Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 29 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Murat ÇETİN

Son gaziler



Bir İstiklâl Savaşı gazisi daha öldü.

Adı Veysel Turan’dı. 108 yaşındaydı, en azından nüfusta öyle görünüyordu.

Geçtiğimiz günlerde vefat etti. Belki 85 yıl önce ölmeyi tercih ederdi. Savaş meydanında, düşman kurşunuyla can vermeyi, ölümü tatmadan ölmeyi, şehit olmayı yeğlerdi.

Ama o gün değil, bugün öldü.

Muhtemel değil, kesin; ömrü harp hatıralarını anlatmakla geçti. Yakınları ezberledi artık savaş yıllarının her bir anını.

Bütün isimler, bütün kelimeler, bütün sıfatlar hafızasında ilk günkü tazeliğini koruyordu.

Sanki dün şehit düşmüştü arkadaşı, sanki dünmüş gibi üzüldü, sanki dünmüş gibi sevindi, onun adına.

Sanki dündü, gördüğü o kahramanca taarruzlar; göğsü o günkü gibi kabardı.

Sanki dün öldürmüştü düşman askerlerini, verdikleri son nefesleri hissedebiliyordu.

Yakınında patlayan top güllesinin sesi kulaklarında çınlıyordu, can çekişen arkadaşlarının feryatları çınladığı gibi.

O günkü gibi aç, ama o günkü kadar tokgözlüydü.

O günkü kadar yorgun, ama o günkü kadar dinlenmiş hissediyordu.

O günkü kadar korkusuz ve o günkü kadar kahramandı.

Ama hiçbir zaman, kendisini kahraman olarak görmedi. Hiçbir zaman ülkeyi kurtarmış gibi hissetmedi.

Böyle hissetseydi, onca şehide, onca gaziye haksızlık edeceğini biliyordu.

O sadece üzerine düşeni yapmıştı ve gerisini Allah’a bırakmıştı. “Ben iyi savaştım, ondan kazandık” demedi asla.

Aslında ortada bir kazanç olduğundan da şüpheliydi. Bu savaşı kim kazanmıştı gerçekte? Kim galipti, kim mağlup? Ne için savaşmıştı, ne olmuştu? Dost kimdi, düşman kim? O zaman düşman dedikleri kazansaydı, bugün daha mı farklı olacaktı? Bilmiyordu…

Buruktu o yüzden. İstiklal Savaşının son gazilerinden olmanın fazla bir anlamı yoktu.

Ama şikâyet de etmiyordu. “O kadar savaştık, karşılığı bu mu olacaktı?” demiyordu.

Biliyordu ki, kaderin de bir hükmü vardı.

Düşmana karşı amansızdı, ama kader karşısında kıldan inceydi boynu.

Cenazesi taşınırken, hiçbir zaman dile getirmediği bu cümleleri de beraberinde götürdü.

29.03.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Bayhan



Sanırım en iyi başlığı Yeni Şafak gazetesi atmış onun hakkında.

Diyor ki:

“Popstar, gangster oldu”

Kadıköy Rıhtım Caddesinde asayiş uygulaması yapan polis ekipleri o gece bir otomobili durdurmaya çalışıyor. İçerisinde dört kişi olduğu bilinen araç, polisin “dur” ihtarına aldırmıyor ve kaçıyor. Üstelik farlarını da söndürerek. Çatışma oluyor.

Ve polis araçtaki üç kişiyi yakalıyor, biri kaçmayı başarıyor.

Yakalanan üç kişiden biri kim, bilin bakalım?

“Popstar”la ünlenen Bayhan...

Onun hakkında neler söylenmedi neler:

“Starların Efendisi”

“Bayhan sen bizim her şeyimizsin!”

“Güçlü bir ses, dünyada eşi görülmemiş yorumu, yapmacık olmayan tavrı ve efendi görünümüyle olgunlaşmış bir kişilik... Cool bakışlar, karizma, alçakgönüllülük ve delikanlılık.”

Ona sormuşlardı:

“Neden popstara katıldın?”

Şöyle cevap vermişti:

“Bambaşka bir ses ve tarzım var. Kazanırsam çok şey başarabilirim.”

“Neden ünlü olmak istiyorsun?”

“Bu konuda bir şeyler yapmam gerekiyor.”

Böyle diyordu Bayhan.

Aradan yıllar geçti. Şöhret oldu. Ama bir şeyler yapamadı. Adı arada bir böyle kavga haberleriyle anıldı.

Şimdi ise bir “çatışma” haberiyle gündemde.

Güçlü ses “göçtü.”

Ünlü olmak için “bir şeyler” yapması gereken Bayhan “bir şeyler”in dışında çok şey yapıyor.

Popstar, Popstar Alaturka ve benzeri yarışmalar “star” oluşturmuyor. Tam tersi şımarık, bencil ve hazmedilmemiş şöhret yetiştiriyor.

Bayhan’ın bu yaşantısı bir sonuçtur. Bu sonuca dikkat edin.

TİNERCİ DEHŞETİ

Öte yandan “tinerci” dehşeti yaşanıyor... Sakarya’da Osmanlı döneminde medrese olarak kullanıldıktan sonra Cumhuriyet’in ilân edilmesiyle cami olarak kullanılan, daha sonra boşaltılan 200 yıllık ahşap cami, tinerciler tarafından ateşe verilmiş.

200 yıllık camiyi ateşe veren tinerciler, kendini o hale getirenleri aratmıyor. Bir dönem camilerin kapatıldığı, ezanın Türkçe okutulduğu bir dönem yaşanmıştı. O büyüklerini aratmamacasına köküne kibrit suyu döküyor, geçmişin izlerini siliyor gibi adeta.

GENÇ PARTİ REKLÂMI

Cem Uzan’ın atakları sürüyor. Bunca badireden sonra hâlâ partisinin reklâmını yapabiliyor.

Demek ki, çıkmadık candan umut kesilmezmiş.

Cem Uzan, önceki gece millî maçta reklâm bombardımanına tutacaktı. Ama ilgili kanal rezervasyonu son anda iptal edince kalakalıyor.

Ne yapıyor? Pana Filmin “Ayrılık” dizisine veriyor reklâmını...

Ne derler bilirsiniz: umut fakirin ekmeği, ye Mehmet ye...

29.03.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Ruhun kenti Şanlıurfa



Peygamberler diyarı Şanlıurfa’dayız. Medeniyetin, mukaddesatın ve Halil İbrahim ruhaniyetinin izdüşümlerini bize emanet eden tarih kentindeyiz. Endüstri toplumlarının, sonradan kurulan şehirlerin kent kültürü ve mirasından mahrum olduğu ve hep mahzun oldukları bir realitedir.

Yabancı bir yazar, “kentlerin ruhu olmalı” der. Hakikaten öyle. Kentlerin ruhu olduğunda, akciğerini temizleyen çevre, yeşil alanlarıyla bol oksijenli olur. Yolları ve ulaşımlarıyla dolaşım sistemindeki damarların fonksiyon gören akışkanlığına benzer.

Kentlerin ruhu olduğunda, vicdanı da olur. İnsanî haklar ve hayat standardı korunur, özenle desteklenir ve yaşatılır.

Kent ruhunu yaşatmak isterse, akla da ihtiyacı vardır. Bir şehrin aklı, müzakere ortamlarıdır. Ortak aklın taleplerini dikkate alan hafızadır. Bu hafızanın kaydedicisi ve kurumsal muhatabı ise öncelikle belediyelerdir.

Bazen şehirler kendine kostüm arar. Bazen de ruh arar. Bazılarının ise ruhu vardır, kıymeti bilinmez. Bazen de kentin ruhuna ruh katan “ruhun kenti” vardır.

Kentin ruhu; bir insicamın, tasarımın, âhengin, sanatın, çevrenin, altyapının, tarihî dokunun, kültürel mirasın ve yaşayan şehrin bunlarla oluşturduğu bütünlüğün eseridir.

Ruhun kentinde ise, yukarıdaki kent düzeni ve estetiği ile yaşanabilirlik standartlarının dışında şehre ruh katan bir sır vardır. Bir gizemin, manevî mirasın ve vasiyetin emanetindedir. Ruhun kenti, bu mânâyı hep korur.

