Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 13 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Davut ŞAHİN

Domuz yasağı



TRT’nin domuz ‘Piglet’ karakteri sebebiyle Walt Disney’in ‘Winnie the Pooh’ adlı çizgi filmine yayın yasağı uyguladığı iddiası, AB gündemine taşındı deniyor haberde.

Avrupa Parlamentosu’nun (AP) İngiliz bağımsız üyesi Robert Kilroy-Silk, AB Komisyonu’na konuya ilişkin bir soru önergesi vermiş.

Versin.

Önergede, “İfade ve basın özgürlüğü başta olmak üzere Avrupa değerlerini paylaşan ve AB’ye girmeye hazırlanan Türkiye’de devlet televizyonunun, Piglet karakteriyle Müslümanlara hakaret edildiği gerekçesiyle Winnie the Pooh çizgi filmini yasaklaması nasıl mümkün olacak?” deniyor.

Gerçi AB Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn, bu soru önergesine verdiği cevapta, basında bu yönde çıkan haberlerin TRT tarafından yalanlandığını hatırlatıyor, hatta:

“Winnie the Pooh Türkiye’de diğer televizyon kanalları tarafından yayınlanıyor. Çizgi filmin video bantları ve DVD’leri ülke genelinde satılıyor” diyor.

Yani, Robert Kilroy efendi öyle fazla üzülmesin. Türkiye’de “Piglet” benzeri domuz karaktere hayran bir “kitle” var.

Yazık ki var!

İMAJ HEM HER ŞEY HEM HİÇBİR ŞEY

Ali Kırca “kır” rengi saçı ve bıyığını kestaneye boyatarak “imaj”ını kurtarmaya çalışıyorsa, yanılıyor. (atv)

İmaj yenilemek “modası geçmişlerin” işi...

Deşifre olan “kusuru”nu “kestane rengi”yle kurtarmaya çalışması ayrı bir handikap.

Bu hallere düşecek adam mıydın?

MURDOCH’IN SIKINTILI GÜNLERİ

Lütfi Kırdar Sergi Sarayı’nın kuruluşunun 10. yılında düzenlediği organizasyonda sunuculuk yapan Erkan Özerman konuşmasına başlamadan önce Ahmet Ertegün’ün salondaki alkışları duyamayacağını, sağlığının ciddiyetini koruduğunu söylemişti.

Ertegün’ün sağlık durumu aslında “televizyon” devini zora soktu.

Çünkü Ahmet Ertegün Yahudi Murdoch ile birlikte TGRT’yi satın aldı. Fakat ne olduysa ondan sonra oldu ve Ertegün “kaza” geçirdi.

Toparlanamadı.

Yaşı bir hayli ilerlediği için yataktan kalkamadı ve şimdi yoğun bakımda... Doktorlar ise ümitsiz. Yaşam Destek Ünitesi’nde fişinin çekilip çekilmeyeceği konuşuluyor.

Belki her şey hesap edildi.

Ama bu “kaza” hesapları alt/üst etti.

Ya Ertegün ölürse?

Murdoch zor duruma düşecek ve Huzur Radyo TV A.Ş.’nin satışı medya devinin “huzuru”nu bozacak.

Çünkü, Ertegün’ün mirasçıları Amerikan vatandaşı... Hal böyle olunca, Murdoch’un yeni bir Türk ortak araması gerekecek.

RTÜK Yasası, Murdoch’un TGRT’yi tek başına almasına imkân tanımıyor... Yani, yabancı hissesinin yüzde 25’i geçmemesi gerekiyor.

Zaten bu dengeyi sağlamak için ABD Müzik Piyasasında adı duyulan Ertegün ile anlaşarak, TGRT’nin yüzde 75 hissesini devretti ve böylece RTÜK Yasası’ndaki yabancı ve Türk ortak dengesi sağlanmış oldu.

Hadiselerin de bir “dil”i var... Olayları alt alta koyun.

Bize birşeyler anlattığını göreceksiniz!

Acaba ne?

13.12.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Gençleri kurtarmak



Bir sabah namazı vaktiydi. İşadamı komşumuzla camiden çıkarken tinerci bir gencin cami avlusundaki bankta yatmakta olduğunu gördük. Sızıp kalmış. Sahipsiz kötü alışkanlıkların esiri olmuş, kimbilir köprü altlarında, izbe köşelerde, şurda burda suçlara bulaşmış nice genç var.

Bunlar toplumumuzun yarası. Hem de acil tedavi bekleyen yarası. Suç işlediklerinde cezalandırmak, şikâyet etmekten öte bu tür durumlara düşmemeleri için birşeyler yapmamız veya düşenleri kurtarmamız gerekmiyor mu?

Sahi, onları topluma kazandırmak için neler yapıyoruz?

Neler yapabiliriz gerçekten onlar için?

Aklıma hemen tedavî evleri geldi. Malî durumu yerinde olanlar böyle evler tutmalı, gençleri eğitimden geçirmeli, sonra da iş-güç sahibi yapmalı, hatta evlendirmeli.

Bu düşünceleri kendi kendime telâffuz ediyor ve işadamı dostuma meseleyi açıyordum.

Gebze dönüşü yeni tanıştığımız hemşehrim Mesut Beyin anlattıklarını duyunca ne kadar sevindiğimi anlatamam. Mesut Beyin de üye olduğu İSMEM, yani İstanbul Sokak Çoçuklarına Meslek Kazandırma ve Eğitim Merkezi faaliyet halinde. İstanbul Belediyesi ve zengin işadamlarının desteğiyle yürütülen kuruluş tinerci, vesâir kötü alışkanlıkların esir olmuş gençleri topluma kazandırmayı hedefliyor. Sayıları 105’i bulan ve Tuzla’da faaliyet gösteren kuruluş sportif, kültürel faaliyet ve eğitim yoluyla böyle gençleri istihdam alanlarına yönlendiriyor.

Bravo hemşehrim Mesut Beye yanına eğitim gören gençlerden bir tanesini hemen çalıştırmak için almış. Bazı işadamları da bir-iki genci çalıştırıyorlarmış.

Demek çözüm bulunmuş. Gençleri felâket ahtapotundan böylece kurtarmış olacağız. Tabiî bu yeterli değil, yaygınlaştırmak gerekiyor.

Ancak bu gençlere kimlik kazandırmak bundan çok daha önemli. Dinî ve millî değer ve dinamiklere sahip genç güçlü olur, hayata daha bir şevkle sarılır; işinde, gücünde daha bir başarılı olur. Sevgiyi, saygıyı, şefkati, insanlığı bilen gençler gerçekten topluma kazandırılmışlardır demektir. Aksi halde kendilerini boşluk içinde hisseder, bir problemden kurtulurlarken diğer bir problemin içinde buluverirler kendilerini.

Demek problemi görmek, doktor hassasiyetiyle meselenin üzerine eğilmek, tedaviye soyunmak gerekiyor. Sevgi ve şefkatin çözemeyeceği şey yoktur hayatta.

Bütün mesele hataları da olsa insana insan olarak değer vermek, düşenin elinden tutabilmektir.

13.12.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Kalp imansız olursa..



Bindiğimiz otobüsün şoförünün, trenin makinistinin, geminin kaptanının, uçağın pilotunun rahatsızlandığı veya öldüğü söylenirse, hissedeceğimiz korku, endişe, panik ve heyecanı ölçüp tartacak bir cihaz keşfedilmiş mi acaba? Sanmıyorum!

Veya kendimizi;

* Çöl ortasında aç ve susuz, bitkin, aciz ve pek zayıf…

* Vahşî hayvanların cirit attığı ormanın derinliklerinde kaybolmuş; dillerini bilmediğimiz, dilimizi bilmedikleri düşmanlarla çepeçevre kuşatılmış...

* Ağrıları sizi bas bas bağırtan hastalıklar içinde kıvranır...

* İstikbalimiz belirsizlikler yumağı bir vaziyette farzedelim.

Birden bire;

* Develerinin çıngırak seslerini işittiğimiz kervan gelse; reis bizi koruması altına alıp yakındaki vahaya ulaştırsa...

* Düşmanlar dost, kardeş, yardımcı, muhafız, rehber sûretine girse…

* Tam teçhizatlı bir ambülansla doktorlar muâyene edip tedavi etse ve ağrı kesici verse…

* Projektörle aydınlanan yolumuz düşmanlardan, mayınlardan temizlenmiş; bağ-bahçeler içinde sayısız nimet ve güzellikleri gözleri kamaştıran bir çiftlik ve köşk bizi bekliyor görsek…

Bu durumda ne hissederiz? İşte iman budur! Sonsuz kudret, ilim ve sıfatlar sahibi Kadir-i Mutlak’a iltica etmemiz nisbetinde bize güç kazandırır. Ayrıca;

* Hayata, varlığa anlam kazandıran iman gücüdür.

