Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 15 Mayıs 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Nimetullah AKAY

Siyaset her şey değildir



Her seçim döneminde insanlarımızın içine düştüğü bazı hatalı yaklaşımlar vardır. Bana göre en büyük hatamız, memleketin kurtuluşunu ve geleceğimizin huzur ve güvenini siyasî kadrolara bağlamamızdır. Bazıları zannediyor ki, desteklediği siyâsî kadrolar iktidara gelirse her şey güllük gülistanlık olacaktır.

Geleceğini siyasette gören insanlar aşırı siyasetçi oluyorlar. Aşırı siyasî tarafgirlik içine girenler genellikle tahammülsüz oluyor ve bir türlü halkın kendilerini tercih etmemesine bir mânâ veremiyorlar. Onlara göre herkes onların siyasî partilerini tercih etmelidir. Bu anlayışla kendi parti mensuplarının yaptıkları hatalarını görmemekte veya tevil etmekte, karşı tarafın en ufak bir yanlışını ise olabildiğince büyüterek nazara vermektedirler. Bu durum da tarafgirliğin gözünün kör olduğunu açık bir şekilde göstermektedir.

Telif ettiği Risâle-i Nur eserleriyle asrımız insanlarının imanlarının kurtulmasına vesile olan Bediüzzaman Said Nursî, siyasetçinin taraftarını şeytanken melek olarak görmesinden, kendi siyasî görüşünü paylaşmayanları da melek iken şeytan görmesinden ürkmüş ve hepimiz için önemli bir ders olan “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” ifadesini kullanmıştır. O büyük zâtın, yine “menfaat üzerine dönen siyaset canavardır” ve “Siyaset akılları geveze, kalbleri ifsad eder” mânâlarına gelen ders verici ifadeleri bizim için yol gösterici birer ışık olmalıdır.

Elbette kötülerin içinden en iyisini seçmek durumundayız. Bu memlekete ve insanlarının maddî, manevî değerlerine en az zarar verebilecek olanları ve ülkemizi gerçek demokrasinin nimetlerinden istifade etme yönünde ilerletmeye kararlı olan kadroları, inanç düşmanlarına ve sadece kendisi gibi düşünenlere hayat hakkı verenlere tercih etmemiz gerekir. Bunu da küçümsememek ve mutlaka oyumuzu ehven olandan yana kullanmamız gerekmektedir.

Ancak unutmamamız gereken önemli bir durum vardır ki; o da, siyesetin ve siyasetçinin ancak bir vesile olabileceğini, asıl geleceğimizi hayırlarla donatacak gücün ancak Kadir-i Küll-i Şey’ olan Allah olduğunu hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamamız gereğidir. Allah isterse fasık ve facirlerle de dinini yüceltebilir. Bizim görevimiz mevcutların içindeki en ehvenini tercih etmek, gerisini Allah’a bırakmak, Ona tevekkül etmektir.

Her şeyden önce niyetimiz halis olmalıdır. Tercihimizi birilerinin inadına olarak, birilerinden nefret ettiğimiz için veya birilerinden menfaat umduğumuz için değil, sadece Allah rızasını gözeterek kullanmamız gerekmektedir. Böyle yaptığımız zaman yaptığımızın mükâfatını mutlaka Rabbimiz verecektir. Çünkü biz ancak tercih edebiliriz. Takdir ise Allah’tandır.

Geçtiğimiz seçim döneminde de maalesef hiç beklemediğimiz insanların aşırı bir şekilde geleceklerini şimdiki iktidara bağladıklarını gördük. Tercih etmelerini hoş karşılardık elbette. Ama “Bunlar gelirse her şey düzelir” yaklaşımını çok tehlikeli bulmuş ve her şeyi düzeltme gücüne sadece Allah’ın sahip olduğunu ifade etmiştik. Nitekim gördük ki, yapmak istedikleri birçok müsbet icraatı yapamadılar ve o kardeşlerimiz de hayal kırıklığına uğradılar. Tabiî eğer tarafgirlik sâikasıyla onların o müsbet icraatları yapamamalarından dolayı, onları mazur görmek için bazı sebepler icat etmemişler ise...

Ben inanıyorum ki, bilhassa inanmış kesimler ferahı ve fereci sadece siyasetçilerden bekledikleri sürece, Rabbimiz bize maksadımızın aksiyle tokat vuracaktır. Biliyoruz ki Peygamber Efendimizin (asm) “Siz nasılsanız, öyle idare edilirsiniz” hadisi, büyük bir hakikati ifade etmektedir. Zira önce kendimizi düzeltmemiz gerekir. Kendimizi düzelttikten sonra toplumun manevî açlığını giderme yolunda ihlâs ve samimiyetle çaba göstermemiz gerekir. Bunlar birinci derecede makam ve mansıpla, enaniyet ve gururla olacak işler değildir. Rabb-i Rahimimize şükran duygularıyla yönelmeli ve hiçbir menfaat gözetmeksizin sadece Allah rızası için iman hizmetimizi devam ettirmeliyiz. Böyle yapmadığımız takdirde, Allah korusun zındıka komitelerinin siyasî oyunlarından kurtulmamız zor olacaktır.

Çare, siyaseti hayatımızın birinci gayesi olmaktan çıkarıp, asıl gündemimiz olan iman ve Kur’ân’a yönelmek...

15.05.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Yitik hazine



Hz. Hızır’a, huzura yolculuğa hazır mıyız? Öncelikle “Ya Rabbi yeryüzünde benden daha bilgili var mı?” diyebilen Hz. Musa’yı (a.s.) anlamak ve onun gibi hikmetin peşi sıra düşebilmektir yollara… Ne kadar uzun, ne kadar kısa bir yolculuktur bilinmez; bilinen bilenin ardından tevazu ile yürümektir…

İşaretlere dikkat, uyumamak, uyuklamamak, unutmamak… Tuzlu balık yiyenin harareti gibi yanabilmek hikmet suyu için; eşyayı iyi şerh etmek. Şeytanî unutturmaları hatırlatacak vefalı bir dost bulabilmek ve tekrar gerisingeriye dönebilmek… Asla vazgeçmemek.

İki denizin birleştiği yer, berzahlar buluşması; aklın ve kalbin kesişmesi, mülkün ve melekûtun kavuşması, gayb ile şehadetin birleşmesi, zahir ile batının birlikteliği…

Sual sormamak, yorum yapmamak, yargılamamak, izlemek ve sezmeye çalışmak İlâhî hikmeti; Hızır arkasından atılan adımlar…

Sabredebilmek sıradışılığa, aklının sığıştıramadıklarını kalbinin derinliklerine sükûnla dökebilmek… Acele etmemek iyi veya kötü diyebilmek için… Bilmediğini bilmenin eminliği ile seyretmek hadiselerin seyrini, pencerelerden bakıp, karışmamak ve karıştırmamak… Mademki her şeyin Mevlâsı bir, öyleyse her şeyde ayrı bir güzellik var demek ve sadırdan verdiği sözü unutmamak… Şerir şeytanın unutturmasına uymamak; atılan adımların devamı.