Zaman çizgisinde, dönemini yaşayan insanlar ve kesitler, zaman zaman ruhun kentine uygun olmasalar da, ruhun kenti hep vardır, kalıcıdır ve sırlı dünyanın bütün azametini ve kalbe dokunuşunu temsil eder.

Kalbe dokunuş, bir yakarış ve muhabbettir aynı zamanda. Bir sevgi sofrasıdır. Bir ikram halkasıdır. Bir dostluk alametidir. Bir ziyafet ve ziyaret içinde zarafet timsalidir.

Dergâhın da Hazreti İbrahim, Dede Osmanı Avi, Bediüzzaman Said Nursî ve Şazeli Şeyhi bulunan bir makamın kudsiyetinde, revakların arasında, her döneme ait bir abidevi geçişin yaşandığı kudsiyetle düşünürken, ruhun kentini buluyorsunuz.

Asûde bir ruhaniyat, her sabah zikr-i ceh-rinin halkasında âlemin ışıklarından önce kalpleri ve gönülleri hoşnut ediyor ve aydınlatıyor.

Bu ruha göre inşa edilmesi gereken Şanlıurfa, kentin ruhu ile buluşuyor. Kentlilik bilinci, sosyal donatılar, çevre düzenlemeleri, ulaşım, temizlik ve halkın gönlüne göre hizmet verme yolunda bir hayli yol almış.

Ekip ruhu içinde, fedakârlığı kendine azık yapmış ve zoru başarmanın eşiğinde bir Şanlıurfa var. Bir belde, bir belediye ve bir başkan var, şimdileri aşan gelecek zaman perspektifinde. Üçüncü yılında, hesap vermeye hazırlanıyor. Hesabı vicdanında yapmış ve sabahın 06.00’sı ona mesai başlangıcı olmuş.

Ruhun kentinde yaşayanlar, eğer kentin ruhunu bu görevi endüstriyel tasarımın estetiği ile şehri canlı kılan ve dirilten, tarihine uygun yeniden keşfedip denklemin içinde dün-bugün-yarın üçlüsünde hayatı okutsalar; mekânlar, yatırımlar, insanlar ve bütün bunların beşiği şehir ruha ruh katar.

Şanlıurfa, 2027 vizyonuna hazırlanıyor. Ufkun penceresinden, gelecekten günümüze bakmaya niyetli bir çabanın içinde. Stratejik vizyonunu, bizzat şehrin gecikmiş isteklerini telafi ederken, geleceğe ait tasavvurunu şehir platformunda, zihni altyapıyı kurmaya hazırlanıyor.

Şanlıurfa bir mükemmeliyet merkezi, bir inovasyon merkezi, çocuk evleri, toplum merkezleri, özel enstitüleri, üniversiteleri, girişimci atölyeleri, demokrasi platformları, konakları ve dergâhı ile Harran’ı dirilten ruhun kimyasını beraber yaşamalı.

Ruhun kentine göre şehrin meskunları hayatı anlamlandırıp profesyonel perspektiflerle bunu zamanın yeteneğinde olgunlaştırıp uygulayacak bir niyetle birleştirdikleri takdirde, şehir medeniyet ve mutluluk ikizinde yaşar.

Dün katıldığım bir programda, Şanlıurfa’yı böylesi bir gayretin içinde buldum. Çünkü bir şehir, bir belediye ve bir başkan var. Bu üçlü diğer organlarla birlikte çok çalışıyor.

Bu vesileyle Belediye Başkanı Ahmet Eşref Fakıbaba ve takımını tebrik ediyorum.

29.03.2007

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Benim dediklerim, benim olsaydı



Benim diyerek sahiplendiklerimiz gerçekten bizim olsaydı, acaba onları terk eder miydik? Ben, son durağı belirsiz bir yolda ilerliyorum, benim dediklerimin hiç birisi bana yol arkadaşlığı etmiyorlar. Her durakta birisi beni terk ediyor. Bunlar benim olsaydı, beni bırakıp giderler miydi? Veya ben onları elimden bırakır mıydım acaba?

Demek ki benim dediklerimin hiç birisi benim değilmiş.

Benim çocukluğum, benim gençliğim, benim sağlığım sıhatim diyoruz ama, hiç birisi bizde kalmıyor. Şöyle bir geriye doğru dönüp bakıyorum, bir zamanlar benim olanların birçoğu bugün benden ayrı ve uzakta bulunuyor. Onları tekrar elde etme imkânım da yok. Her gün bedenimizden bir şeyler değişiyor, bazı hücreler gidiyor, yenileri geliyor. Belli bir yaştan sonra gidenler artarken, gelenler azalıyor. En sonunda “benim” dediğimiz cesedimiz de bizden ayrılıp toprağın bağrına düşüyor.

Demek ki bu beden bize ait değilmiş.

Çok güzel bir eve, çok değerli eşyalara, son model arabalara sahip olanlar var. Kimisi fabrika sahibidir, kimisinin şirketleri, holdingleri vardır. Kimisi de çok büyük bir şöhret ve servet sahibidir. Ama bir bakarsınız, bir deprem olur, sarayları köşkleri yerle bir olur. Bir kaza meydana gelir, son model arabaları hurdaya döner. Şirketler iflas eder, holdingler batar. Bugün sevilen ve alkışlanan ünlü bir sanatçı, yarın unutulur gider, şöhretini de servetini de kaybeder.

Demek ki insana verilen mal, mülk, servet ve şöhret ona ait değilmiş.

Eskiden dünyayı titreten krallar, hükümdarlar ve padişahlar vardı. Koca kıt’alara hükmederler, ülkelere “Benim ülkem”, milletlere “Benim teb’am” derlerdi. Ama bugün ne krallar ve hükümdarlar var, ne de o ülke ve insanlar yerinde duruyor. Dünyayı taht-ı emrinde zanneden hükümdarların bugün hiç birisinin ne hükmü geçiyor, ne tacı tahtı yerinde duruyor.

Bir çok yerlerde eski ören yerleri vardır. Bazılarının büyük kısmı yıkılmış, bazılarının sadece bir duvarı duruyor, bazılarının da temel taşlarından başka bir şeyi kalmamıştır. Kitabelerine bakarsınız, bilmem kaç bin yıl önce, bilmem hangi kralın sarayı veya köşkünün kalıntısı olduğu yazar. Bir zamanlar o krallar, buralara “Benim sarayım, benim köşküm, benim mülküm” diye sahip çıkıyorlardı. Ama bugün ne krallar var, ne sarayları yerinde duruyor.

Yunus Emre’nin, “Mal sahibi mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi” dediği gibi, hiçbirinin bugün ilk sahipleri hayatta yoktur.

Demek ki o saltanatın sahibi onlar değilmiş.

Bir insan vaktini boşar harcar, servetini boş yere sarf eder, hayatını boşa geçirir, kendisini ikaz edenlere de “Size ne oluyor, bu benim hayatım” derse, ne kadar büyük bir akılsızlık etmiş olur değil mi? Halbu ki, o hayat onun olsaydı, kendisini terk edip gitmeyecekti. Ama bakıyorsunuz, “Bu benim hayatım” diyen birisi, az sonra hayatını kaybetmiş. Yani hayat kendisini terk etmiş gitmiş.

Demek ki hayatımız da bizim değilmiş.

Bütün bunlar bize emanet olarak verilmiş, bir müddet kullanmamıza ve istifade etmemize müsaade edilmiş. Bu geçici dünyada, her şeyin harap olup zayi olduğu şu hayatta, bizim bunlara sahip olamayacağımızı bilen Rabbimiz, bunları bizden almak korumak istemiş, başka bir âlemde daha güzel bir şekilde ve ebedî olarak bize geri vereceğini teklif ve vaad etmiş.

Bize düşen, böyle bir teklifi canımıza minnet bilmektir, bin teşekkür ile kabul etmektir.

29.03.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

“15 milyon genç” marşını söyleyenler, 15 köye elektrik götürememiş!



“15 milyon genç” marşını söyleyenler, 15 köye elektrik götürememiş!İhtilâllerin en büyük darbeyi ‘millet’e vurduğu her halde tartışılmaz. Tabiî ki doğrudan hedef aldığı başka kişi ve kurumlar da vardır, ama en nihayet büyük ‘fatura’yı millet öder ve ödemiştir.