* İçimize bir uyarıcı, gözlemci, ikazcı ve bekçi koyan da iman gücüdür. Çocuk, “Babacığım” diyordu. “Bana bir horoz alsan da, sabahları ötüp beni namaza kaldırsa...” Adam, “Canım oğul!” diye cevap verdi. “Senin içindeki horoz ötmedikten sonra, dışardaki horozun fayda vereceğini mi sanıyorsun?” (Sadi)

* Dünyanın cazibedar fantezi, aldatıcı süsleri, zehirli balları, sihirleyici olaylarından sıyırıp alan, kendimize dönmemizi sağlayan ve varlığımızın gerçek şuuruna ulaştıran iman gücüdür.

* Gayr-i meşrû yolları kapatan iman; bütün vehim, şüphe ve vesveseleri yok eder; vicdânı sıkıntıdan, tesadüflerin, tabiat hâdiselerinin oyuncağı olmaktan kurtarır.

* İnsanları dehşetli madde bağımlılıklarına, kötü alışkanlıklara “korku ve endişe” sürükler. İşte iman gücü; çeşitli âfât ve hastalıkların güzel, olumlu yönlerini göstererek direncimizi artırır.

* Eğer ölüm ile sonsuza dek ayrılık varsa; mal, mülk, ev, köşk, bağ-bahçe, çoluk-çocuk, hatta ilim, teknoloji ve sanatın hiçbir anlamı, hiçbir değeri yoktur. İşte, ölümü öldürüp, ayrılığı kavuşmaya çevirip, sevdiklerimizi sonsuzlaştıran da iman gücüdür.

Kalbimizdeki kuvve-i maneviyeyi (rûhî/duygusal, manyetik enerji, güç) meydana getiren; her felâkete ve musibete karşı direnç göstermemizi sağlayan da iman gücüdür.

13.12.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Bu fâniden bir Reyhanî geçti



Halk ozanı geleneğinin son güçlü temsilcilerinden Erzurumlu Âşık Yaşar Reyhanî de, nihayet bu fâni âleme vedâ eyleyip gitti.

Aslen Erzurumlu olmasına rağmen, son yıllarında Bursa'da ikamet etmekteydi. Hastalığı sebebiyle uzun zamandır tedâvi görüyordu. 10 Aralık günü Bursa'daki evinde Hakk'ın rahmetine kavuştu.

74 yaşında vefat eden Reyhanî'nin cenazesi, yakınlarının ve sevenlerinin iştirak ettiği bir merasimle Değirmenönü Mezarlığı'nda toprağa verildi.

Cenâb–ı Hak'tan kendisine rahmet ve mağfiret diliyoruz.

Dost Reyhanî

Halk türküleri itibariyle sayısız denecek derecede güfte ve beste sahibi olan Âşık Reyhanî'yle uzun yıllar evvel görüşüp tanışmışlığımız var.

1980'li yıllarda İstanbul Gülhane Parkındaki "Âşıklar Şöleni"ne gelip katıldığında, kısa süreli de olsa, kendisiyle konuşur, saz ve söz sanatı üzerinde sohbetler ederdik.

Onunla en uzun soluklu görüşmemiz ise, yine 80'li yılların ortalarında o sıralar Fatih'te ikamet etmekte olan Hınıslı ozan Yusuf Yaylacı'nın evinde gerçekleşti. (Yusuf Bey, şimdi Fransa'da.)

Akşam saatlerinde başlayan sohbetimiz, neredeyse şafak vaktine kadar devam edip gitti.

O akşam, Âşık Reyhanî'ye Bediüzzaman Hazretlerinin biyografisini hediye ettik. Bu konuda sathi de olsa bazı bilgileri vardı. Ancak, sohbet boyunca mütemadiyen suâller yönelterek, Üstad Bediüzzaman'ı ve eserleri olan Risâle–i Nurlar'ı daha yakından tanımak istediğini ifade etti.

Biz de, bu mevzuda bildiklerimizi kendisine ve orada hazır bulunanlara aktarmaya çalıştık.

Arada bir sazıyla, sözüyle misafirleri dinlendirmekten de geri durmayan Reyhanî, sohbetin sonlarına doğru şu itirafta bulundu: "Bediüzzaman Hazretlerini, keşke çocukluğumdan itibaren tanıma şansına sahip olsaydım. Şayet, ilk gençlik yıllarımda tanımış ve eserlerini okumuş olsaydım, ondan çok istifade edeceğime şüphem yoktur. Üstelik, hayatımı daha bir istikamet üzere geçirirdim. Sağdan sola, soldan sağa zigzag yapıp durmazdım. Acizane, o zâtın büyük âlim ve mübarek bir veli olduğuna kanaat edenlerdenim. Çok isabetli ve çok da tesirli bir fikir ve görüş sahibidir. Zaman geçtikçe, onun kıymetini daha iyi anlıyoruz."

Âşık Reyhanî ile, daha sonraları da zaman zaman selâmlaşmalarımız, bayramlarda tebrikleşmelerimiz oldu. Arada sırada ziyaretine giden hemşehrisi Yusuf Beyden de sağlık, sıhhat haberlerini alıyorduk.

Güçlü bir ses, söz ve saz ustasıydı

Âşık Reyhanî, hakikaten çok güçlü bir ses ve saz ustasıydı. Aynı zamanda, Halk Edebiyatına olan vukufiyeti de mükemmel derecedeydi.

Onun bu meziyetlerini eserlerinde görmek mümkün. İşte, duygu ve mânâ yüklü türkülerinden bir demet:

Hey gönül

Demedim mi gönül, kalkıp yürüme

Bir gün yollarını harami bağlar

Dertliysen, derdini dertsize deme

Dertsiz hekim olsa, yara mı bağlar?

Yazılan kaderdir, başa gelince

Suç sende, ayağın taşa gelince

Kudretin damlası coşa gelince

Onu bent mi eyler, dere mi bağlar?

Oku sayfasını geçen çağların

Yaprağı dökülmüş nice bağların

Adeti böyledir yüksek dağların

Aslı'ya yol verir, Kerem'i bağlar.

Ben de Reyhani'yim susuz pınarım

Damla coş ederse, içer kanarım

Öldüğümü duysa o nazlı yârim

Bilmem al mı giyer, kara mı bağlar?

Canım Cânan'ındır

Hasta odur sabır ile inleye

Evlât odur nasihati dinleye

Bundan sonra zevkle bakmam aynaya

Çünkü onda iç yüzümü göremem

Kulaksız işitmek dilsiz ifade

Canım cananındır edem iade

Vücut bir camidir vicdan seccade

Onun bunun çıkarına seremem

Reyhani'yim zamanım yok gülmeye

Doğar iken boyun eğdim ölmeye

Azrail gelecek canım almaya

Bir canım var, cananındır veremem

Söyleyin

Beni sizden sorarlarsa dostlarım

Bir Reyhanî geldi, gitti söyleyin

Hayatı çileli, muradı yarım

Heder etti, âh tüketti söyleyin

Aldı kırık sazı kapıdan çıktı

Ağlar gözler ile gülerek baktı

Dağın ufuğunda bir akşam vakti

Güneşle beraber battı söyleyin

Ara sıra sazı verdik destine

Nâme yazdı yârenine, dostuna

Ceketini yorgan ettik üstüne

Kolu yastık oldu, yattı söyleyin

Bir duvara yaslamıştı yanını

Sılâsına çevirmişti yönünü

Gurbet elde hasret yaktı canını

Sitem vurdu, dert çürüttü söyleyin

Aşık Reyhani'ymiş kıldı âh u zâr

Dolaştı âlemi diyâr be–diyâr

Parça parça etti bir deli rüzgâr

Yaşı yağmur, göz buluttu söyleyin

Bir günün akşamında, güneşin guruba girmesinin ardından âhiret âlemine doğru ebedî yolculuğa çıkan Âşık Reyhanî'ye, tekrar Allah'tan rahmet ve mağfiret niyaz ederken, aile efradına ve sevenlerine de taziyetlerimizi sunar, cemil sabırlar dileriz.

13.12.2006

E-Posta: [email protected]




Saadet Bayri FİDAN

Dertle derman arasında köprü: Tevekkül



Malûmumuz, bu dünyaya keyif sürüp yaşamak ve sonra da toprağın altına girip hiç dirilmemek üzere gönderilmedik. Böyle olunca her ânımızın keyifli, sağlıklı ve rahat geçmesi düşünülemez. Hayatın içinde her birimizin kendine has rolleri var. Farklı alanlarda, farklı karelerde bize ait olan hayatı yaşayıp gidiyoruz. Aynı hayatı yaşıyor gibi görünsek de, insanlar adedince küçük dünyalar var bu hayatta.