Hayat geminizi mülk sularda mı yüzdürüyorsunuz, melekût denizlerde mi? Teslim olmuş ve tevekkülle yükünüzü bırakmışsanız gemiye, tahtaların sökülmesine niye itiraz ediyorsunuz? Anlam derinliğini anlamak için akıl tahtalarının yerinde olması yetmez, yeter olan sefinenin sekine ile yüzmesinin sabur sularda olacağına kalbin itminanıdır.

Hızır yanınızdadır fakat siz itirazlarınızla ondan uzaklaşıyorsunuzdur, bilmiyorsunuz ki uzaklarda geminizi gasbetmek isteyen zalim şeytan askerleri pusu kurmuşlardır… Kusur ve keder kalsın kalbinizde, işleriniz hep rast gitmesin, mahzun ve kırık olun biraz, kem nazarlar üzerinizde olmasın, ne galip edalarla gerinin, ne de mağlup ümitsizliğine düşün… Mülkî kazanımlara aldanmayın, melekûtî kazanımlara bakın; göreceksiniz ki geminizi gasptan kurtardığınız gibi istikametle yürütecek, sahil selâmete ulaştıracaksınız.

Sözünüz hatırlatılır, bir mühlet daha verilir yolculuğun bitmemesi için. Çirkin gibi görünenin ardında gizlenen güzelliği görmeyen göz, gözden geçirilmesi gerekli bir gözdür. Bakışlar sadece görünenle değil, derinlik ve enginlikle de buluşmalı. Basit ve bayağı bakış zulüm zannıyla itiraza götürür, itiraz edene Rahmet nazar kesilir, ne Hızır kalır ne de huzur.

Âlem bizim hevâ hendesemiz üzerine dönmüyor, hikmet ve rahmet tezgâhında dokunuyor. Hüda’nın hidayeti, hevâsını öldürenlerde… Hevâsını seven kendine zulmedendir.

Son fırsat değerlendirilmezse yolculuk bitecektir. Sadrında saklı unuttuğun söz hatırlatılır, unutturanı hiç unutma dersi verilir.

Yardımlarına ve yaptıklarına karşılık bekler, sayılmak sevilmek istersin… Yoksa da ne haliniz varsa görün görgüsüzlüğüne düşersin… Dünyevîlerin dillerinde olmak hoşluluğunu ararsın, oysaki onlar seni çiğneyip işi bitince tükürürler…

Samimilerin duâları sığınılacak bir liman… Görünürü, gürültüsü yoktur; yıkık duvarın altındadır yitik hazine… Dünyevîlerin yağmasından kurtarmak için kırık ve mahzun bir kalbin derinliğinde saklanmıştır… Zamanı gelince kullanılacaktır.

Zaman ayrılık zamanı… İki denizin kavuşamaması, zahir ve batın dengelerinin kurulamaması, mülk ve melekût mizansızlığı; Gemi gasbedildi, çocuk büyüdü fesat ve sefahat yayıldı, hazine yağmalandı…

Hızır huzur uzaklarda değil, içimizin içinde… En zor ve en uzun yol iç yolculuk… Kaptanınıza güveniyor, pusulanıza inanıyorsanız güvertede sakince oturun ve itiraz etmeyin…

Hızır’la görüşmeyi dışta zenginlik olarak algılayan varsa, hazine yıkık ve harabe kalbinizin altında, büluğa erdiğinizde o hazine size verilecek; itiraz etmeden ve vazgeçmeden yola devam…

(Genç Yaklaşım, Mayıs-2006 sayısından...)

15.05.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

57 yıl öncesinden



Mayıs ayı, hem bahar müjdesinin canlı sonuçları, hem yaza dönüşecek sıcak günlerin habercisi, hem de insanın iç dünyasından hayata yansıyacak cevelanın duygudan düşünceye geçen hareketlerin eylem dönemidir.

Kevnî/kozmik dünyanın gerçekleri, hayatın sosyal ve siyasî dönemlerine mevsimlerin diliyle ve ayların takvim yapraklarına düşmüş kesitleriyle mesaj veriyor. Anlamlı ve kritik günlerin tarih perspektifindeki yerini ve bugüne yansıyan etkilerini sorgulamamıza yardım ediyor.

Tarihin emanetinden günümüze, beşeriyetin çatışma ve mücadele sahneleri bir film gibi göze ve kulağa hitap edecek şekilde sunulduğunda, algı sistemimizdeki değişiklik, yaşadığımız zamanın psikolojisi ve arada unutulan argümanlarla o günleri tam kavrayamamaktan kaynaklanan kıyas ve hüküm farkı çıkabilir.

Öncelikle yakın siyasî dönem, özellikle çok partili sistemle başlayan seçim ve demokrasi uygulamaları, bunları hazmetme kapasiteleri ile ilkeye dönüştürme zorlukları, bireyden demokrasiye ve demokrasiden bireye dönük açmazlarla karşımıza çıkmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu siyasî oluşumu, sonradan dar bir kadroyla şekillendiği yeni egemen güç; tarihle, toplumla ve dinle olan bağını ciddî anlamda devre dışı bırakma cüretine girdiği için siyaset, yönetim, halkın egemenliği ve din kavramları üzerinden zihinler karıştırılmıştır.

Çoğu zaman birbirini tanımlaması, desteklemesi ve sınırlaması gereken bu kavramlar bütünlüğü, yeni yapının ideolojik ve resmî cenderesinde çatışmaya ve birbirini tahrip eden bölünmelere alet edilmiştir.

Din karşıtı tavır, dinî hassasiyetleri tepkiye dönüştürmüştür. Rejim, doktrin kalıplarında maneviyatı hayattan izole etmek isteyen seküler duruş ve sonradan bulunmuş laiklik muamması ile zihnî kargaşayı arttırdığı gibi, halkın incinen duyguları ve inançları da kendine bir menfez aramıştır.

Din üzerinden yürütülen lehte ve aleyhte siyasî sürtüşme ve rekabet; dini sorgulayan cepheye laiklik şırıngası ile dünyevileşmeyi, Batı kültürünün çağdaşlık görüntüsü ile taraftarlarına paye vermeyi sağlamıştır.