Önceki darbelerden ‘ders’ alan ‘çağdaş’ darbecilerin yaptığı 28 Şubat ‘post-modern’ darbesi, farklı bir darbe idi. O dönemde “silahsız kuvvetler” kullanılmak sûretiyle Türkiye işlemez hale getirildi ve işbaşındaki hükümet ‘kendi isteğiyle’ istifa ettirildi. Sonra da bu yapılanlar, ‘kanunlara uygun’ denilmek sûretiyle bazı ‘insaflı siyasetçi’ler tarafından bile savunuldu.

İhtilallerin nelere mal olduğunu en iyi, bunlara muhatap olanlar bilir. Bu isimlerin başında da eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel gelir. “Doğruya doğru, eğriye eğri” demek hakperestliğin gereği ise, ihtilallere muhatap olanların ihtilalcileri ‘iyi tanıdığı’nı da kabul etmek lâzım. Bu demek değil ki, ‘tecrübeli’ siyasetçiler hata yapmaz! Kim yaparsa yapsın, ‘hata’yı savunmak da doğru değildir.

28 Şubat darbesi üzerine neredeyse söylenmedik söz kalmadı. Darbenin 10. yılı sebebiyle çok önemli değerlendirmeler ve tartışmalar yapıldı. “1000 (bin) yıl sürecek” denilen uygulamaların Türkiye’yi çıkmazlara soktuğu daha 10. yılda görüldü ve ihtilâlcilerin ipliği pazara çıktı. Konu ile ilgili onlaraca kitap da yazıldı.

28 Şubat döneminde yaşanan ve ihtilâlci anlayışın ‘ipliğini pazara çıkaran’ önemli bir bilginin üzerinde ise gerektiği kadar durulmadığı kanaati var. Demirel’in kamuoyu ile paylaştığı bu bilgiye göre, 28 Şubat’a bahane edilen ‘dosya’da 55 tane ‘irticâî olay/iddia’ varmış. Bu bilgiler bir brifingle Demirel’e anlatılmış ve ‘Bunlardan rahatsız oluyoruz, düzeltilsin’ anlamında talepte bulunulmuş. “Böyle bir talep, demokrasilerde var mı, yok mu?” tartışması bir yana; bu 55 ‘irticâî olay’ın, ‘iddia’nın 25-30 tanesinin doğru olmadığı, yanlış olduğu daha ilk gün ortaya çıkmış! Dönemin Cumhurbaşkanı ‘55 olaylı dosya’yı almış ve bunun 25-30’unun asılsız, dayanaksız olduğunu görmüş. (Aksiyon, 12 Şubat 2007)

İhtilâl yapılması için hazırlanan ‘bahane dosya’sındaki 55 olaydan, 25-30’unun ‘doğru olmaması’ başlı başına sorgulanmalı değil midir? ‘Doğru’ kabul edilen dosyanın diğer yarısının da ne derece doğru olduğu ayrı bir mesele... Post-modern darbeyi planlayanların iddialarının yarısından fazlasının ‘balon’ olması sıradan bir hadise midir? Bu durum, diğer hadiselerin de ‘balon’ ve ‘mesnetsiz’ olduğunu göstermez mi?

Dergide yer alan 10 sayfayı aşkın röportajda elbette itiraz edilecek tesbitler var. Ancak, bilhassa Türkiye’nin kalkınmasıyla ilgili ‘bilgi’ler, ülkenin nerelerden nerelere geldiğini, “15 milyon genç” marşları söyletenlerin gerçekte hiç bir iş yapmadıklarını da gösteriyor.

İşte, Demirel’in anlatımıyla “beyaz ihtilâl”le “tek parti yönetimi”nden teslim alınan Türkiye: “1950’de Türkiye’nin 35 bin köyünün sadece 13’ünde elektrik var. (Lütfen dikkat: Yüzde 13’ünde değil, sadece 13 köy!) Bir kilometre dahi yüksek gerilim hattı yok. Herkes kendi elektriğini temin etmeye çalışıyor. Gece yarısına kadar dizel santraller çalışıyor. Gece yarısı karanlık. Böyle bir Türkiye. Yol yok, okul yok, kışlık yok. Yoksulluk diz boyu. 21 milyon nüfuslu böyle bir Türkiye’yi halkın içinden gelen bir siyasî heyet ele almış. Siyasî irade yüzde 54 oyla Demokrat Parti’yi (DP) iş başına getirmiş. DP iş başına gelince, bir arayışa girmiş. Ne yapalım, nasıl yapalım, vaatleri var. Bir elektrifikasyon hamlesi yapılacak, sulama hamlesi yapılacak.”

İhtilallerin ‘millet’e karşı yapıldığını düşünürsek, maksatlarını da anlamış oluruz. Ya da, demokrasiye geçişten sonra ‘tek parti’nin bir daha iktidar yüzü görmemesinin sebebi anlaşılmış oluyor...

Bu ‘bilgi’ aynı zamanda şimdiye kadar gizlenen, gündeme getirilmeyen bir ‘yakın tarih’ bilgisi...

29.03.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Kim ciddiyetle isterse



“Men talebe ve cedde vecede.”

Bu ifade kim ciddiyet ve samimiyetle birşeyi isterse ona kavuşacağını ifade ediyor.

Bir insan herhangi bir şeyi can ü gönülden, içtenlik ve samimiyetle isterse ona kavuşabilir mi?

Evet. Bu, “Bir kimse, içinde dua etme arzusu uyandığında hemen dua etsin. O arzuyu veren Allah, istenileni de verecektir” hadis-i şerifine de uygun düşüyor. “Vermek istemeseydi istemeyi vermezdi.”

“Duâ edin ki icabet edeyim” meâlindeki âyet de buna dikkat çekmiyor mu?

Ezanın, Kur’ân’ın yasaklandığı dönemlerde çocuk yaşta olan Şakir Ağabey, babası ve arkadaşlarının sohbetleri esnasında âhirzamanın dehşetinden, alâmetlerinin bir bir çıktığından, ebedî hayatların bile tehlikeye düştüğünden ve insanların manevî bir kurtarıcıyı dört gözle beklediklerinden söz ettiklerinde o çocuk safiyetiyle, “Ya Rabbi,” der. “Ben de iman safında yer alayım. Bana o manevî kurtarıcıyı tanıt” diye duâ edermiş.

Cenab-ı Hakkın, milyonların imanını kurtaran Risale-i Nurlarla tanışmayı nasip ettiğini söylerdi.

Salih Bey de dinî öğrenim aldığı halde bir türlü dinî hayata girememiş. Hocalardan duymuş. Cuma günü, imam, minberden inip mihraba gidinceye kadar yapılan dualar makbul olurmuş diye. Hâlinden memnun olmadığı için hep onu kollar, “Ya Rabbi, beni kurtar. Bana yolunu göster” diye çok dua eder, kurtuluş istermiş. Hâlini gören anne ve babasının da kendine çok dua ettiklerini, gün gelip bu duanın kabul edildiğini, Allah yoluna girdiğini, Nurlarla tanıştığını söyler.

Bir insan için binlerce, hatta sonsuz fayda ve nurları bulunan imanın ihsan edilmesi kadar büyük bir nimet olabilir mi? Şu helâket ve felâket asrında yaşayıp da imanları çabuk sönebilen taklidîlikten kurtarıp tahkiki yapan, Kur’ân’ın bu asra bakan hakiki, kuvvetli ve bürhanlı bir tefsiri olan Risale-i Nurlarla tanışmak da ayrıca büyük bir nimet.

Bir imtiyaz mı bu? Hayır bir ikram ve iltifat. Kimbilir bu ikram ve iltifata, rıza-ı İlâhiyeyi memnun eden hangi davranışımız sebebiyle kavuştuk.

İşte bu ihsana eren Nur talebelerinin kendilerini bu felâket asrında kurtaran Rablerine şükür olarak harıl harıl çalışmaları, başkalarının da kurtulmaları için didinmeleri bu nimete şükranın bir ifadesidir.

