Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 20 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Murat ÇETİN

Biz bu ülkenin nesiyiz?



Biz bu ülkenin birşeyi olmalıyız, birşeyi...

Haber bültenlerindeki sokak röportajlarında mikrofon uzatılan olmaktan öte birşey...

İnternet sitelerindeki haberlere yorum yazmaktan ileri...

Dost sohbetlerinde memleket kurtarmaktan da, gazete okurken sinirlenip kendi kendine nutuk atmaktan da başka birşey...

Dört ya da beş yılda bir çoluk çocuk toplanıp en yakın okula gidip bir mühür basmakla da bitmeyecek birşey...

Biz bu ülkenin birşeyi olmalıyız; birşeyi ve çok şeyi...

Kendisine sorulmadan hiçbir şey yapılmayan, fikri alınmadan adım atılamayan, ne diyecek, ne düşünecek, ne hissedecek diye çekinilen birileri...

Ödediği her kuruş verginin üzerine titrenilen, bir kuruşu çarçur edilse, geceleri gözlere uykunun girmediği birileri...

Verdiği her bir oy, sanki bir padişah fermanı, bir kral hükmü, bir imparator imzası gibi dikkate alınan, değer verilen, önemsenen birileri...

Her isyanı, her feryadı, her itirazı dikkatle dinlenilen, bahane değil çare, söz değil iş üretilen birileri...

Hakkı her şeyin üstünde tutulan, hakkının küçüğüne büyüğüne bakılmadığı birileri...

Biz bu ülkenin birşeyi olmalıyız, her şeyi olmalıyız.

Ne der diye gözünün içine bakılan biz olmalıyız.

Ne düşünüyor diye merak edilen biz olmalıyız.

Ne istiyor diye titizlenilen biz olmalıyız.

Belki tek bir parça değiliz. Bu yüzden her konuda tek ses, tek renk olamıyoruz. Bu yüzden kararlarımızı uygulamak, itirazlarımızı dikkate almak, hakkımızı korumak o kadar kolay değil.

Belki birilerimizin kararı uygulanırken, bazıları ihmal edilecek. Bazılarımızın itirazı cevap bulurken, bazılarının yeni itirazlarına kapı açılacak.

Ama eğer hak güçlüde değil, güç haklıda olursa, eğer bizim oyumuz, görüşümüz, fikrimiz, inancımız her şeyin üstünde görülürse, eğer adalet hüküm sürerse mutlaka bir çözüm bulunur.

Yeter ki, biz bu ülkenin birşeyi, hem de her şeyi olalım...

20.03.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Dünya imanla korunur



Son zamanlarda insanlar arasında “Küresel Isınma”dan dolayı müthiş bir korku yayılmaktadır. Elli, altmış yıl sonra gelecek olan zaman içinde yaşanması muhtemel susuzluk hadisesi, neredeyse bütün insanları tedirgin etmeye başlamıştır bile. Oysa bugün yaşayan bir çok insan, dünyanın yakın gelecekte geçirecek olan değişimi görme imkânına kavuşmadan bu dünyadan ölümle ayrılacaktır. Bu durum “iki kere iki dört eder” kesinliğinde yaşanacaktır. Hiç kimsenin, ölümün önüne geçmek gibi bir iddiası da bulunmamaktadır zaten.

Acaba insanlar birkaç yıl sonra öleceklerini bildikleri halde, çocuklarını ve torunlarını düşündükleri için mi bu kadar tedirgin olmaktadırlar? Yoksa hiç ölümü akıllarına getirmeyip, ebedî olarak bu dünyada yaşayacaklarını düşündükleri için mi bu kadar korkmaya başlamaktadırlar?

Hangi gerekçeyle olursa olsun, dünyanın insan hayatını etkileyecek zararlı gazlardan kurtarılması için çalışılması, atmosfer hareketlerini değiştirecek suiistimallere son verilmesi için tedbir alınması olumlu gelişmelerdir. İnsanlar ancak tehlikeyi görünce akılları başlarına gelmektedir. Oysa dünyayı bu hale getirenler, dünyanın imkânlarını kendi menfaatleri için kullanmak adına fıtrata aykırı hareket edip başka insanları düşünmeyenlerdir.

Asırlardır, bilhassa da son bir asırda kimyevî maddelerle silâh yapımı için büyük gayret gösterenler ve bu sûretle dünya hâkimiyetini eline geçirmek isteyenler, yine şimdi dünyanın gittikçe insanlar aleyhine iklim değiştirmesinden en çok ürken insanlardır şüphesiz.

Dünya hayatını hep mücadeleden ibaret sanan zihniyet, dünyayı yaşanmaz hale getirdi. Eğer dünyanın olumsuz bir gidişâtı gerçekten varsa bunun ilk sorumluları, “Ben tok olduktan sonra başkaları ölse bana ne”, “İnsan kitlelerini bir anda yok edebilen silâhlar üreteyim ki dünyanın süper gücü olayım” gibi düşüncelere sahip olan ve yaratılışın mânâ ve ehemmiyetini anlamayan insanlardır.

Süper güç oldular da ne oldu? Bu dünyada ölüm öldürülmedikten sonra hiç kimsenin hâkimiyeti ebedî olamaz. Dünyayı parmaklarında salladıklarını sananların da bir gün gidecekleri yer, kara toprağın bağrı değil midir?

Dünya ve içindekiler aslında birer emanettirler biz insanlar için. Zira insanoğlu bu dünya hayatının en mükemmel varlığı olarak yaratılmış ve dünyanın bütün güzellikleri onun emrine verilmiştir. Eğer insan dünya hayatının kendisine bir emanet olarak verildiğine iman etmiş olsaydı ve emanet sahibinin emirleri doğrultusunda dünya hayatını yaşamış olsaydı, şüphesiz dünyanın hiçbir varlığı ondan rahatsız olmayacaktı. Çünkü dünyadaki güzelliklere zarar vermenin emanete ihanet olduğunu düşünecekti.

Bize hayatı ve dünyayı emanet olarak veren Yüce Yaratıcımız, emanetin nasıl kullanılması gerektiğini de bildirmiştir. Bunun için insanlara peygamberler ve peygamberlere de insanların ikaz edilmesi ve doğru bir hayat yaşaması için hikmet ihtiva eden kitaplar göndermiştir.

Bütün İlâhî mesajların temelinde insanlara ve diğer varlıklara faydalı olmak, zararlı olmaktan kaçınmak bulunmaktadır. En son ve en mükemmel din olan İslâmiyet, insanlığa yaşanabilir bir dünyanın muhafaza edilmesi gereğini vaaz etmiştir. Dinimize göre insanın insana zarar vermesi, hakkına tecavüz etmesi büyük günahlardan olduğu gibi, bizimle münasebettar olan bütün canlı-cansız varlıkların da iyi kullanılmaması, onlarla iyi muamele edilmemesi de sorumluluk gerektiriyor.

Dünyayı ve içindeki varlıkları, Rabbinin eserleri ve nimetleri olduğunu düşünen bir insan hiçbir şeye zarar verir mi? Allah tarafından bütün yaptıklarının kayıt altına alındığını ve hepsinin hesabını vereceğini bilen bir insan yanlış yapmamak için çaba sarf etmez mi? Çevreyi kirletmekle kul hakkını gasp ettiğini ve mahşer gününde yaptıklarının hesabını vereceğine inanan bir insan hiç çevreyi kirletebilir mi?

Demek dünyayı bugün yaşanmaz hale getirenler, Allah’a imanda samîmî olmayan günahkâr insanlardır. Demek ki, gelecekte açlık ve susuzluk tehlikesi ile karşı karşıya kalacaklarını düşünerek titreyenler, Rabb-i Rahîmin nimetlerinin değerini bilmeyip hor kullanan, israf hastalığına yakalanan nankör insanlardır.

20.03.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

En sade şekil



Nur Risâleleri; eşyanın, hadiselerin perdelerini açan anahtarlar manzumesi… İzahları özgün ve yeni… Kur’ân ve kâinat mezciyle yoğrulmuş hakikat iksiri… Müellifin “Risâle-i Nur’un hocası Risâle-i Nur’dur” deyip kenara çekildiği bir eser…

Dokunulmaz, okunulmaz, anlaşılmaz değil, okunma zevkine varıldığında elden bırakılmaz bir kitap Risâleler… Anlaşılmasını kolaylaştırmak için üzerinde epey teknik çalışmalar da yapıldı; her sayfada bazı kelimeleri açıklama, âyet ve hadis meâlleri, kitabın sonunda kelime, yer ve şahıs indeksi, kronolojik tarihçe vs.

