Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 21 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Sami CEBECİ

Lâtifeler ve Allah'ı müşahede



Kâinatın içinde görünmeyecek kadar küçük bir yer işgal eden insana, Yüce Yaratıcı tarafından bütün kâinat hizmetkâr kılınmış ve emrine verilmiştir.

Allah’ın insanlara ihsan ettiği nimetleri insan saymaya kalksa, saymakla bitiremez. İnsanda, ihsan edene karşı bir minnet hissi vardır ve aşırı bir muhabbetle ihsan sahibini sever. Hem de ihsan edeni dayanılmaz bir arzu ile görmek ister. Meselâ, dört sene boyunca tanımadığı ve bilmediği bir zat tarafından hesabına burs parası yatırılan bir öğrenci, o burs sahibini görmeyi ve tanımayı ne kadar ister. Ona teşekkür etmek için her türlü meşakkati göze alır. Aynen öyle de, bu dünya hayatında doğduğu zaman onu annesinin memeler musluğundan sütle besleyen ve vefat edene kadar bitki ve hayvanlar denilen iki memeyle kendisini rızıklandıran, güneşi, ayı, havayı, bulutları, denizleri ve nehirleri emrine vererek insanı ne kadar sevdiğini bildiren merhametli Yaratıcısını da aşırı bir istekle görmek ve şükür ve minnettarlığını ona sunmak ister.

Ancak, bu dünya gözüyle Allah’ı görmek mümkün değildir. Hazret-i Musa (as) gibi bir büyük peygamber dahi çok istemesine rağmen Cenâb-ı Hakkı dünya gözüyle görmeye muvaffak olamamıştır. İnsanlık nevi nâmına Miraç gecesinde yalnız Hazret-i Muhammed (asm) görmeye mazhar ve nâil olmuştur. Cennet âleminde ise bütün mü’minler, Allah’ın cemâlini görmeye mazhar kılınacaktır. Ve o bir saatlik müşahede, Cennet hayatının bin senesinden daha saâdetli olacak ve ehl-i Cennete, Cenneti unutturacaktır.

İnsan mahiyetinin tahlilini yapan Bediüzzaman Hazretleri ilginç tespitlerde bulunur: “Vicdanın anasır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan irâde, zihin, his, lâtife-i Rabbaniye her birinin bir gayetü’l-gâyâtı var: İrâdenin, ibâdetullahtır; zihnin, marifetullahtır; hissin, muhabbetullahtır; lâtifenin, müşahedetullahtır. Takva denilen ibadet-i kâmile, dördünü tazammun eder. Şeriat, şunları hem tenmiye, hem tehzib, hem bu gayetü’l-gâyâta sevk eder.” (H. Şâmiye, s.114)

Gökler âlemini yıldız lambalarıyla, yeryüzünü her biri hârika bir sanat eseri olan bitki ve hayvan türleriyle zinetlendiren Yüce Yaratıcıyı tanımak, Ona iman etmek, nihayetsiz bir muhabbetle sevmek ve ruhun en saadetli hali olan rûhâni lezzetlere mazhar olmak, insan için en yüksek gaye ve en mutlu bir vaziyettir. Bundan dolayıdır ki; Bediüzzaman “Evet, bütün hakîki saadet ve halis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet elbette Marifetullah ve Muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenâb-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envara, esrara; ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakîki tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekâvete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten müptelâ olur” der.

Allah’ı tanımak ve sevmek, sanattan sanatkâra geçmek sûretiyle olur. Nihayetsiz güzel olan Esmâ-i Hüsnasıyla kâinata tecelli eden Cenâb-ı Hakkın, güzel isimlerinin tecelli ve yansımalarını mahlûkat aynasında, insan, lâtifeleriyle müşahede etmek durumdadır. Gözü, kulağı ve sâir duyu ve organlarıyla âlemi seyredip, onlarda tecellî eden isimlerin güzelliğini görerek mânen Allah’ı müşahede etmek insan için ne saadetli bir haldir.

İşte bu, huzur makamıdır. “Siz nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir” âyetinin hakikati o insanda eserini göstermeye başlar. “O, size şah damarınızdan daha yakındır” âyeti ile, “Allah, muhakkak kendisini görüyor gibi ibâdet eden kullarıyla beraberdir” âyetinin sırları inkişaf etmeye başlar. “Allah, muhakkak kullarının her halini görüp gözetendir”; “O, kalplerden geçen en gizli sırları dahi bilir” âyetlerinin mânâ ve incelikleri zâhir olmaya başlar.

Evet, vazifesi müşahedetullah olan lâtifelerin yerinde kullanılması, insanı en yüksek derecelere erişmesine vesiledir. Bu hakikati Üstad şöyle özetler: “Şimdi, hayatının saadet içindeki kemâli ise, senin hayatının aynasında temessül eden Şems-i Ezelînin envârını hissedip, sevmektir. Zişuur olarak ona şevk göstermektir, Onun muhabbetiyle kendinden geçmektir, kalbin göz bebeğinde aks-i nurunu yerleştirmektir. İşte, bu sırdandır ki, seni âlâ-yı illiyyine çıkaran bir hadis-i kudsînin meâl-i şerifi olan ‘Ben göklere ve yere sığmam, fakat mü’min kulumun kalbine sığarım’ denilmiştir.” (Sözler, s. 212)

Lâtifelerin veriliş gayesinin bu gibi hakikatler olduğunu bilen samîmi mü’minler, dünya ve âhiretin en bahtiyar insanlarıdır.

21.03.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Çankaya süreci



Tek parti dönemindeki cumhurbaşkanı seçimlerinin nasıl yapıldığı mâlûm. İlk iki cumhurbaşkanının asker kökenli olduğu da.

Sivil bir ismin Çankaya’ya çıkması, 1950 seçiminden sonra gerçekleşti. Bu durum askerî cenahta homurdanmalara ve darbe söylentilerine yol açınca, DP hükümeti ordu içinde çok geniş çaplı bir “tasfiye” harekâtı gerçekleştirdi.

Ama bunun sorunu çözmediği, 27 Mayıs’ta ortaya çıktı. Birikmiş tepkiler, Yassıada mahkemeleri ve idamlarla kendisini gösterirken, sivil cumhurbaşkanı da önce idama mahkûm edildi, ancak Kemalist çizgiye sadakati sebebiyle olsa gerek, hakkındaki bu karar bilâhare kalktı.

1960’tan 1989’a kadar yaşanan süreçte Çankaya’da hep asker kökenli isimler oturdu.

27 Mayıs’ın lideri dördüncü cumhurbaşkanı oldu. Beşinci isim, Genelkurmay Başkanlığından oraya çıktı. Altıncısı yine bir askerdi. Ve yedinci isim ise, 12 Eylül darbesinin lideriydi.

Bu zincir sekizinci halkada kırıldı. Dokuzuncu ve onuncu halkalarda da sivil gelenek sürdü.

Çankaya’da sivil bir ismin oturması geleneğinin yerleşmesi, sembolik açıdan önemliydi. Çünkü cumhurbaşkanının aynı zamanda başkomutan sıfatını taşımasından hareketle askerin Çankaya’ya adeta “askerî makam” gözüyle bakmasının ve sivillerin de buna boyun eğmesinin doğurduğu sonuçlar, Türkiye’ye “askerî bir cumhuriyet” görüntüsü veriyordu.

Kesintisiz olarak peş peşe üç sivil ismin oraya çıkması görüntüyü şeklen değiştirdi. Ama içerik için aynı şeyi söylemek zor.