“Hususî olarak bir ilm-i Kur’ânî ve hikmet-i imaniye verdi” diye tahdis-i nimette bulunan Üstad, o nimetin bir şükran ifadesi olarak milletin imanının kurtulması için kendini fedâ etmiş, Cehennemin alevleri içinde bile yanmayı göze almıştı.

Demek nimet, büyüklüğü ölçüsünde büyük şükür ve gayret istiyor.

29.03.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Şüphe ve vesveselerden kurtulmak



Kimi zaman kalp ve vicdanımız istemezse de, başta nefsimiz, insî ve cinnî habis ruhlar, şeytanlar çeşitli vesveseler verirler. İnsanları iman ve İslâm dairesinden çıkarmak için her an onları şüphe bombardımanına tutarlar. Aslında bunlar olmasa da aklımızı, kalbimizi ve vicdanımızı tatmin etmemiz gerektiğini Kur’ân, Hz. İbrahim (as) vasıtasıyla ders veriyor: “Hani İbrahim, ‘Rabbim! Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster’ demişti. ‘İnanmıyor musun?’ deyince, ‘Hayır (inandım) ancak kalbimin tatmin olması için’ demişti. ‘Öyleyse, dört kuş tut. Onları kendine alıştır. Sonra onları parçalayıp her bir parçasını bir dağın üzerine bırak. Sonra da onları çağır. Sana uçarak gelirler. Bil ki, şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.’”1

Kalbinin tatmin olması için peygamber bile deliller istediğine göre, hiç şüphesiz, bizim de aklımız, kalbimizin mutmain olması gerekir. Dolayısıyla, gerek nefis ve şeytanın dürtüleri, gerekse sapıtmış olanların soruları ne kadar çarpık ve ters gibi görünse de cevaplandırılmaları gerekir. Her şeyi sık sık yeniliyoruz: Elbiselerimizi, ayakkabılarımızı, koltuklarımızı… Ne var ki, ruh ve duygularımızın asıl yakıtı, dünya ile ahiretimizin huzur ve mutluluğunun yegâne taminatı olan imanımızı yenilemeyi ihmal ediyoruz! Hem bilmeden bazen inkârı çağrıştıran kelimeler kullanabiliyoruz. Onun için her vakit, her saat, her gün imanımızı yenilemeye ihtiyaç vardır.

Midemize giren ekşimiş/kokuşmuş yiyecekleri, yanlış ilaçları temizlediğimiz gibi; kafa ve gönlümüze giren yanlış/batıl fikirler, boş/kof/eskimiş/lime lime olmuş düşüncelerden de arınmalıyız. Şüphe/şek ve zan, ruhumuzu, zihnimizi, maneviyatımızı kemirir, zafiyete uğratır. Yakin/kesin bilgi ve tefekkür ise, cehaleti, şüphe ve vesveseleri yok eder; tahkikî, şuurlu, gerçek imanı kazandırarak maddî manevî tekâmülü/olgunlaşmayı sağlar. İşte, bunları temizlemek ve manevi hayatımızı kararmaktan kurtarmak için “La ilâhe illallah, Muhammedürresulullah” kudsî kelâmıyla arınır/yenilenir/aydınlanır, iç âlemimizi/düşünce ufkumuzu/hayatımızı aydınlatır, nurlandırırız. Ve zihnimize kodlanmış olan bu hakikati tekrarlayarak, değişen ve yenilenen hücrelerimize âdeta nakşederiz. Bir hadiste, “İmanınızı ‘La ilahe illallah’ ile yenileyiniz”2 denir. Çünkü insanın hem birey olarak, hem yaşadığı âlem her zaman değişiyor ve yenileniyor. Öyle ise, imanını da buna paralel olarak yenilemelidir. “La ilahe illallah!” diyerek ve bunun hakikatini tefekkür ederek imanımızı yenilemeliyiz ve başkalarının da imanını yenilemesine yardımcı olmalıyız.

Dipnotlar: 1- Bakara Sûresi, 260.; 2- Müsned, 2:359; el-Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, 2:415; Hâkim, el-Müstedrek, 4:256; el-Heysemî, Mecmâu’z-Zevâid, 1:52.

29.03.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Resmî tarih sorgulaması



Dikkatli okuyucularımız gayet iyi bilirler. Üç–dört gündür, bundan 74 yıl evvel katledilen Ali Şükrü Beyle ilgili yazılar yazıyoruz. Daha evvel de, değişik vesilelerle aynı konuya değindik. Değinmeye de devam etmek arzusundayız. Zira, büyük ihtiyaç var. "Neden?" diye sorarsanız, işte söyleyeceklerimiz...

Buradan açıkça ilân ediyoruz ki, 1923'ün Mart'ında yeni hükümet merkezi Ankara'da işlenen Ali Şükrü Bey cinayetinin perde arkası aydınlatılmadıkça, yakın tarihimizin pekçok sayfası karanlıkta kalmaya ve yeni nesiller doğru tarih bilgisinden mahrum kalmaya devam edecektir.

Bir başka ifadeyle, Ali Şükrü Bey cinayetinin perde gerisi açıklanmadıkça, yalan–yanlış tarih tezleriyle yıllardır avutulmuş olan nesillerin müşterek bir tarih bilgisine, kültürüne, erdemine, şuuruna sahip olması imkân ve ihtimal haricidir. Dolayısıyla, zihnî bulanıklık ve fikrî kargaşa yeni nesillerde de devam edecek demektir.

Peki, neden özellikle Ali Şükrü Bey cinayetini ve cinayetin arka planını bu derece önemsemekteyiz?

İşte, bu can alıcı suâlin cevabını madde madde açıklıyoruz.

Evet, açıkça ve yüksek sesle ilân ediyoruz ki, Ali Şükrü Bey cinayetinin perde arkası aydınlatılmadıkça...

1) Çerkez Ethem hadisesi aydınlatılamaz.

Gerçi, Çerkez Ethem hadisesi o tarihten iki sene kadar evvel yaşanmıştı. Ancak, hiç şüphe yok ki, Ali Şükrü Beyin muarızları ile Çerkez Ethem'in muarızları aynı kafanın, aynı anlayışın mensuplarıydı. Ethem Bey şayet 1921 yılı başlarında hudut haricine çıkmasaydı, onun âkıbeti de Şükrü Beyden pek farklı olmayacaktı.

2) Topal Osman hadisesi aydınlatılamaz.

Şurası muhakkak ki, Topal Osman'ın Ali Şükrü Beye karşı geçmiş günlere dayanan muhalefet yahut husumeti, onun vücudunu ortadan kaldırmayı gerektirecek raddeye varmış değildi. Biri Giresunlu, diğeri Trabzonlu olan bu iki hemşehri, aynı zamanda "millî dâvâ" arkadaşıydı. Demek ki, birileri Osman Ağayı tesirli bir sûrette gizlice kışkırtarak onu can yoldaşının can düşmanı haline getirdi, onu katil yaptı ve hemen ardından onun da vücudunu ortadan kaldırttı. Böylelikle, cinayetin izi ve adresi karartılmış oldu.

3) İzmir Sûikastı gerekçesiyle idam edilen Ziya Hurşit hadisesi aydınlatılamaz. Dolayısıyla, sûikast senaryosu da aydınlatılamaz. (Evet "senaryo", çünkü ortada bir vukuat yok.)

Ali Şükrü Bey gibi, Ziya Hurşit de "Lazistan" mebusuydu. Meclis'teki "Lozan gizli görüşmeleri"nde müşterek hareket ediyordu. Eş zamanlı olarak Ali Şükrü Beyin ortadan kaybolması ve katil zanlısı Topal Osman'ın ifadesi alınmadan alelacele öldürülmesi onu hiddete getirmişti. Meclis'te şöyle diyordu: "Topal Osman'ı muhakeme etmeden vuran ve her ihtimale karşı kafasını gövdesinden ayıranlar hek kim ise, Ali Şükrü Bey cinayetinin azmettiricileri de onlardır. Zira, cinayetin izini bilerek kaybettirdiler."

Bu düşüncelerin sahibi olan Ziya Bey, "İzmir Sûikastı"nın başta gelen faili ithamıyla İstiklâl Mahkemesinde yargılandı ve idam edildi.

4) Halid Paşa cinayeti aydınlatılamaz.