Telifinde ve neşrinde nice zorluklar gören Nur Risâleleri, bilişim teknolojisinin ilerlemesiyle parmaklarımızın ucuna taşında; tıklayınca sayfalar dökülüyor, tıklayınca kelimeler açıklanıyor… Sınırların kalktığı sanal ortamda yüzlerce site hizmet veriyor okuyucusuna…

Bunun yanında yönelenlere yardımcı olmak için okuma teknikleriyle ilgili yardımcı kitaplar yayınlandı, yayınlanıyor… Onlarca yayınevi, yüzlerce kitap ondan istifadeyle yayın yapıyor. Yavaş yavaş toplumun kılcal damarlarına kadar iniyor; bir gün o vücut bahar zindeliğiyle dik ve diri ayağa kalkacak inşaallah.

Gelecekte şerh ve izahlarının yapılabileceğini belirtiyor Bediüzzaman… Yetersiz olan ve az gidilen yol bu… Zamanın düşünce akımlarına cevap vermek, ehl-i imanı istikamet üzerine Kur’ân yolunda yürütmek, çekirdek fikirleri açıklayarak gün yüzüne çıkarmak; Risâle-i Nur’a muhatap olan yüksek istidatların büyük görevi…

Bireysel değil de şûrâya dayanan kuvvetle ele alınan meseleleri çözümlenmiş ve özümsenmiş olarak okuyucuya ulaştırmak bugünün büyük ihtiyacı… İhtiyaca cevap verebilmek, muhabbet ve uhuvvetle kurulacak ilim meclislerinin hızlı icraatıyla olacaktır.

Yaşayışıyla hakikatlere ayna olabilmek Nura muhatap olmak isteyenleri arttırabileceği gibi onu kitap sayfalarından çıkarıp hayata akıtacaktır… Uygulanırlığı görmek, zihindeki evhamları izale eder. Hususî hayatında hakikatleri hakkıyla yansıtamamak, uzaktan bakanları yanlış yanılgılara yönlendirir.

En hassas ve esaslı problem ona perde olmak değil, ayna olabilmekte… Yüzünde, yüreğinde, yürüyüşünde Nuru yansıtabilmek; herkesin anlayabileceği en sade, en anlaşılır izah şekli…

Fazla söze hacet yok, yaşantıya ihtiyaç var… Aklıyla, kalbiyle hayata taşımak tanıyanların taşıdığı büyük sorumluluk… Kendine şerh ve izah edemeyen başkasına ne söyleyebilir?

Bu zamanda ve bundan sonraki zamanlarda Risâle-i Nur’da açılmayı bekleyen pek çok anahtar var… Onun hakikatlerine herkesin ihtiyacı var, öyleyse herkese anlatmak gerekiyor… Sadeleştirme istekleri bu ihtiyaçtan doğuyor.

Derli toplu ve düzenli çalışmalar yapmak, yüksek istidatlardan oluşacak meclisle olacak… Şûrânın yapacağı şerh ve izahlar, zihinlerdeki şüpheleri gidereceği gibi yeni açılımlarla geniş kitlelere mesajını ulaştıracaktır.

Bireyden meclise yapmamız gereken, perdelemeden ayna olabilmek… Hâliyle ve hayatıyla hizmete hadim olmak; Risâle-i Nur’u anlatmanın en sade, en anlaşılır şekli…

Bize Kur’ân’ı öğreten, Peygamberimizi (asm) tanıtan Nur Risâlelerini okumak, yaşamak, yaşatmakla geçecek bir hayat duâsıyla… Rahman, kusurlarımızı bağışlasın, hidayetiyle rızıklandırsın, hizmette hâdim kılsın… Zihin ve kalbimize idrak gücü versin…

20.03.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Bir Çanakkale efsanesi



Aslı olmadığı halde çok yaygın şekilde konuşulduğundan gerçek olduğu zannedilen rivayetler için “şehir efsanesi” tabiri kullanılır.

Bunlardan biri Çanakkale için söz konusu.

Kastımız, birkaç sene önce “Mürteciler Çanakkale’yi Anıtkabir’e alternatif haline getirmek istiyorlar. Çarşaflı ve türbanlı kadınlar turlarla oraya akın ediyor. Rehberler Atatürk’ü değil, birtakım gerçeküstü hurafeleri anlatıyorlar” iddialarıyla koparılan yaygara değil elbette ki.

Geçtiğimiz günlerde, günlük tartışmalarıyla gündeme gelen Deniz Kuvvetleri eski Komutanının, “Kurban seçildim” deyip, olayı oğlunun hazırladığı Gelibolu belgeseliyle irtibatlandırmaya yönelik sözleri de konumuzun dışında.

Biz farklı bir konuya, M. Kemal’in, Çanakkale’de “Taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum” dediği askerlerin şehit olmaya koşarken çizdikleri tabloları tasvir ederken kullandığı ifadelerin gerçek anlamına bir paragraf açmak istiyoruz.

Bilindiği gibi, o meşhur ifadeler Çanakkale zaferinin yıldönümü haftalarına tekabül eden Cuma hutbelerinde dahi sık sık tekrarlanıyor.

Böylece gencecik askerlerimizin şehitliğe nasıl bir şevkle koştukları, komutanlarının ifadesiyle anlatılmış; şehitlerin o halet-i ruhiyesinden M. Kemal’e de, onu dindar gösterme projesine uygun bir profil çıkarılmış oluyor.

Buna karşılık, M. Kemal’in, aynı gözlemlerini, Avrupa günlerinden gönül ilişkisi içinde olduğu Madam Corinne’e cepheden yazdığı mektuplarda çok farklı bir anlayış ve üslûpla yansıttığını görüyoruz.

İşte 6.5.1916 tarihli bir mektuptan satırlar:

“Askerlerim pek cesur ve düşmandan daha mukavemetlidirler. Bundan başka, hususî inançları, çok defa ölüme sevk eden emirlerimi yerine getirmelerini çok kolaylaştırıyor.

“Filhakika, onlara göre iki semavî netice mümkün. Ya gazi veya şehit olmak. Bu sonuncusu nedir, bilir misiniz? Dos doğru Cennete gitmek. Orada Allah’ın en güzel kadınları, hurileri onları karşılayacak ve ebediyen onların arzularına tâbi olacaklar.”

Askerlerinin şehitlik arzusunu “bir an önce hurilere kavuşma arzusu” ile açıklayan M. Kemal, kendi tercihini ise şöyle ifade ediyor:

“Ölümden sonraki hayalî rahata kavuşmak için Allah’ımızın Cennetine gitmeye kolay kolay razı olacak değilim...” (Sabah, 26.3.2002)

O dehşetli savaş ortamında askerlerini emirle ölüme gönderirken kendi düşünce ve tercihini sırdaşı bir hanıma, inançlarla istihza yüklü ifadelerle böyle açığa vuran bu satırlar, aslında gerçekteki M. Kemal portresiyle de örtüşüyor.

Ve o portre, M. Kemal’in, ölümünden bir yıl önce Romanya Dışişleri Bakanı ile sohbet ederken söylediği şu sözlerde kendisini gösteriyor:

“Kitaplar karıştırdım. Hayat hakkında filozofların ne dediklerini anlamak istedim. Bir kısmı herşeyi kara görüyordu. ‘Madem ki hiçiz ve sıfıra varacağız, dünyadaki muvakkat ömür esnasında neşe ve saadete yer bulunamaz’ diyorlardı. Başka kitaplar okudum. Bunları daha akıllı adamlar yazmışlardı. Diyorlardı ki: ‘Madem ki sonu nasıl olsa sıfırdır, bari yaşadığımız müddetçe şen ve şatır olalım.’ Ben kendi karakterim itibarıyla ikinci hayat telâkkisini tercih ediyorum.” (Afet İnan, M.B ve Atatürk’ün El Yazıları, s. 16)

20.03.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Çanakkale'nin ardından



Çanakkale Zaferinin 92. yıldönümü milletimiz tarafından coşkuyla kutlandı.

Devlet ise bu gerçeği gördü ve eski arşivleri ortaya çıkararak Çanakkale ruhunu yaşatma gayretine girdi. Ama kendi gözlüğüyle. Muhteşem destanı bir kişiye mâl ederek...