Özellikle 28 Şubat’ta ve sonrasında yaşananlar, bunu çok açık bir şekilde gösteriyor.

İşin bir başka boyutu, Çankaya’da görev yapacak ismin Meclis tarafından belirlenmesi süreçlerinde askerin aktif şekilde devreye girmesi.

Nitekim Sezer’in seçilmesiyle sonuçlanan bir evvelki Çankaya seçimi öncesinde dönemin Genelkurmay Başkanının, oraya çıkacak isimde aradıkları özelliklerle ilgili olarak ayrıntılı tarifler verecek kadar işi ileri götürdüğünü hatırlıyoruz.

Ülke yeni bir Çankaya seçiminin arefesinde.

Ancak şu ana kadarki gelişmeler, önceki seçimlerden hayli farklı bir tablo ortaya koyuyor.

Bu farklılığın en önemli sebebi, hiç şüphe yok ki, Genelkurmay'ın bu konuda sessizliğini ısrarla koruması. Öyle ki, geçtiğimiz günlerde Gazi Üniversitesinde devrim kanunlarıyla ilgili olarak düzenlenen ve bazı emekli generallerin siyaset içerikli tuhaf, provokatif konuşmalar yaptıkları bir toplantıya Genelkurmay Başkanı ne katıldı, ne de temsilcisini gönderdi.

Aynı şekilde, takip eden günlerde Org. Büyükanıt’ın Harp Akademileri Komutanlığındaki konuşması, basına kapalı olarak gerçekleşti.

Yine Büyükanıt, Çankaya seçimiyle ilgili görüşünü soran bir işadamına, “Şu ortamda cumhurbaşkanlığının C’sini dahi konuşmak istemiyorum” şeklinde ilginç bir cevap verdi.

Bunlar, Genelkurmay’ın bu defa çok dikkatli ve itinalı bir çizgi takip ettiğini gösteren önemli işaretler. Anlaşılan o ki, TSK Çankaya seçimiyle ilgili tartışmalara müdahil olmak istemiyor.

Hem de anamuhalefet partisi liderinin Genelkurmay’ı bu konuda tavır almaya ve görüş açıklamaya zorlamak için son dönemlerde iyice yoğunlaştırdığı akıl almaz tahriklere rağmen.

TSK’nın tavrı olumlu, devam etmeli.

21.03.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Deşifre’nin isyanı



Deşifre ekibi, genç kızlara tuzak kuran sahte bir yapımcının pisliğini ortaya çıkardı (Star TV).

“Şöhret” tuzağı ile kandırıp, para söğüşleyen bu tipler, sonunda yakayı ele verdi.

Verdi de ne oldu?

Sahte olduğu için deşifre olanlar bir yana bir de sahte olmayan yapımcılar var ki, onlar da sahtekârlara rahmet okutturacak cinsten.

Dolandırmadığı şarkıcı, sanatçı kalmıyor. Bir de utanmadan rating uğruna sansasyon yapıyor... Sonra hiçbir şey olmamış gibi piyasada “itibar” görüyor.

Deşifre’nin yapımcısı M. Ali Önel yaptığı programlardan sonra sistemin kokuşmuşluğuna vurgu yaparken, hâlâ yapılan müptezelliğe “pes” diyor.

“Alsınlar kokuşmuş sistemlerini mutlu mesut yaşasınlar. Senin neyine arı kovanına çomak sokmak… İşte böyle alırsın boyunun ölçüsünü. Buradan bu ülkeyi soyup soğana çevirenlere, işkencecilere, dayakçılara, hırsızlara, arsızlara, namussuzlara sesleniyorum. Ha gayret. Biraz daha çalışın. Pes etmemize az kaldı.”

“Önce duyarlı bir izleyicimizin ihbarıyla 2005 yılının son aylarında Malatya Çocuk yuvasına girdik. Girmez olaydık. Elde ettiğimiz görüntüler bizi insanlığımızdan utandırdı, yüreğimizi yaraladı. Ama aradan geçen aylar içerisinde yine hep beraber her şeyi unuttuk. Sanki hiç yaşanmamış, onlarca bebe o vahşete hiç uğramamış gibi.”

“Aradan daha iki sene bile geçmeden yine Deşifre ekibi aylar süren bir çalışma ile ülkenin en büyük cerahatlarından birini daha patlattı... Hep söylenen ama bir türlü kanıtlanamayan akıl hastalarına işkence meselesi insanın canını acıtacak kadar ağır görüntülerle kanıtlanmıştı. Herkes haberi kendi babasının malı gibi yedi bitirdi. Ama olsun. Biz artık buna alıştık. Varsın bizim emeğimizi hiçe saysınlar ama kanayan bir yarayı toplum olarak sarmamıza katkıda bulunsunlar. Medya bu kez işin peşini daha çabuk bıraktı.”(İnternetten)

Önel, “şöhret” tuzağına düşen genç kızların başına neler geldiğini görüntülerle tesbit ediyor.

Peki ne değişecek?

ÖDÜL PROVOKASYONU

Peygamberimizi “terörist”(!) olarak gösteren Jyllands-Posten gazetesinin kültür sayfası sorumlusuna ‘’azim ve cesaretinden’’ dolayı ödül verilmiş.

Duyun da inanmayın.

Ödülü veren de:

Flemming Rose... “Hür Basın Derneği”nce ödüle değer bulunmuş iyi mi?

Dernek, ilk kez verdiği “Safo” ödülünü, bundan böyle her yıl basın özgürlüğü alanında çaba gösteren birine verecek...miş.

Yani “hakaretin önünü açıyor”lar.

“Safo”lara bakın.

Birileri “kaşımaya” devam ediyor. Bu en az ikiz kulelere yapılan “provokasyon”un bir benzeri kadar tehlikeli.

ŞÖHRET VE CEZA

Dünyaca ünlü bir mankene verilen ceza ilginç... Manken, yardımcısının başına telefon fırlatması sebebiyle “temizlik” cezasına çarptırılmış.

Nasıl oluyor da oluyor?

Şöyle… Mahkeme, beş gün boyunca New York Belediyesine bağlı bir sağlık merkezinde yerleri paspaslama cezası çekecek Naomi Campbell...

Bizde böyle bir hukuk var mı bilemem. Ama olması halinde çok ilginç olurdu diye düşünüyorum.

Düşünebiliyor musunuz; şöhretli isimler, bir belediyenin sözleşmeli personeli gibi olurdu. Çünkü ekranlarda öylesine çok hakaret var ki...

21.03.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Daralan ve huzur bulan kalp



Bazı insanlar vardır kalpleri daralır, bazılarının da genişler, rahat bulur.

Peki, insanın kalbi ne zaman, neler yaptığında daralır ve nasıl genişler, rahatlar, huzur bulur?

Bu iki tip insanı, bize, kalbin San'atkârı, İlâhî bir katalog olan kitabında anlatır.

Bazı insanlar vardır ki, tuttukları ellerini, yürüdükleri ayaklarını, gördükleri gözlerini, düşündükleri akıllarını, kısacası sahip oldukları her şeyi Allah’a borçlu oldukları ve Onun verdiği nimetlerle ayakta kalabildikleri halde Allah düşmanıdırlar; Allah’tan, dinden, imandan, Allah’ı hatırlatan hiçbir şeyden hoşlanmazlar.