Ancak bu fertler sayısınca çok ve farklı âlemlerin bir Yaratıcı tarafından koyulmuş düzenleri var. Bu dünyaya kendi isteğimizle gelmediğimiz gibi, istediğimiz zaman da gidemeyiz. Hepimizin hayatına bir sınır getirilmiş. Ve hayatımızdaki her şeyin emanet olduğu bildirilmiş. Mülk Allah’ın. Mülkünde istediği gibi tasarruf etme hakkı da sadece O’nun.

Hiçbir sebep yokken kolumda oluşan ağrı, benim dediğim vücut hânemde bile hiçbir hükmüm olmadığını gösterdi bugünlerde. Nasıl oldu da bu kadar sızladı kolum? Sebebini bir türlü hatırlayamadığım bu sızı, beni bir gün boyunca oyaladı. Ve sonunda bir kez daha anladım ki, kendi vücudumda bile tasarruf sahibi değilken ben, nelerle uğraşıyorum.

Bu sebeple emanet sahibinin verdiği birçok hâle de rıza göstermek zorundayız ki, yaşamımızda irademiz dışında başımıza gelen hâdiselerin karşısında Allah’tan geldiğini bilip “Bu benim imtihanım” deyip olayları karşılamak, yapılacak en makul davranış.

Zira birçok olay tamamen irademiz dışında gerçekleşiyor. Onların hâlini, cismini değiştirme imkânımız yok. Her gelene karşı memnuniyet göstermenin yolu tevekkül, “Vardır bir hayır” prensibidir. Yoksa yaşamak gerçekten zulüm olurdu biz insanlar için.

Dünyaya gelirken özürlü doğan ve yıllardır çocuğunu yaşatmak, onu biraz daha sağlığına kavuşturmak için uğraşan anne de şikâyet etmiyordu. Ne zaman görsem, ağzında hep memnuniyet ifadeleri ve şükür vardı. Eğer her şeyin emanet olduğunu, her şeyde bir hayır ve bir hikmet olduğunu, Allah’ın kuluna zulüm etmeyeceğini bilmese, bu anne nasıl 12 yıl yaşar ve yaşarken bu kadar sıkıntıya rağmen mutlu olabilirdi? Ve kızından bahsederken, “Çok şükür. Bu benim imtihanım” dediğinde, şaşırmıştım; gözlerinin içi gülüyordu. Sakat kızından bahsederken, “O kadar hassas bir durumda ki, en ufak bir şeyden mikrop kapabiliyor; onun her şeyi ayrı. Bu, biraz yoruyor; ama olsun. Buna da şükür” deyişi beni duygulandırmıştı.

“Bize neden gelmiyorsunuz?” diyen komşusuna, “Kızımı bırakıp hiçbir yere gidemiyorum. Şimdi ablası yanında, siz bana buyurun gelin” dediğinde üzülüyorum. “Allah yardımcınız olsun” diyorum. Canım acıyor. “Nasıl, huysuz mu, sizi yoruyor mu?” dediğimde, gözleri nemleniyor. “Ne münasebet! Dünyadaki en anlayışlı, en ince, en hassas ve en sakin çocuk benimki” diyor. Elhamdülillah, diyorum: “Ne güzel bu yönden rahatsınız. Zira çok daha sorunlu çocuklara sahip aileler var.”

Yüreğindeki şefkat, gözlerine ve diline vuran bu anne diyor ki: “Ben yavrumu bırakıp bir yere gidince, çok özlüyorum. Şu anda buradayım, yanında ablası var; ama ben kızımı çok özledim” dediğinde, tebessümle gözlerine bakıyorum. O kadar hoşuma gidiyor bu şefkat timsâli anne. “Hiçbir evlâdımı onun kadar sevmedim. Eğer bu kadar şefkatim olmasaydı, ona bu kadar sabırla ve yorulmadan, incinmeden bakamazdım. Rabb’im öyle bir şefkat koymuş ki içime, ona bakınca ‘Çok şükür’ diyorum. İyi ki sen doğduğunda, ‘özürlüsün’ diye hayatına son vermek isteyen doktorlara engel olmuşum” diyor. Ve bu fedakâr anne ilginç bir şey daha söylüyor: “Fizik tedaviye gidiyoruz. Ve oradaki bütün anneler aynı şeyi söylüyor: ‘Rabbim bu çocuğuma karşı kalbime çok büyük bir şefkat koydu. Zevkle bakıp, ilgileniyorum.’”

Susuyorum. Ve “Rabbim kimsenin sırtına kaldıramayacağı yükü yüklemez” sırrını hatırlayıp, halime şükrediyorum. Yaşadığım ve yaşayacağım her hâl için şükredip sabretmem gerektiğini bir kez daha görüyorum.

Derdi veren, sabrını da beraber veriyor…

13.12.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Özür, hususî bir lütuftur



İsim belirtmeyen okuyucumuz: “Benim özürlü-engelli çocuğum var. Bu bana bir ceza mıdır? Sabredersem sevap alır mıyım? Bu masum çocuğun günahı neydi?”

Allah’ın takdir ettiği belâ ve musibetlere, zorluk ve sıkıntılara sabredilirse sevabı çok büyüktür. Kulu doğrudan Allah’ın rahmetine, merhametine ve rızasına ulaştırır. Kur’ân’da ve Peygamber Efendimiz’in (asm) mübarek dilinde acı ve ıztırap yaşayanlara sabretmeleri şartıyla öyle müjdeler verilmiştir ki, acı ve ıztırapların kula bir hediye ve bir lütuf olduğunu anlıyorsunuz. Hastalıkların, doğuştan getirilen sakatlıkların, özür ve engellerin, sonradan meydana gelen özürlerin ve muhtelif yaratılış eksikliklerinin görünen acı ve ıztıraplı yüzüne bakıp üzüntü duymamalı, perde arkasındaki büyük mükâfat cihetine, eşsiz güzelliğine ve Allah’ın rızasını kazanmaya elverişli yüzüne bakıp sabretmelidir.

Şükreden Müslüman’ın hiçbir zaman kayıp içinde olmadığını, dünyada kaybedenin âhirette kazançlı olacağını, Allah için sabredenlere Cenab-ı Hakkın kat kat artırarak vereceğini bizler imanımızla biliyor ve birer günahkâr Müslüman olsak da, özür, engel, acı ve ıztıraplarımız karşılığında Rabb’imizin rızasını ve âhiretteki mükâfatını bizden esirgemeyeceğini umuyoruz.

Kur’ân buyurur ki: “Şüphe yok ki: Biz sizi bir takım korkular ve açlıklarla, mal, can ve mahsul eksikliğiyle imtihan edeceğiz. Sabredenlere müjdele!”1

Her zaman, her nefesimizde, “Umulur ki sizin hoşlanmadığınız bir şeyde sizin için hayır vardır”2 âyetine dayanmalı ve Allah’tan mutlak hayır beklemeliyiz.

Sahabeden Ata bin Rabâh (ra) bir kadın göstererek demiştir ki:

“Şu siyah kadın! Bir gün Hazret-i Peygambere geldi ve dedi ki:

“Ya Resulallah! Ben sara hastalığına tutuluyorum ve hastalık tuttuğunda açılıyorum. Benim için Allah’a duâ eder misiniz?”

Peygamber Efendimiz (asm):

“Eğer sabretmeyi dilersen sana Cennet vardır. Eğer âfiyeti dilersen sana âfiyet vermesi için Allah’a duâ edeyim” buyurdu. Kadın Cennet müjdesini duyunca:

“Cenneti istiyorum Ya Resûlallah! Sabredeceğim. Lâkin ben açılıyorum. Duâ buyursanız da hastalık geldiğinde açılmasam...” dedi. Peygamber Efendimiz de (asm) ona duâ buyurdu.3

Bu dünya imtihan meydanıdır, ibadet yeridir. Şüphesiz Allah’tan hastalık, sakatlık, engel, özür ve belâ istenmez. Fakat verirse, gerekli tıbbî müdahaleleri yaptırmakla beraber, sabretmekten ve O’nun merhametine ve himayesine sığınmaktan başka çaremiz yoktur. Hakkımız şikâyet değil, isyan değil, feryad değil; şükürdür, sabırdır, Allah’tan umudumuzu kesmemektir, Allah’tan rahmetini ve Cennetini ummaktır. Demek hastalıklar, sakatlıklar ve musibetler—dinî olmamak ve sabretmek şartıyla—o imtihana ve ibadete çok uygun düşüyor.

Nitekim Üstad Bedîüzzaman Hazretlerine göre ibadet iki kısımdır:

1- Müsbet ibadet. Bu kısım, bildiğimiz namaz, oruç, zekât ve hac gibi irademize bağlı olarak yaptığımız ve yapılması Cenâb-ı Hak tarafından emredilen ibadetlerdir.