Toplumsal olarak, böyle bir ruhun eksikliğini hissettiğimiz bir dönemden geçiyoruz aslında.

Çünkü günümüz Türkiye’sinde yeni bir Çanakkale ruhuna ihtiyaç duyduğumuz zamandayız. Dedelerimizin bize bıraktığı topraklarda, onlara lâyık bir tarzda yaşamanın gayreti içinde olmalıyız.

TRT 1’de “Çanakkale Geçilmez” programı izledik. Nefis kahramanlık türküleriyle bezenmiş program Çanakkale şiirleriyle de süslenmişti.

TRT 2’de Çanakkale programı canlı yayınla verildi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın konuşmasının hemen ardından tören ekrana getirildi.

Ancak Çanakkale’yi analım derken “tahrif” tehlikesiyle karşı karşıyayız. Nasıl mı?

Meselâ “Selena” (atv) diye bir dizi var. Gelin görün ki, son bölümde “Çanakkale” konusunu işledi. Şimdi “büyü”yü mübah gören bir dizi filmle “Çanakkale”yi yanyana getirmek mümkün mü? Bu dizide sapla saman karışmış, karıştırılmış... Çanakkale’yi çok basite indirgemiş.

“Siyaset Meydanı”nda (atv) ise “Namazgâh”tan yapılan canlı yayında önce canlandırma yapıldı, ardından konuşmalar gerçekleşti. Şu var ki, Çanakkale Destanını anlamak için ona ruh veren “maneviyatı” bilmek gerekir. Manevî duygulardan soyutlarsanız Çanakkale’yi izah etmekte zorlanırsınız.

STV, TGRT Haber, Dost TV, Hilâl TV, TV Net, Kanal 7’de “Çanakkale Belgeseli” ekrana getirildi. Toplumsal duyarlılık ne kadar gelişirse o kadar Çanakkale ruhunu anlayabileceğiz demektir.

*

Bu arada TRT için sevindirici bir haber aldık:

Yurt-Sev Şehit Yakınları ve İnsan Hakları Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği, büyük bir kahramanlık destanının anlatıldığı “Kınalı Kuzular” dizisini ödüle lâyık görmüş.

TRT Genel Müdür Vekili Ali Güney ödülü alırken, “TRT habercilik yapmak, doğru bilgi vermek, düzeyli yayın yapmak, reyting için değil, vatan için verilen canları ekrana taşımak için vardır ve TRT, 70 milyon ortaklı çok büyük bir ailedir. Hepiniz, hepimiz bu ailenin birer ferdiyiz. TRT hepimiz için gerekli ve hepimiz için vardır” diyor.

TRT’yi Kınalı Kuzular’dan dolayı biz de tebrik ediyoruz.

REKLÂMIN AMACI NE?

Bir banka reklâmında yeni kredi kartı reklâmında Venedik, Paris derken Brezilya Rio De Jenorio’da bulunan dev İsa heykelini gösteriyor. Oradan da bulutları filân...

Bu reklâmın amacını anlamakta zorlandık.

Müslüman mahallesinde salyangoz mu satılmaya çalışılıyor?

Eğer öyle değilse bu saygısızlık nedir?

Sabancı Holdinge bağlı olan bu kurum, bu hatayı derhal düzeltmeli.

ZOR GÜNLER

TV 5 kanalının zor günler geçirdiğini biliyoruz. Çalışanların uzun zamandır maaş alamadığını öğrendik.

Doğrusu üzüldük. Yayınlardaki teknik aksamların da azaldığını gözlemliyoruz. Işık, dekor ve ses cihazlarında eksilme olduğunu görüyoruz.

Temennimiz, TV 5’in bir an önce toparlanması ve yayınlarındaki kalite çıtasını tekrar yükseltmesi.

BİLİNÇALTI MESAJ

Radyo ve Televizyon İzleyicileri Derneği Başkanı İbrahim Dumrul şöyle diyor:

‘’Kurtlar Vadisi, Sağır Oda, Kod Adı Kaos gibi dizilerde, ‘bilinç altı beyin yıkama faaliyetleri’ Türk toplumuna enjekte ediliyor.”

Dumrul, son zamanlarda dizilerde artan şiddet olayları ve sonrasındaki intiharların artması sebebiyle TBMM Dilekçe Komisyonuna verdiği yazıda, “Toplum-birey-aile ve özellikle de çocuk ve gençlerimizin ruh sağlığını olumsuz yönde etkileyen, her geçen gün hoşgörü ve ahlâk sınırlarını aşan cinsellik ve şiddet içeren yayınlarla, izleyicilerin haklı tepkisini alarak saygınlıklarını kaybetmektedirler” diyor. Kabul.

Ama mantar gibi çoğalan sefih yarışma programları da mercek altına alınmalı diyoruz.

20.03.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Bush defol



Sevgi zinciri oluşturdu insanlık.

Binler, yüz binler “Bush Irak’tan defol” diye haykırdı. Irak’ta gün başına 50 insan ölümü düşmeden, 4 yıllık işgal boyunca 700 bin insan hayatını kaybetmeden, 1.5 milyon Iraklı vatanı terk etmeden önce de on milyon insan el ele tutuşup, Bush Irak’a girme diye haykırmıştı.

İnsanlığı dinlese, insanlar ölmeyecekti. Parçalanmanın eşiğine gelmeyecekti Irak. Ve Iraklılar bugün Saddam Hüseyin gibi bir diktatörü arayacak duruma düşmeyecekti. Bugün Irak için bir bilânço çıkarma günü. Çünkü bugün Irak’ın işgalinin 5. yıldönümü. İşgal 5 yılda ne getirdi? 20 Mart 2003 öncesine göre Irak daha yaşanabilir, daha iyi bir ülke değil. 5 koca yılı koskoca bir trajedi olarak yaşadı Irak. Özgürlük Operasyonu adı verilmişti.

Saddam gidecek, Irak’ta demokrasi kurulacak, kadın-erkek eşitliği sağlanacak ve bir diktatörden kurtarılan Irak artık özgür olacaktı. Savaşın acılarını yaşamakta dahi özgür olamadı kadınlar. Onlar bir yandan kaybettiklerine üzülürken, vahşi tecavüzlere uğrayıp, idam sehpalarında sallandırıldılar. 20 Mart’ta Irak’ın kadınları vardı. 20 Mart’tan sonra Ebu Gureyb’in kadınları oldu.

ABD henüz Irak’ı işgal etmemişti. Londra’dan Madrit’e, Washington’dan Endonezya’ya kadar milyonlarca insan, Irak’ın işgaline karşı çıkıyordu.

Recep Tayyip Erdoğan o sırada henüz genel başkandı.

İşgale karşı çıkan bir grup gazeteci ile konuşurken, dünya kamuoyunun ABD’ye karşı olduğu hatırlatılınca, küçümser bir tavırla, bunların üç beş marjinal grup olduğuna dair lâflar etmişti.

“ABD ile birlikte hareket etmemiz lâzım” diyordu. En çok da ABD ile ters düştüğümüz takdirde başta ekonomi olmak üzere içeride dengelerin alt üst olmasından korkuyordu.

Tezkerenin geçmesini istedi. Ama başarılı olamadı.

Bugün de tezkere geçseydi havasında...

Abdullah Gül ise dönemin başbakanı olarak tüm gelişmelerin merkezinde yer alıyor, her türlü bilgiye sahip birisi olarak hareket ediyordu. İşgalin kesin olduğunun bilincindeydi. Çünkü görüştüğü ABD’liler Saddam sonrasını konuşuyorlardı. Bu yüzden Saddam’ın ikinci adamı Taha Yasin Ramazan’ı bir gece MİT’in uçağıyla getirtip, işin vahametini anlatmıştı.

İşgal olmayacak diyenlere rağmen, o ABD’nin müdahalesinin kaçınılmaz olduğunu söylüyor ve “Mart ayını aşmazlar” diyordu. Amerikan askerlerinin kıyafetlerinin kışlık olduğunu belirtip, bahar gelmeden, sıcaklar bastırmadan müdahalenin olacağını düşünüyordu. Ama Türkiye’nin iştirak etmesinin ne denli doğru olacağı konusunda endişeliydi.

Kısa bir dönem başbakanlık yaptı Abdullah Gül. Ancak bu ülkeye en büyük hediyesi ABD’nin yanında ülkeyi savaşa sokmamak oldu.