İşte böyle insanların, Allah bir olarak anıldığında kalpleri daralır. Onlar ne Allah’ın birliğine, ne de ahirete inanan insanlardır. Allah’tan başkaları anıldığı zaman ise ferahlanıverirler.1

Onların gözleri önünde de Allah’ın eserlerini görüp Onu anmamak için bir perde vardır. Kulaklarının da hakkı işitmeye tahammülleri yoktur.2

İnsanlardan öyleleri de vardır ki, her şeylerini Allah’a borçlu olduklarını bilir, her an onu hatırlar, verdiği sayısız nimetler için şükranda bulunur, bundan mutluluk duyarlar.

Onlar ise inanan insanlardır. Ve onların kalpleri Allah’ı anmakla huzur bulur.

Kur’ân bize bu insanlardan da bahsettikten sonra, “Haberiniz olsun ki, kalbler ancak Allah’ın zikriyle huzura kavuşur”3 buyurur.

Yine Kur’ân onların özelliklerini anlatırken, “Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah’ın adı anıldığı zaman kalbleri titrer, kendilerine Onun âyetleri okunduğunda îmanları ziyâdeleşir ve onlar yalnız Rablerine tevekkül ederler.”4

Onların diğer özellikleri de şöyle anlatılır: “Onlar öyle kimselerdir ki, ne bir ticaret, ne bir alış veriş, Allah’ı anmaktan, namazlarını dosdoğru kılmaktan ve zekâtlarını vermekten onları alıkoymaz. Onlar, kalblerin ve gözlerin dehşetten dönüvereceği bir günden korkarlar.”5

Demek kalbin daralması da, genişlemesi, huzur bulması da inançla ilgili bir husus. Yiyeceklerle doyan mide misâli kalpleri de Allah’ı anmaktan başka birşeyle doyurmak mümkün olmaz.

Dipnotlar:

1- Zümer Sûresi: 45.

2- Kehf Sûresi: 101.

3- Ra’d Sûresi: 28.

4- Enfal Sûresi: 2.

5- Nur Sûresi: 37.

21.03.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Sevgi: Kalbin ürettiği bahar çiçeği



Kalbimizin imandan sonra en kaliteli ürünü sevgidir. Kalbimiz;

* Hislerin, duyguların merkezi;

* Kâinattaki enerji boyutlarının santrali;

* Sevgi ve aşk üretim merkezidir ve sonsuz derecede sevgi üretme potansiyelindedir.

Rahmanî bir hediye olan akıl, göz, dil gibi kalbin de yaratılmasının sırrı, “muhabbetullah” ve öbür âlem için lâzım olan şeyleri temin etmek ve sonsuz mutluluğa ulaşmayı sağlamaktır.1 Dolayısıyla kalbin birinci görevi, Yaratıcıyı sevmektir. Dolayısıyla Onun hesabına, yaratılanları da sever.

Akıl, eşyanın, fenlerin sırlarına ulaştığı gibi, kalbimiz de ne kadar temiz ise, iman nuruyla ne derece aydınlanırsa, ibadet ve zikirle işletilirse, alıcı ve verici gücü de o nispette yüksek olur. Ve sevgi üretimini ona göre sağlar.

Hayatı dolu dolu yaşamak, gerçek sevgi ve aşkı üretmek, dolayısıyla huzuru, mutluluğu yakalamak; manevî kalbimizi tahlil etmekle ve gıdasını verip onu mânen tatmin etmekle mümkün.

Kalbin asıl görevi dünya işleri ve maddiyat ile uğraşmak değildir.2 Çünkü dünya işlerini ve maddî lezzetleri takip etme işi nefsimize verilmiştir. Onun işini kalbe yüklemek, kâğıt mendille yerleri paspas etmeye veya hassas terazi ile ağır yükleri tartmaya benzer.

Kalbin ikinci vazifesi ise sevgi üretmektir. Çünkü kalp, sevgi üretim merkezidir. Başta ruhumuzu, kendimizi, anne babamızı, çoluk çocuğumuzu, akrabalarımızı ve sair insanları severiz. Sevgi aynı zamanda bizi birbirimizle kaynaştırır. Güzel şeyleri, hayvanları, türlü yiyecek-içecek, bitki ve giyecekleri, manzaraları, diğer bütün varlıkları severiz.

İnsan mutlaka sever. Çünkü, kalp, sevgiye göre dizayn edilmiştir. Eğer, Rabbini sevmezse, dolayısıyla Rabbinin yarattığı bütün varlıkları Onun hesabına sevmezse, onun yerini nefsi alacaktır. Yani, nefsini mabuda lâyık bir tarzda sevecektir. Sevgi hissini mala-mülke, şana, şöhrete, model kabul ettiği kişilere (aktör, aktris, şarkıcı, san'atçı vs.) yöneltecektir. Elbette sonsuz sevgi potansiyeline sahip olan kalp, fani, basit, solan, yok olmaya mahkûm nesnelere razı olmaz. Bütün gücüyle “sonsuzluk” isteyen kalbimizi sonlu ve tükenici olan şeylerle doyurup tatmin edemeyiz.

Her duyumuzun, her duygumuzun ve her uzvumuzun gıdası ayrı ayrıdır. Meşrû olmak şartıyla, gözün gıdası güzel manzaralar, kulağınki güzel ve âhenkli sesler, dilinki tatlar, mideninki yiyecek, böbreklerimizinki su, ciğerlerimizinki temiz havadır.

Dipnotlar:

1- Sözler, 456, 33.; 2- Mesnevî-i Nuriye, 102.

21.03.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

İşgali Demokratlar bitirebilir



Irak'taki işgalin ne zaman sona ereceği hususu, hemen herkes için ciddî bir merak konusudur.

Bundan dolayı da, konuyla ilgili hemen bütün gelişmeler, pür dikkat ve hassasiyetle takip ediliyor.

Son zamanlarda, işgalin sona erdirilmesiyle alâkalı en ciddî ve güvenilir haberler, yine işgalci ülke Amerika'dan geliyor.

Bu ülkenin muhalefet kanadını teşkil eden Demokratlar, ellerine geçecek ilk fırsatta Irak'ta işgale son vereceklerine dair söz veriyorlar.

Ellerine ilk fırsatın geçmesi ise, 2008'de yapılacak olan başkanlık seçimi sonrası mümkün görünüyor.

Demokratlar, esasen daha şimdiden ses getirecek adımları atmaya başladılar. Senato'da Demokrat senatör Hillary Clinton ve Temsilciler Meclisinin Demokrat Başkanı Nancy Pelosi, Devlet Başkanlığının kendi partilerine geçmesi halinde, Amerika'nın Irak politikasını mutlak sûrette değiştireceklerini defalarca açıkladılar.

Açıklamalar güzel de, acaba iktidara gelmeleri mümkün mü? Şansları var mı?

Gelecek seçimlerde Demokratların çok daha şanslı göründüğünü şimdiden söylemek mümkün.

Zira, gerek Senato'da ve gerekse Temsilciler Meclisi'nde Cumhuriyetçilere üstünlük sağlamaya başlayan Demokratlar, Amerikan halkında giderek kabarmaya başlayan "savaş karşıtlığı"ndan da yararlanarak, iktidar hedefine doğru yürüyüşe devam ediyorlar.

Bush yönetimi ise, dört yıldır bir arpa boyu yol alamadığı Irak politikalarının sürdürülmesinde direnmeye ve bu hususta halktan da sabır istemeye devam ediyor.

Oysa, her gün ölüm kusan Irak politikasının devamına artık hiç kimse razı değil. Amerikan halkı, zaten gereken sabrı fazlasıyla gösterdi ve Bush'u ikinci kere başkan seçti.