2- Menfî ibadet. Bu kısım ibadet, hastalıklar, sakatlıklar, musibetler ve âfetler gibi insanın iradesi dışında gelip, insana Allah’ın aciz ve zayıf bir kulu olduğunu tam bildiren tecellilerdir. Bu yol ile musibete uğrayan, özürlü doğan, sakat kalan, hasta olan ve sıkıntı çeken kul zayıf olduğunu, aciz olduğunu tam hisseder, Rabb-i Rahîm’ine tam yönelir, tam sığınır. Yalnız O’nu düşünür, yalnız O’na döner, yalnız O’ndan yardım ister, yalnız O’ndan medet bekler, yalnız O’na yalvarır. Böylece halisane ve masumane bir ibadet dairesi içine girer. Allah’ın kulu olduğunu, Allah’ın yardımı, merhameti ve inayeti olmasa bir hiç olduğunu tam hisseder. Bu tür ibadete riya girmesine imkân yoktur. Onun için halistir.

Musibete uğrayan, hasta olan, sakat doğan veya sakat kalan kişi eğer sabretse, musibetin mükâfatını düşünse, şükretse, o zaman her bir saati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur. Hatta öyle hastalar, özürlüler, sakatlar ve musibet zedeler var ki, bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçmektedir.

Bedîüzzaman Hazretlerine göre, sıhhatte ve âfiyette olmak, lezzetleri hissetmek, güzel tatları tatmak ve mutlu olmak gibi nimetler nasıl şükür gerektirir ve şükür dedirtir, o vücut makinesini çok cihetlerle vazifesine sevk eder, insan da bir şükür fabrikası gibi olursa; musibetler, hastalıklar, özürler, sıkıntılar, dertler, elemler ve muhtelif arızalar da o vücut makinesinin diğer çarklarını harekete getirir, heyecan verir. İnsanın mahiyetine konulmuş olan acz, zaaf ve fakr madenini işlettirir. Böylece insan yalnız bir dil ile değil, her bir azanın dili ile Allah’a sığınır, dua eder, Allah’tan ister ve Allah’a niyaz eder. Güyâ insan o özürler dili ile ayrı ayrı binler kalem hükmünde hareketli bir kalem olur. Hayat sayfasında misal âlemine giden levhalarda hayatının şükürlerini, zikirlerini ve tesbihlerini durmadan yazar. Allah’ın isimlerini böylece ilân eder, Allah’ın isimlerinin manzum bir kasîdesi hükmüne girer, böylece fıtrat ve yaratılış vazifesini tam yapmış olur.4

Dipnotlar: 1- Bakara Sûresi: 155 2- Bakara Sûresi: 216 3- Riyâzu’s-Sâlihîn, 35 4- Lem’alar, s. 16-19

13.12.2006

E-Posta: [email protected]




Hasan GÜNEŞ

Emanet ve lakîta



İnsan ilginç bir varlık. Çocukluktan itibaren sürekli bir şeyler elde etmek isteyen, sahiplenmek ya da hakimiyet kurmak isteyen bir varlık. İlk önce oyuncakları sadece onundur. Müdahaleyi reddeder. Annesi babası gibi sevdikleri de sadece onundur. Zaman gelir “Bu hayat benim, ben karar veririm” der.

Elbette “Benim hayatım” derken, “Senin hayatın değil” mânâsı vurgulanıyor. Bu ifadeler, hayatın ileri safhalarında bedel ödemek ya da ceza ve mükâfat gibi karşılıklar dikkate alınarak söyleniyorsa yerden göğe kadar haklı. Çünkü istisnalar hariç, ne bu dünyada ne de öbür dünyada kimsenin kimseye faydası yok. Herkes eninde sonunda yaptıkları ile tek başına yüz yüze geliyor ve gelecek.

Evet “bu hayat başkasının değil” ancak “ne kadarının bize ait” olduğunu iyi tesbit etmek gerekiyor. Şimdi Mesnevî-i Nuriye’den bir ifade aktaralım: “Hem insanın vücudu ve cesedi bile onun değildir. Çünkü kendisinin eser-i san’atı değildir. O vücudu yolda bulmuş, lakîta olarak temellük de etmiş değildir.”

İnsan vücudunun içiyle, dışıyla, maddî ve manevî donanımıyla misilsiz bir san'at eseri olduğunda şüphe yok. Şüphe duymadığımız bir şey daha var ki o da; bu vücudumuzun bizim san'atımız olmadığı. İnsan ekseriyetle itiraf etmese de, kendisinde bir çok eksik ve kusur görür. Hikmetini bilmediğinden, şükürsüzlük ve kanaatsizlik gibi sebeplerin de etkisiyle ne kabullenir, ne de sorumluluk alır. Geriye bir çıkış yolu kalır; o da, bu vücudu bir şekilde bulmuş olmak. Evet insanların ekseriyeti vücudunu, sanki “yolda bulmuş, lakîta olarak temellük etmiş” gibi davranır.

Risâlede geçen lakîta, sözlükte, buluntu, sahipsiz ve bulanın sahip olduğu bir mal gibi mânâlara karşılık geliyor. Şimdi de Kasas Sûresi’ne göz atalım. Hz. Musa’yı (a.s.) annesi Nil nehrine bıraktığında: “Nihayet Firavun ailesi onu lakîta olarak (nehirden) aldı.” Malûm olduğu üzere, insanlar nazarında çok şey kayıptır, sahipsizdir ancak Âlemlerin Rabbinden habersiz bir yaprak bile kımıldayamaz. Yaprakların sahipsiz, hareketlerinin hikmetsiz olmadığı bir âlemde, nehirdeki Hz. Musa (a.s.) nasıl hikmetsiz ve sahipsiz olabilirdi. Firavun, Hz. Musa’yı (a.s.) buluntu olarak görse de, Asiye feraset sahibiydi.

Aslında Firavuna göre her şey bir tesadüf, her şey buluntu ve sahipsizdi. Dolayısıyla her şeyi gücüyle gasbediyordu. Ona göre çoluk-çocuğu, karısı, ordusu ve koca Mısır mülkü; hepsini bir şekilde ele geçirmişti, sahiplenmişti. Devlet onundu, mülk onundu, Hz. Musa’nın (a.s.) ikazına rağmen zulme ve ilahlık dâvâsına devam etti. Fakat en muhtaç olduğu bir zamanda, ne Kızıldeniz’e, ne suya ve ne de nefesine söz geçiremediğini, yani hiçbirinin sahibi ve hâkimi olmadığını gördü. Lakîta olarak gördüğü Hz. Musa’nın (a.s.) sahibinin Âlemlerin Rabbi olduğunu fark ettiğinde çok geç kalmıştı.

Evet bu vücut ve bu mülkün ne sahibiyiz, ne de sahiplenecek güce sahibiz. Öyleyse bizimle olan ilgisi nedir? Cevap için de yine Mesnevî-i Nuriye’den devam edelim: “O vücut, hâvî olduğu garib san’at, acip nakışların şehadetiyle, bir Sâni-i Hakîmin dest-i kudretinden çıkmış kıymettar bir hane olup, insan o hanede emaneten oturur. O vücutta yapılan binlerce tasarrufattan, ancak bir tane insana aittir.”

Firavun şahsî hayatında kendi vücudu ve hayatı için “Benim” dedi, büyük dairede de devlet ve mülk için “Benim” diyerek hem kaldıramayacağı bir yükün altına girdi, hem de emanete hıyanet etti. Hem kendine, hem de memleketine zulmetti.

Evet sahip olduğumuz hiçbir şey; ne nehirde, ne de başka bir yerde bulunmuş lakîta değil, her biri paha biçilmez birer emanet.

13.12.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Kararda 10. Yıl Marşı



Doğu Aktulga için yazdığımız yazıyı basın özgürlüğü kapsamında görmeyip mahkûm eden Ankara 14. Asliye Hukuk Mahkemesi, gerekçeli kararında bu görüşünü dayandırdığı noktalardan birini şöyle dile getiriyor:

“İlgili hakkında ‘Beynini Atatürkçü düşünce sistemiyle şarj eden bir kişi olarak Onuncu Yıl Marşı okunurken cömertçe akıttığı gözyaşları ile...’ nitelendirmesi de kişilik haklarına açıkça saldırı mahiyetindedir...”

Bu nitelendirmenin “kişilik haklarına açıkça saldırı” olarak vasıflandırılması neden?

“Beynini Atatürkçü düşünce sistemiyle şarj etme” ifadesinden böyle bir sonuç çıkarılmasının mantık ve gerekçesini anlamakta doğrusu zorlanıyoruz. Çünkü bu söz bizzat Aktulga’nın kendi ağzından sâdır olmuştu.