2 gün önce 18 Mart Çanakkale Deniz Zaferini kutladık. Gözlerim yaşlı, ama başımız dikti. Çünkü bu millete Çanakkale gibi destanlar, Kurtuluş Savaşı gibi istiklâl mücadelesi ya da fetihler yakışır. Amerikan Hispaniklerinin peşine takılıp bir İslâm ülkesini işgal etme zilleti değil. Biz o topraklara asırlarca hükmeden efendilerdik. Gideceksek yine kendi adımıza gider ve adaletle hükmederiz.

Türk milleti Amerikan ordusunun gurkhaları değil.

İngiliz ordusunda para karşılığı çarpışan Nepalli askerlere diyorlar gurkhalar diye.

Amerika, Irak’tan çekilmenin formüllerini arıyor. Amerikan senatosunda, “Irak’ta başarısız olduk çekilelim” diyenler, Başkan Bush’un ilâve bütçe ve ek asker gönderme taleplerine direniyorlar. Irak’ta işgalden bu yana yaşananlar ortadayken, Irak’taki ateş Filistin’i ve Lübnan’ı unutturacak boyutlara ulaşıp, bölgeyi tehdit eder hale gelmişken, hâlâ birileri 1 Mart tezkeresinin hesabını sormaya kalkıyor.

Tezkere geçmeli, ABD ile birlikte girmeliydik.

Sanki Irak’ı birlikte taksim edecektik.

Tezkereden önce ABD ile yürüttüğümüz mutabakat zaptı görüşmelerinde, Türk askeri Kuzey Irak’a girmesin, ama biz güneyi kullanalım teklifiyle oturdu ABD...

İskenderun Körfezinden Türkiye’nin güneyine 78 bin Amerikan askeri konuşlanacaktı.

Çekiç Güç 6 aylığına gelmiş 10 yıldan fazla kalmıştı bu topraklarda.

Zorlu müzakelerinden sonra ise Kuzey Irak’a ancak 14 kilometre kadar girmemize izin verilmişti. İlk başta Amerikalı bir komutanın emrinde olacaktı, ama bu Türkiye’nin direnişi sonucu kabul edilmemişti.

Türkiye’nin ABD’nin yanında yer almaması Irak’ta Kürtleri birinci derecede önemli güç haline getirdi mi?

ABD’nin Kürtlerle anlaşması sadece 1 Mart tezkeresi öncesinde yoktu ki? Çekiç Güç’le 1991 yılından beri koruyordu ABD onları.

Bu coğrafya burada olduğu, bu topraklar başka kıt'alara taşınmadığı sürece biz bu milletlerle birlikte olacağız.

Varsın olsun Iraklı Kürtlerin sicilinde ABD ile işbirliği lekesi.

Şerif Hüseyin, İngilizlerle işbirliği yaptı diye şerefli mi anılıyor.

Hem akıbeti ne oldu?

Barzani ve Talabani’nin sonu ne olacak?

Iraklı bebeklerin kanını akıtacak bir fitneye âlet olmadık ya siz ona bakın.

Açık alınla, temiz vicdanla işgalin yıldönümünde bir kez daha bağırıyoruz Bush Irak’tan defol...

20.03.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Batman ilgi bekliyor



Bu hafta başına kadar, öğretici Anadolu yollarındaydık yine. Üç gün güneydoğudaydık. Batman’a inmeden yol boyu, yolcularla, gündemle ve genel gidişatımızla ilgili gözlem yapmaya çalıştım.

Koltuk komşumla uçak inişe geçmeye başlayınca ancak konuşabildik. Oldukça vakur ve mesafeli duruşunun ardındaki samimiyeti yakaladığımda açıldı. Dokuz yıldır Azerbaycan’da inşaat firmasına demirci olarak taşeronluk yaptığını öğrendiğim İbrahim, bu sürede çalışkanlığının yanında beden disiplinini de koruduğunu, helâl rızkın peşinde olduğunu söyledi.

İbrahim o kadar içten ve ölçülü anlatıyordu ki, konuşmamız servis otobüsünü beklerken de sürdü. Azerilerle çok iyi anlaştığını, ayda asgarî 5 bin dolar kazandığını, kardeşiyle birlikte münavebeli çalıştığını anlatan İbrahim, memleket ve aile hasretini gidermek için Batman’a geldiğini söyledi.

Havaalanında asker bizi karşılayınca, askerî havaalanına indiğimizi fark ettim. Ulaştırma Bakanlığının sivil bir havaalanı henüz yok. Ancak Boeing 737’nin dolu olduğunu gördük. Yolcu yoğunluğunun haftanın beş günü taşındığını öğrenince, bir havaalanı yatırımının gerekliliğini düşündüm.

Askerî alandan otobüsle taşınırken, karşı koltuktaki orta yaşlı anneye yanındaki çocuğunun ismini soruyorum. “Nupel” diyor. Kürtçe “yeni yaprak” demek. Hem modern, hem de Kürtçe kökenli bu tür isimlere bölgede rastlamak mümkün. Irkçılığın tahrik unsuru olduğu son yıllarda bu tür isim tercihleri arttı.

Batman’ın nüfusunun 200 bini aştığını duyduğumuzda, altyapı ve istihdam alanlarının çoğaltılması gerektiğini, yakın mesafeden hissettik. Çünkü işşizlik had safhada. Yüzde 64 oranında genç potansiyeli var. Eğitim düzeyi ÖSS’yi kazanmaya yetecek düzeyde değil. Ayrıca zaman zaman yaşanan güvenlik ve çatışma ortamları da insanları ister istemez etkiliyor.

Bütün bunlara rağmen, huzur ve güven iklimini gece yarılarına kadar caddelerde yürüyerek yaşadık. Orada bulunduğumuz Cuma günü World Center adıyla yerli sermayenin kurduğu bir hipermarketin açılışı vardı. Gece 22.30 sularında uğradığımızda, hâlâ tıklım tıklımdı ve insanlar alışveriş teleşındaydılar.

Şehrin genelinde zayıf belediyecilik ve ihmal edilmiş bir şehir görüntüsünün yanında, yeni bina ve caddelere de rastlıyorsunuz. Özel hastahaneler dikkat çekiyor. Sağlık alanında çok yoğun ve sistemli bir gayretin olduğunu da müşahede ediyoruz.

Batman’ın tek televizyonu Kanal 72’ye de konuk oluyoruz. “Düşünce Ufku” isimli programda, gençlik ve sevgi üzerine Bediüzzaman’ın yaklaşımını paylaşıyoruz.

Gençliğin kafelerde internettten fazlasıyla etkilendiğini ve çok zarar verdiğini üst düzey bir yöneticiden öğreniyoruz. Gençliğe yönelik alternatif sosyal projelerin ve eğitim programlarının yeterince olmaması da büyük bir eksiklik olarak göze çarpıyor.

Batman, sonradan oluşan ve il statüsüne alınan bir şehir. Raman Dağındaki petrolle birlikte ekonomik cazibe merkezi olmuş. Komşu illerden ve özellikle ilçelerinden ciddî göç almış. Hırslı, çırpınan ve dışa açık mücadeleci bir karakter hakim Batman’da.

Uğradığımız en büyük kitapçıya, okuma alışkanlıkları ve türlerini soruyoruz. Geniş bir yelpazede okuyucu bulduklarını söylüyor. Kitap çeşitliliği göze çarpıyor. Batman’da dikkatimizi çeken önemli bir husus da, bu hassas ve dengeler üzerine kurulu ilimize sürekli yeni valilerin atanması. Son dört valinin, ilk görev yerleri Batman olmuş. Ortalama 2-3 yıl kalıp gidiyorlarmış.

Bunun çok sağlıklı bir uygulama olmadığını birçok kişiden duyduk. Şefkate muhtaç ve gittikçe nüfus yoğunluğu ile problemler yumağı içinde çözüm arayan bu tür illere tecrübeli valilerin gönderilmesi daha isabetli olur. Ümit ederiz ki, özellikle Batman için bu yanlış uygulamadan vazgeçilir.

Altyapısı uygun olan bu ilimize üniversite kurulmaması da büyük bir eksiklik olarak vatandaşın gündeminde. Nüfusça çok küçük illere üniversite kurulduğu halde buraya kurulmaması dikkatten kaçmamış. Hükümetin buraları ihmal ettiği izlenimi aldım. (Bu satırların yazıldığı sırada hükümetin, aralarında Batman’ın da bulunduğu 17 ile daha üniversite kurmak için girişim başlattığını öğrenip seviniyor, bunların birer tabelâ üniversitesi olmamasını diliyoruz.)