Bu yüzden de, halkın inatçı Bush'a duyduğu öfke giderek kabarıyor.

Artık iyice anlaşıldı ki, Cumhuriyetçilerin genel politikası, haricî düşmanlarla, hayalî tehditlerle ve dış ülkelerde akıtılan kanlarla besleniyor.

İşte, bu politikaların tam zıddı olarak da, Demokratların daha insanî ve dünya barışını sağlamaya yönelik politikaları tercih edilmeye başlanıyor.

Evet, maalesef öyle anlaşılıyor ki, Irak'taki kanlı belâ, bir süre daha devam edip gidecek. Umarız, Demokratların iş başına gelmesiyle, başta Irak ve Afganistan olmak üzere, İslâm ülkelerindeki kan ve gözyaşları dinmeye başlar.

GÜNÜN TARİHİ (21 Mart 1973)

Nevruz gününde Veysel'i anmak

Âşıklık geleneğinin son temsilcilerinden halk ozanı Âşık Veysel, doğum yeri olan Sivrialan köyünde 80 yaşında vefat etti.

Tabiattaki İlâhî güzelliklere âşık ve meftun olan Veysel, ne hoş bir rastlantıdır ki, bu güzelliklerin coşmaya başladığı bir Nevruz gününde hayata vedâ eyledi.

İşte, bu hoş rastlantıyı da vesile kılarak, nice zamandır kana ve kine bulandırılmak istenen Nevruz Bayramı gününü Âşık Veysel'in hayata bakışı tarzında anmak ve kutlamakta büyük fayda var.

Kaldı ki, Âşık Veysel'in kendisi de böylesi günlerde dostları tarafından hatırlanmak istiyor.

İşte, bu arzusunu dile getirdiği o güzelim türküsünden iki–üç kıt'a:

Ben giderim adım kalır

Dostlar beni hatırlasın

Düğün olur bayram gelir

Dostlar beni hatırlasın

Can bedenden ayrılacak

Tütmez baca, yanmaz ocak

Selâm olsun kucak kucak

Dostlar beni hatırlasın

Gün ikindi akşam olur

Gör ki başa neler gelir

Veysel gider adı kalır

Dostlar beni hatırlasın

* * *

Âşık Veysel'i bir kez daha rahmetle anarken, onun yine Nevruz mânâsındaki baharın dirilişiyle ilgili olarak "dağlar" üzerine yakılmış bir türküsüyle tenezzühe çıkalım:

Türlü türlü irenklere bezenmiş

Yeşil yaprağile döşeli dağlar

Giyinmiş kuşanmış gelin misâli

Gülüyor yüzüme neş’eli dağlar

Çeşit çeşit çiçek takmış döşüne

Çekilir göçleri peşi peşine

Çıkabilsem şu yaylanın başına

Kuzulu kurbanlı şişeli dağlar

Erimiş karları çekilmiş duman

Açılmış çiçekler yürümüş çimen

Hayali düşümde yaşar her zaman

Başı oylum oylum meşeli dağlar

Yüce dağlar biribirine göz eder

Rüzgâr ile mektuplaşır naz eder

Gâhi duman bürür gâhi yaz eder

Dereli tepeli döşeli dağlar

Kış gelince beyaz çarşaf bürünür

Bahar gelir yeşillenir arınır

Hangisine baksan cennet görünür

Size bakıp bakıp çoşalı dağlar

Ovalar bezendi al yeşil dağlar

Ağlatma Veysel’i gel gözüm dağlar

Dağlarsa sinemi gurbetlik dağlar

Sevdiğimden ayrı düşeli dağlar

21.03.2007

E-Posta: [email protected]




Saadet Bayri FİDAN

Okumadan yaşanır mı?



Henüz okula gitmiyorken, evimizde Risâle-i Nur sohbetleri olurdu. Küçük odamız, gelen hanımlarla epey kalabalıklaşırdı. Hanımlardan biri eline aldığı kırmızı renkli kitaptan benim bir türlü anlayamadığım şeyler okurdu. Yaşım küçük olduğundan, tuhaf geliyordu bana. Okula başlayıp okuma yazmayı iyice öğrenince, ablaların kırmızı kitapları okumaları oldukça cazip gelmeye başladı. Tabiî okumayı yeni öğrenmenin verdiği aşkla, okuma arzum artıyordu. Hatta bazen ileriye giderek, “Lütfen burayı ben okuyayım, kısa zaten, yarım sayfa kolaydır” dediğimde, gülüşüp “olmaz” diyorlardı. İçten içe kızıyordum tabiî.

Sonra öğrendim ki, sayfanın, yazıların kısa yahut uzun olması, içindekilerin kolaylığını yahut zorluğunu belirlemiyormuş. Çocukluk deyip şimdi ben de gülüyorum o hâlime. Yalnız çocukluk dediğim hâllerim, gençliğe adım attığım yıllarda da peşimi bırakmadı. Bir dönem, “Bu kitapların dili çok ağır. Ben hiçbir şey anlamıyorum” diyerek, Risâle-i Nur’dan başka her türden kitap okumaya başlamıştım.

Lise yıllarında edebiyat bölümünde okuyan bir arkadaşın, her sabah ve akşam, hatta fırsat bulduğu her anda Risâle-i Nurları okuması o kadar tuhaf gelirdi ki… Sayfalarca yazar, notlar alırdı. Ders çalışır gibi, risâlelere çalışırdı. Aklıma hep iki şık gelirdi: Ya bu kız biraz problemli ve anlamasında da sorun vardı ya da gerçekten bu kitaplar çok zor. Zira edebiyatta okuduğu için, diline âşina olup yabancı dediğim Osmanlıca kelimeleri bilmesi gerekiyordu. Eğer böyleyse, her iki durumda da benim işim zordu.

Mecburiyetten katıldığım bir aylık kitap okuma programından sonra, hiç anlamadan Risâle-i Nurların büyük bir kısmını okumuş, üzerine imtihan olmuş ve 50 tane de vecize ezberlemiştim. O sıralar lise bitmişti. Rüzgâr gibi geçen yılların ardından, bu bir ay tohum gibi düşmüştü hayatıma. Ve risâle okumalarına başlamıştım. Okumalarım satır satır derken, belli bir seviyeye geldi. Kelime sorunumu büyük miktarda çözmüştüm. Risâle-i Nurları eskisinden çok daha iyi okuyup anlıyordum. Ancak yine istediğim tarzda okumuyordum. Bütün bahanelerim yanlış çıkmıştı.

Okuduğum bir sayfada ne demek istendiğini biliyordum; ancak bu defa okumak çok zor geliyordu. Anladım ki, Risâle-i Nurların bütün kelimelerini bilmek onu okumaya yetmiyor, sürekli okumak için sebep değildi. Bu bir nasip, bu bir istek ve bu bir ihtiyaç meselesiydi. Hastalığını itiraf edip ilâcını bulmak işiydi. Ve tedavi oluncaya kadar okumak, okumaktı bu sır. Oysa ben henüz hastalığımı fark edemediğimden, okuma seviyesine gelmemiştim.

Çok yavaş adımlarla ilerlemeye başladığım sıralarda tanıştım “Yaşamak lâzım” kelimesiyle. Birçok kişinin ağzına pelesenk ettiği bu kelime yabancıydı bana. Çünkü henüz okumayı çözmemişken, “Okumak değil, yaşamak lâzım” denilmişti. Yanlış yerden başladığımı sanmıştım. Ben yaşamadan okumaya çalışıyordum, bu yüzden olmuyordu.