İstiklâl Harbi kahramanlarından olan Ardahan mebusu (Deli) Halid Paşa, 1925 yılı başlarında Meclis binasının içinde vurularak öldürüldü. Onu vuran kişi, Ali Şükrü Beyin de muhalifi olan Ali Çetinkaya'dır. Bu şahıs, aynı zamanda Ziya Hurşit'i idam ettiren İstiklâl Mahkemesinin başkanı ve İnönü hükümetlerinin de Ulaştırma Bakanıdır.

5) Mehmed Akif'in neden vatanını terk ettiği hakkıyla izah edilemez.

İstiklâl Marşı şairi, aynı zamanda Meclis'te mebus olan Mehmed Akif, Bahriye Kurmay Binbaşısı Ali Şükrü Beyle hem aile dostu, hem ev komşusu, hem de Ankara'ya birlikte gelen iki samimi arkadaştı. Şükrü Beyin katledilmesinden sonra Meclis'ten soğuyan ve İstanbul'a gelen M. Akif, aynı sene içinde Kahire'ye gitti ve ömrünün geri kalan kısmının çoğunu orada geçirdi.

6) Dr. Rıza Nur'un niçin Türkiye'yi terk ettiği hakkıyla izah edilemez.

Daha evvel en etkili sahalarda bakanlık (Milli Eğitim) ve diplomatlık (Lozan murahhası, Moskova'da Stalin'le görüştü) yapan bu şahıs, Ali Şükrü Bey cinayetinden sonra Ankara'da tutunamaz ve yurdu terk eder. Rıza Nur, ancak ölümüne yakın (1942) yıllarda Türkiye'ye gelebildi.

7) Meclis'teki ilk muhalefet hareketinin neden bastırıldığı ve muhaliflerin niçin susturularak siyasetten dışlandığı lâyık-ı veçhiyle izah edilemez.

Başka, Ali Şükrü Beyin arkadaşları olan Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey ve Nureddin Paşa olmak üzere, 1924'te kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının özellikle yönetim kademesindeki şahsiyetler (Karabekir, Bele, Cebesoy, Adıvar...) bu meyanda zikredilebilir.

8) Bediüzzaman Said Nursî'nin, "en kara bir hava" hissederek bir–iki ay sonra Ankara'dan niçin ayrıldığı hususu hakkıyla izah edilemez.

Üstad Bediüzzaman ile Ali Şükrü Bey, iki samimi dost idiler. İçkinin yasaklanmasında fikrî müştereklikleri bulunduğu gibi, neşriyat sahasında da müşterek çalışmaları vardı. Üstad'ın bazı eserleri, Şükrü Beyin Tan matbaasında basıldı.

9) Lozan Konferansının içyüzü hakkıyla aydınlatılamaz.

Zira, o günlerde Meclis'te defalarca "gizli celse" yapıldı. İsmet Paşa yandaşları ile Ali Şükrü Bey, görüşme safhasında defalarca karşı karşıya geldi. Zaman zaman sert tartışmalar, hatta tehdit yüklü sataşmalar yaşandı.

10) Daha sonraları vuku bulan sûikastlar ve kanlı darbelerin mahiyeti anlaşılamaz.

Çünkü, tek parti zihniyetinin farklı bir sese, yahut bir başka siyasî temayüle tahammülü yoktu. Bunlar göründüğü anda, en sert şekilde bastırılmaktan çekinilmedi. Ali Şükrü Bey cinayetiyle başlayan istibdat halkaları, yıllar yılı zincirleme devam etti ve defalarca—iki–üç kez topyekûn olmak üzere—demokrasinin canına okundu.

11) ..............................

* * *

Yeni Meclis'te işlenen ilk siyasî cinayet olması bakımından, Ali Şükrü Bey hadisesi son derece önemlidir. Bu hadise etraflıca sorgulanıp aydınlığa kavuşturulduğu takdirde, gerisi de çorap söküğü gibi gelecektir.

O günleri de görme ümit ve temennisiyle...

29.03.2007

E-Posta: [email protected]




Saadet Bayri FİDAN

Hangi masalın kahramanısınız?



Evet, güzel olduğu kadar, farklı bir soru da aynı zamanda. “Hangi masalın kahramanı olmak isterdiniz?” gibi ilginç bir soruya, aynı şekilde ilginç cevaplar verilmiş. Bu soru çerçevesinde hâlelenen cevaplar, bana da “Hangi çizgi filmin ya da masalın kahramanı olmak isterdin?” sorusunu sordurdu. Sahi, çocukluğumuzun büyük bir kısmını masallar kadar çizgi filmler de süslemiyor mu?

Düşünüyorum, ben ne olmak isterdim diye… Aklıma ilk gelen, Polyanna oluyor. Evet, Polyanna olmak isterdim. Hayata hep güzel bakıp en kötü olaylardan bile mutlu olacak bir sonuç çıkarmak için. İsteklerimin çokluğunu görünce, vazgeçiyorum Polyanna’dan. Alaaddin olmak istiyorum meselâ. Hani sihirli lambasına sürünce elini, bir cin çıkıp bütün dileklerini gerçekleştiriyor ya, işte o türden bir şey. Ancak onu da beğenmiyorum, nazlı mı nazlı Şirine’yi görünce. Bu kadar özel ve şirin olmak istiyorum çünkü. Sonra bu durumdan sıkılıyorum. Her zaman göz önünde olmak da hoşuma gitmiyor yani.

Bakıyorum da Pinokyo epey ilginç geliyor. Masal bu ya, gerçekliği aşıp Pinokyo’nun babası olmak istiyorum. Yaptığı tahta kuklalardan biri canlanıyor. Ve yalan söylediğinde, bu kuklanın burnu uzuyor. Çok keyifli ve ders verici olsa gerek. Bir anda böyle ilginç bir olayla karşılaşmam, beni nasıl etkilerdi acaba? Pinokyo derken, aklıma “Parmak Kız” geliyor. Acaba o kadar küçük olsam, memnun kalır mıydım hâlimden? Çiçeklerin içinde yaşamak, bir kibrite sığıp evimin onun içinde olması, çok uçuk bir fikir olsa gerek. Bu duygu da bugünlerde aklımı kurcalıyor.

Düşündüm de Parmak Kız olmak, tehlikelerle iç içe olmak demek. Şimdi hiç umurumda olmayan bir karınca, ejderha gibi gelebilir. Kendimi muhafaza etmem epey zor olurdu ve bu durum çok korkunç; vazgeçtim. Acaba Külkedisi mi olsaydım? O kadar sıkıntının içinde, bir perinin yardımıyla hayatım değişip kraliçe olsaydım. Bana o kadar kötülük yapan üvey kardeşlerim ve üvey annemi affeder miydim? Zor bir imtihan vesselâm.

Külkediliğinden kraliçeliğe epey bir zaman ve çile var. Sabredemem, vazgeçtim. Anka kuşu olmak isterdim. Anka kuşları, küllerinden tekrar doğarlarmış. Ben de küllerimden tekrar doğar, ölümsüzlüğü keşfetmiş olurdum belki de. Bu da olmasa, aklıma Pamuk Prenses geliyor. Üvey annemin şatosundan kaçıp 7 cücelerle arkadaşlık etmek, farklı dünyaları keşfetme açısından ilginç olsa gerek. Acaba o küçük ev nasıl görünür ya da nasıl sığacaktım o evin içine? Bir dev gibi görünmek nasıl bir şeydi. Bu kadar iyi kalpli olabilir miydim? Bundan da öte, masalı daha değişik yaşamak isterdim. Meselâ kraliçe üvey annemin getirdiği zehirli elmayı önce onun tatmasını isterdim. Ne olur, ne olmaz diye… Akıllıyım ya…

Hansel ile Gratel geldi gözlerimin önüne… Ne bileyim; her tarafı şekerlemeden olan evi görmek isterdim. Pencerelerini ısırmak… Camlarını yemek… Cadı gelene kadar çok tatlı olurdu da masalın sonu pek iç açıcı değil. Şu var ki, Casper daha eğlenceli ve de güzel geliyor bana. Hem etrafına zarar veren arkadaşlarına engel olup, hem de kötüleri cezalandırmak… Ancak bir sorun var: Casper’i gören herkes korkuyor. Benden kimse korkmasın diye Süperman olayım bari. Hem kahraman, hem yardımsever… Sonunda kaplumbağa ile tavşan yarışındaki tavşan olmaya karar verdim. Kendime bu kadar çok güvenirken, yenilmenin hem de hiç beğenmediğim, hor görüp küçümsediğim kaplumbağa tarafından yenilmenin nasıl bir duygu olduğunu bizzat yaşamak için.

