Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 28 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

İslam YAŞAR

‘Olmak, ya da olmamak’



1+5+3+4+4: 17

“On yedi sene” diyerek seslendirdi zihninden geçen rakamların toplamını. “Yirmi üç senenin on yedi yılını şu kâğıt parçasını almak için harcadım” dedi ardından da elindeki kâğıda bakarak.

Hayallerini gerçekleştirmiş insanların rahatlığı vardı ............’nin hareketlerinde. Çünkü on yedi yıldır hep bu ânı beklemiş; dayanma gücünün kalmadığı, sabır dağarcığının taştığı, sıkıntıların tahammül hududunu aştığı zamanları hep bu günün hayalini kurarak aşmıştı.

Aslında bu hadise yalnız onun değil, annesinin, babasının da hayallerini süslemiş, onlar da yıllarca hep bu günleri beklemişlerdi. Fakülteyi bitirip diplomasını alması ile hepsinin hayalleri gerçek olmuştu.

Gerçi dekanlık henüz asıl diplomaları hazırlamadığından, mezuniyet töreninde ellerine resmî birer bitirme belgesi verilmişti, ama o bile onları mutlu etmeye yetmişti.

Geçen zaman içinde yaşadığı acı, tatlı onca hadise sonunda, elindeki kâğıt parçasından başka ne kazandığını henüz bilmiyordu. Lâkin hayatının yegâne renkli zamanı olan çocukluğunu ve kendisini çok güçlü hissetmesine rağmen gücünü pek kullanamadığı gençliğini kaybettiğini biliyordu.

Bu kazancın o kayba değip değmediğini anlamak için, hayalen de olsa geçmişe gitmek istediğinde; daha ilk hamlede kelimeler, rakamlar, okullar, talebeler, hocalar ve şehirler birbirine karışınca bir nefes sonrasını bile düşünemez oldu.

Arkadaşlarının içine daldıkları malayanî meşguliyetlerden pek zevk almadığı için müsaade isteyip ayrıldı. Bir süre şehrin kalabalık caddelerinde, tenha sokaklarında hedefsizce dolaştı.

Binaların kasveti ve insanların hâleti ruhunu sıkmaya başlayınca şehrin kenar mahallelerinden birinde yeni açılan parka gitti, bir banka oturdu ve ne yapması gerektiğini düşünmeye başladı.

Hemen eve dönmekten iş başvuruları yapmaya varıncaya kadar onlarca ihtimal birden üşüştü zihnine. Bir süre aralarında bocalamasına rağmen hiç birini tercih edemeyince hepsini bir kenara bıraktı ve bazı arkadaşları ile birlikte gezmeye gitmeye karar verdi.

Ailesinin yaşadığı yerden uzak bir şehirde dört yıl okumak kazandırmıştı ona bu medenî cesareti. Onun için annesine telefon edip okulu bitirdiğini müjdeledikten sonra eve biraz geç geleceğini bildirdi.

Birkaç hemcinsi ile birlikte çıktığı gezi sırasında gençliğinin son demlerini yaşayarak yılların yorgunluğunu atmak için ne geçmişi düşündü ne geleceği. Sadece günü yaşamaya gayret etti.

Her lezzet zamanı gibi çok çabuk bitti bu tatil günleri de. Eve döndükten sonra birkaç gün de ailesiyle, arkadaşlarıyla mezuniyetin mutluluğunu paylaştı ve hayatla yüz yüze geldi.

Artık isminin önünde sıfat, çantasında diploma taşıyan yetişkin insanlardan biri olduğu için kendisini her yönden hayata atılmaya ve geleceğiyle ilgili kararlar vermeye hazır hissediyordu.

İş müracaatlarına başlamadan önce, sırf gönüllerini almak maksadıyla annesine, babasına danıştığında onlar ısrarla bir devlet dairesine girmesini tavsiye ettiler.

Onları dinledi ama tavsiyelerine uymadı. Devlet dairesi yerine özel sektörde çalışmaya karar verdi. Önce gazete ilânlarını taradı, ardından eşe, dosta tanıdıklara sordu, birkaç büyük firmaya gidip formlar doldurarak iş talebinde bulundu.

Sektörün gözde firmalarının birinden mülâkat dâveti alınca gururlandı. Akşamdan diplomasını, ajandasını, bloknotunu, kalemini ve işine yaraması muhtemel evraklarını yerleştirerek çantasını hazırladı.

Mezuniyet töreninde giydiği elbisesini kılıfından çıkarıp askıya astı, içine giyeceği gömleği seçti, takacağı kravatı ayırdı. Odasına çekildi, bir süre meslekî bilgileri gözden geçirdi ve erkenden yattı.