Bu oluşan devlet gücü ve kapalı dönem siyasi baskıların yoğun olduğu tek tip 1920-1950 arası, dinî söyleme asla tahammül etmeyen anlayış karşısında, Bediüzzaman; doğru da olsa dinî söylemi siyaseten “dişe diş” ve hakimiyet kavgasına dönüştürerek bu ceberut anlayışla baş etmenin mümkün olmadığını ortaya koyar. Bunun çaresini, kapalı dönemde sivil itaatsizlik ve çok partili dönemde de dinî ögeleri öne çıkarmayan ve siyasî rekabetin kurallarıyla tek parti zihniyeti ile baş edecek bir siyasî mücadele grubuna omuz vermekte bulmuştur.

Öyle ki, bunu fark eden İsmet İnönü, 1965 seçimlerinde Demokrat Parti geleneğini ve Adalet Partisini Said Nursî’ye hizmet etmekle itham etmiştir.

1950 Türkiye’sinde 14 Mayıs, kendini 15 Mayıs’a teslim ederken, aynı zamanda siyasî iradenin de gerçek halk temsilcilerine devri gerçekleşiyordu.

14 Mayıs demokrasisi, ilk defa hür, adil ve ahlâki bir siyasi mücadele zemininin zafer meyvesini topluma tattırmıştır. Halkın sessiz çığlığına, “yeter” ifadesindeki “millet” öznesine ve en temel ihtiyaç olan “söz” hakkının sosyal bir realiteyi, cebrin ve tek parti hakimiyeti CHP’nin suratına bir şamar gibi vuran “Yeter söz milletindir” veciz haykırışı hâlâ gündemini ve muhtevasını kaybetmeden önümüzde durmaktadır.

CHP’nin karşısına, ister açık, ister kapalı dini tabanlı bir mücadele ve algı ile çıkmak, Bediüzzaman’ın tesbitiyle siyasî ahlâkın dejenere olduğu, sıdkın ve doğruluğun yara aldığı bir dönemde açmazdır. Yüzyılın doğrularına ve zamanın hükmüne dikkat çekerek, “hakikî dindar” sıfatlarla siyaseti bütünleştirmenin mümkün olmadığına işaret eder. Siyasî tavır belirlemede ciddi uyarılarda bulunur.

Yaşadığımız dönemde; din eksenli, görüntülü maddî organizasyonlara ve özellikle siyasî yapılanmalara girildiğinde, bir başkasının oyun alanında ve onun kurallarıyla taviz üstüne taviz verme zorunluluğu doğmaktadır. Siyasette, ahlâkî zeminin zorlandığı, güven ve dürüstlüğün tartışılır olduğu bir süreçte, artan dünyevileşmede “mukaddesatlar” üzerinden gitmek ve saf kitleleri bununla ayağa kaldırmak mümkün görünse bile, akibeti bugüne kadar bireyin ahlâkî ve sivil otorite ile demokratik kültürünü fazla geliştirmediği de bir vakıadır.

Meselâ, Irak işgali “mukaddesat siyaseti”nce hiçbir zaman miting meydanlarına taşınmamıştır. Ehl-i iman, iktidar hatırı için sessizliği ve içinden buğzu tercih etmiştir. Menfaat beklentileri, ideolojileri engellemektedir. Seçim ve geçim sirkülasyonu başlamaktadır.

Bundan hareketle, 57 yıl öncesinin gerçekçi ve arzularımızdan farklı, ancak toplumun katmanları arasında ayrıştırıcı olmayan pozitif siyaset tercihi ve onu sürükleyen ana akım devam etmektedir.

Önce demokrasi ve bunun köklü geleneği Demokratlar bir denge ve uzlaşma zeminidir.

15.05.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Birleşse iktidar olur mu?



Mevcut meclise cumhurbaşkanı seçtirmeme iddiasıyla başlatılan mitingler, Ankara Tandoğan’da başlamıştı. Sonrasında İstanbul, Çanakkale, Manisa ve son olarak da İzmir’de kalabalık kitlelerin katıldığı mitingler düzenlendi.

Mitingi düzenleyenler ve bu ‘pasta’dan pay kapmak isteyen siyasetçiler, mitinglere katılanların sayısını ‘milyonlarca’ ile ifade ediyorlar. Sayı ihtilâflı olsa da, ‘kitle’nin kalabalık olduğu ortada. Ancak bu kalabalığa rağmen, mitingi düzenleyenler ve mitinge katılan ‘sol’ siyasetçiler durumdan memnun görünmüyor.

Kendi açılarından haklı sayılırlar. Çünkü ‘kitle’nin kalabalık bir şekilde miting alanlarını doldurmasına rağmen bu durumun seçim sandıklarına yansımayacağını kendileri de biliyor. Miting düzenlemek elbette kolay bir iş değildir. Ama nihayetinde iyi organize edilebilirse ‘kitle’leri mey

danlara toplamak mümkün. Aynı şekilde, ‘helâl rey’leri seçim sandıklarına doldurmak ise kolay değil.

İzmir mitingini düzenleyenlerin bir maksadı da, ‘sol’da birliğin temin edildiğini bu kalabalık ‘kitle’ye müjdelemekti. Fakat bu müjde gerçekleşmediği gibi, birleşmeleri istenen DSP ve CHP cenahlarından farklı değerlendirmeler geliyor. Mitingi yorumlayan bütün yorumcular da, bu durumdan yana çok ‘üzgün’ görünüyorlar. Her iki lideri de eleştiren ‘sol ileri gelenleri’ ahlanıp vahlanıyorlar.

Başlangıçta bu mitinglerin parti organizasyonu olmadığı söyleniyordu. Gelinen noktada, her iki partinin de işin içinde olduğu anlaşılıyor. Bir araya gelmeseler de, her ‘iki sol parti’nin liderleri de mitinge katılıp ‘kitle’ye mesaj vermek istiyor. Mitinge katılarak, ‘kitle’yi coşturmak isteyen Zülfü Livaneli bile kızgın. Şöyle demiş: “ÇYDD Genel Başkanı Türkan Saylan bile mitingde konuşturulmadı. Adeta militanca bir tavırla herkesi kovaladılar. Bu halkın şölenini militanlığa çevirdiler.” (Sabah, 14 Mayıs 2007)

“Sol”un birleşip birleşmeyeceği, elbette önce ‘sol partiler ve seçmen’i ilgilendirir. Ancak şu soru da akla geliyor: “Birleşseler bile iktidar olabilirler mi?” Bir önceki seçime bakılırsa, birleşmesi istenen iki ‘sol’ partinin alacağı oylar iktidar olmaya yetmiyor. “Onların fikri zaten iktidarda, halkın seçmesine ne gerek var” deniliyorsa, o başka mesele. Ama halkın seçimiyle iktidara gelmek istiyorlarsa, ciddî politika değişikliği yapmaları gerekir.