Cumartesi günkü “Bediüzzaman ve Sevgi” konulu konferansımıza ilgi oldukça fazlaydı. Batman’ın büyük reklâm panolarını Bediüzzaman afişleri kaplamıştı. Kendilerini hisseden Bediüzzaman’a bağlılıkları vardı. Bunu toplantı boyunca yakından gördük.

Bu vesileyle programa vesile olan, bizi karşılayan değerli dostlarımıza teşekkür ederiz.

20.03.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Kötülükler neden gelir?



Asıl görevi yeryüzünün barışı, huzuru, dengesini sağlamak iken aslından uzaklaştığında arzın bozgunculuğuna, karışmasına, huzursuzluğuna sebep olan tek varlık insandır. Vahşî hayvanları, canavarları geride bırakacak tarzdaki zulümleriyle yeryüzünün birinci şer ve fesat aktörü odur. Helâk olan kavimlerin helâk oluş sebepleri de kendileri değil miydi?

Rum Sûresinin 41. âyetinde Cenâb-ı Hak, insanların kendi elleriyle işledikleri kötülükler yüzünden karada ve denizde fesat çıktığına dikkat çeker.

Allah sonsuz rahmeti gereği pişman olup dönüş yapmaları için onlara bir kısım musibetler vereceğini de bildirir. Âyetin devamında, “Belki vazgeçerler diye, işledikleri kötülüklerin cezâsından bir kısmını Allah onlara böylece tattırır” buyurur.

Tevbe Sûresinde de onların musibetlerle imtihana tabi tutuldukları bildirilir: “Onlar görmüyor mu ki, her sene bir iki defa çeşitli musibetlerle imtihan olunuyorlar. Yine de tevbe edip ibret almıyorlar.”1

Ne yazık ki çeşit çeşit musibetler, cezâlar çoğu kere uyanmalarına, tevbe edip ibret almalarına yetmez insanların. Cezaya çarptırılıverirler. Rum Sûresinin bir sonraki 42. âyetinde de bu noktaya dikkat çekiliyor: “De ki: Yeryüzünde dolaşın da, daha evvelkilerin âkıbetinin ne olduğuna bir bakın. Onların çoğu Allah’a ortak koşan kimselerdir” buyuruluyor.

Yer ve gökler adaletle, dengeyle ayakta durur. Zulüm ve haksızlıklar bu dengeyi bozar.

Yeryüzünde Allah’ın vekili olarak emirlerini uygulamakla yükümlü ve yeryüzünün halifesi olan insanın bu dengeyi koruması için hatırlatmalar yapılır. Meselâ bir âyette, “Birbirinizle iyilik ve takvâda yardımlaşın; günahta ve düşmanlıkta yardımlaşmayın”2 buyurulur.

Sonra iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak gibi yüce bir misyonun sahibidir de insan. Şer ve bozgunculuğu netice verecek her türlü davranıştan uzak kalmakla yetinmeyecek, buna yeltenenlere de göz açtırmayacaktır.

Adaleti, barışı sağlayacak; fesadı, bozgunculuğu önleyecek emir ve yasakları hep bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Tâ ki yeryüzünde de dostluk, barış ve huzur içinde bir nev'î Cennet hayatı yaşanabilsin.

Görüldüğü gibi İslâmın bütün emir ve yasakları insanların dünya ve ahiret mutlulukları içindir. Sadece ahirette değil dünyada da bu mutluluğu gerçekleştirmekle görevlidir insan.

Dipnotlar:

1- Tevbe Sûresi: 126.

2- Mâide Sûresi: 2.

20.03.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İnsan her yaşta sevgiye muhtaç!



Hakim sorar:

“Niye öldürdün?”

“Sevdiğim için!”

Allah Allah, bu nasıl sevgi!..

Sevgi nedir, sevgi sebepleri nelerdir; kaç çeşit sevgi vardır; kâinat-kalp-sevgi arasında bağlantılar nelerdir; sayısız sevgilileri kalbimize sığdırabilir miyiz; bitmez tükenmez sevgi kaynağına nasıl ulaşabiliriz; sevgi duygusunun verilmesinin asıl gayesi ve sebebi nedir? Kimi, niçin sevmeliyiz?

Kalbin, imandan sonra ürettiği en kaliteli ürün hiç şüphesiz sevgidir. Kâinatın yaratılmasının sebebi olan sevgi, aynı zamanda onun tüm unsurları arasındaki bağı, ışığı, hayatıdır. Atomaltı parçalardan galaksilere kadar her şey sevgisiyle ayakta durur.

Sevgi pozitif bir tutkudur. Sevgi, nurlanmış bir enerjidir. Gerçek sevgideki iksir ve güç, yabancılığı kaldırıp, en vahşî varlık ve unsurları bile bize kardeş, dost yapar.

Sevgi, yaratılış ve varoluş gayemizi anlamakta hayatî, ebedî ve bediî (estetik) fonksiyonlar taşır. Ve gerçekleri araştırmaya sevk ettiğinden,1 hayatımızı sevgi suyuyla yoğurmalıyız. Gözün gördüğü, kulağın duyduğu soyut güzellik, aklın anladığı aklî güzellik, ağzın lezzet aldığı yemeğin güzelliği farklı olduğu gibi; kalp, ruh ve sair dış-iç duyu ve duyguların hissettikleri güzellikler de çeşitlidir.

Kalp ise; imanın, hakikatin, nurun ve Cemil-i Zülcelâl olan Kâinat Sahibi’nin sonsuz derecede güzel olan Esmâ-i Hüsnâ’sının (en güzel isimlerinin) güzelliklerini2 sezer, algılar, anlar, görür, kavrar. Bundan onun aynı zamanda, İlâhî güzellikleri keşfedebilen bir sevgi üretim merkezi olduğunu anlıyoruz.

Unutmayalım ki, her varlığa uygun maddî-manevî rızkın verilmesinin sebebi de sevgidir. Rezzak-ı Kerîm, yarattığı varlıkları seviyor ve rızıklandırıyor. İnsanî, hayvanî, bitkisel bütün canlıları ayakta tutan unsur da sevgidir.

Şayet, aciz, zayıf yavrularla serapa merhametle donatılmış anneleri kucaklaştıran sevgi olmasaydı; anne-babalarımız etrafımızda şefkat pervanesi kesilmeselerdi hayatımızı sürdürebilir miydik? Onların, yavruları için nasıl uykusuz, susuz, aç kaldıklarını; en çok sevdikleri ruhlarını hiç karşılık beklemeden feda ederek ateşe, vasıtaların altına, azgın sulara attıklarını görür ve duyarız.

Sevgi, insan hayatında, kişinin yaşı kaç olursa olsun, çok güçlü ve esaslı bir duygudur. 80 yaşındaki bir annenin, yağmurlu ve soğuk havada dışarı çıkarken 60 yaşındaki sakallı çocuğuna; “Aman yavrum; paltonu giy, üşütürsün; şemsiyeni al, ıslanırsın; karşıya geçerken vasıtalara dikkat et!” diye nasihat etmesi bunu açıkça göstermektedir.

Üzüntülü olan, kâinatı bir matemhâne sanır ve öyle de algılar. Neşeli ve sevgi dolu insan ise, kâinatı sevinç çığlıklarıyla raks eder görür. Sevgi olumlu bir enerji olduğuna göre, ücreti de peşindir. Çünkü âleme dağılan sevgi dalgaları, hedefini bulduktan sonra onlardan da aldığı sevgi huzmeleriyle birlikte sahibine geri döner.

Kur’ân’a göre sevgi, aynı zamanda psiko-sosyal bir güç kaynağı, bir kaynaştırıcıdır: Allah’a iman edenler, Allah’a olan sevgileri cihetiyle daha kuvvetlidir.3 Sevgi; itaat, saygı ve kaynaşmanın da direği olduğundan ona dayanan fert, aile, toplum, eğitim ve yönetim mutlak başarıya ulaşır. Çünkü o, özgüvenin, başarının da temeli, itici gücü, ekonomik kalkınma ve ilerlemenin de dayanağıdır.

Dipnotlar: 1- Divân-ı Harb-i Örfî, s. 28.; 2- Şuâlar, s. 72.; 3- Bakara Sûresi: 165.

20.03.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Bediüzzaman ve Demokratlar



Birçok okuyucumuz, Üstad Bediüzzaman'ın Demokratlara bakışını ve onlarla münasebetinin ne şekilde olduğunu soruyor.