Sabahleyin kalktı, kahvaltısını yaptıktan sonra itina ile giyindi, çantasını alıp çıktı. Yolculuğu tahmin ettiğinden kısa sürdüğü için görüşme yerine normal vaktinden yarım saat kadar evvel vardı.

Bir ara hemen görüşmeyi düşündü ise de randevulara vaktinden önce gitmenin geç kalmak kadar yanlış olacağını düşünerek vazgeçti. Çevrede biraz oyalanıp tam kendisine verilen saatte patronun odasına çıktı.

Sekreter, beyefendinin özel bir görüşme yaptığını söyleyerek yer gösterdi. O da oraya oturdu ve hemen çağrılabileceğini düşünerek herhangi bir şeyle meşgul olmadı. On beş dakika kadar böyle bekledikten sonra sehpanın üzerindeki tarihi geçmiş gazeteleri, dergileri karıştırdı.

Onlarda okuyacak pek bir şey bulamayınca sekretere beklediğini hatırlatma ihtiyacı hissetti. O görüşme bittiği zaman kendisine haber vereceğini söyleyince tekrar bekleme mahalline döndü ve bir o kadar zaman da oturup kalkarak, gidip gelerek vakit geçirdi.

Beklemekten ziyade kendisine reva görülen bu muameleye kızarak kalkıp gitmeye hazırlandığı sırada sekreter çağırınca, zahirî saygı tavırları takınarak onun peşi sıra içeri girdi.

Sekreter müracaat dosyasını verip çıkarken o patronun gösterdiği yere oturdu ve kendisini tanıtmaya başladı. Bu arada dosyadaki dilekçeyi okuyup formları inceleyen patron iş tecrübesinin olup olmadığını sordu.

O, böyle bir soruya cevap olabilecek bilgileri formda belirttiği, az önce kendisini tanıtırken de tekrarladığı hâlde, bir kere daha okulu yeni bitirdiği için herhangi bir iş tecrübesinin olmadığını hatırlattı.

Hâl ve hareketlerinden, anlattıklarından çok kıyafetindeki insicama dikkat ettiği anlaşılan patron, ‘Sen manken ajansına gitmeliydin’ der gibi müstehzî bir nazarla bakarak kararın kendisine bildirileceğini söyledi.

Patronun tavrından, oradan kendisi hakkında müsbet bir karar çıkmayacağını hisseden ..........., bir başka yerden gelen görüşme dâvetini hemen kabul etti. Önceki görüşmede kıyafetinin yadırgandığını hissettiği için bu sefer fazla kullanmadığı günlük elbiselerinden birini giyerek gitti.

Bu işyeri diğerinden yakın olduğu hâlde birkaç dakika kendisi gecikti, beş on dakika da orada bekledi ve içeri alındı. Personel müdürü, bakışlarıyla ‘Bu hâlinle sen ancak Eminönü Meydanı’nda işportacılık yapabilirsin’ dercesine kıyafetini yadırgadığını ima etse de kendisini iyi karşıladı.

Müracaat dosyasını önceden incelediği için diploma ile ilgili bir şey sormadı ama iş tecrübesinin lüzumunu hatırlattı. Sohbet havasında geçen kısa mülâkatın ardından o da neticenin daha sonra kendisine bildirileceğini söylemekle iktifa etti.

O, bu işyerinde de kendisine iş verilmeyeceğini anladığı için cevap gelmesini beklemeden başka yerlere başvurdu. Gittiği her işyerinde görüştüğü bütün yetkililer iş tecrübesini sordular. O her seferinde tecrübesinin olmadığını söyleyip diplomasını nazara vermek istedi ise de onu pek kâle almadılar.

Bunun üzerine tek başına bir iş yapma imkânlarını araştırdı. Ne var ki kendisinde o cesareti bulamadığı, çevresine de bu hususta güven veremediği için düşüncesi tahayyül safhasından öteye geçmedi.

Ancak o zaman anladı önünde devlet dairesinde veya kamu kuruluşunda iş bulmaktan başka bir ihtimalin kalmadığını. Devletin, kendi verdiği diplomaya itibar edip gereğini yapacağını düşünerek branşı ile ilgili dairelere başvurdu.

Bu sefer de ‘Kamu Personeli Sınavı’ çıktı karşısına. Bunun basit bir bürokratik formalite olduğunu düşünerek formu doldurup harcını yatırarak imtihana girdi ise de barajı aşacak kadar puan alamadı.

Fakülteyi bitirdiği gün talebelik hissiyatından sıyrıldığı için çok ağır gelmesine rağmen aylarca KPS kurslarına gidip kitaplarını alarak çalıştı ve ‘Son sınav’ dediği bu imtihanı kazandı.

