiğini düşünerek zihnindeki plânın bir yerine istifham işareti koymuş ve koşumlu atını mahmuzlamış.

Biraz ilerde, hâllerinden ve taşıdıkları eşyalardan, şehirden döndükleri anlaşılan bir grup köylüye daha rastlamış. Selâmdan sonra bu kireç, demir, tahta, kalas gibi malzemeleri nereye götürdüklerini sormuş.

“İleride bir garip, inşaata başlamış, ona götürüyoruz ” demişler.

“Sizden bunları o mu istedi?” demiş merakla.

“O nasıl söz, bey?” diye çıkışmış biri. “İstenildikten sonra yapılan yardımdan kime hayır gelir?”

Diğer köylülerin de hâl ve hareketleriyle buna benzer kanaatler izhar ettiklerini görünce, zihnindeki plânın belli yerlerine birkaç nokta daha koymuş ve müsaade isteyip ilerlemiş.

Yol boyunca, bir şeyler taşıyan başka gruplarla da karşılaşan akıncı, onlardan da oraya ne yapıldığını sormuş. Kiminden mektep, medrese, imaret; kiminden tabhane, hastahane, yetimhane; kiminden de han, hamam, kervansaray gibi cevaplar almış.

Hepsine, “Allah hayrınızı kabul buyursun” diye duâ etmiş.

Ahâlinin bu sehavetini, muavenetini, himmetini, gayretini gördükçe ilk kararından vazgeçmemekle birlikte zihnindeki plânda amme menfaatine matuf başka değişiklikler de yapan akıncı, mânevî mahiyeti sadece kendince mâlûm menziline gelmiş ve bir yapılan işe, bir çalışan başa bakmış.

“Bu ne sür’at mimarbaşı?” diye seslenmiş.

Üç-beş arşın uzunluğundaki ve birkaç kulaç derinliğindeki temel çukurunun içinde tek başına kan-ter içinde çalışan mimarbaşı, sesi duyduğu anda toparlanmış.

“Teb’anız sür’atli, padişahım” demiş. “Nefsinden çok milletini düşünen ve eli boş bir adım bile atmayan bir millete iş mi dayanır?”

“O halde bizim de kendimizden ziyade millet için çalışmamız iktiza eder.”

“Beli, hünkârım.”

“Madem öyle hemen inşaat sahasını genişlet ve buraya cami, mektep, medrese, tabhane, hastahane, yetimhane, imaret, han, hamam, kervansaray, aş evi, iş evi gibi müştemilattan müteşekkil bir külliye inşa et. Nefsimizi terbiye etmek için yaptırmayı düşündüğümüz inzivahaneyi de türbeye tahvil et.”

“Ferman padişahımındır.”

Böylece, milletin himmeti ve devletin hamiyeti sayesinde, Osmanlı medeniyetinin temelini teşkil eden külliyeler bütün müştemilâtıyla teşekkül etmeye başlamış.

Padişah, milletine müteşekkir ve kararından memnun bir hâlet-i ruhiye içinde şehre dönerken, yaşlı bir çınar ağacının dibinde uyuyan ihtiyarı görünce, hâlini merak edip yanına sapmış.

O yaklaştıkça ihtiyar başını yavaş yavaş taştan kaldırmış; korkulu, heyecanlı ve ürkek bir nazarla etrafını süzmüş. Karşısında heybetli bir Osmanlı akıncısı görünce sakinleşmeye başlamış.

Yabancı birinin geldiğini gören ihtiyar toparlanmaya çalışırken, yanına varıp oturan padişah, onu önce telâşlandırıp sonra sakinleştiren hâli iyice merak ederek sormuş:

“Hâlin nicedir baba?”

“Her hâl şükre vesiledir oğul.”

”Kimin kimsen yok mu, neden korkarsın?”

“Yalnız değilim, devletim ve milletim var. Korkum ise nefsimden ziyade onların geleceği içindir.”

“Cihana hükmeden bir milletin geleceğinden korkulur mu?”

Böyle manidâr bir soruyu, ancak meseleleri dikkatle takip eden büyük bir kişinin söyleyebileceğini düşünerek muhatabının kimliğini merak eden ihtiyar, sonradan bunun o kadar da önemli olmadığını hissederek vazgeçmiş ve zihninde şekillenen cevabı vermiş.

“Komşular, az ilerde hayırlı bir işe başlandığını söylediler. ‘Bu hayırlı işte benim de bir taşım bulunsun’ diyerek şu taşı yüklenip yola çıkmıştım. Yorulunca şurada birkaç nefes dinlenmek istedim.”

“İyi ya işte.”

“Başımı taşa dayayınca dalmışım, fakat keşke dalmayaydım.”

“Neden?”

“Memleketimizin istilâ edildiğini gördüm düşümde. Müstevliler bizim soyumuzdan geliyor ama bize benzemiyorlardı. Üstelik bize ait olan eserleri yıkıp müesseseleri târumâr ediyorlardı.

“O felâket ve helâket hengâmında memleketin ücra bir yerinde zuhur eden mürşid-i kâmil, telif ettiği kitaplarla irşada başlayınca müstevlileri endişeli bir telâş sarmıştı.”

“Sonra?”

“Sonra araya senin ayak seslerin girdiği için devamını göremedim.”

“Allah hayır etsin.”

“Âmin”

“Müsterih ol baba. Bu millet canıyla, malıyla yaptığını; hissi, hevesi uğruna yıkmaz ve yıktırmaz. Sen başını sert taşa dayadığın için düşünde de acı şeyler görmüşsün.”

“Bre densiz, ne dersin sen? Yıkılmayan eserler, sadece başımızın altındaki taşlardı. Onları da mânen güçleri yetmediği için yıkamamışlardı.”

Bu ifadelerden hisleri rencide olduğu için eyvallah etmeden ayrılmış padişah ihtiyarın yanından. Atını rahvana kaldırmış ve bir süre yol almış. Akşam yeli yüzünü yaladıkça sakinleşmiş, sakinleştikçe makul düşünmeye, düşündükçe de ihtiyara hak vermeye başlamış.

Aklından geçmesine rağmen geri dönüp ondan özür dilememiş ama gördüğü düşün, rüya-yı sadıka olduğunu hissederek saraya gider gitmez yeni bir ferman yayınlamış:

“Her kim ülkede bir külliye yaptırmayı murat ederse, kendi mezarlarını da oraya kazdırsın ki, hayattayken maddî imkânlarıyla yaptırdığı eserlerini mematından sonra da mânevî gücüyle korusun.”

Fermanına önce kendisi ittiba etmiş ve yaptırdığı külliyenin merkezindeki mabedin mihrabiye taşının hizasına kabrini kazdırıp türbesini yaptırmış. Şehir de bu ferman mucibince yeniden imar ve inşa edilmeye başlanmış.

İstanbul da, şehrin şiârı hâline gelen hazireler de böylece hayat bulmuş.

(Adım Adım İstanbul’dan)

19.11.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (12.11.2006) - Ebedî yaşama iştiyakı

  (05.11.2006) - Bir şairin çocukluk yılları

  (29.10.2006) - Taştaki tekâmül temayülü

  (22.10.2006) - Bayram sabahları

  (15.10.2006) - ‘Nur’un mânevî avukatı’

  (08.10.2006) - Ramazan ve san’at

  (01.10.2006) - Bir Ramazan hatırası

  (24.09.2006) - Ramazanla yenilenmek

  (17.09.2006) - Zahmette, rahmet tecellîleri

  (10.09.2006) - Kastamonu tarafları

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004