Yine, okuyucularımızdan aldığımız bilgilere göre, sözlü veya yazılı bazı hatıralarda Üstad Bediüzzaman'ın Demokratlara menfice baktığı, bilhassa son zamanlarda onları adeta defterden sildiği şeklinde fikirler, görüşler yer alıyormuş...

Hemen başta ifade edelim ki, bunlardan hiçbirinin güvenirliği yoktur. Çoğu da indî mülâhazadır, dedikodudur ve sağlam kaynaktan yoksundur.

Zira, Üstad Bediüzzaman'ın ilk zamanlarından son zamanlarına kadar olan açık beyanları ortadadır. Üstelik, bunların hiçbirinde herhangi bir çelişki, bir zıtlaşma söz konusu dahi değildir.

Hiç değişmeyen çizgi "Ahrar–Demokrat" çizgisidir. Eski ve Yeni Said'in bütün eserlerinde, bu çizgiyi bâriz şekilde görmek mümkün. Dolayısıyla, başkasının şüphe ve tereddüt uyandıran beyanları, hatıraları sağlıklı birer ölçü, delil, miyar teşkil etmez.

Ayrıca, bu hususta doğru bilgilere ulaşmak isteyenler için, burada gayet derece pratik bir yol takip etmelerini tavsiye edebiliriz. Şöyle ki:

Meselâ, siyasî ve içtimaî düstûrları ders veren onlarca risâleye bakıp tetkik etmek yerine, sadece Emirdağ Lâhikasının II. Cildine bakmaları halinde bile, bu meselenin izahına kifayet edecek kadar bilgilere ulaşabilirler.

Siz bu eseri elinize alıp metinlerin tamamını okuyabilirsiniz. Biz ise, burada ilgili bazı mektuplardan sadece birkaç cümle iktibas ile sayfa numaralarını vermekle iktifa ediyoruz.

* * *

İşte, Emirdağ Lâhikası, (1995–2005 yılı baskıları) 267. sayfada yer alan Üstad Bediüzzaman'ın ifadeleri: "Eski tahribatı tamirata başlayan hakikî vatanperverler olan Demokrat namında hamiyetli Ahrarlar, yani hürriyetperverler, Nur ve Nurcuları takdir etmelerine çok minnettarım. Onların muvaffakiyetine çok duâ ediyorum. İnşaallah, o Ahrarlar istibdad-ı mutlakı kaldırıp tam bir hürriyet-i şer’iyeye vesile olacaklar."

Burada, 1950'lerdeki Demokratları Meşrutiyet zamanındaki Ahrarlar ile irtibatlandıran Bediüzzaman Said Nursî, Nur talebelerinin hem geçmişte, hem de günümüzde onlara "nokta–i istinad" olduklarını ve olmaya da devam etmeleri gerektiğini ders verip tavsiye eder. (Bakınız, ilgili mektupların Emirdağ Lâhikasındaki sayfa numaraları: 271 ve 426.)

Gariptir ki, ikinci mektupta Demokratların Ankara'da yapılmakta olan kongrelerini, Üstad Bediüzzaman "Ankara’da dindar Ahrarların kongresi" şeklinde yâd ediyor. Üstelik, onları tebrik ile duâda bulunuyor. Demek ki, burada kök ve misyon irtibatını kuruyor.

Zira, 1950'lerde Ahrar isimli bir parti yok; iktidardaki Demokratlar var. Bu partinin mensupları "eski zamanın Ahrarları" ile aynı çizgide değerlendirilmiş olduğu bu mektuptan da açıkça anlaşılmış oluyor.

* * *

Bütün bunlara ilâveten, Üstad Bediüzzaman'ın vefatından evvel vermiş olduğu "son ders"inde de, yine Demokratlardan övgüyle söz ediyor ve talebelerine onlara yardımcı olmaları tavsiyesinde bulunuyor.

İşte, Emirdağ Lâhikası isimli eserin son (457-58) sayfalarından mevzuyle alâkalı birkaç cümle:

"Risâle-i Nur’un neşri her tarafta kanaat-i tamme verdi ki, Demokratlar dine taraftardırlar. ...Şimdi Allah’a şükrediyoruz ki, siyasî partiler içinde bir parti, ...Risâle-i Nur’a mümanâat etmedi, neşrine müsaadekâr davrandı, nâşirlerine de tazyikattan vazgeçti. ...Madem siyasetçilerin bir kısmı Risâle-i Nur’a zarar vermiyor, az müsaadekârdır; 'ehvenüşşer' olarak bakınız. Daha 'âzamüşşer'den kurtulmak için, onlara zararınız dokunmasın, onlara faydanız dokunsun."

Evet, Bediüzzaman Said Nursî'nin Demokratlara bakışı, anafikir ve satırbaşlarıyla böyledir. Bunun dışında bir mânâ ve mahiyetin nazara verilmesi, Hz. Bediüzzaman'ın içtimaî ve siyasî meslek ve meşrebiyle bağdaşmayacağı kanaatindeyiz.

Üstad Bediüzzaman'ın zaman zaman siyasete mesafeli durması, onun bu "Ahrar–Demokrat" çizgiyi red, yahut terk ettiği anlamına gelmediği gibi, onun bir başka çizgiyi tercihe yöneldiği anlamına da asla ve kat'a gelmez.

Üstad Bediüzzaman'ın 14–15 yaşlarında kabul etmiş olduğu "siyasetteki muktesid meslek" çizgisi (Münâzarât, s. 123), hayatının son demine kadar kırıksız, zigzagsız şekilde devam etmiştir.

GÜNÜN TARİHİ (20 Mart 1514)

Zaferle biten uzun bir seyr û sefer

Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail'e karşı kazandığı Çaldıran Zaferiyle neticelenecek olan sefer için, ordusuyla birlikte Edirne'den yola çıktı.

Bu uzun seyr û sefer esnasında, Sultan Selim'in iki önemli hususiyeti ortaya çıktı: Biri, sabır ve tahammül gücü; diğeri ise harp sanatındaki dehası.

Ordusunun başında 20 Mart günü Edirne'den hareket eden Sultan Selim'in savaş meydanı olan Çaldıran Ovasına varışı, ancak Ağustos ayı ortalarında mümkün oldu.

Savaşın yaşandığı gün ise, 23 Ağustos. Bu demektir ki, zafere giden o meşakkatli seyr û sefer, tam 156 gün sürmüş.

Sefer esnasındaki meşakkat ve sabırlı bekleyişler, zaman zaman askeri isyan noktasına dahi getirmiş. Ancak, Sultan Selim bunların da üstesinden gelerek vaziyete hâkim olmuş ve yoluna devam etmiştir.

* * *

Çaldıran'da zafer kazanan Sultan Selim, hemen dönmez ve Tebriz'e kadar gider. Burayı da aldıktan sonra, bölgede Osmanlı hakimiyetini tam sağlayıncaya kadar orada kalır.

Sultan Selim'in İran seferinden İstanbul'a dönüş tarihi 11 Temmuz 1515'tir. Bu tarih ile Edirne'den hareket günü arasında ise, toplam 477 gün var.

Muzaffer Padişah Sultan Selim'in, Üsküdar'dan Topkapı'ya gece sessizliğinde geçtiği rivâyet edilir. Sebebi ise, şaşaalı bir karşılanma merasimi istememesi.

20.03.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Dostluk, kardeşlik, talebelik



Ermenek’ten Aysel Yıldız: “Yirmi Altıncı Mektubun Onuncu Meselesinde geçen ‘dostluk, kardeşlik ve talebelik’ makamlarını örnekleriyle açıklar mısınız?”

Dostluk, kardeşlik ve talebelik üunvanları Risâle-i Nur’a yakınlık derecemizin ölçütleri olarak Risâle-i Nur’a girmiştir. Yirmi Altıncı Mektubun Onuncu Meselesinde izah edildiği şekliyle dostluk, Risâle-i Nur’lara ve Risâle-i Nur hizmetine ciddî taraftar olmayı, haksızlığa, bid’alara ve dalâlete kalben taraftar olmamayı gerektiriyor. Risale-i Nur dostu, Risâle-i Nurlardan istifade etmeye çalışan kimsedir.