Aslında masal kahramanı olayım derken, hayatımı ıskaladığımın farkında olmamışım. Ve anladım ki, inanılması zor masal tadında bir hayat yaşamalıyım. Böylece hiç kimsenin başkasının masal kahramanı olmadan yaşayabileceğini, herkesin, kendi masalının zaten kahramanı olduğunu fark ettim.

29.03.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Ev sahibi-misafir ilişkileri



Samsun Vezirköprü’den Nahit Bey: “Ahzab Suresi 55. âyeti açıklar mısınız? Bu âyette geçen perde ne demektir? Sosyal hayatta nasıl uygulanacak? Bu perde eş olabilir mi?”

Bahsettiğiniz perde Ahzab Suresinin 55. âyetinde değil, 53. âyetinde geçmektedir. Söz konusu âyetin meâli şöyledir: “Ey iman edenler! Siz, bir yemeğe çağırılmadıkça, zamanını gözetmeksizin, Peygamber’in evlerine girmeyin. Ancak davet edildiğiniz vakit girin. Yemeği yediğinizde hemen dağılın, sohbete dalmayın. Çünkü bu hareketiniz Peygamber’i üzmekte, fakat o (size bunu söylemekten) utanmaktadır. Ama Allah, hakkı söylemekten çekinmez. Peygamber’in hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. Bu, hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha temiz bir davranıştır. Sizin Allah’ın Resûlünü üzmeniz ve kendisinden sonra onun hanımlarını nikâhlamanız asla caiz olamaz. Çünkü bu, Allah katında büyük (bir günah)tır.”1

Bu âyet, Hazret-i Peygamberin (asm) mübarek hane-i saadetlerine girmeyi düzenliyor. Mü’minlerin Peygamber Efendimizin (asm) hane-i saadetlerine çağrılmadan gitmemelerini, yemek veya başka bir sebeple çağrılmışlarsa da, yemek veya çağrılma sebebi bitince hemen dağılmalarını, orada lafa dalarak Peygamber Efendimize (asm) eziyet vermemelerini hükme bağlıyor ve Peygamber Efendimizin (asm) uyarmasını beklememelerini, çünkü Peygamber Efendimizin (asm) uyarmaktan çekineceğini, kırmaktan korkacağını bildiriyor. Oysa Allah’ın hakkı söylemekten çekinmediğini haber veriyor.

Bu âyet hiç şüphesiz mü’minler açısından da, birbirlerinin evlerine girip çıkmayı düzenleyen İlâhî bir emir olarak algılanmalı ve bir güzel ahlâk prensibi halinde dem ve damarlara geçmiş bir emir olarak uygulanmalıdır. Bu İlâhî prensibe göre; mü’minler birbirlerinin evlerine yemek ve sair sebeplerle çağrıldıkları zaman mümkünse gitmeliler, fakat ev sahibini rencide edecek boyutta oturup kalmamalıdırlar. Eğer çay kahve içilecek, sohbet edilecekse, bu belirli bir saate kadar mümkündür. Fakat belirli bir saatten sonra kalmaya devam ederek ev sahibini rencide etmekten, eziyet vermekten kaçınmalıdır. Ev sahibi “Ee, haydi artık gidin” diye uyarmayabilir, uyarmaktan çekinebilir. Çünkü insan mükerremdir; kerem ve kerâmet sahibidir. Böyle bir uyarı insanın fıtratında bulunan mükerremliğe uygun düşmez. Bu açıdan insan kolay uyaramaz.

Bu meseleyi temsil yoluyla da anlatır halkımız. Şöyle ki: Misafir, akşam oturmaya geldiği evden bir türlü kalkmamış. Ev sahibi elbette rahatsız. Ama bir şey diyemiyor, çekiniyor. Türlü türlü laf üretmiş içinden. Ne söylesem de kırmadan göndermeyi sağlasam diye. Bu arada vakit bir hayli ilerlemiş. Misafirde hâlâ kalkıp gitme emaresi yok. Nihayet ileri bir saat olunca ev sahibi, ‘Buldum’ diyerek kırmadan söyleyeceği sözü patlatmış: “Siz şimdi eve dönünce ne yapacaksınız?” demiş. Misafir: “Yatacağız” diye cevap verince, ev sahibi: “Siz giderseniz biz de yatacağız” deyivermiş.

Tabiî misafirin ne zaman kalktığı bilinmez.

Ev sahibine bu temsilde olduğu gibi sıkıntı vermemelidir. Bu âyetten bunu çıkarıyoruz. Bir diğer husus ise perde meselesidir. Ev sahibinin eşinden bir şey istenirken perde arkasından istenecektir. Bu, hem isteyenin kalbinin, hem de istenenin kalbinin temiz kalması için daha uygun bir davranıştır.

Bu âyet, eşli misafirin, eşli ev sahibi ile eşleriyle birlikte aynı odada oturmalarını yasaklıyor mu? Buna bakalım:

1- Bir defa âyet perdeyi söz konusu ettiğine göre, mümkünse ayrı odalarda oturmayı özendiriyor.

2- Kimlerin aynı odada oturabileceği, 55. âyette düzenleniyor. Âyet şöyledir: “Onların üzerlerine bir vebal yoktur, ne babalarında ve ne oğullarında ve ne kardeşlerinde ve ne kardeşlerinin oğullarında ve ne kız kardeşlerinin oğullarında ve ne kendi kadınlarında ve ne de ellerinin malik olduklarında. (Bunlar ile görüşebilirler.) Allah’tan korkun. Şüphe yok ki, Allah her şey üzerine bir şahittir.”2

Bu âyete göre mü’min hanımlar, babalarıyla, oğullarıyla, erkek kardeşleriyle, erkek kardeşlerinin oğullarıyla, kız kardeşlerinin oğullarıyla, hizmetçi kadınlarla ve sair Müslüman kadınlarla aynı odada oturabilirler.

Eş, perde mânâsını taşır mı? Her yerde ve her zaman mutlak sûrette taşıdığını söyleyemesek de, bir dereceye kadar taşıyabilir. Çünkü iki tarafın da iffetleri kendi eşleriyle bir bütünlük arz ediyor.

Bununla beraber, eşli birlikte oturuşa izin var mı denirse, şöyle söylenebilir: Bununla ilgili açık bir yasak olmamakla beraber, âyete göre faziletli oturuşun, eşli de olsa mümkünse ayrı odalarda oturmak olduğu anlaşılıyor.

Dipnotlar:

1-Ahzab Sûresi: 53

2-Ahzab Sûresi: 55

29.03.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Raylardaki hasar



AB’nin, dönem başkanı Almanya tarafından organize edilen 50. kuruluş yıldönümü kutlamalarına Türkiye’nin çağrılmaması, özellikle İngiliz basınında eleştirilere konu oldu.

Bunun yanında, yayınlanan Berlin deklarasyonunda da Türkiye’nin adına yer verilmedi.

Gerçi Türkiye ile benzer konumda olan Hırvatistan ve diğer adaylar için de durum aynı.

Ama küresel vizyon iddiasına sahip bir birlik adına böyle bir yıldönümü vesilesiyle verilen mesajın çok daha kapsayıcı olması beklenirdi.

Anlaşılan o ki, Merkel’in ufkundaki darlık, bu fırsatın da böyle heba edilmesini netice verdi.

Daha yakınlarda, Türkiye’nin 50 yıl sonra bile AB üyesi olamayacağı anlamında sözler sarf eden Merkel’in, Avrupa kimliğini Hıristiyan-Yahudi köklerine dayandırırken İslâmı dışlamış olması da aynı dar bakış açısının bir tezahürü.

Ve bunların şaşılacak bir tarafı yok. Başından beri bilinen ve beklenen tavır ve söylemler.