Yaşamaya çalışayım dediğimde de neyi yaşamam gerektiğini biliyor; ama nasıl yaşanması gerektiğini bilmediğimi fark ediyordum. Hâl böyle olunca, ben de kendime rehber aramak için Risâle okumalarıma başladım. Hastalığımı fark edip okumalarımı sıklaştırdım. Okudukça bir çağlayanın başına geçmiş, küçücük ellerimle suyu avuçladığımı görmüştüm. Ve önümdeki kovanın dolmasına daha çok zaman vardı. Sabırla diz çöktüm ve başladım avuçlamaya… İşim zordu, zira suyu avuçlarımla dolduruyordum kovama...

Zaman geçti ve bu kadar yılın ardından anladım ki, Risâle-i Nur’u yaşamak için okumak lâzımmış. Çünkü okumayan yaşayamazdı. Anlamayan, kendini ikna edemezdi. Yaşayanlar bunu beden diliyle gösteriyorlardı. Ve birçok kişi gibi, aslında yanıldığımı fark ettim.

Yaşamak, tevil yapmadan İslâmiyet’i her hâl ve hareketlerimize yansıtmak demekti. Zira bu âhir zamanda Kur’ân’ın manevî tefsiri olan Risâle-i Nur, imanımızı kurtarma dâvâsını omuzumuza yükleyip Muhammedî ahlâkla ahlâklanarak, o terbiye dairesinde nasıl hareket edeceğimizi ders veriyordu. Onu okumadan, rehber tutmadan nasıl gösterdiği yolu bulacaktık.

Evet, yol ikiydi: Sağ ve sol... Bir adam bu yolların başını tutmuş. Bu yol iyi, bu yol çıkmaz diyordu. O yolun hangisi olduğunu sormadan nasıl bilebilirdik?

21.03.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Allah namına almak ve vermek



“H” rumuzlu okuyucumuz: “Birinci sözde geçen: ‘Allah nâmına vermeliyiz. Allah nâmına almalıyız. Öyle ise, Allah nâmına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız’ cümlesini nasıl anlamalıyız? Bir kişinin Allah namına verip vermediğini nasıl anlarız? Bu gruba kardeşler de dâhil olabilir mi?”

Kâinatın sahibi, bizim Sahibimiz, Sâniimiz, Rabbimiz, Hâlıkımız, Râzıkımız Allah’tır. Gökte ve yerde ne varsa Allah’ın adını anar, Allah’ın adı ile başlar, Allah’ın adı ile işler. Allah’ın adı ile hareket eder. İnsanoğlununkiler dışında hiçbir varlığın davranışlarında, hareketlerinde, işleyişinde hata, kusur, ihmalkârlık ve itaatsizlik görülmez, hiçbir şey vazifesini terk etmez. Her şey saat gibi yorulmadan, bıkmadan, hatâ yapmadan kendisine yaratılışta verilen fıtrî vazifesine koşar. İşte bu koşu, Allah’ın adıyla başlar, Allah’ın adıyla devam eder, Allah’ın adıyla sona erer. Bunu bize Kur’ân bildirir. Kur’ân buyurur ki:

* “Yedi gökle yer ve onların içinde bulunan herkes Allah’ı tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki, Allah’a hamd edip O’nu tesbih etmesin. Lâkin siz onların tesbihini anlamazsınız. Şüphesiz O Halîm’dir, Ğafûr’dur.”1

* “Gökgürültüsü hamd ederek, melekler de Allah korkusuyla O’nu tesbih eder.”2

* “Göklerde ve yerde ne varsa O’nu tesbih eder.”3

* “Göklerde ne var, yerde ne varsa, her şeyin hakîkî sahibi olan, her türlü noksandan münezzeh bulunan, kudreti her şeye gâlip olan ve hikmeti her şeyi kuşatan Allah’ı tesbih eder.”4

* “Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih eder. Her şeyin mülkü O’nundur. Her türlü hamd O’na mahsustur. O her şeye hakkıyla kâdirdir.”5

“Bismillah” kelimesi Allah’ın adını zikirdir. Her şeyin Allah’ın adını zikrettiği gerçeğiyle, bizim her işin başında neden “Bismillah” dememiz gerektiğini Birinci Söz’de harika bir şekilde izah eden Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, varlıkların Allah’ın adını nasıl andıklarını geniş örneklerle nazara vererek, tesbihi ifâde eden âyetleri tefsir eder. Her şeyin Cenâb-ı Hakkın namına hareket ettiğini, zerrecikler gibi tohumların ve çekirdeklerin başlarında koca ağaçları bunun için taşıdığını, dağ gibi yükleri bu güç ve kudretle kaldırdığını beyan eden Üstad Bediüzzaman Hazretleri, meselâ her bir ağacın “Bismillah” dediğini, Rahmet hazinelerinin meyvelerinden ellerini bu güçle doldurduğunu ve bizlere bu kudretle tablacılık ettiğini; her bir bahçenin “Bismillah” dediğini, bu kudretle Kudret mutfağından bir kazan olduğunu, böylece çeşit çeşit pek çok muhtelif lezzetli yiyeceklerin içinde berâber pişirildiğini; her bir inek, deve, koyun, keçi gibi mübârek hayvanların “Bismillah” dediklerini, bu güçle Rahmet feyzinden bir süt çeşmesi olduklarını ve bizlere Rezzâk namına en lâtîf, en nazîf ve hayat kaynağı gibi bir gıdâyı takdim ettiklerini; her bir bitki, ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarlarının “Bismillah” dediklerini, yani Allah nâmına, Rahman namına dediklerini, sert olan taş ve toprağı bu kudretle delip geçtiklerini kaydeder.

“Mâdem” der Bedîüzzaman, “her şey mânen Bismillah der, Allah namına, Allah’ın nimetlerini getirip bizlere veriyorlar. Biz dahi ‘Bismillah’ demeliyiz. Allah namına vermeliyiz. Allah namına almalıyız. Öyle ise, Allah namına vermeyen gâfil insanlardan almamalıyız.”6

Allah namına almak ve vermek, Allah için alıp vermektir. Bunu, alırken ve verirken Allah’ın adını anarak ifâde ederiz. Yani “Bismillahirrahmanirrahîm” deriz. Bunu içimizden söyleriz.

Alırken, bize verenin Allah namına verdiğini kabul ederiz. Bilmiyorsak—ki başkasının iç dünyasını bilmek imkânı genelde yoktur—Allah’a inananlar hususunda hüsn-ü zan yaparız. Başkalarından veya tanımadığımız birilerinden almaya mecbur olduğumuzda da, biz alırken “Bismillah” deriz.

Resûlullah Efendimiz’e (asm): “Bize et getiriyorlar; keserken Besmele çekip çekmediklerini bilmiyoruz. Bunu yiyelim mi? Yemeyelim mi?” diye sorulmuş; Allah Resûlü (asm): “Allah’ın adını anın ve yiyin!” buyurmuştur.7

Dipnotlar: 1- İsrâ Sûresi: 44 2- Ra’d Sûresi: 13 3- Haşir Sûresi: 24 4- Cuma Sûresi: 1 5- Tegâbün Sûresi: 1 6- Sözler, s. 12, 13 7- Buhârî, Tevhîd, 13

21.03.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Zıt aydınların benzerlikleri



‘Zıt müttefikler’ adlı bir yazımızda Bin Ladin ile Bush’un veya Nejad ile Bush’un zıt müttefikler veya benzerler olduğuna değinmiştik. Bazı ırkçı aydınlar da aynen böyledir. İşte numune veya Arapların ayine dedikleri cinsten; bunlardan birisini analiz etmek istiyorum. Aslında birisini analiz hepsini analizdir. Hepsi birbirinin prototipidir. Ve ilginçtir, bunların kaynakları da aynıdır.