Kardeşlik, Risâle-i Nur’un neşrine ve insanlara ulaştırılmasına ciddi biçimde çalışmayı, bununla beraber farz namazlarını kılmayı, kebair denilen büyük günahlardan sakınmayı gerektirir. Bu tanımla Risâle-i Nur dairesinde bir kardeş, günahlara karşı takvayı esas alır, farz namazlarını kılar, sünnet-i Seniyeyi elden geldiğince yaşar ve Risâle-i Nur hizmetinin seyircisi değil, bizzat ve şevkle içinde yer alıcısıdır.

Talebelik ise, Risale-i Nur’u kendi malı gibi, kendi kimliği ve kişiliği gibi kabul etmeyi ve ona bu kabul içinde sahip çıkmayı, hayatının en mühim vazifesini Risâle-i Nur hizmeti bilmeyi gerektirir.

Takvaya ve salih amele göre bu tanımları açarsak: Dost, hakkı benimseyen, hakkın üstünlüğünü isteyen, dalaleti sevmeyen, dalaletin yenilmesini isteyendir. Kardeş Allah’ın emirlerini yapan, yasaklarından kaçınan ve nur hizmetine elinden geldiğince yardım edendir. Talebe ise, farzları yapıp, haramlardan uzak durmakla birlikte, hayatını nur hizmetine adayan, kendini nur hizmetine vakfeden kimsedir.

Risâle-i Nur hizmetine göre bu tanımları açacak olursak: Dost Risâle-i Nur hizmetine taraftar olan… Kardeş, Risâle-i Nur hizmetinin bir ucundan tutan, elinden geldiğince hizmetini esirgemeyen… Talebe ise, Risale-i Nur hizmetini varlık sebebi sayan kimsedir. Yahut: Dost, Risale-i Nur hizmetini benimseyen… Kardeş, Risâle-i Nur hizmetini benimsemekle beraber ona gönülden destek ve katkı veren… Talebe ise, Risâle-i Nur hizmetini hayatının biricik gayesi bilen, onun için yaşayan, onun için nefes alıp veren kimsedir denebilir.

Afyon Ağır Ceza Hâkimliğinde kendisine: “Sen Risâle-i Nur’un talebesi imişsin?” denilen Zübeyir Gündüzalp, hâkime şöyle cevap veriyor: “Bediüzzaman Said Nursî gibi bir dâhinin şakirdi olmak liyakatini kendimde göremiyorum. Eğer kabul buyururlarsa iftiharla ‘Evet, Risale-i Nur şakirdiyim’ derim.”

Aynı müdafaanın devamında Merhum Zübeyir Gündüzalp’in şu ifadelerinde talebeliğin niteliklerini çok net görebiliyoruz: “Büyük bir üstadın eserlerinden müstefid olmayı lütuf buyuran Cenab-ı Hakk’a hamd ü senalar ederim... İman, İslâmiyet dersi alarak büyük faidelere nailiyetime sebeb olan bir üstada, bütün ruh u canımla medyunum. Senelerden beri sıkıntılar içerisinde eser yazarak gençliğimizi komünizm yemi olmakla ebedî haps-i münferidliğe mahkûm edilmekten kurtaran bir müstakim üstad için senelerce dünya hapsinde kalmağa hazırım.

“Yirmi seneden beri milyonlarla insana din, iman, İslâmiyet, fazilet dersi veren ve onları dinsizlikten muhafaza eden Kur’ân tefsiri Risale-i Nur uğrunda idam edileceksem, sehpaya ‘Allah Allah.. Ya Resulallah’ sedaları ile koşarak gideceğim. Komünizme kapılıp dininden çıkan, ebedî felâketlere yuvarlanan ve vatan haini olarak kurşuna dizdirecek cürümlerden gençlerimizi koruyan Risâle-i Nur uğrunda kurşunla öldürüleceksem, o kurşunlara çekinmeden göğsümü gereceğim. Üstadım Bediüzzaman için hançerlerle parçalanırsam etrafa sıçrayacak kanlarımın ‘Risâle-i Nur! Risâle-i Nur!’ yazmasını Rabbimden niyaz ediyorum.”1

Bediüzzaman Hazretleri kendi şahsî niteliklerinden “insanlığı” cihetiyle dostun, “kulluğu” cihetiyle kardeşin ve “Kur’ân-ı Hakim’in hizmetkârlığı” cihetiyle de talebenin kendisiyle alâkadar olduğunu bildiriyor.

Bu alâkadarlıklar derece derece Bediüzzaman’ın duâsına mazhar olmayı da gerektiriyor. Dostun farzları kılması ve büyük günahlardan kaçınması şartıyla “din kardeşi” sıfatıyla duâsında dâhil olduğunu bildiren Bediüzzaman, kardeşi birkaç defa “ismiyle ve sûretiyle” duâsında dâhil olduktan sonra “umum kardeşler” için yaptığı duânın içerisine dahil ettiğini, talebenin ise “her sabah ismiyle ve bazen hayaliyle yanında hazır bulunarak” duâsında dâhil olduğunu müjdeliyor.2

Dipnotlar:

1- Şuâlar, s. 847- 854

2- Mektûbât, s. 575, 576

20.03.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Tahrifatçılar ve redciler



Bu yıl, Mevlânâ yılıdır. Bu itibarla çıkan yayınları biraz daha yakından takip etmeye çalışıyorum. Bir iki ciddî yayının yanında, çok sayıda harc-ı âlem yayınlara rastlıyorsunuz. Bu yayınlar Mevlânâ’yı tahrifata yönelik. Kimileri Mevlânâ’nın uzaylılarla bağlantısını konu ediniyor. Bu kitapların ucuza, hatta maliyetine satıldığını görebiliyoruz. Bir kısmı naylon torbalara (poşet) konulduğundan dolayı dışarıdan muhtevasını anlayamıyorsunuz. İşte merakımdan dolayı böyle bir kitabı aldım ve poşetini veya duvağını açmamla birlikte pişman olmam bir oldu. ‘Bir kadının kaleminden Şems ile Mevlânâ’ adlı kitaptı bu aldığım. Yelda Karataş imzasını taşıyor. İlk sayfada bir ithaf yer alıyor: Mustafa Kemal Atatürk’e... Kitaba göz gezdirdim. Mevlânâ bir ozana dönüştürülmüş ve eline de çalgı aletleri tutuşturulmuş, sanki Şems ile karşılıklı söyleyip eğleniyor. Mevlânâ’ya ayna tutacaklarına Mevlânâ’yı tahrif etmeye çalışmışlar. Dâvâlarını Mevlânâ’ya anlattırıyorlar. Onlar Mevlânâ’nın daileri olacaklarına, Mevlânâ’yı kendi daileri yapmışlar. Maalesef kasıtlı veya kasıtsız Mevlânâ’nın birçok tahrifatçısı var. Sözgelimi, Sadi Irmak, Talat Said Halman ve Rüşdü Şardağ gibi Mevlânâ ile aynı dünya görüşünü paylaşmayanlar Mevlânâ’yı kendi zaviyelerinden anlatıyorlar. Bu durumda elbette ki karşımıza gerçeğinden uzak bambaşka bir Mevlânâ portresi çıkıyor. Sanki Mevlânâ’yı Peygamberimizin yolundan sapmış gibi gösteriyorlar. Onun menhec (metod) ve şer’inden ayrı, gayrı ve uzak göstermek istiyorlar. Bazen de iyi niyetli tahrifatçılar var. Bunlar da Mevlânâ’yı bilmiyor değiller, ama Mevlânâ’yı başkalarının gözüyle okuyorlar. Vardıkları sonuç da Mevlânâ’nın tahrifatı oluyor.

***

Ahmet Ateş’e göre, Anadolu’da İbni Arabî’nin fikirlerine, ancak Mevlânâ’nın fikirleri karşı koyabilirdi. Fakat Mesnevî’nin iki büyük şarihi, İsmail Ankaravî ile Sarı Abdullah Efendi, bütün Mesnevî’yi ilk harfinden başlayarak sonuna kadar, arada bir irtibat olup olmadığına bakmadan, İbni Arabî’nin varlık birliği (vahdet-i vücud) nazariyesine göre şerh ettiler. Bu suretle Mevlânâ’nın fikirleri tamamıyla tanınamaz hale geldiği gibi, Türkiye’nin yegâne tasavvuf telâkkisi İbni Arabî’nin telâkkisi oldu. Mevlevîlik pratik olarak Yeniçerilik ve Bektaşîliğin yasaklanmasıyla birlikte bilvekale onların da ocağı haline geldi. Onların telâkkileri Mevlevîlerin telâkkisi sayılmaya başlandı. Zihin karmaşası daha da arttı. Bu iki grubun Mevlevîliğe doluşmasıyla birlikte Mevlevîlik yeni bir istihale geçirmiş ve köklerinden biraz daha uzaklaşmıştır. Dolayısıyla Mevlevîliğin etrafında bir sürü hurafe (meşreb bidatı) oluşmuştur. Buna mukabil, birilerinin Mevlânâ’yı tahrifini esas alan, bazı zümre de manipülasyon paranoyasıyla Mevlânâ’yı reddetme gafletine düşmüştür. Tahrifata inkârla ve redle mukabele etmişlerdir. Bu da öteki kadar tehlikeli ve derin bir hastalıktır. Bu çerçevede Mikail Bayram gibi kimi zevat Mevlânâ’yı Moğollarla irtibatlı göstererek suçlama cihetine gitmişlerdir. Mevlânâ’ya cephe alan böyle de bir zümre de bulunmaktadır.