Burada asıl olan, bu çeşit dışlayıcı yaklaşımlara rağmen Türkiye’nin AB sürecinde aldığı mesafe ve ulaştığı nokta. Yedi yılı aşkın süredir resmen adayız; hayli ağır işliyor olsa dahi, bir buçuk yıldır da müzakerelere devam ediyoruz.

Peki, bu süreçte işler yolunda mı?

Doğrusu, tam olarak yolunda olduğunu söylemek hayli zor. Çünkü müzakerelerin başladığının ilân edildiği tarihten bu yana bir buçuk sene geçmesine rağmen, 36 başlık içinde müzakeresi tamamlanan başlık sayısı sadece 1.

Her başlık için bir buçuk yıl gerekecekse, müzakerelerin bitmesine Merkel’in telâffuz ettiği yarım asır da yetmeyecek demektir!

AB Konseyinin genişlemeden sorumlu üyesi Ollie Rehn, Mehmet Ali Birand’a müzakerelerin “hızla devam ettiğini” söylerken bazı dikkat çekici dokundurmalar da yapıyor

Meselâ “Tren kazası önlendi” diyor. Ama raylarda birtakım hasarlar olduğu için hızın ideal seviyede olmadığını söylüyor. Ve “Şimdi öncelikli olarak rayların tamir edilmesine odaklanmalıyız” diye ekliyor (Posta, 27.3.07).

Orijinali Radikal’in Kriter ekinde yayınlanan bu röportajda Rehn sözü 301’e getirerek, “Sorun ortadan kaldırılmış veya 301’in uygulaması Avrupa standartlarına uygun bir şekilde yapılmış olsaydı, yaşadığımız birçok olay engellenmiş olurdu” yorumuyla, raylardaki hasarın en önemli sebeplerinden birinin altını çiziyor.

Ve bir kez daha “Türkiye ifade özgürlüğüne ilişkin yasalarını Avrupa standartlarını yakalayacak şekilde değiştirmedikçe, AB’deki konumuna zarar verir” hatırlatmasında bulunuyor.

Ama bu uyarı Türkiye’nin ne kadar umurunda? Cevabı, verilen onca söze rağmen, 301’de çözüm çabalarını yine rafa kaldıran tavır çok açık bir şekilde veriyor. Ve böylece, AB Daimî Büyükelçimizin aylar önce söylediği “Seçimden önce 301 değişmez” sözü doğrulanıyor.

Aynı diplomatın “Bilim-araştırma faslının açılmasını, iç dinamikler sebebiyle biz istemedik” beyanı ise, sorunun 301’den ibaret olmadığını, statükonun direnişinin başka alanlarda da güçlü bir şekilde devam ettiğini gösteriyor.

Bilim-araştırma faslında müzakereler başlarsa statükonun tabuları da tartışmaya açılacak.

Bakalım, hükümetin Nisan’da açıklayacağı 7 yıllık AB programında bu fasıl nasıl yer alacak?

29.03.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Siyasette “sayın”lı anlar



Çukurlu, hendekli, Hikmetyarlı Çankaya tartışmalarından sıkılıp, “yar bana bir eğlence medet” diye dolaştığım bir sıradaydı. Mehmet Barlas anlattı tatlı bir dille. Ecevit siyasette yıldızının parladığı günlerde diline takmış bu “sayın” konusunu.

Bir anlamda Ecevit’le birlikte bir saygı sözcüğü olarak siyasî literatürde yerini almış sayın konusu.

Ecevit’in şu “sayın terörist” sözünü kullandığı dönemler. Ama öyle bir zaman gelmiş ki, Ecevit’in gözüne girmek isteyen CHP’liler yerli yersiz kullanmaya başlamış.

Örsan Öymen de oturmuş Meclisteki tartışmalardan bir “sayın” çetelesi tutmuş. “Sayın başkan, değerli milletvekilleri. Kafayı geçirdim mi görürsün lan...”

“Sayın başkan, sayın milletvekilini terbiyeye davet ediyorum. Otur yerine şerefsiz” gibi hiç de saygın olmayan, bol sayınlı hitap şekilleri çıkmış ortaya.

Örsan Öymen, o günlerde “Bir İhtilâl Daha Var” kitabını yazmış yazmasına da bu sayın işinin cumhurbaşkanlığı tartışmalarına kadar uzanacağını hesap etmemiş.

O bu işin, “Sayın milletvekilleri değerli arkadaşlar, otur yerine şerefsizlik etme lan” kısmında kalacağını hesap etmiş olmalı.

Erdal İnönü’nün SHP Genel Başkanı olduğu dönemlerde, İsmet İnönü devrinde Anadolu Ajansı muhabiri olan bir Hasan Şahan vardı. Hasan Dede derdik ona. Gerçekten dedeydi. Onun da diline bu sayın sözcüğü yerleşmiş olmalı.

Bir gün Erdal İnönü ile bir otobüse doluştuk Hacı Bektaş-ı Veli’yi anma törenlerine gidiyoruz. Yerleşim yerlerinden geçerken Hasan Şahan elinde mikrofon, kulağına fısıldanan o yörenin adını söylüyor ve “Erdal İnönü sizi selâmlıyor” diyor. Erdal Bey de nereye baktığı belli olmayan bir şekilde halkı selâmlıyor.

Hacı Bektaş’a iyice yaklaştıkça, Hasan Dede coştu. “Sayın analar, Erdal İnönü sizi selâmlıyor. Sayın bacılar Erdal İnönü sizi selâmlıyor. Sayın yolcular Erdal İnönü sizi selâmlıyor. Sayın tarlada çalışan köylü kardeşlerim Erdal İnönü sizi selâmlıyor” derken, “mezarlıkta yatan sayın ölüler, Erdal İnönü” dedi kaldı. Erdal Bey zeki insandı, bu işin sonu nereye varacak diye bekliyor olmalı ki, ”Hasan Şahan” diye bağırdı. Ama Hasan Şahan sayesinde sayın ölüleri de selâmlamış oldu.

Bir sayın vakası da Erdal Beyin var. O da Tayyip Bey ya da Tansu Hanım gibi Öcalan için “sayın” demedi. Şimdi CHP’de Yozgat milletvekili olan Emin Koç var. O zaman Hürriyet’in CHP muhabiriydi.

Bir yere gidilmiş, seçim otobüsüyle miting meydanına giriliyor. Daha önceden oraya ulaşan Emin Koç da miting alanına SHP’nin otobüsünden girmek için aracın kapısına gelmiş, ama polisler içeri girmesine izin vermiyor. Partililer otobüsün önünü kesmiş, kasap kurbanlık koçu yere yatırmış, bıçağı çalacak. Erdal İnönü araca binmek için uğraşan Emin Koç’u görünce elindeki mikrofondan, “Sayın Koç’u bırakın” diye anons ediyor. Kasap da anonsun kendisine olduğunu düşünüp, kesmek için yatırdığı “sayın koç”u bırakıyor. Bıçaktan kurtulan koç kaçarken, polislerin elinden kurtulan Koç da araca binmeyi başarıyor.

Peki günümüz parlamentosunda bu “sayın” işi nasıl yürüyor? Milletvekilleri söze “Sayın başkan, değerli milletvekilleri” diye başlıyor. Kimi aynı saygınlıkta sürdürüyor, kimi ise sayın milletvekilleri diye başlayıp, ağzına geleni sayıyor. Sonra da saygıyla selâmlayarak, kürsüden iniyor.

Tutanaklardan kısa bir sayın turuna çıktık, bakın oltamıza neler takıldı.

Bazen tartışmalar sayınsız başlıyor.

Ali Yüksel Kavuştu-Yalan konuşma lan!

Halil Tiryaki-Terbiyesizler ya!

Ümmet Kandoğan-Çeltikle ilgili

Ali Yüksel Kavuştu-Çeltik profesörüyüm ben!

Ümmet Kandoğan-Eğer çeltik profesörüysen,

Ali Yüksel Kavuştu-Yalancı!..Yalancı!..

Ama sayınlı bitiyor.

Başkan-Sayın Yüksel Kavuştu, müdahale etme.

Şu nezaket de bir başka oluyor canım.

Koltuklar sayın ceylan derisi mi, yoksa sayın...

Gerisini isterseniz tutanaklardan takip edelim.