Siyaset yapmak isteyen partiler, başarılı olabilmek için millete teslim olmalılar. Millete tepeden bakan, onların inanç ve düşüncelerine değer vermeyen, “Siz bilmezsiniz, biz biliriz” diye buyuran partilerin başarılı olmaları mümkün değildir.

Hele CHP’nin, geçmişten gelen ‘imaj’ını düzeltmeden milletten destek alabilmesi imkân dışı görünüyor. Kendileri ‘imaj’larından memnun olabilirler, ama millet çok farklı düşünüyor. “Tek parti devri”ni hatırlayanların ‘sol’a ve CHP’ye destek vermesi çok zor.

“Sol”u, birleşmek de kurtaramayacak...

15.05.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Mitingin dili



Tandoğan, Çağlayan ve Gündoğdu!

Ankara, İstanbul ve İzmir.

Mitingin son halkası İzmir’de tamamlandı. Cumhuriyet böylelikle kurtuldu!

Yaşasın.

Sadece “hükümet karşıtı” gösteri değildi, alenen “halka” karşı bir gösteriydi bu.

Medya ise;

“Cumhuriyet Mitinglerinden” sadece CHP/DSP birleşsin mesajı çıkarmış.

Peki nasıl oluyor bu?

“Sol” ne zaman birleşmek için bir araya gelmişse, bölünmüş.

Aman, ziyanı yok.

Ankara ve İstanbul mitinglerini hatırlayın.

Hatta, özellikle son İzmir mitingini... Sanki CHP ve DSP mitingi gibiydi. Orada bile liderler “biraraya” gelmemek için toplandı.

Dedim ya, ziyanı yok.

Çünkü, bölünmüş bir sol, her zaman hem bu ülkenin, hem de milletin menfaatinedir.

FB KUTLAMALARI

Dönelim İzmir’e... Trabzonspor maçından sonra İstanbul’a dönen Fenerbahçe kafilesi çok sayıda taraftarların coşkusuyla karşılandı.

İstanbul’daki binlerce taraftar caddeyi trafiğe kapatırken, Fenerbahçe takımını taşıyan otobüs taraftarlarla birlikte adım adım ilerleyerek şampiyonluk turu attı

İyi güzel de; eğlencenin tadı kaçtı... Zaman zaman taşkınlıklar yaşandı...

Hele gazetelere yansıyan, şampanyaların patlatılmasına ne demeli?

Galibiyete “taşkınlık” ve “içki” bulaştırmasanız olmaz mı?

FOX TV’DEKİ SEVİYE(!)

Fox TV yayına başladığından beridir “magazin”in ellerine bıraktı kendini.

Zaman zaman canlı yayında “seviyesizlik” dibe vuruyor, ne gam.

İki şarkıcının birbirine karşı “çıplak resim” polemiği bu seviyesizliğe en canlı örnek.

“Tartışma”yı rating malzemesi yapanlar bunu düşünmüyor. Yeter ki, taraflar birbirine bağırsın, yeter ki, ertesi günkü magazin medyasına malzeme olsun.

Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz. Fox TV, 1,5 milyon dolara Mehmet Ali Erbil’i transfer edecek...

Dahası, Reha Muhtar’ı yayının başına getirmek istiyormuş.

Siz asıl o zaman düşünün “seviyeyi.”

BİR DEMET VEDA

Yılmaz Erdoğan, Demet Akbağ ve bir grup tiyatrocunun rol aldığı “Bir Demet Tiyatro” (atv) ekranlara sessiz sedasız veda etti.

Bir dönem adından çok söz ettiriyordu “Bir Demet Tiyatro.”

Ama gel gör ki, bu dönem maya tutmadı.

Eleştirilere göğüs germesine rağmen, diziye ilgi olmayınca, bitirme kararı aldılar demek.

Yılmaz Erdoğan kendini yenilemeli. Başka projelerle yeniden ekrana geri dönmeli.

TÜRKİYE’NİN VEKİLİ(!)

Yarışmalardan “yarışma” beğen. Abuk subuk yarışmalar, cıvık tartışma ve bol atışmalı yarışmalardan sonra şimdi bir yarışma programı daha “doğmak” üzere.

“Türkiye Vekilini Seçiyor” isimli bu yarışma programı için şimdiden geri sayım başlamış bile.

Bu yarışmada, halk kendi milletvekili adayını gönderdiği oylarla belirleşecekmiş.

Format ise “popstar” türünde...

Sıkı durun jüri adayı olacak isimlerden bir tanesi: Semra Özal.

Kendisi bir gazeteye verdiği açıklamada; “Sanırım yapımcı firma benim jüri üyeliğine pek sıcak bakmadığımı bildiği için henüz bana bir teklifte bulunmadı. Teklif gelirse düşünürüz. Çünkü bu ciddi bir yarışma gibi duruyor. Faydalı olacağına da inanıyorum” diyor.

Türkiye’de demokrasi işler mi bu yolla bilemem. Ama meclisteki vekillerin suyu mu çıktı?

15.05.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Mesele duyurmaksa



“Hani, İbrahim ve İsmail Kâbe’nin temelini yükseltirken, ‘Ey Rabbimiz,’ diye duâ ediyorlardı. ‘Bu hizmetimizi kabul buyur. Her şeyi hakkıyla işiten de, her şeyi hakkıyla bilen de ancak Sensin.’”1

Bu satırlar Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail’le birlikte Cenâb-ı Hakkın emri ve Hz. Cebrail’in gösterdiği tarzda Kâbe’yi inşâ ettikten sonra Rablerine yaptıkları bir duâdır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, Hz. İbrahim’e Hac Sûresi’nin 27-29. âyetlerinde belirtildiği gibi bütün insanları hacca dâvet etmesini emretti. Gerek yaya ve gerekse binekleriyle yakın ve uzak her yerden hacca geleceklerdi.

Ancak bu emri belli çevredeki insanlara duyursa da bütün dünyaya birden nasıl duyuracaktı Hz. İbrahim? Onun için, “Ya Rabbi, benim sesimi kim duyar ki?” demekten kendini alamamıştı.

Cevap büyük, büyük yerden, Büyükler Büyüğündendi: “Yeter ki sen dâvet et! Duyurmak bana aittir.”

“Ey insanlar!” diye seslendi Hz. İbrahim. “Bu kadim Beyti (Kâbe’yi) hac ve ziyaret etmek size farz kılındı.”

Ses öylesine çınlamıştı ki, hiçbir telefon, radyo, televizyon, daha öte ışınlamanın bulunmadığı bir günde bütün insanlara duyurmuştu sesini Hz. İbrahim. O kadar ki bu sesi yerler, gökler, ruhlar âlemi duymakla kalmıyor, ana rahmi ve baba sulbündeki insanlar, hatta Kıyamete kadar bütün insanlar duyuyordu. Aradan devirler geçtiği halde, “Lebbeyk, Allâhümme lebbeyk…” sadalarıyla hâlâ Kâbe’yi hac ve ziyaret edenler bu davete icabet edenlerdir.2 Resûl-i Ekrem de (asm) bu farz emri tekrarlayacak, teyit edecekti.