***

Çanakkale Destanı veya ruhunun başına da böyle bir kaza gelmiştir. İmanla atılımın ve coşkunun buluşması olan Çanakkale Destanı imanlı kitlelerin motivasyon aracı ve hamle ruhu olmaması için birileri bu ruhu tahrif ederek öldürmek ve söndürmek istemişlerdir, manipülasyona uğratılmak istenmiştir. ‘Şu Çılgın Türkler’ kitabıyla Turgut Özakman buna dair en çarpıcı misallerden birisidir. Özakman’a göre Çanakkale’de manevî yardımlar, harikulâdelikler yoktur. Sadece fizikî çılgınlık vardır ve Türkler savaşı fizikî çılgınlıkla kazanmıştır. Manevî keramet değil, maddî çılgınlık vardır. Halbuki Abdullah Azzam’ın yazdığı gibi, Afgan cihadı Moskof’a karşı İlâhî yardımla kazanılmıştır. Denktaş da benzeri yardımların Kıbrıs harekâtı sırasında görüldüğünü söyler. Bu tahrifatçılardan birisi de Soner Yalçın’dır. Menderes’ten başlayarak bütün milliyetçi, mukaddesatçı ve bilâhare İslâmcı zümrelerin sembollerini ve ileri gelenlerini ‘dönme’likle yaftalayarak, karalayarak gözden düşürmeye çalışmıştır. Manevî dayanaklarını birbir yıkmak istemiştir. En son olarak Hürriyet’te Akif’le alâkalı bir yazısında: “Âkif’in Mısır’a hicretinde hiçbir manevî yön yoktur, cumhuriyet rejimiyle arasındaki uyumsuzluğun hiçbir rolü yoktur. Patronu Abbas Halim Paşa’nın peşine takılarak Mısır’a gitmiştir...” demektedir. Demek istiyor ki, Âkif’in Mısır’a gidişi sadece ve sadece turistik amaçlıdır. Başka bir gayesi yoktur. Demek ki, piramitleri görmeye gitti. Ve ardından da söylemek istediğini yalın bir şekilde söyler: “Mehmet Âkif, softaların elinden kurtarılmalıdır...” Eh işte Mevlânâ’dan itibaren bütün değerler softaların elinden bir bir kurtarılıyor. Mikail Bayram gibi Mehmet Pamak da Âkif’in redcisi olarak İstiklâl Marşı’nın gözden geçirilmesini istiyor. Sanki herşey bitti, bir tek o kaldı. Birileri yanlış sahip çıkıyor ve tahrif ediyor diye bizim ebedî zenginliğimiz olan Mevlânâ, Âkif gibi zevatı red mi edeceğiz ? Onlara sırt mı döneceğiz? Onlara sırt dönersek, kime yüzümüzü döneceğiz? Bu takdirde, biz mi kazanırız yoksa tahrifatçılar mı? Turgut Özakman Çanakkale ruhunu öldürürken, Soner Yalçın da Safahatın ruhunu sefahata çevirmeye çalışıyor. İki çizgiye de uzak olanlar bu hazerata yakın olurlar...

20.03.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

“Kadınların çilesi”



Önce, Almanya’da yapılan bir araştırma neticesini aktaralım: Alman Konrad Adenauer Vakfı’nın Almanya’da yaşayan başı örtülü Türk kadınlarına ilişkin araştırmasında, kadınların yüzde 87’sinin, başörtüsünün kendilerine özgüven kazandırdığını düşündüğü sonucu çıkmış.

Başörtüsü takan 18-40 yaş arası 315 Türk kadınına, ‘Bir Simgenin Örtüsünü Kaldırmak’ adıyla uygulanan araştırmaya göre; kadınların yüzde 97’si, örtünmeyi dinî bir görev olarak görüyor. Yüzde 31 oranında kadın; dinî kurallara tamamen uyduğunu, yüzde 11 ise kısmen uyduğunu belirtmiş. Ayrıca, ankete katılan başı örtülü Türk kadınlarının yüzde 43’ünün yüksek okul mezunu olduğu ifade ediliyor. (Akşam, 11 Mart 2007)

Benzer anketler Türkiye’de ve başka ülkelerde de yapılıyor. Anket neticelerinde oranlar değişse de, ortak bir noktaya işaret ediliyor: Başörtüsü takanlar, iddia edildiği gibi ‘zorla’ ya da ‘simge’ niyetiyle bunu takmıyor. Almanya’daki anket neticelerinden de anlaşıldığı üzere, başörtüsü takmak ‘dinî bir görev.’ Israrla ve inatla, başörtüsü takmanın altında başka mânâlar aramak isteyenler acaba insafa gelir mi?

Başörtüsü takmanın kadına ‘özgüven’ verdiğinin ifade edilmesi de önemli bir nokta. Kadınların ezilmesinden, her türlü baskı ve aşağılamaya maruz kalmasından şikâyet edenler eğer samîmî iseler, başörtüsü tercihine saygı duymaları gerekir.

Hafta içinde gazetelerde yer alan başka bir ‘kadın’ haberi de, Afganistan kadınıyla ilgili olanıydı. Habere göre, Afganistan’da baskı altında bulunan, şiddete maruz kalan kadınlar kendilerini yakarak intihar ediyorlarmış. (Bugün, 16 Mart 2007)

Kadınların intihar vak’aları Türkiye’nin de yabancısı olmadığı bir konudur. Bilhassa Güneydoğu Bölgesinde yaşanan intihar vak’aları medyanın fazlaca ‘ilgi’sini çekmekte ve bu vak’alardan hareketle medya, inançları sorgulamayı tercih etmektedir.

Afganistan’la ilgili haber, medyada yer alan benzer haberleri hatırlattı. Yakın zaman önce Endonezya’nın Açe bölgesiyle ilgili bir haber de buna örnek gösterilebilir. “Afgan kadınları kendilerini yakıyor” başlığıyla verilen haber, Afgan kadınının gerçek durumunu gösterir mi? Afganistan’da böyle bir sıkıntı yaşanıyordur, ama fotoğrafın tümü bundan ibaret midir? Hele hele, haberin ‘burkalı kadınlar’ı gösteren bir fotoğrafla ‘süslenmesi’ uluslar arası haber ajanslarının bir ‘tuzağı’ olamaz mı?

2006 Ramazan ayının son günlerinde nasip oldu ve Afganistan’a gittik. Kabil ve kuzeyindeki bazı il ve ilçelerde bir hafta boyunca İHH yetkilileriyle birlikte bulunduk ve Afgan kadınının ‘çile’sine şahit olduk. Ancak bu ‘çile’, Batılı ajansların anlattığından daha farklı bir ‘çile.’ Elbette, bu haberlerde anlatılan çileler de vardır; ama asıl çile Afganistan’ın işgal edilmek üzere bütün halkının mağdur ediliyor olmasıdır.

Afganistan’da yaşanan kadın-erkek, çoluk-çocuk herkesi mağdur edenler; sebep oldukları mağduriyetleri gizlerken Afgan kadınının kendisini ‘yakması’nı dünyaya ilân ediyor. Bunu yaparken de ‘burkalı kadın’ fotoğrafları servise konuluyor.

İyi niyetle olmadığını düşündüren bu tavra rağmen, bütün dünyadaki ‘kadın’ların sıkıntıları sona ermelidir. Bunun bir yolu da ‘Yaradana kul olmak’tan geçiyor. Aksi halde, ‘hür’ olduk derken; ‘nefsin kölesi’ olma ihtimali vardır.

20.03.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004