Aktulga Ege Ordu Komutanlığından emekli olurken devir-teslim töreninde yaptığı konuşmada “Yetiştirildiğimiz süreçte beyinlerimiz Atatürkçü düşünce sistemiyle şarj oldu” ifadesini kullanmıştı. (Hürriyet, 28.8.99)

Aynı şekilde, Aktulga’nın Onuncu Yıl Marşı okunurken gözyaşı döktüğü de, görevdeyken katıldığı bir törenden medyaya yansıyan görüntülü haberlerle sabit.

Dolayısıyla, Aktulga’nın dünya görüşünü ve bu yöndeki davranış çizgisini hatırlatma babında yorumsuz olarak söz konusu nitelemeyi yapmamızdan “kişilik haklarına açıkça saldırı” anlamı çıkarılması anlaşılır gibi değil.

Mahkeme, dâvâcı tarafın dilekçesindeki şu ifadelerden etkilenerek mi bu kanaate vardı:

“Türk vatandaşı olup da beynini Atatürkçü düşünce ile şarj etmeyen kim vardır? Onuncu yıl marşı karşısında duygulanmayan kimler olabilir? Elbette Atatürkçü olmayan ve vatanını sevmeyenlerdir. Yazarın merhumun Atatürkçü olduğunu belirtmesine gerek bulunmamaktadır. Türk insanı zaten Atatürkçüdür. Yazar merhumun Atatürkçü olmasını alaycı bir üslûpla haber vermektedir.

“Bu marşın okunması karşısında tüm Türkiye halkı duygulanmaktadır. Yazar bu marşın okunması sırasında bir Türk vatandaşı olan Aktulga’nın ağladığını ve bu gözyaşlarının hafızalarda iz bıraktığını üstüne basarak okuyucusuna niçin haber vermektedir? Bu dizeler karşısında, Kurtuluş Savaşını yaşamış, gericiliğe karşı çıkarak bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi vermiş bir ulusun vatandaşı olan her kişinin duygulanacağı açıktır. Ancak yazar, merhumun marş okunurken cömertçe gözyaşlarını akıttığını belirterek onun vatanseverlik, milliyetçilik, Atatürkçülük duygularıyla alay etmek suretiyle mirasçılarını telâfisi mümkün olmayacak şekilde üzmüştür...”

Dâvâcı tarafın hissiyatı bu olabilir. Ama adaleti tecellî ettirebilmek için kararına hiçbir hissî tarafgirliği karıştırmaması gereken mahkemenin şu ifadelerini nasıl yorumlamalı:

“Doğu Aktulga Atatürk’ün de görev yaptığı TSK’nın bir mensubudur. Törenlerde yaşananlar vatan sevgisinin pekişmesine yarar sağladığı gibi, böylesine duygusal davranışlar gençliğe de önemli mesajlar vermektedir.”

İşte, Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin onadığı kararın, “Hakaret kastının varlığı açıktır” hükmünü dayandırdığı en önemli gerekçe...

13.12.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

AB sonrası Ankara



MGK Genel Sekreterliği’nde, “Güven 2006 Tatbikatı” icra ediliyor.

Asimetrik tehditler karşısında gerçekleştirilecek olan kriz yönetimi bu tatbikatta uygulamalı olarak icra ediliyor.

MGK Genel Sekreterliğinin duvarlarında kabartmalı Türkiye ve bölge haritalarının bulunduğu tatbikat salonlarında, her birim kendine ayrılan masada diğerleriyle entegre bir şekilde vazifesini icra ediyor.

MGK salonlarında “Güven “tatbikatı yapılırken, başşehrin ortasında devlette güveni temelden sarsan bir iletişimsizlik krizi yaşanıyor.

Dışişleri, başbakanlık, Çankaya ve Genelkurmay dörtgeninde patlak veren krizin diğer ucunda ise Brüksel yer alıyor.

AB konusunda 1 yıl boyunca ciddi bir adım atmayan Türkiye, müzakerelerin 8 başlıkta askıya alınması ve üyelik konusunun 2008 yılında yeniden değerlendirmesi taleplerinin ortaya çıkması üzerine işin vahametinin farkına vardı, trenin raydan çıkmaması için dönem başkanı Finlandiya’nın da gayretleriyle bir son dakika atağı başlattı.

Beklentiler bir ”Altın gol” olması ve bu süreçten en az zararlı çıkılması yönündeydi.

Ercan havaalanı ve Magusa limanının açılması karşılığında Türkiye’den bir liman ve havaalanının Rumlara açılması teklifi işte böyle ortaya çıktı.

Bu teklif Rumları şaşırttı. Hatta ilk başlarda bocaladılar. AB karşıtı cephe bölündü. Türkiye’ye karşı katı tutumda esneklik meydana geldi. Ama onun ötesinde bir ilerleme sağlanamadı, çünkü biz tel tel döküldük.

Bu süreci yönetemediğimiz gibi, Rumların elini zayıflatalım derken, biz bir krizin içine yuvarlandık.

Genelkurmay Başkanı ve Cumhurbaşkanı’nın bildik açıklamaları sebebiyle ileri bir hamle yapalım derken, krizi kucağımızda bulduk. Dışişlerinden gelen ürkek, “Bilgilendirdik” açıklamaları bu sorunu karşılamaya yetmedi. Başbakan Erdoğan’ın kararlı tutumu da bir yere kadar etkili oldu.

Türkiye, böylece bu süreci yönetemedi. AB minderinde attığı kündenin altında kalmak gibi bir tehlike ile yüz yüze kaldı.

Sonuç ne oldu? Müzakereler 8 başlıkta askıya alınıyor, ama AB üyeliği konusunda getirilmek istenen takvim ortadan kalktı. Ama bir perdeleme de mevcut. Kıbrıs konusunda Türkiye’ye haklılık veren yaklaşım ise yüreğimize su serperken, kötünün iyisine razı olma durumu ile karşı karşıyayız.

Peki Ankara’daki kriz ne aşamada? AB gitti, kavga bitti mi, yoksa cumhurbaşkanlığı seçimine kadar sürecek olan periyodik bir kriz takvimine mi bağlanmış bulunuyoruz?

Bu, sürecin nasıl yönetileceğine bağlı.

Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün bakanlar kurulu toplantısında Büyükanıt Paşayı aradığını, verdiği bilgilerden sonra Paşa’nın, “Ben böyle bilmiyordum” deyip, üzüntülerini ilettiğine ilişkin sözleri bir dalgalanma meydana getirdi. Bu yazı yazıldığı saatlerde henüz Genelkurmay’dan bir açıklama gelmemişti, ancak böyle bir beklenti vardı. Zaten açıklama olmazsa, Genelkurmay’ın da savaş baltalarını toprağa gömdüğü ve krizin gereğinden fazla uzamasını istemediği sonucu çıkarılabilirdi.

Grup toplantısına girerken Abdullah Gül’e sorduk. “Biz o konuyu kapattık” dedi. Ancak AB konusunda söyleyeceği sözler vardı. AB’nin vizyonunu kaybettiğini belirtti, AB kriterlerini yerine getirme konusunda bir sapma olmayacağını söyledi.

Grup toplantısına girdik. Başbakan Erdoğan kürsüye dâvet edilirken, son zamanların en canlı alkışını aldı. Haftasonu cumhurbaşkanı Sezer’e ve Büyükanıt Paşa’ya verdiği cevaplar grubu rahatlatmış olmalı. Onlar da alkışlarıyla liderlerine desteklerini ortaya koydular.

AK Parti zirvede gerginlik olmasın diye YAŞ geleneklerini çiğneyip, Büyükanıt Paşa için bir prosedür icat etti. YAŞ toplantısına girmeden Büyükanıt Paşa’nın Genelkurmay Başkanlığına atamasını çıkardı. Bu yüzden Paşa’nın eleştirileri karşısında, “Bize bu yapılır mı?” şeklinde bir yaklaşıma sahipler.

Geçmişte Demirel, onları Genelkurmay Başkanı ve hatta Cumhurbaşkanı yaptı. Ne oldu? Demirel’i devirecek ihtilâllere hep destek verdiler.

Bu yüzden özel yöntemler çözüm değil.

Başbakan, grup konuşmasının büyük bir bölümünü AB ve Kıbrıs konusuna ayırdı.

Büyükanıt Paşa’ya doğrudan değil, ama üstü kapalı olarak cevap verdi. Ancak bu cephe adına CHP lideri Baykal’ı hedef aldı. Siyasî bir muhatap olması açısından da rahat konuştu.

Baykal’a söyledikleri, “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” cinsindendi.

AB treni, şöyle ya da böyle ilerleyecek. Ancak asıl olan biz, yani Ankara millî konuları dahi kriz konusu yapacak kadar gerilim üretme merakından nasıl kurtulacak? Gerisi bunun yanında teferruat kalıyor.