Tempo derginde Mehdi Zana’nın “Kürtler İslâmiyeti kabul ettiklerinde kaybettiler” sözü bana bir yerlerden tanıdık geldi. Bu sözleri okuyunca kaynağını araştırmaya koyuldum. Hafızamı zorladım. Karşıma her renkten ve cinsten benzeri aydınlar çıktı. Ben bu sözleri bir yerlerden hatırlıyordum. Sonra kafam bazı Arnavut aydınlara intikal etti. Mehmed Akif Ersoy’un Safahat’ında yazdığı gibi Osmanlı’nın zayıflamasından itibaren Arnavutlar kadim köklerini aramaya ve bunun kendileri için çözüm olduğunu düşünmeye başlamışlardı. Bundan dolayı aralarında Şkiptar kavramı iştihar etmiş ve revaç bulmuştu.

Arnavutluk kartallar ülkesidir ve bu anlamda Arnavutlar kendilerine ‘Şkiptar’ da demektedirler. Ama bu arayış zamanla aynı seviyede kalmamış ve ricat boyutunda dinî mânâlar kazanmıştır. Ve kimi Arnavut kendilerine İslâm öncesi köken ararken aslında İslâm öncesi hiç de uyum içinde olmadıkları Hıristiyanlıkla temas hattı aramışlardır. En azından ruhen İslâmdan kopan bazı aydınlarca. Bu kesinlikle bir kompleks ürünüdür. Komünizm döneminde Enver Hoca niçin komünist olmuşsa post komünizm sonrasında da İbrahim Rugova veya İbrahim Kadare gibiler aynı psikolojik ve sosyolojik zeminden Hıristiyanlığa meyletmişler veya yanaşmışlardır. Onlara göre de Arnavutlar İslâmı kabul ettiklerinde kaybetmişlerdi. Halbuki müşterek devlet olan Osmanlı’ya baktığımızda vezirlerin genelinin bu mıntıkadan çıktığını görüyoruz. Tepedelenli Ali Paşa’dan beri İslâm öncesinde köken arama çizgisi kalınlaşarak devam ede gelmiştir. Bu kâh İslâma bir isyan suretinde, kâh da Adem Demaçi örneğinde olduğu gibi Allah’a isyan suretinde tecelli etmiştir. Rugova ve Kadare İslâma isyan ederken, ‘Kosova’nın Mandela’sı olarak bilinen Adem Demaçi de ‘Allah küçük kavimleri unuttu’ şeklinde yakışıksız ifadeler etmiştir.

***

Bu itibarla aslında Mehdi Zana bu eğiliminde yalnız değildir. Kürt gibi Arnavut hatta bir kısım kavmiyetçi Türk aydınlarının da tezleri aynıdır. Kürt veya Arnavutlar talihlerinden şikâyet ederken Cemal Kutay gibiler de fütuhatçılıkla kuru bir Arap dâvâsına veya kuru bir ümmetçilik adına kanımızı sebil ettiğimizi ileri sürer. Birileri tersinden yakınırken, o da Türklerin fazla toprak fethederek kaybettiklerini söylemiştir. Halbuki müşterek devlet şemsiyesini kaybedince herkes kaybetmiştir. Makro milliyetçilik ile İslâm dünyası atomize olurken mikro milliyetçiliklerle de ulus devletler atomize edilme aşamasına gelmişlerdir.

Peki, Arapların suçu ne idi? Bir millet olmalarına rağmen 22 pareye bölündüler ve yakalarını biraraya getirmekten aciz oldukları gibi aralarında sınır kavgasından da geçilmiyor. Maalesef bugün zıt aydınların referanslarının da benzer olduğunu görüyoruz. Sözgelimi Muazzez İlmiye Çığ hem İslâm’ı reddeden ve aidiyetini Sümerlerde arayan Türklerin, hem de bazı yazılarında olduğu gibi Abdullah Öcalan’ın referansları arasındadır. Bu itibarla, İsmail Kadare veya İbrahim Rugova ile Mehdi Zana veya Abdullah Öcalan arasında bir fark yoktur. Ve kendilerine İslâmın dışında her aidiyetten ve kimlikten referans arıyorlar. Ortak yönleri ve alanları bu.

Abdullah Öcalan kendisini bir zamanlar Mesih’e benzetmişti. Taraftarları arasında da, sembol Müslüman isimler yerine kendilerini Zerdüşt veya Hıristiyan önderlere benzetenlerin ağırlıkta olduğunu görüyoruz. Fırat Haber Ajansı kaynaklı bir haberde, Türkiye, İran ve Irak’taki 300 PKK militanına yöneltilen “En çok beğendiğiniz dinî önder kim?’ sorusuna yüzde 34 oranında ‘Zerdüşt’ cevabı verildiği belirtilmişti. Ankette, ‘Hz. İsa’ seçeneği Zerdüşt’le aynı oranda destek görürken, ölülere tapınılan bir inancın kurucusu olan Mani yüzde 11’le üçüncü sırada, Hz. Muhammed ise yüzde 10’la dördüncü sırada yer alıyor. Amerikalıların yüzde 8’i Hazreti İsa’yı kendileri için yaşayan bir model ve rehber olarak görürken PKK mensupları arasında bu oran tavan yapıyor. Zaten sahih anlamda Mesih’e tabi olsalar bu günümüzde İslâmiyete tekabül ederdi. Daha sonra Özgür Gündem gazetesi bu haberle ilgili bir tekzip yayınlasa da küp içindekini sızdırır ve Mehdi Zana gibi PKK dışında da olsa bazı Kürt aydınların eğilimi de farklı bir açıdan da bunu doğruluyor.

***

Müşterek devletin yıkılmasıyla birlikte birden fazla devlete sahip olan Araplar, yine bir devlete sahip olan Türklerle birlikte Kürtler gibi devletsiz kavimler kaybetmişlerdir. Bununla birlikte makro milliyetçilik dalgasından sonra mikro milliyetçilik dalgasıyla birlikte Kürtler maalesef iki defa kaybetmişlerdir. PKK en büyük zararı Kürtlere sonra da Türkiye’ye vermiştir. Gülay Göktürk ‘PKK olmasaydı’ yazısında bunu anlatmaktadır. ‘Nekbetü’l ümmeti’l Arabiyye binekbeti’d devletil Osmaniyye/ Arapların felâketi Osmanlı’nın yıkılmasıdır’ tezi bütün gerçeklerin anasıdır. Müşterek devlet formülü ‘kazan kazan’ formülünün başka adıdır.

21.03.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Risâle-i Nur'u anlama konferansları



Diyarbakır’a bir bahar günü, Pazar tatilinde Dedeman Oteli’ndeki konferanslar serisinin heyecanı düşmüştü. Risâle-i Nur Enstitüsü Diyarbakır Şubesi’nin “Varlıklar Âleminde İnsan” konulu “Risâle-i Nur’u Anlama Konferansları”nın birinci programından bahsediyorum.