Hz. İbrahim dâvetle görevliydi. Duyurmak ise Allah’a aitti. Duyuracak olan her şeyin anahtarı yanında, her şeyin dizgini elinde, her şey emriyle halledilen, herşeyi bilen ve herşeye kadir olan Allah’tı.

Bu hakikat İslâmı tebliğle görevli olan insanlar için de birşeyler anlatmıyor mu? Âdetâ, “İnsanlar dinlemiyor diye kendinizi yiyip bitirmeyin! İhlâsla anlatın, aktarın yeter. Onlara dinletecek, kalplerine nüfuz ettirecek ancak Allah’tır. Sizin göreviniz tebliğden ibarettir. Hidayet ise Allah’a aittir” demek istiyor.

Asrımızda Resûl-i Ekremin (asm) mühim bir varisi olan Hz. Üstadın hakikat deryasına attığı taşların dalgalarının Filipinlere varıncaya kadar dünyanın dört bir yanına yayılmasında da aynı sır yok mudur?

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi: 127. 2- Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, 6:78-79.

15.05.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İlm-i iman



İman ilmi, varlık-kâinat kitabı, Kur’ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber (asm) vasıtasıyla Allah’ı bütün isim ve sıfatlarıyla tanıma gayretidir. İlim/bilim, eşyanın, varlığın hakikatini öğrenmektir. İlmî anlayış, tabiatı ve işleyişini anlamak gayesiyle gözlem yapmak ve yorumlamaktır. Esmâ-i Hüsnâ da eşyada tecellî eder; bütün sosyal ve fen ilimlerin dayanağıdır.

İmanın temeli ve dayanak noktası ilimdir. Daha önce de naklettiğimiz gibi insanın dünyaya gelişinin gayesi, ilim ve duâ (istemek) vasıtasıyla gelişmek/olgunlaşmak değil mi? Fen ilimleri, Allah’ın kâinata koymuş olduğu kanunlardan ibârettir. Din/imân hakikatleri de bu gerçekleri dikkate sunar.

Mârifetullah (Allah’ı bütün isim, sıfat ve kâinattaki yansımalarıyla bilmek) ise, en geniş ve nûrânî/aydınlık, parlak bir bilgidir. Ahkâm-ı İslâmiye ise, en ehemmiyetli ve çeşitli ilimler bütünüdür.1 İslâm şeriatının bütünü, aklî belgeler üzerine temellenmiştir. Bu şeriat, esas ilimlerin hayatî noktalarını tamamıyla içine alan ilimler ve fenlerden özetlenmiştir.

Evet, ruhu/duyguları olumsuzluklardan arındırma, temizleyip ve olumlu hasletlerle süsleme; kalb ve vicdan terbiyesi, bedenin ihtiyaçlarını karşılama, ev idaresi, siyaset, yöneticilik, dünya düzeni, hukuk, günlük işlerin tertibi, toplum hayatına dair kurallar, vesaire vesaire gibi ilim ve fenlerin ihtivâ ettiği esasların fihristesi/listesi, İslâm şeriatıdır.2 Bu ilmi ders veren başta Peygamber Efendimiz (asm), Kur’ân-ı Kerim ve kâinat kitabıdır. Bu üç kitabı da okuyarak iman ilmi kazanılabilir ve yüksek, güçlü bir imana ulaşılabilir. Dolayısıyla ilimlerin en üst kademesi, şahı da iman ilmidir.

Dinin, İslâmın özü, temeli, altyapısı, fikrî boyutu olan imân; bilginin bütün merhalelerinden geçen; ulvî duyguların inkişâfı ve olumsuz hislerin kanalizesi neticesinde hâsıl olan bir nûr, bir kuvvet, bir duygudur.

İman, hayata, fizik ve metafizik âlemlere bütünüyle bakabilme ve kavrayabilme melekesi, yeteneğidir aynı zamanda. Çünkü, imân; Allah’ın tabiata koyduğu tekvinî (tabiat) ve teşriî (şeriat) gibi maddî-mânevî kanunların hayatımıza aksetmesi; davranışlarımızla örtüşmesidir.

Dinin, İslâmın özü, temeli, altyapısı, fikrî boyutu olan imân, bilginin bütün merhalelerinden geçen; ulvî duyguların inkişâfı ve olumsuz hislerin kanalizesi neticesinde hâsıl olan bir nûr, bir kuvvet, bir duygudur.

Dolayısıyla iman tahsil ile öğrenilebilir, müzakere ve mütalaâ edilebilir yüksek bir ilimdir. Fen, sosyal, dinî, mânevî bütün ilimleri harmanlayarak, bir potada mezcederek ilimlerin şâhı, padişahı haline dönüştürülebilir. Ancak, imanın, marifetin neticelerinden, meyvelerinden ve feyizlerinden bahsetmek yerine, esaslarına ve köklerine vurgu yapmak gerekir. Delil ve parlak bürhanlarla, belgelerle imanın ispatı, tahkiki hale getirilmesi, muhafazası ve şüphelerden arındırılması gerekir.

İmanı tahsil ederken yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders almamalı. Veya evliyâ mesleğinde olduğu gibi yalnız kalbin keşif ve zevkiyle hareket etmemeli. Mutlaka akıl ve kalbin birleşmesi, imtizacı, ruh ve sâir hislerin, lâtifelerin de tatmin edilmesi son derece önem arz eder.

Dipnotlar: 1. Sözler, s. 375.; 2. İşârâtü’l-İ’câz, s. 166.

15.05.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Meydanlarda jübile



Son birkaç haftadır yurdun çeşitli merkezlerinde "Cumhuriyet mitingi" adı altında yapılan şaşaalı meydan toplantıları, ne hikmetse gözlerimin önünde "bir zihniyetin iflâsı" şeklinde canlanmaya başladı.

Ve, o meydanlarda müthiş kalabalıkların toplanması da, nazarımda adeta iflâsın eşiğine gelmiş olan o aynı zihniyetin bir nevi jübilesi yapılıyormuş gibi görünmeye başladı.

Zira, o meydanlardan yükselen ses, söz ve görüntülere dikkat kesilince kesin sûrette görüp anladım ki, orta yerde sadra şifa olacak hiçbir şey yok.

Yani, ortada sadece birtakım sloganlar var, çığırtkanlıklar var, kuru gürültüler var.

Ha, bir de CHP'ye çaktırmadan oy akışını sağlama gayretkeşliği var.