Artık kendisine iş, güç sahibi yetişkin bir insan nazarı ile baktığı ve askerlik, evlilik gibi gelecek plânları yapmaya hazırlandığı sırada devlet dairelerinde açık bulunan kadrolara yüksek puan alanlar yerleştirilince plânları yine akim kaldı.

Bir arkadaşı o günlerde haber verdi fakültede diplomaların dağıtıldığını. Mezuniyet belgesi de aynı işi gördüğü için diplomanın aslı pek bir mânâ ifade etmiyordu ama yine de gidip aldı.

Kapı gibi koca bir diploma vermişlerdi eline. Kaliteli kartona basıldığından katlamaya kıyamadığı için biraz zor da olsa taşıdı ve getirip masasının üzerine koydu.

“Olmak, ya da olmamak!..”

Karşısına geçip gurur ve zillet arası garip bir hisle bakarken aklına geldi bu tabir. Ne sözün devamı olan “İşte bütün mesele” ifadesini hatırladı, ne de söyleyen Batılı yazarı. Sadece o sözün kendisi için söylendiği zehabına kapıldı.

Zîra mevcut hâliyle kendisi ne olmuş sayılıyordu, ne olmamış. Devletin verdiği diploma olduğunu gösterirken, işe almak için tecrübe arayan özel sektör olmadığına hükmedince o da ‘İki arada bir derede’ kalmıştı.

“Nerede hata yaptım acaba?” dedi kendi kendine.

Hatasını bulmak maksadıyla adam olmak için harcadığı on yedi yılı gözden geçirirken bazı hatalar yaptığını ama bütün kabahati yalnız kendisinde aramanın doğru olmayacağını, ailesinin, cemiyetin, milletin ve devletin de hatalı olduğunu düşündü.

“Nerede hata yaptık acaba?” dedi bu sefer.

O zamana kadar yaşanan hadiseleri hatırlayarak soruyu cevaplandırmaya çalışırken yeni nesillerin hâl-i hazırda aynı handikaplardan geçmekte olduğunu, bir süre sonra onların da sukut-u hayale uğrayarak kendilerine böyle şeyler soracaklarını hissedince soruyu değiştirdi.

“Nerede hata yapıyoruz acaba?”

“Nerede yapmıyoruz ki?”

“Suçlu kim?”

“Herkes.”

“Ya suç?”

“.............”

İradeyi ele almadığı takdirde zihninde şekillenen soru ve cevapların bu şekilde akıp gideceğini, üstelik bir neticenin de çıkmayacağını anlayınca durdu. Kendini toparlayıp cevapsız kalan soruya cevap bulmaya çalıştı.

Çoğu insanın yaptığı gibi o da bütün suçu devlete, millete, cemiyete yükleyerek vicdanını rahatsız eden mesuliyet hissinden kurtulabilirdi ama o işe kendisinden ve ailesinden başlamayı tercih etti.

Ailesiyle olan ilişkilerini gözden geçirdiğinde aklına gelen ilk ihtimal güvensizlik oldu. Gerçi bu duygu onların şefkatte ifrat etmeleri, kendisinin de büyümüşlük taslaması yüzünden doğmuştu ama zamanla telâfi edilmediği için birbirlerine güveni kaybetmelerine sebep olmuştu.

Yalnız onunla ailesi arasında değil, milleti meydana getiren bütün unsurlar arasında da vardı bu zaaf. Fertler ailelere, aileler devlete ve cemiyete itimat etmiyordu; devlet ve cemiyet de ailelere, fertlere.

Bütün bunlara, bir de gelişen teknolojinin değiştirdiği telâkkiler eklenince insanlar birbirinden hızla uzaklaşıyor, nesiller arasındaki kuşak çatışması gün geçtikçe büyüyordu.

............ bunları müşahede edince, geçmişten ziyade geleceğe acımaya başladı. Üstelik sadece kendisinin, ailesinin, cemiyetin, devletin ve milletin değil, insanlığın geleceğine.

Zîra insanın geleceği, insanlığın geleceği demekti.

28.01.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (21.01.2007) - Bu zamanın gençleri

  (14.01.2007) - Bu zamanda çocuk olmak

  (07.01.2007) - Âcziyetin zaferi

  (31.12.2006) - Bayramiye kasideleri

  (24.12.2006) - “Ankara’nın sisli yamaçları”

  (17.12.2006) - Ay yükseldiği yerde parlar

  (10.12.2006) - İmam-ı Rabbânî’nin hatırasına

  (03.12.2006) - Bir sürgün yeri

  (26.11.2006) - Öğretmenler Günü komedisi

  (19.11.2006) - İstanbul’un hazireleri

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004