Diyarbakır’ın öteki yüzüne, yani düşünen, okuyan araştıran ve bunu bilimsel ortamlara taşıyan yönüne değinmek istiyorum. Her şeyin menfi gösterildiği, birilerinin karşılıklı olarak nemalandığı bir kıskacın sevimsiz yüzünden uzak, Bediüzzaman’ın düşünce penceresinden bilim adamlarımızın sunduğu konferansları gün boyu dinledik.

Salon, doluydu ve programın sonuna kadar kimse ayrılmadan büyük bir dikkatle değerli konuşmacıları dinledi. Kendi adıma çok istifade ettim. Risâle-i Nur Enstitüsü, akademik formattaki yeni etkinliği bütün Türkiye’de yaygınlaştırdığı takdirde ciddî bir fikrî hazinenin teşekkül edeceğine o kadar inandım ki, şevkimi tarif edemem.

Aynı gün İstanbul’da gerçekleştirilen panelin hayalini de arkadaş ettim dünyama. Bir inşirahın ayak seslerini duyar gibiydim. Bu ülkenin aziz insanlarının, tarihin yeniden dirilişine ve kendi maneviyat dünyalarına tefekkürle dönmenin coşkusu ile ideallerine koştuklarına şahitlik ediyordum adeta.

Risâle-i Nur’u Anlama Konferanslarının, dalga dalga akademik bir bakış ve vukufiyetle müzakereye yatkın dinleyicilerle fikri buluşmaya ve kendimizi yeniden keşfedip gayretimizi kamçılamaya vesile olacağını ümit ediyorum.

Risâle-i Nur, bir hazine. Henüz yeterince kâşiflerini bulamamış. Derinlikli, ayrıcalıklı, keyfiyeti kemiyete galip gelen esaslı ve erbabına dâvet çıkaran bir yaklaşımla enine boyuna her konunun ilim adamlarınca ve uzmanlarca irdelenmesinin, paylaşılmasının meyvelerini, yakında fazlasıyla alacağımızı düşünüyorum.

Fikrî bereketin ve şuurlanma iradesinin gereği olarak akademik müzakerelere kapı açacak konferans, panel ve seminerlere daha çok ağırlık vermemiz şart. Yılda bir iki program, bu anlamda ihtiyaca kifayet etmez.

Devasa problemlerimiz, meraklarımız, yeterince kavrayamadığımız ve öğrenme arzusunda olduğumuz bütün meselelerimiz için Risâle-i Nur Enstitüsünden destek almanın, program talep etmenin ve yeni konulara hazırlanıp tefekkür dünyasına açılmanın tam zamanı.

İlk programın ana teması oldukça etkileyici ve kapsamı genişti. Birinci derecede merak ettiğimiz kendimizi, yani insanı çözmeye ve onu anlamaya dayalı her ifade, zihin açıcıdır.

İnsan organizmasının yaratılış hikâyesini, döllenme ve doğumunu, hayat mucizesi ile tanıştıktan sonraki insan olmanın mahiyetini ve ona verilmiş emanet cihazların maksada uygun kullanılmasının önemine dair her şey bir arada ve komprime bir şekilde sunuldu.

Bilim, onun disipline ettiği sistemli bilgi ve öğrenme merakının insana kazandırdığı değerler üzerine bilim insanının sorumlulukları, marifet pencerelerini açan aklın imana teslim ubudiyeti ile kâinatı keşfetmenin sırlı kapılarına götüren çok huzurlu bir tefekkür yolculuğu.

İnsana dair san'at ve estetiğin, tezyinatın ve kâinat sarayında bize ait bir serginin en iyi ziyaretçisi olma zerafetine ve mü'min idrakine sahip olmanın farkını nazara veren düşünce demetleri ise, ayrı bir renk ve cümbüştü fikir avcıları ve düşünce denizinin sakinleri için.

Muhabbetten, şefkat ve akıldan öte hikmetle barışık, acziyet ve fakriyet duâsını, “şefkat ve tefekkür”ü birleştirme yolculuğunda, Risâle-i Nur Enstitüsü, bilimin imanla taçlandığı bir kuruluş olmaya devam etmektedir. Bu anlamda hepimize görev düşüyor.

Risale-i Nur’u Anlama Konferanslarını organize etmeye ve paylaşmaya ne dersiniz?

21.03.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Çankaya müdafaası



Başbakan Erdoğan’ın belindeki rahatsızlık sebebiyle geçen hafta AKP’nin grup toplantısı yapılamamıştı.

Bu yüzden bu haftaki grup toplantısı hem Başbakan Erdoğan’ın vereceği mesajlar açısından önemliydi, hem de başbakanı yakından görme imkânı vardı.

Bu sebeple herkes grup toplantısına girmesine karşın gazeteciler kendisini kapıda bekliyordu. Erdoğan yaklaşınca gazetecilerden geçmiş olsun dileğiyle karışık, “Beliniz nasıl?” sorusu geldi. Başbakan, “Çok iyi, iyiyim” diye karşılık verdi. Sonra genç bir Ankara Temsilcisi, “Kendi aramızda ‘Size cumhurbaşkanı diyebilir miyiz?’ konusunu tartışıyorduk” dedi. Erdoğan imalı bir şekilde gülerek, “Biliyorsunuz benim bel fıtığım var. Belinde fıtık olanlar Çankaya’ya çıkamaz” karşılığını verdi.

Sonra grup toplantısına geçildi. Başbakan uzun uzun Çanakkale Zaferinden söz etti. Siyasete ilişkin olarak sadece, “Finale geldik” sözleri vardı. Hangi final? Kendisinin cumhurbaşkanlığı finali mi, yoksa seçim mi? Herkes kendi cephesinden yorumladı bunu.

Meclis Başkanlığının yasaklama kararı etkili olmuştu. Geçen haftaların tezahüratlı, sloganlı, bol coşkulu toplantısı yoktu. Kalabalıktı. Salon, loca tıklım tıklım doluydu. Ama tezahürat yasaktı. Bir de illerden gelen heyetlerin hediye vermeleri.

“Demokrasilerde çareler tükenmez” sözünü işimize geldiği yerde kullanırız ya bu kez de illerden gelen heyetler başbakanı Meclisteki makamında ziyaret edip, hediyelerini sundular.

Meclis Başkanlığının aldığı karar gereğince, Meclis TV üç grup toplantısından 1 saat canlı yayın yapıyor.

AKP Grubu 11-12 arasında. O bitiyor ANAP başlıyor tam 1 saat. Sonra sıra CHP’ye geliyor. İlk hafta bu disiplinli bir şekilde uygulandı, ama bakın neler oldu.

AKP Grubu beklenenden kısa sürdü. Başbakan millî duygulara ağırlık veren, siyasî polemiğe kapı aralamayan bir konuşma yaptı. Ancak Erdoğan erken bitirince yayında bir boşluk oluştu. Meclis TV hazırlıklıymış bu araya hemen Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın hafta sonu Kocaeli’nde yaptığı konuşmayı yayına verdi.

Çok da iyi oldu. Bülent Arınç orada Meclis 16 Mayıs’ta cumhurbaşkanını seçecek, hiç endişeniz olmasın şeklinde güçlü ve kararlı mesajlar verdi. Aslında Çankaya bahane edilerek Meclisin üzerine korkuların salınmak istediği bir zamanda Arınç’ın bir basın toplantısı düzenleyip, millî irade adına yürekli mesajlar vermesi gerekiyor. Arınç’ın bunu çok iyi yapabileceğine inanıyorum ve “gün bugün” diyorum.