Başkan-Biraz önceki konuşmanızda ceylan derisi koltuklardan bahsettiniz. Neye dayanarak söylüyorsunuz bu ceylan derisini? Bu size yakışmıyor.

Süleyman Sarıbaş- Koltuklar ceylan derisi olduğu için sayın başkan.

Başkan-Ceylan derisi filan değil... Bir dana derisidir, sığır derisidir, bir deridir...

Ümmet Kandoğan-Şimdi, sayın başkan.

Nurettin Aktaş gibi, “Sayın Meral, sözünüzü geri alacaksın; sözünü geri almak mecburiyetindesin” diye bağıran da oluyor. Mehmet Eraslan gibi, “Bakın sevgili başkanım, sayın değerli başkanım” diye ssayını bir demet tiyatro gibi sunanı da çıkıyor.

Tabiî tüm bu durumlarda sayın sözcüğü ya başkandan ek süre koparmak için kullanılıyor ya da rakibi susturmak için.

Anladık, tamam. Bir zamanlar uğruna siyasî cinayetler işlenip, ihtilâller yapılan Çankaya işini artık medenî ortamlarda tartışabiliyoruz. Ama bir taraftan da içeride parti tabanına bir gerilim havasının basılması gerekmektedir.

Peki bu çok mu gerekli bir işti?. Ezber böyledir, bozulması durumunda Baykal’ın bir ikinci planı bulunmamaktadır. Peki ne yapılmalıdır? Ajdar’ın, “nane nane” diye türkü söylemesinden beter sebepler icat etmek gerekir.

Anladık tamam. Öyle uzun boylu krizler olmasın. Ama iş olsun, torba dolsun cinsinden böyle “sayın”lı mayınlı işlerden de medet umulacak hale gelinmesin.

Demem o ki, bu işin de bir haysiyeti var canım.

29.03.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Münzir ile Nasır



Her büyüme, büyüme midir? İsrafa ve şaşaaya kaçan ve dayalı büyüme, büyüme kabul edilebilir mi? Abdulkadir Geylani’nin ifadesiyle dünya darü’l-hikmettir ve her şey ölçüye tabidir. Öteki dünya ise darü’l-kudret ve darü’l-hulud, yani ebediyet yurdudur ve ölçüye tâbi değildir. Dolayısıyla israf, yorgunluk, hastalık ve sınırlılık dünyamıza ait keyfiyetlerdir. Biz bu keyfiyetlerle imtihan oluruz. Öteki dünyada imtihan kalktığından sınırlılık da kalkmıştır. Bu itibarla bu dünyada yaptığımız israftan dolayı hesaba çekiliriz. Halbuki öbür dünyada, dünyamıza oranla israf sûretinde ikram, izzet ve ihsan-ı İlâhîler vardır. Çünkü ölçü ve keyfiyet farkı vardır. Dünyamızın keyfiyeti ile öteki dünyanın keyfiyeti birbirinden farklıdır. Hilkat farkı vardır. Bu açıdan dünyamızda ontolojik (fıtrî) olarak İslâmî olmayan, şer’î olarak da İslâmî olamaz. Binaenaleyh büyüme ve gelişme doktrini mutlaka ve mutlaka fıtrat ile uyumlu olmalıdır. Bu itibarla göz kamaştıran fazla şaşaa, belki gıptamızı kamçılar ve çeker ve bu yönüyle bir imtihan olsa da bir model değildir. Günümüzde Roma’yı andıran ve obezite gibi hastalıkların da menbaı olan Amerikan veya Batı medeniyeti şaşaa ve israf, büyüklük ve kibir medeniyeti olmakla birlikte ölçü alınabilecek hakiki bir medeniyet değildir. Asr-ı Saadet’te sözgelimi Hazret-i Osman’ın bazı tasarruf ve uygulamalarına karşı çıkan asilerin gündeme getirdikleri hususlardan birisi, Medine’de 7 katlı evlere izin verilmesi meselesiydi. Bu fıtrata aykırı olduğundan dolayı ontolojik bidat mesabesindedir ve bundan dolayıdır ki Peygamberimizin (asm) günlerinde yoktu. Ama daha sonra ‘mütrifin’e özenen kimi Müslümanlar, 7 katlı evler dikmeye başlamışlar ve bu da tepki çekmişti. İslâm insanî ve fıtrî olanı benimser ve bu anlamda gökdelen tarzı yapılar insan ruhunu ezmekte ve onunla fıtratı arasına girmektedir. Tabiî hayattan koparmakta ve onu sanal bir ortama taşımaktadır. Bu ise birçok psikolojik ve fizikî hastalığın da kaynağı ve tetikleyicisidir.

***

Kyota sözleşmesi gibi sözleşmeler de bu tarz inşaatlara sınırlama getirilmesini telkin eder. Miraca çıkarken Peygamberimiz, şarap yerine sütü tercih eder ve bu mele-i a’la tarafından ‘fıtratı tercih’ olarak tebcil edilir. Dünyevî yönü ağır basan şaşaalı yapılar da böyledir. Bununla ilgili zarif bir kıssa anlatılır. Kurtuba yakınlarında Medinetü’z-Zehra adında yepyeni bir şehir kurulur. Adeta rüyalar şehridir. Kur’ân’da anlatılan Cenneteyn mislü ve misalidir. Bu şehirle ve şehre yapılacak cami ile alâkalı olarak İslamın meşhur vaizlerinden Endülüslü Münzir ibni Said el Buluti ile Melik Abdurrahman Nasır arasında ilginç bir muhavere geçer. Ahmet Şirbasi naklediyor: “Nasır, Medinetü’z-Zehra’da bir ulu cami yaptırmak ister ve bunun kubbesinin kiremitleri gümüştendir ve bir kısmı da altın kaplamadır. Çatısının bir kısmı halis sarı, diğeri de açık beyazdır. Işıkları bakanların gözlerini alır ve kamaştırır. Halife, kubbenin tamamlanmasından sonra halkının arasına oturur ve yakınlarına sorar: ‘Benden önce bunun gibi bir yapı yapanı duydunuz mu, gördünüz mü?’ Kendi yapısıyla iftihar etmektedir. Haşiyesi ağızbirliği etmişçesine böyle bir yapıyı ne gördüklerini, ne de duyduklarını söylerler. ‘Sen eşi olmayan birisin. Benzerin yok’ derler. Tam bu sırada Endülüs vaizi, Münzir İbni Said yüzü asık ve başı eğik bir şekilde huzura girer. Ve Nasır ona da yakınlarına söylediği sözü tekrar eder. Bu sözler üzerine vaizin gözlerinden yaşlar boşanır. ‘Ey emir: Şeytanın seni bu kadar iğva edebileceği aklıma gelmezdi. Hatta seni inanmayanların ve kâfirlerin derekesine düşürmüştür.’ Bu sözler Nasır’a çok ağır ve giran gelir. Ve bunun üzerine Münzir’e şunları söyler: ‘Ağzından ne çıktığını biliyor musun? Ne dediğinin farkında mısın? Beni kâfirlerin derekesine indirdin...’ Münzir bunun üzerine daha da şaşırtıcı bir şekilde şu sözlerle mukabele eder: ‘Evet. Doğru anlamışsınız. Allah şöyle demiyor mu: ‘Eğer insanlar (küfre imrenecek) bir tek ümmet haline gelecek olmasalardı, Biz, Rahman’a inanmayanların evlerinin çatılarını ve üzerine çıktıkları merdivenleri gümüşten yapardık...’ Bunun üzerine Halife Nasır hakperest vaiz Münzir’e hak verir ve bu defa hak karşısında ağlama ve nedamet sırası ona gelmiştir. Ve kubbenin sökülerek normal şekle döndürülmesini emreder...”

***

Dillere destan bu gibi yapılar, kaynağı sınırlı olan bu dünyadan ziyade kaynağı sınırsız olan öbür dünyaya yakışır. Bu dünya abiri sebil için yani yolcu için bir gölgeliktir. Gölgeliğin ebediyeti çağrıştırması, konaklayanı veya yolcuyu gaflete düşürür. Netice itibarıyla dünya bir araçtır ve onu amaç haline getirmek yanlıştır.

29.03.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004