13.12.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Düşüncelerin çarpıştığı yer



Namık Kemal, “Barika-i hakikat, müsademe-i efkârdan doğar” (Hakikatin ışığı, fikirlerin çarpışmasından meydana gelir) demiş; ama bazıları fikirlerin ifade edilmesinden son derece rahatsız oluyor. Çünkü, ortaya çıkacak olan ‘hakikat,’ yalan ve yanlış dağlarını yakıp kavurabilir.

Türkiye’de, düşüncelerin ifadesi noktasında ciddî sıkıntılar yaşandığı bir ortada. Kabul edilen ‘uyum paketleri’ne rağmen hâlâ onlarca yazı/ifade muhakeme ediliyor. Dünyanın başka ülkelerinde de bu konular tartışılıyor elbet, ama umumiyetle ‘özgürlük’ galip geliyor.

İfade özgürlüğüne en ziyade ihtiyaç duyulan yerlerden biri de üniversiteler ve dolayısı ile de akademisyenlerdir. Yakın zaman önce bir öğretim üyesinin, bir panelde yaptığı konuşma sebebiyle ‘aforoz’ edildiği ve yargılanmadan mahkum ilân edildiğini hatırlayalım. Benzer bir hadise yıllar önce Amerika’da yaşanmış ve Türkiye’dekinin aksine üniversitenin rektörü akademisyenine sahip çıkmıştı. Kudüs doğumlu, Filistin’li Edward Said, Filistin lehine, İsrail aleyhine bir makale yazmış, ardından da Filistin’e giderek İsrail karakoluna taş atmış. Bu hadise üzerine ABD’deki İsrail lobisi ayağa kalkmış ve Said’in Columbia Üniversitesinden ‘atılması’nı talep etmiş. O dönemde üniversitenin rektörlüğünü yapan Prof. Jonathan R. Cole ise bu karşı çıkmış ve Said’i ve dolayısıyla fikir özgürlüğünü savunmuş.

Prof. Jonathan R. Cole, Nokta’nın soruları üzerine (7-13 Aralık 2006) özgürlüğü savunmaya devam edip şunları söylemiş:

“Öğretim üyelerine görüşlerini—ümit edilir ki, bu görüşler verilerle desteklenir olsun—serbestçe ifade edebilmeleri için, üniversite önderlerince de desteklenen çok geniş bir özgürlük alanı sağlanmasının hayatî ölçüde önemli olduğuna inanıyorum.

“Bazıları akademisyenlerin söyleyeceklerinden rahatsız olabilir, ama bu onları düşüncelerini ifade etmekten alıkoymamalı. Fikirlerin özgürce ifade edildiği bu pazar, toplumun da yararına işlediğinden, hiç kimse, özellikle de üniversite gibi özgür düşüncesin sığınağı olan bir kurumda, düşüncelerin şu ya da bu içeriğinden dolayı yasaklanabileceğine karar verecek konumda olmamalı. Üniversite düşüncelerin çatıştığı yerdir ve kalıplaşmış, belli fikirlerin dogma haline gelmesine müsaade edilmemelidir. (...)

“Sonuçta, kendini iyi olarak tanımlayan hiçbir üniversite, dışarıdan gelecek siyasî baskının bir öğretim üyesinin dersteki sözlerinden dolayı cezalandırılıp cezalandırılmayacağı kararını vermesine müsaade etmez. (...) Dışarıdaki kanaat önderlerinin bir öğretim üyesinin işe alınması ya da işten çıkarılması kararını etkilemesine müsaade edilmesi, tarihsel olarak görülmüştür ki, sadece üniversitenin kalitesini yitirmesine yol açmıştır.

“11 Eylül olaylarından ve ‘ABD Vatanseverlik Yasası’ gibi yasaların yürürlüğe girmesinden bu yana akademisyenler belli Amerikan politikalarına, özellikle de Ortadoğu ile İsrail’e karşı izlenen politikalara karşı görüşlerini güçlü bir şekilde ifade etme konusunda gönülsüz davrandılar. Bu tesbitte hiçbir tereddüdüm yok. Bana göre, 11 Eylül’den beri üniversitenin araştırma ve öğretim işlevlerine yönelik siyasî bir müdahale yaşıyoruz. (...) Sanırım şu anda Amerika’da akademisyenlerin İsrail hükümetinin politikalarına karşı görüşlerini açıkça dile getirmeleri adamakıllı cesaret gerektiren bir iş. (...)

“Bir çok Amerikalının İslâm dünyasını büyük ölçüde yanlış anladığını ve bu alanda derin bir cehaletin hakim olduğunu düşünüyorum. Şimdilerde değişse de, üniversitelerde İslâm dünyası hakkında yeterli kadar ders yoktu. Daha beş sene kadar önce Ivy League üniversitelerinin müfredatlarında sadece Kur’ân’a ayrılmış bir ders olup olmadığına baktım ve şaşırarak gördüm ki, hiç yoktu.”

Prof. Cole, Amerika’daki üniversitelerde İslâm ve Kur’ân konulu ders olmadığını duyunca şaşırmış. Ya Türkiye’deki durumu bilse ne diyecek?

Düşüncelerin ifadelerinden ve ‘çarpışması’ndan hakikat doğar. Hakikatlerden ürkmeyelim...

13.12.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Teknovisyon İzmit



Geçen haftanın son günü İzmit’teydik. Bu defa, Anadolu turumuzun batı yakasındayız. Sanayi ile özdeşleşmiş bir şehirdeyiz. Kalkınma ve sosyo-ekonomik parametrelerin ölçülebilirlik değeri en iyi yorumlanabilir bir bölge burası.

Bölge diyorum, çünkü Adapazarı ve İstanbul’un ekseninde yer alan ve sanayi havzası potansiyelini gittikçe katlayan bir teknoparklar bölgesi İzmit. Aynı zamanda Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü de beyin kurgusu ve tasarım becerisi gelişmiş teknolojik çözümler üretiyor. 2005 yılında uluslar arası hakemli dergilerde yayımlanan makale sayısının 135’e ulaştığı Enstitü, Türkiye’deki üniversiteler arasında kişi başına düşen yayın sıralamasında, devlet üniversiteleri arasında birinci, bütün üniversiteler arasında ise 4. sırada yer alıyor.

TÜBİTAK’ın Marmara Araştırma Merkezi (MAM), bu bölgede hizmet veriyor. Günümüzün yaygınlaşan yeni kavramıyla “Teknovisyon” çalışmalarının ve akademik odaklılığın gün ışığına çıkarıldığı bilim kampusları bunlar. Zihnî yoğunluğun teknolojiye transfer edildiği ve üretim senaryolarının sanayi diline tercüme edildiği konulara bilim kazandıran yoğunluklar gittikçe artıyor.

Bu arada Türkiye Sınai Kalkınma bünyesinde kurulan Türkiye Sanayi ve Sevk İdare Enstitüsü (TÜSSİDE), yine bu sanayi havzasında yıllardır hizmet veriyor. Yönetim sistemlerinin, verimliliğin, süreç yönetiminin, müşteri odaklılığın, kurumsal liderliğin ve pazar kültürünün sanayi toplumuna mal edilmesi yönünde entelektüel eğitimler ve çözümler sunuyor.

TÜSSİDE, Nükhet Yetiş Hocanın zamanında daha da gelişti. Güncellendi. Alışılmış kamu anlayışının dışında reel sektör disiplinine haiz kurumsal dönüşüm modellerine ciddî katkı yaptı. Bugün eğitim, hayat boyu ve öğrenen organizasyon boyutunda süreklilik içinde bir algılar girdisi ile düşüncelerin yeni yaklaşımlara adapte olmasına ve üretken zekânın parçası olmasına katkı yapıyorsa, üreten ve bunu planlayan mantığın sosyal girdilerini de beraberinde düşünmek gerekiyor. TÜSSİDE bu mantığa katkı sağladı. Özel sektör ise bunu daha dinamik ve değişen beklentiler ışığında farklı perspektiflerle oluşmakta olan sanayi bölgelerine yaydı.

Bu meyanda Kocaeli Sanayi Odası’nı (KSO) da zikretmek gerekir. 2004 yılında Avrupa Kalite Büyük Ödülü’nü (EFQM) aldı. Ardından bu yıl Türkiye odalarının akreditasyonu sürecinde de dünya genelinde bugüne kadarki en yüksek puanı alarak akredite oldu. Bu tecrübesini diğer bölgelere liderlik ederek taşıyor.

İzmit’e Türkiye Mimar Mühendis ve Teknik Elemanlar Vakfı TÜRTEK’in Kocaeli şubesinin dâvetlisi olarak gittik. Yukarıda bahsettiğim bölge profiline katkı yapan entelektüel bir kitleyle buluştuk.