Ve bu maksatla, o güzelim ayyıldızlı bayrağımız fütursuzca âlet ediliyor.

* * *

Evet, kuru gürültü ve slogandan ibaret olan meydan mitinglerinin ülkeye ve millete kazandıracağı hiçbir şey yok.

Zira, mâna ve muhtevadan yoksun kalan sloganların bir tek karşılığı var ki, o da "düşüncesizlik" demektir.

Dilerseniz literatüre, sözlüklere, ansiklopedilere bakın, bunun böyle olduğunu gözlerinizle görün.

Onun için, istenildiği kadar "Türkiye laiktir, laik kalacak!" diye slogan atılsın, ortaya fikir diye, düşünce diye birşey çıkmaz.

Mebzul miktardaki diğer sloganlar için de aynı şeyleri söylemek mümkün... Önemli olan, bu milletin özünde var olan temel değerlerin üzerinde aydınlık bir gelecek inşa etmeye çalışmaktır.

Ki, bu da sloganla ve meydanlarda bağırıp çağırmakla olmaz; ancak, ilimle, imanla, irfanla olur.

İlim ve irfanın ise, boş sözlerle, kuru gürültülerle, yahut toplumu kutuplara ayırıcı sloganlarla sağlandığına dünyada şahit olunmuş değil.

Evet, muhtemeldir ki, kalabalık medanlarda iflâsın eşiğine gelmiş bir zihniyetin jübilesi yapılıyordur.

Ne diyelim, hayırlısı olsun.

* * *

"Cumhuriyet mitingi" ismi altında yapılan büyük meydan toplantılarının—velev ki görünürde olsun—acaba hiç mi güzel ve müsbet bir tarafı yok?

İnanın, bu noktayı da düşündük ve şöyle bir kanaate vardık:

Eskiden bu tür gösterişli toplantıları yapan zihniyetin taraftar ve organizatörleri, ayyıldızlı Türk bayrağı yerine, meydanlarda daha çok kızıl bayrakları taşır ve dalgalandırırlardı.

Şimdi ise, meydanlarda ne o kızıllıktan eser var, orak–çekiçli bayrak ve afişlerden...

Eee, bu az–buz bir gelişme sayılmaz hani...

Düşün ki, 1970'lerde yer yer yapılan kızıl bayraklı meydan toplantılarının ardından, hürriyetçi demokratlar aynı meydanlarda "Bayrak mitingleri" yapmak durumunda kalmışlardı.

Görüntülere bu açıdan bakılınca, önemli bir gelişmenin sağlanmış olduğu söylenebilir.

GÜNÜN TARİHİ 15 Mayıs 1919-48

İngiliz himayesinde Yunan ve İsrail işgalleri

İzmir'in İşgali

Birinci Dünya Savaşından mağlup çıkan Osmanlı Devletine en zayıf olduğu bir zamanda saldıran Yunanistan, 15 Mayıs 1919'da İzmir limanlarına asker çıkardı ve şehri işgal etmeye başladı.

Yunan kuvvetlerinin, bu hareketi kendi başlarına yapmadıkları kesindi. Arkalarında hem İtalya, hem de İngiltere'nin destek ve himayesi vardı.

1911'de Ege'deki 12 adayı zapt ederek bölgede nüfuz sahibi olan İtalya, elinde tuttuğu adalardaki kuvvet dengesini zaman içinde Rumlara ve Yunanlılara kaydırdı. Tıpkı, İngiltere'nin 1878'den beri Kıbrıs'ta ve 1917'den sonra Filistin'de yaptığı gibi.

Anadolu'yu işgale hevesli ülkeler, Mondros Ateşkes Antlaşmasından (30 Ekim 1918) sonra bu heveslerini tatbik sahasına koymaya girişti.

Bu cümleden olarak, Yunanistan da İzmir'den başlayarak Anadolu'nun iç kesimlerine doğru işgal ve istilâ harekâtını başlattı.

Yunanistan'ın böyle bir taarruzda bulunmaya aslında ne cesareti vardı, ne de gücü. Ne var ki, arkasında İngiltere gibi o günlerin en güçlü bir devleti bulunuyordu.

Zaten, İngiltere'nin kendisi de Osmanlı'nın başkenti İstanbul'u aynı günlerde resmen ve fiilen işgale hazırlanıyordu.

İzmir'in işgali 9 Eylül 1922'de son buldu. Milli Kuvvetler, o gün İzmir'e girerek şehri teslim aldı.

Fakat ne yazık ki, düşman kuvvetleri tarafından şehrin birçok bölgesi giderek yakılmış, yıkılmış bir vaziyette idi.

Filistin'in resmen işgali

15 Mayıs 1948'de Filistin toprakları üzerinde şimdiki İsrail Devleti kuruldu.

Filistin toprakları, 1917'ye kadar Osmanlı hakimiyeti altındaydı.

Birinci Dünya Savaşının en kritik günlerinde bölgedeki Osmanlı kuvvetlerini çökertmeye çalışan İngiliz kuvvetleri, özellikle Filistin bölgesi üzerindeki hakimiyetini pekiştirmeye muvaffak oldu.

İngiltere, Osmanlı'ya karşı kullandığı Arapları bu tarihten sonra adım adım dışlamaya yöneldi. Buna paralel olarak da, dünyanın başka merkezlerinde dağınık vaziyette yaşayan Yahudileri aynı bölgeye çekmeye devam etti.

Nihayet, 30 yıl sonra, yani 1948 yılına gelindiğinde ise, bölgede Yahudilerin hem nüfusu, hem de nüfuzu büyük bir artış gösterdi. Yahudiler, bu fırsattan istifade ile Filistin toprakları üzerinde İsrail devletini kurduklarını ilân etti.

Mısır, Ürdün, Suriye, Irak, Lübnan gibi Arap ülkeleri, bu kararı kabul etmediklerini açıklayınca, bölgede çok kanlı bir "Arap–İsrail Savaşı" çıktı.

Savaş, daha sonraki yıllarda da birkaç kez tekrarlandı. Ancak, her tekrarında yine de İsrail Devleti güçlendi, yani savaşlardan hep başarıyla çıktı.

Bunun önemli bir sebebi, başta İngiltere ve Amerika olmak üzere, Yahudi teşkilat ve lobilerinin güçlü olduğu ülkelerin doğrudan veya dolaylı şekilde İsrail devletine destek çıkmalarıdır. Bir başka sebep ise, Yahudilerin, eski İsrailoğulları peygamberlerinin medfun bulundukları toprakları dinî bir itikat ve heyecan ile korumaya, sahiplenmeye çalışmalarıdır.