Tam vakti gelince ANAP Grubuna geçtik. Kürsüde kabına sığmayan, heyecanlı genç bir adam vardı. Ama kızgın bir adamdı. ANAP grubunun olduğu salonda DYP lideri olarak Demirel’i izlemiştim. Önce 22 milletvekili vardı DYP’nin MDP’den ANAP’tan ve bir de Halkçı Parti’den ayrılan milletvekilleri ile kurulmuş. Derme çatma bir gruptu, ama Meclis zeminini açmıştı Demirel’e. Liderlik bambaşka bir şey. Demirel bir çoğu 12 Eylül’ün partisi MDP’den gelenlerle hem 12 Eylül’le, hem de Özal’la mücadele etmişti. “Siz inanırsanız tekeden süt çıkarırsınız” derdi. Öyle de yaptı. Bu grup sonra 60 oldu sonra iktidar. Zincirbozan’dan Çankaya’ya giden yol böyle açıldı.

Erkan Mumcu çırpınıyordu. Bir milletvekilinin istifasıyla birlikte ANAP gruptan düşme tehlikesi yaşıyor. Mumcu da “Bizi öyle dallara tutunan bir parti sanmasınlar. Biz kökleri olan partiyiz” türünden lâflar etti. Ne yapsın.

Eğer Erkan Mumcu, bakanlığını yaptığı partinin kirli çamaşırlarını sokağa döken birisi olarak değil, sağduyu arayanlara adres olarak ortaya çıksa daha farklı olabilirdi. Bizim insanlarımız vefasızlığı affetmiyor. Bir de eskinin “demokrat Mumcu”su gitti muhalefet yapma adına “statükocu bir Erkan Mumcu” geldi.

Erkan Mumcu kürsüden inerken kapıyı açtım, CHP’nin Meclis’teki basın müşaviri ile karşı karşıya geldik.

Gizlice ANAP Grubunu takip etmesine gerek yok, zaten TV’den canlı yayınlanıyor. Koşarak CHP Grubuna gitmesiyle birlikte işin sırrını anladım.

Meclis TV’nin canlı yayını başlayacaktı ya, onun için “Erkan bitti, Baykal kürsüye” hazırlığı yapılıyormuş.

Deniz Baykal bu ortamda kürsüye çıktı. Konuştukça konuştu. Ama öyle 2.5 saat değil. Süre sınırı var ya. Bu kez 1 saat konuştu. Bu işe de en çok CHP muhabirleri sevindi. Baykal kürsüden inecek diye beklerken bir de baktık ki şahlanmış.

Sözü Cumhurbaşkanlığı seçimlerine getirip, “Çanakkale geçilmez tamam da Ankara’da geçilemez” dedi. Yetinmedi, “Hattı müdafaa yok, sathı müdafaa var. Satıh da bütün vatandır” dedi. Bir tek “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz ileri” demediği kaldı. Öyle heyecanlıydı ki, neredeyse kapıya çıkıp, atı hazır mı diye bakacaktım.

CHP Çankaya savunması ile Çanakkale müdafaasını birbirine karıştırıyor. Tabiî Baykal da kızınca demokratik yoldan cumhurbaşkanı seçilip Çankaya’ya çıkacak olan Türkiye Cumhuriyeti’nin 11 Cumhurbaşkanı ile Çanakkale’nin kapısına dayanan İngiliz askerlerini.

21.03.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Bu ülkenin değerleri



Sahip olduğumuz değerlerin kıymetini bilmediğimiz kabul gören bir tesbittir. Bu sebeple, ‘kendi yürüyüşü’nü terk edip, taklit etmeye çalışılan yürüyüşü de başaramayanlar sınıfına dahil ediliriz.

Başarılarla dolu bir geçmişe/ tarihe sahibiz. Ancak bu zaferlerden ibret ve ders almayı, bugünün problemlerine çözümler üretmeyi başaramamışız. Bu tavrın altında, geçmişimizi karalama kampanyalarının payı vardır. Bugün bile çocuklarımıza okutulan ders kitaplarında ceddimiz kötülenmiyor mu? Bu kötüleme geçmiş yıllara nisbetle azalmış olsa da, tamamen sonra ermiş değildir.

Bir yönetmenin yaptığı tesbitler, bize bu konuyu bir defa daha hatırlatmış oldu. Yönetmen Derviş Zaim şöyle demiş: “Bu ülkenin kendi kültüründen kaynaklanan büyük bir malzeme var. Bu malzemeyi biz sinemada yeterince kullanamıyoruz. Halbuki Osmanlı ile ilgili potansiyel konuların hem bize, hem de yurt dışındaki insanlara seslenebilecek tarafları olduğunu düşünüyorum. (...) Uzakdoğulu sinemacılar, kendi kültürlerinden kaynaklanan bir sinemanın her zaman peşine düştüler. Bunun çok yetkin örneklerini verdiler. Kendi kültürlerini nasıl sinemaya aktardılar, nasıl bir süreç izlediler (...) bunu incelemeye çalıştım.” (Hürriyet, Keyif eki, 16 Aralık 2006)

Tabiî ki yönetmenimiz kendi sahasıyla ilgili sıkıntıları ve tesbitlerini dile getirmiş ve “Bu malzemeyi biz sinemada yeterince kullanamıyoruz” demiş. Peki, başka sahalarda, var olan potansiyelimizi kullanabiliyor muyuz? Hayır.

Zaim’in yerinde bir tesbitle dile getirdiği şu konu da önemli: “Uzakdoğulu sinemacılar, kendi kültürlerinden kaynaklanan bir sinemanın her zaman peşine düştüler. Bunun çok yetkin örneklerini verdiler.” Uzakdoğu sinemacılarının yaptığını ‘yerli’ sinemacılarımız niçin yapmaz, yapamaz?

Bazı ‘köksüz’ ülkeler, kendilerine hayalî tarih ve kahramanlar bulup gençleri oyalarken; bizim var olan kahramanlarımızı çocuklarımıza, gençlerimize tanıtamayışımız ‘normal’ midir? Meselâ, Amerikalılar; mağlûp oldukları savaşların dahi filmini yapıp, ‘kahramanlıkları’nı dünyaya duyururken, çağ açıp çağ kapayan bir İstanbul Fethinin, Sultan Fatih’in şanına yakışır sinema filmini yapabilmiş miyiz?

Aynı şekilde, yakın zamanda yıldönümüzü kutladığımız Çanakklale Zaferinin şanına yakışır, gerçek mahiyetini ortaya koyabilecek bir sinema eserini dünyaya sunabildik mi? Dünya âlem bunları yapabilirken, bizim sinemacılarımız niçin yapmaz, yapamaz?

Hadiseyi sadece maddî imkân/sızlıkla izah etmek mümkün değildir. İstense ve şartlara uygun çalışmalar yapılsa, bütün ‘zor’lar kolay olur. Böyle büyük projeler ‘para’sızlık sebebiyle değil, belli bir zihniyet sebebiyle gün yüzüne çıkamıyor.

Hadiseye sadece ‘tarihî film’ler penceresinden bakmak da doğru olmaz. Her konuyu bu şekilde değerlendirmek mümkün. Bütün dünya kendi geçmişiyle övünürken, 600 yıl boyunca dünyaya adalet dağıtan bir ecdadın torunları olarak ecdadımıza vefasızlık örneği olmamız hiç de doğru değil.

Sahip olduğumuz değerlerin kıymetini bilelim ve dünyaya bildirelim...

21.03.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004