Biz de bunun idrakindeydik. Akademisyen dostlarımızın yanı sıra, büyükşehir belediye başkan vekili, ilçe/belde belediye başkanları, kurum müdürleri, sanayi kuruluşlarının değerli yönetici ve girişimcileri, sivil toplum temsilcileri ile TÜRTEK’in değerli üyeleri programa katıldı.

MÜSİAD Kocaeli Şubesinin tesislerinde yemekli seminer ve paylaşımın, sanayi toplumuna yaraşır bir düzeydeki katılım ve etkileşim boyutu bizi fazlasıyla memnun etti. MÜSİAD’ın değerli başkanı İbrahim Beyi de kutlamak gerekir. Oldukça başarılı bir şubenin varlığını hissettirdi.

Bireyin iç tanımlarından başlayarak, kendi yeteneklerini belirlemesi, ona göre hedefine odaklanması, başkasını anlaması, girişim cesaretini iç referanslarına dayalı yapması üzerine sohbet ettik. Karşılıklı diyaloğun sinerjisini yakaladık. Geribildirimler de memnuniyet vericiydi.

YASEM’in hayata dair TÜRTEK ile beraber ve sponsor kuruluşların desteğinde yürüttüğü bu organizasyonun, geleceği anlamaya ve kendimizi gözden geçirip yenilenerek hayata bakışımızı pozitifleştirmeye ciddî katkı yaptığına bir kez daha şahit oldum. Beni duygulandıran ve teşvik katsayımızı arttıran bir geri bildirimdeki mesaj, mutluluk bekleyen bireylere taşınması gereken hizmetin ne kadar ihtiyaç olduğunun göstergesiydi.

TÜRTEK şube başkanı sayın Muammer Çelik Beye ve yakın dostlara organizasyonlarından dolayı teşekkür ederim.

21. yüzyılı doğru karşılayan İzmit çerçevesi, ufuk açıcı ve yol göstericiliğine devam ediyor.

Zira İzmit, teknovisyon olarak önümüzdeki bir örnek.

13.12.2006

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

Balıkesir yollarında...



Ankara tren istasyonuna vardığım zaman mavi trenin kalkmasına on dakika kalmıştı. Küçük mescitte cemaatle yatsı namazını kıldıktan sonra son anda trene binebildim ve hareket ettik.

Koltuk arkadaşıma hayırlı yolculuklar diledim. Yirmi altı yaşında genç bir adamdı. Kısa zamanda tanıştık ve kaynaştık. Marmara Üniversitesinde doktorasını bitirmeye ve bir taraftan da memuriyetle hayatını kazanmaya çalışıyordu. Çocukluk yıllarında Kur’ân kursunda dört yıl yatılı olarak okumuş. Arapça ve sâir dînî konularda bilgi sahibi olmuştu. Ancak, kurstan sonra başlayan tahsil hayatı boyunca beş vakit namazdan uzaklaşmış, hususan İstanbul’da geçen yedi yıllık hayat, mânevî hayatını allak bullak etmişti. Vicdânen rahat değildi. Her şeyi bildiği halde yaptığı ihmalkârlık ona vicdan azabı çektiriyordu. Muhtelif aralıklarla Tavşanlı’ya kadar dînî konularda sohbet ettik. Ankara’da tekrar buluşmak dileğiyle birbirimize adres ve telefonlarımızı verdik. Son çıkan “Hayat Yolculuğu” adlı kitabımı benim bedelime onunla konuşsun diye hediye ettim. Kucaklaşarak onu uğurladım. Yan koltukta oturan genç bir delikanlı ile onun önünde oturan genç bir kızın konuşmalarımıza kulak misafiri olduğunu fark etmiştim. Onlarla da tanıştık. Delikanlı, Kütahya Dumlupınar Üniversitesi inşaat bölümünde, genç kız ise Eskişehir Anadolu Üniversitesi İngilizce öğretmenliğinde okuyordu. Genç adam cemaat dershanelerinde üniversiteye hazırlanmış, hatta iki sene cemaat evlerinde, iki sene de yurtta kalmış, şimdi ise iki arkadaşıyla kiraladıkları evde kalıyordu. O da vakit namazlarını boşladığını söyledi. Ne kadar acı bir durum. Dünyevîleşme hastalığı ve sosyal yaşantının acımasız gerçekleri bu gençleri ne hâle getirmişti. Tavşanlı’dan Balıkesir’e kadar bu gençlerle çeşitli konuları konuştuk. Mavi tren bize seyyar bir medrese olmuştu. Onlar İzmir’e devam ediyorlardı. Ayrılmadan önce delikanlı ile karşılıklı telefonlarımızı verdik. “Hayat Yolculuğu” kitabından da bir tane kalmıştı, onu da imzalayıp hediye ettim. Her iki gence Kütahya ve Eskişehir Yeni Asya bürolarının telefonlarını vererek tanışmaları için gitmelerini söyledim.

Nihayet on saatlik uzun yolculuk bitmiş, Balıkesir istasyonuna gelmiştim. Uzak mesafelere uçakla yapılan yolculuğun kıymetini bir daha takdir ettim. Hem yorgun hem uykusuzdum. Fakat, hizmete vesile olmanın lezzeti onları unutturuyordu. Değerli kardeşimiz Şahin Beyle buluştuk. Hizmet merkezine giderek sabah namazından sonra biraz istirahat ettik. On bir buçukta Necati Ağabeyle BRT FM Radyosundayız. Radyonun sahibi çok sıcak kanlı ve değerli bir hukukçuydu. Avukatlık mesleğinin hakkını vererek yapıyordu. 12 Eylül döneminde çok haksızlığa uğramıştı. Haksızlığa uğrayanların hakkını aramaktan ve hukuklarını korumaktan tarifsiz lezzet alıyordu. Sosyal demokrat bir anlayışın sahibi olduğu için inancından ve düşüncesinden dolayı kimsenin haksızlığa ve zulme uğramasına tahammülü yoktu. Birlikte yarım saat süren demokrasi ve insan hakları konularını ihtivâ eden ve Bediüzzaman’ın cumhuriyet ve demokratlık hakkındaki düşüncelerini ifâde eden bir sohbet yaptık. İleri yaşlarda olmasına rağmen aktif olarak hayatın içinde olan bu değerli büyüğümüzü şükranla anıyorum. Aynı zamanda Bediüzzaman’ın fikirlerine hayran olup saygı duyan Turgut İnal Beyi kutluyor, Allah’tan hayırlı ve bereketli ömürler diliyorum.

Saat on dörtte başlayan ve hanım kardeşlerimizin de katıldığı seminerimiz Nur mesleğinin temel prensiplerini ihtivâ ediyordu. İki saate yaklaşan seminer çalışması, bilinmesi gereken bir çok ayrıntının anlaşılmasına vesile oldu. Katılan herkese teşekkürlerimi sunuyorum.

Akşam hizmet merkezindeyiz. Dar bir temel üzerine inşâ edilen üç katlı merkezin yeterli olmadığı görülüyordu. Daha merkezî ve büyük bir inşaat için çalışmaların yapıldığını duymam memnuniyetime sebep oldu. Kalabalık bir katılım vardı. Bu vesileyle yüz elli km’lik bir mesafeden şevkle sohbete gelen Ayvalık kahramanlarını özellikle tebrik ediyorum. Üç saate yaklaşan ders ve sohbetimiz öze dönük temel meselelerdi. Yeni Asya ekolü geçmişten günümüze müsbet olan her türlü yeniliğe açık bir cemaatti. İslâmî olan ilk gazete, ilk roman, ilk teyp kaseti, ilk video kaseti, ilk çocuk dergisi, ilk ilim ve teknik serisi gibi bir çok ilklerin altında imzası vardı. Fakat bu yenilikler, özü ve ruhu aslîyi kaybetmeye sebep değil, bilâkis ruh-u aslîyi kuvvetlendirmeye vesile olan çalışmalardı. Mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerim’in sene boyu paylaşılarak ve onun çağa hitap eden son dersi olan Nur Risâlelerinin düzenli ve devamlı okunması, Cevşen ve sâir duâların takip edilmesi ve diğer insanların da Nurlar ve cemaatla tanıştırılarak imanlarının muhafazası ruh-u aslîmizi koruyan en önemli meselemizdi. Ruhsatlarla değil, azimetlerle ve takvâ dairesinde amel etmek ve Sünnet-i Seniyyeyi fiilen yaşamak en temel prensibimizdi. Bunlar olmadığı veya ihmale uğradığı zaman dünyevîleşme denizinin sahillerinden uzaklaşıp açıklarda boğulma tehlikesiyle karşılaşmak söz konusuydu. İnsanı dünyaya çağıran sebepler çoktu. Ama bizler, önce kendimizi sonra milletimizi âhirete çağıran şuurlu bir kitleydik. Bir kişinin imanını kurtarmaya vesile olmak, dünyanın bin türlü cazibedâr işlerinden bin kat daha değerliydi. Dünyevîleşen cemaatlerin hizmetleri zâhiren mutantan ve şatafatlı olsa da, içi çürümüş bir ağaç veya ruhunu kaybetmiş bir bedenden farkı kalmazdı. Sohbetimiz böylece uzayıp gitti. Gece yarısı treniyle dönerken yanımda genç bir öğretmen vardı. Onunla Tavşanlı’ya kadar bir hayli konuştuk. Ankara’ya yine on saatlik bir yolculuktan sonra ulaştığımda, saat on buçuğu gösteriyordu.