15.05.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Muhtelif cevaplar



Sevilay Hanım:

* “Trafik kazasında ölen ile yatağında ölenin Allah katında bir ayrımcılığı var mıdır? Yani şöyle trafik kazasında ölen kötü, yatağında hastalanarak vs. şekilde ölen iyi bir kul mudur? Ölüm şekilleri kişilerin hayatında yaptıklarıyla alâkalı mıdır?”

Peygamber Efendimiz (asm), “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz” buyuruyor. Ölüm şekillerinin hangisinin güzel, hangisinin zor olduğunu dışarıdan anlayamayız. Trafik kazasında ölmek mi zordur, istirahat döşeğinde ölmek mi zordur; bunu dışarıdan kestirmemiz mümkün olmaz. Bu, kişinin ameliyle de ilgili bir olay değildir. Yani nice güzel amel sahibi kimseler vardır ki, en korkunç kazalarda ölmüşlerdir. Nice kötü amel sahibi kimseler vardır ki, yatakta can vermişlerdir. Ve bilemeyiz ki, beriki yatakta can verirken belki çok acı çekebilir; öteki korkunç görüntülü bir kazada çok rahat can vermiş olabilir.

İmam-ı Azam’ın talebelerinden büyük âlim ve fakih İmam Muhammed ölünce kendisini rüyada görmüşler ve “Nasıl vefat ettin?” diye sormuşlar. İmam demiş ki: “İlimle meşguldüm. Nasıl can verdiğimin farkında olmadım. Bir de baktım ki kabirdeyim!”

Bediüzzaman Hazretleri gönüllü milis güçleriyle Bitlis’i Ruslara karşı savunurken, şiddetli çatışma sırasında yeğeni ve talebesi Ubeyd (r.aleyh) şehid düşüyor. Daha sonra kendisi Ubeyd’i rüya-yı sadıkada görüyor ki, Ubeyd kendisinin ölmüş olduğunun farkında değil. Üstadı olan Bediüzzaman’ı ölmüş biliyor ve onun için çok ağlıyor. Kendisini ise hayatta biliyor, fakat Rusun istilâsından çekindiği için yeraltında kendisine güzel bir menzil yapıp içine girdiğini sanıyor.1 Oysa Ubeyd, Rus’un yağlı kurşunlarına hedef olarak can vermiştir. Rahmetullahi aleyh.

Anlatılır ki, yatakta sekerâta giren dinden diyanetten uzak bir müteahhit, yanındakiler “eşhedü en lâ ilahe illallah” dedikçe, “Kum getir… Çakıl getir… Kireç getir… Demir getir…” demeye başlamış, başka bir şeye dili dönmemiş, nihayet can vermiştir.

Evet; güzel ölüm vardır şüphesiz. Zor ölüm de vardır. Fakat ölümün dış şekli, bize, güzel mi, zor mu olduğu konusunda pek fazla fikir vermez. Biz, güzel amel işleyelim, güzel amelde niyetimiz Allah’ın rızasını kazanmak olsun ve Allah’tan güzel ölüm isteyelim. İnşallah güzel ölümle Allah’ın huzuruna gidenlerden oluruz.

***

Zeynep Nurgül Sarpoğlu:

“Safer ayı ne zaman başlayıp ne zaman bitiyor ve son Çarşamba günü hangi tarihe denk geliyor, bahsetmiş olduğunuz duâyı yapmak istiyorum beni bilgilendirirseniz şimdiden teşekkür ederim.”

Safer ayı hicrî ayların ikincisidir. Muharrem ayından sonra başlar, Rebiülevvel ayı ile biter. Şimdi Rebiülâhir ayının sonu olduğuna göre yaklaşık iki ay önce bitmiştir.

Safer ayının son Çarşambasında yapılması tavsiye edilen bir duâ vardır. Günü geçmiş olmakla beraber, her zaman Allah’a şer ve musibetlerden sığınılacağında yapılabilen bu duâ şöyledir:

“Bismillâhirrahmânirrahîm: Allah’ım; hamd ve şükür Sana mahsustur! Minnetim Sana’dır! Ben Senin kulunum ve ben bundan dolayı huzurluyum! Nefsimi, dinimi, dünyamı, âhiretimi, işlerimin sonunu ve amelimi Sana emanet ediyorum. Bütün Muhammed (asm) ümmetini Senin gücünün, havlinin, kudretinin ve kuvvetinin şiddetinden, Sana emanet ediyorum! Muhakkak Sen, emaneti koruyansın; hükmü nâfiz olansın; kazası gâlib olansın! Ya Ahkeme’l-Hâkimîn ve yâ Esra’el-Hâsibîn ve ya Ekrame me’mûlin ve ecvede mes’ûlin yâ Hayyu, yâ Kayyûmu, yâ Kadîmü, yâ Ferdu, yâ Vitru, yâ Ehadu, yâ Samedu, yâ men lem yelid ve lem yûled ve lem yekun lehû küfüven ehad! Yâ Azîzu, Yâ Vehhâbu, Salla’llâhu alâ hayr-i halkıhî Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn! Âmin!”

***

Atilla Caner:

*“Vacipleri yapmak mecburi midir? Meselâ vitir namazını kılmak gibi. Eğer mecbursa neden farzdan ayrı tutuluyor?”

Şafiîlerin sünnet-i müekkede, Hanefilerin vacip dediği kimi ibadetler vardır ki, hüküm olarak sünnet ile farz arasında bulunmaktadırlar. Yani vacipleri yapmak farz derecesinde mecburî değildir. Fakat hüküm ve kuvvet değeri sünnetten ileridir. Bu durumda şöyle söylenebilir: Vacipleri terk etmek, büyük sevaptan mahrum olmak demektir.

Vacip ibadetlerin hüküm olarak farz derecesinde olmayışı, sırf Allah’ın şefkati ve merhameti gereğidir. Bilindiği gibi, farz ibadetler yapılmadığında cezayı gerektirirler ve bunların sayısı, oldukça azdır. Beş vakit namazın, bir günde yirmi dörtte birlik bir zaman diliminde kılınabilmesi gibi.

Duâ

Ey farzları az kılan Rahman-ı Rahîm! Ey emirleri şefkatli Rahman-ı Zülkemal! Ey eksikliklerimizi yok sayan Rahim-i Zülcelâl! Bizi güzel emirlerine duyarlı kıl! Bizi güzel emirlerine itaatkâr kıl! Bizi güzel emirlerini yapmada muvaffak kıl! Amellerimizi güzel emirlerinle süsle! Hayatımızı güzel emirlerinle taçlandır! Bize rahmetinle şükür içinde güzel hayat, güzel ölüm ve güzel diriliş ver! Âmin.