13.12.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Duisburg’a vuran Sultanahmet gölgesi



Münih’te St. Korbinian Katedralinin karşısına bir cami dikilmesine karşı çıkanların gerekçesi şu: Kilise sekülarizm karşısında eriyor. Mevzii kaybediyor. Buna mukabil bir de Müslümanlardan darbe yiyor. Aslında bu psikolojiyi sekülarizme karşı ortak zemin anlayışıyla aşabilirler. Bu meyanda bazı boş kiliseler lokantalara ve bankalara dönüşüyormuş.

İşte burada bir hazımsızlık var. Fransa gibi ülkeler, ‘Türkiye’yi AB de hazmedemeyebiliriz’ derken bazı Hıristiyanlar da sekülarizme karşı mevzi kaybetmeyi göze aldıkları halde cami karşısında terk-i mevkii etmeyi içlerine sindiremiyorlar. Bu da tarihin zıtlaşma mirasının günümüzdeki akislerinden birisidir.

Helga Schandl’ın bu tarz argümanlarına karşı Türk toplumunun önde gelenlerinden birisi olan Önder Yıldız şu mukabelede bulunuyor: “Kilise’nin yanına bir caminin ikame edilmesi dinler arasındaki diyalog zeminini daha da güçlendirecektir…”

Korbinian Kilisesinin karşısına bir caminin ikame edilmesini hoşamedi ile karşılayanlardan birisi de şehrin belediye başkanı. Cami inşa edildiğinde Alman Katolizminin kalbi olan Münih bölgesinde bu cesamette üçüncü cami olacak. Bununla birlikte bunu hazmedemeyen bazı bölge sakinleri projeyi durdurmak için imza kampanyaları düzenliyorlar ve dilekçeleriyle Bavyera Parlamentosuna başvuruyorlar. Gerekçeleri de hazır: İslâmî hayat ve onun temsil ettiği cami, Bavyera kimliğine ve geleneklerine ters. Onlara göre Bavyera’yı Bavyera yapan iki gelenek var. Birincisi, bira içmek, ikincisi de domuz yemek. Aslında zımnî olarak üçüncü hususiyet, eski içişleri bakanlarından Zimmerman gibilerde görünen huşunet ve kabalık. Bavyera sakinlerine göre Bavyera’nın bu iki hususiyetinin ikisi de İslâmda yasak kapsamına giriyor. Alkollü bira tüketimi ve buna ilâveten domuz eti yemek katiyetle yasak.

***

Birkaç on yıldır Almanya camilerle tanıştı. Ancak kubbeli cami modeli yeni yeni gelişiyor. Almanya’da 2 bin civarında oda ve kilerden dönüştürme mescidin yanında 150 kadar da cami var. Artık Almanya Müslümanları kaçamak ve kaçar göçer tarzda ibadet etmek istemiyorlar. Köklerinin derinleşmesini istiyorlar ve bunun için de şeair’e ve sembollere önem veriyorlar. İşte bu noktada şeair üzerinden bir kutuplaşma, çekişme veya rekabet yaşanıyor. Kimileri şeair üzerinden İslâm’ın bu topraklara serpilmesini istemiyor veya hazmetmekte zorlanıyor. Bu itiraz şekli, Fransa’daki gibi kimi zaman cumhuriyet temelleri, kimi zaman da Bavyera’da olduğu gibi Bavyeralılık raconu oluyor. İşte İslâmın şiarlarından birisi olan kubbeli ve minareli camiler bölge Müslümanlarının gözdesi. Bu tür camiler için birkaç proje var. Bu projelerden birisi endüstri şehri olan Duisburg ile alakalı. Kubbeli ve bin kişilik bir cemaatı barındıracak olan geniş bir cami tasarlanıyor. Bitirildiğinde adeta İstanbul’daki Sultanahmet Camiinin silüetini andıracak ve aksettirecek.

Giessen Üniversitesi siyasal bilimcilerinden olan Claus Legewie: “Almanya’da Müslümanlar ne zaman kapalı mekânlarından gün yüzüne çıksalar orada tartışma ve sürtüşme veya kutuplaşma başlıyor. İtiraz sesleri ve protestolar önce park sorunu veya gürültü gibi teknik ayrıntılardan başlıyor. Ama temelinde kültürel önyargı var. Burada milliyetçi bir azınlık, göçmenlere ve özellikle de Müslüman göçmenlere ve onların kimliklerine karşı çıkıyor...” diyor. Sağ eğilimli politikacılar da bu damarı sürekli olarak kaşıyor ve tahrik ediyorlar. Kimileri de artan camilerin sayısını İslâmî terör ortamıyla bağlantılı olarak takdim etmeye çalışıyor. Bu da kimi açık fikirli Almanları bile etkiliyor. Demek ki, Almanlardan bir kısmı henüz şeair meselesini hazmetme aşamasına gelememiş. Kimi eyaletlerde başörtüsünün yasaklanması da El Ahram’ın yazdığına göre bu zıddiyetin veya hazımsızlığın veya kutuplaşma arayışının bir sonucu.

***

Türkiye’de Sultanahmet’i ziyaret eden ve burada kıyama duran Papa’nın da Bavyeralı olması kaderin garip bir cilvesi. Münih’te de başpiskoposluk görevinde bulunmuş. Papa da Regensburg’da İslâm ile şiddet arasında bağlantı kurmuştu. Münih’teki cami aleyhtarı kampanyanın başını çeken Helga Schandl Papa’nın mesajını gayet iyi algıladığını söylüyor. Münih Belediye Başkanı Christian Ude ise Protestanların da iki yüzyıllık süre içinde aynı süreçten geçtiklerini ve benzeri sıkıntıları çektiklerini ve atlattıklarını söylüyor. 1938 yılında burada Yahudilere ait bazı sinagoglar ateşe verilmiş.

Münih’te 80 ile 120 bin arasında Müslüman yaşıyor ve bunların kahiri ekserisi ise Türkiyeli. Münih’in namlı camilerinden ilki, Mustafa Şeker Hoca’nın bir zamanlar görev yaptığı camidir. İkincisi de, 1990’lı yıllarda kurulmuş ve bazı saldırılara maruz kalmış. Her iki cami de nisbeten şehrin kenar kısımlarında yer alıyor. Üçüncüsü ise şehrin merkezine yakın ve inşa halinde. Metin Avcı bunun gerekçesini şöyle izah ediyor: “Artık Müslümanlar daha görünür yerlerde ibadet etmek istiyorlar...” Bu bana nedense 1994’ten itibaren MSP çizgisinin iktidara gelişi sırasında İslâmî kesimlerin merkeze yürüyorlar söylemini hatırlattı. Caminin minareleri 134 feet olacakmış ki bu karşıdaki kilise çan kulesinden 46 feet daha kısa demektir. Camide minare olacak, ama minarelerinden ezan sesi okunmayacak. Minarelerinden birisine yıldızlı bir lafza-i celal yazılacak ve geceleri bu ışıklandırılacak. Cami bu şekliyle 250 erkek ve 150 kadın cemaata hizmet verebilecek. Ancak sosyal ve kültürel faaliyetler çerçevesinde gayri müslimlere de hizmet verecek. Gayri müslimlerin de çay içebilecekleri mekânlar tasarlanıyor.

St. Korbinian ve Protestan kilisesi cami projesini destekliyor, ama müntesiplerinin bu hususta ikiye bölündüğünü de hatırlatıyor. Bunlardan bir kısmı cami yanında ibadet ederken huzur duyamayacağını ileri sürüyor. Uç örneklerden birisi olarak Andrea Borger bir benzetmede bulunuyor: “Kızım komşularının yanından geçerken başörtüsü takmak zorunda kalırsanız ne diyeceksiniz?”

Papa’ya Almanya ziyareti sırasında eşlik eden Bavyera Başbakanı Edmund Stoiber de camiyi bloke etmek ve geçit vermemek için seçmenlere taahhütte bulunmuş. Muhafazakârlar meseleyi 2008 seçimleri öncesinde yeni bir kampanya ile gündeme getirmek istiyorlar. Ama Belediye Başkanı son sözü yargının söyleyeceğini ve yargıdan da ümitvar olduğunu söylüyor. Cami bir DİTİM projesi.

13.12.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004