Dipnotlar:

1- Mektubat, s. 17

15.05.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Maliki hükümetini kurtarma hareketi



Irak’ta Maliki hükümeti kurtarılamazsa ulusal kurtuluş hükümeti kuralacak. Süreç, Maliki hükümetini kurtarma ile kurtuluş hükümeti arasındaki yarışa sahne oluyor. Maliki hükümeti çare olmaktan çıkar ve bütün kesimler üzerinden desteğini çekerse hazırda veya sırada İyad Allavi bekliyor.

Şii kökenli bir eski Baascı olan, yani Iraklı Şiilerin laik yüzünü temsil eden İyad Allavi, İran’a mesafeli duruşu ve Arap ülkeleriyle yakınlığı ile biliniyor. Ahmet Çelebi’nin ismi siyasî borsada tedavülden kaldırılalı çok oldu. Ahmet Çelebi ile Abdulaziz Hekim aslında iki farklı eğilimi ve yelpazeyi temsil ediyorlarsa da, ikisi de refleksleri itibarıyla birbirlerine benziyorlar. İyad Allavi ise, farklı. Gayet hesaplı gidiyor. İngiliz istihbaratı ve onun ardında ABD ile de derin ve istihbarî ilişkilere sahip. Yani arkası sağlam. Maliki hükümeti devrilirse, en yakın ihtimâl, onun liderliğinde yeni bir hükümetin kurulması. Onunkine ulusal birlik hükümeti değil, kurtuluş hükümeti diyorlar.

Onun laik vecheli oluşu veya İran’a mesafeli duruşu Sünnîleri kendisine yaklaştırabilir mi? Kestirme ve kat’i olarak bir şey söylemek mümkün ol-masa da, sadece Sünnî refleksleriyle değil de Amerikan karşıtı duruşlarıyla hareket edenlerin tasvip etmeyecekleri bir seçenek olacağı kesin. Bununla birlikte, artık Irak deneme tahtası oldu. İşin ilginç yanı ne İran’ın ne de ABD’nin ne de diğer bölge ülkelerinin krizden bir çıkış stratejileri var. Bölgede ABD ile karşıtları arasında bir kutuplaşma yaşanıyor. Bu kutuplaşmanın, karşı, yani Amerikan aleyhtarı ekseninin merkezine İran yerleşmek istiyor. Halbuki Irak’taki direnişin tabiatında Amerikan aleyhtarlığı kadar İran aleyhtarlığı da var. İran bunları yok göstererek cephenin başına geçmek istiyor. Her zaman yaptığı gibi. Veya direnişin kazanımlarını masada ABD ile pazarlık etmek istiyor.

***

Halbuki Amerikan cephesinin karşısında İran yok. İran-ABD karşıtlığı nisbî ve izafî bir durum. Bunun dışında Irak’taki Şii hükümet dışında bütün bölge ülkeleri İran’a karşı. İran da bu bölge ülkelerine uydu ve kendi kararına sahip olmayan ülkeler olarak görüyor. Hem öyle, hem de bir taraftan da ABD ve İsrail hariç bütün dünyanın yanında olduğu intibaını yaymaya çalışıyor. Cepheleşme İran ile ABD veya İsrail arasında değil. Bu denklemin sadece küçük bir parçası. İran bu kurnaz yaklaşımıyla İslâm dünyasını kendi şemsiyesi altına çekmek istiyor. Cephe kazanımlarını kendi gücüne tahvil etmek istiyor.

Son sıralarda 8 Sünnî ülkenin yerini Ortadoğu dörtlüsü almış durumda. Bunlar Suudî Arabistan, BAE, Ürdün ve Mısır. Bu mihver politikalarına karşı İran da; Muttaki’nin sözünü ettiği gibi, bölge ülkeleriyle savunma işbirliği anlaşmaları imzalayarak onları kendi yanına çekmenin ya da nötr hale getirmenin yollarını arıyor. Ve Rice, Sünnî ülkeleri ayartmak için geldiği bir dönemde, Latin Amerika ülkelerini turlayan Ahmedinejad şimdi Rice ve Cheney’in ardından hemen 10-13 milyar dolarlık ticaret hacmine sahip oldukları BAE’yi ziyaret ederek eski hatasına düşmekten kaçınmıştır. Bir taraftan da bu yolla ABD’nin adımlarını baltalamak istemektedir. Ama bunlar somut politika değişikliği olmazsa nafile turlar olmaktan öteye gitmeyecektir. Zira bu ülkeler, İran’la güven arttıracak samimi ilişkilerden yoksundur. Bu İran’ın iddia ettiği gibi, özünde ABD’nin yönlendirmesi sonucu değildir. Temelde İran’ın yayılmacı emellerinden kaynaklanmaktadır.

Esasen Arap ülkeleri iki fil olarak tarif ettikleri ABD ile İran’ın kendi bölgeleri üzerinden kapışmasından son derece rahatsızdır ve bunun ilk kurbanlarının kendileri olacağını biliyorlar. Bundan dolayı İran’ın Körfez’de dost kazanma yarışına girmeden önce kendisinden politikalarını tadil etmesi beklenmektedir. Orta noktada buluşma, ancak böyle sağlanır. İran, yayılmacı emelleriyle ilgili kuşku ve çekinceleri Amerikan askısında aklamak istiyor. Dolayısıyla Körfez güvenliğinin bir parçası olmak için İran önce ilişkileri yapıcı eksene kaydırmalıdır.

***

ABD-İran pazarlığına gelecek olursak; girişte olduğu gibi, çıkışta da İran bazı talepler karşılığında ABD’ye yardımcı olmak istediğini duyurdu. İran, Martin Indiyk’in kurguladığı çifte kıskaç politikasını aşmıştı. Şimdi Halilzad’ın gerçekleştirmek istediği, ama gerçekleşmeyen ve Baker-Hamilton raporunun da tavsiye ettiği sürece girilmiş bulunuluyor. Bu bağlamda, İran, ABD’ye Irak’ı işgal ederken yardım ettiği gibi, çıkış sürecinde de yardım etmek istiyor. Ve bu yardım karşılıksız değil. Rejime ilişmeme ve saldırmazlık garantisi istiyor. Bölgesel oyuncu olmak ve Irak’ta nüfuz istiyor. Amerikan yönetimi de önşartsız pazarlığı kabul etmiş bulunuyor. Bu pazarlığın nasıl gelişeceğini göreceğiz. Yalnız Washington’da AKP hükümetine karşı olanlar, aynı zamanda İran-ABD müzakerelerine de karşılar. Richard Perle geçmişte AKP için olumlu konuşsa da; aynı ekipten Michael Rubin gibiler sürekli hırpalıyorlar. Irak’ta pişman olan Richard Perle, İran’la kapışmayı en fazla arzu edenlerin başını çekiyor. American Enterprise Institute’ın ekibinden olan Perle, İran’la Irak’ı görüşmenin bir zayflık alâmeti sayılacağını söylüyor.

15.05.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004