Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 23 Mayıs 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Bugüne bakış



Başörtüsü meselesinde bugüne gelişin serencamını ve partilerin tutumlarını gözden geçirmiştik. Şimdi de bugünkü tabloya bakalım.

AKP, 3 Kasım seçimine Arınç’ın ağzından “Bu meseleyi çözmek bizim namus borcumuzdur” vaadinde bulunarak girmişti. Ama gelinen noktada Arınç çoktandır derin bir sessizlik içinde. Hayli zaman önce bu konudaki son beyanlarından birinde ise, mağdurlara “Sabretmeye devam edin, zaten o kadar fazla çile çektiğiniz de söylenemez” gibi nasihatlarda bulunmuştu.

Buna karşılık Başbakan ve Millî Eğitim Bakanı “Başörtüsü için söz vermedik” deme noktasına geldiler ve konuyu ağızlarına bile almıyorlar.

AKP’nin Gül’ü cumhurbaşkanı adayı göstererek yaptığı girişim ise, 1999 seçiminin ardından yaşanan talihsiz Merve Kavakçı hadisesinin farklı bir versiyonu olarak hüsranla sonuçlandı.

Şimdi kadın vekil sayısını arttırma modasının başını çeken AKP’den aday adaylığı için başvuran kadınlar arasında başörtülü olanlar da var. Bunların içinde “Meclise başörtümle gireceğim” diyenler de çıkıyor, “Genel Kurula girerken başımı açarım” diyenler de. Ve biz parti yönetiminin hiçbirine geçit vereceğini zannetmiyoruz.

CHP’nin tavrı zaten mâlûm. Baykal seçim meydanlarında başörtülülerle poz vermeyi ihmal etmez, ama yasağın kaldırılması söz konusu olunca kılını bile kıpırdatmaz, tam tersine ortağı Sezer’le birlikte yasağı cansiperane savunmaya devam eder.

MHP’ye gelince: Devlet Bahçeli’nin yardımcıları Cihan Paçacı ve Oktay Vural partilerinin bu konudaki politikasında hiçbir değişiklik olmadığını geçtiğimiz günlerde şöyle açıkladılar:

“(1999’da) Antalya milletvekilimiz Nesrin Hanım türbanlıydı, başkanımız ‘Dışarıda türban takabilirsiniz, ama Meclis salonunda takamazsınız’ dedi ve sorun çözüldü.” (Akşam, 14.5.07)

Demek ki, MHP önümüzdeki seçimde de başörtülü aday gösterir ve bu adaylar kazanırsa, Nesrin Ünal modeli yine geçerli olacak. Başörtüsüyle oy toplanıp, Mecliste başlar açtırılacak.

MHP’nin başörtüsü yasağı için formülü bu.

22 Temmuz seçiminde Mecliste temsil edilme ihtimali yüksek görünen partilerden DP ise, bu konuya “Üniversitelerdeki yasak kalkmalı” şeklinde yaklaşıyor. Bu görüş şimdiye kadar gerek Ağar, gerekse Mumcu tarafından defaatle dile getirildi. Dolayısıyla, yetersiz de olsa, mevcut ortam ve şartlarda en pozitif tavır bu partiye ait.

Ve önümüzdeki dönemin siyasetinde belirleyici konumda olması muhtemel diğer partilerin yaklaşımlarına bakıldığında, olanca yetersizliğine rağmen kabul edilebilecek yegâne tavır bu.

Gerçi statüko bunun dahi tatbikine ne derece imkân verecek, o da ayrı bir bahis. Herşey bir tarafa; “türban”ı savunmanın “parti kapatma gerekçesi” sayıldığı bir memlekette yaşıyoruz.

Ancak AKP’ye bakışla DP’ye bakışın farklı olması ve AKPnin mâlûm kamburlarının DP için söz konusu olmayışı, bu durumu değiştirebilir.

İdeal olan, elbette ki, kamusal alan sayılan yerler de dahil, hayatın hiçbir saha ve safhasında çağ ve hukuk dışı bir yasağın bulunmaması.

Ama o noktaya varmak için, önyargıların ve onları besleyen tahriklerin olumsuz etkilerinin tümüyle aşılacağı bir geçiş sürecine ihtiyaç var.

DP’nin güçlenmesi bu süreci hızlandırabilir.

23.05.2007

E-Posta: [email protected]




M. Ali KAYA

Demokrat kimdir?



Demokrasi, halkın kendi yöneticisini seçmesi ve yönetimde söz sahibi olmasını sağlayan idarî sistemdir. Peygamberimiz (asm), Yüce Allah’ın “Dünya işlerini tanzimde Müslümanlarla istişare et. Bir karar verdiğiniz zaman da bunu uygulamaya azmet ve sonuçta Allah’a tevekkül et”1 ve Şûrâ Sûresi’nde “Müslümanların işleri aralarında şûrâ iledir”2 emrini uygulayarak “meşveret ve şûrâ” sistemi ile Müslümanları yönetime katmıştır. Sahabeler de Peygamberimizden (asm) sonra bu sistemi uygulayarak “Asr-ı Saadette”, “Hulefa-i Râşidîn” döneminde hak ve hürriyetlerin korunduğu, seçime dayalı, adaleti sağlayan örnek bir idarî sistem kurmuşlar ve insanlığa bir “model” sunmuşlardır.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, “adalet, meşveret ve kanun hâkimiyeti”3 çerçevesine oturttuğu ve içini doldurduğu bu idarî sistemi, “Meşrutiyet, Demokrat ve Cumhuriyet” isimleri ile değerlendirmiş ve aynı anlamı ifade ettiklerini vurgulamıştır.

Demokrat bir idareci, halka faydalı hizmetler yaparken, insanlar da o idarecilerin zamanında adalet ile idare edilmişlerdir. İnsan hak ve hürriyetleri, demokrat idareciler zamanında uygulama imkânı bulmuştur. Bunun için demokrasi ve demokratlık, yükselen değerler arasında devamlı bir yükselme trendi ile istibdat kalelerini yıkarak yoluna devam etmektedir. İnsanlar demokrat partilere ve demokrat idarecilere rağbet ettikleri için halkın karşısına çıkan müstebit ruhlular ve menfaatçiler de kendilerini demokrat göstermeye çalışmaktadırlar. Öyle ise “Demokratlık nedir, demokrat kimdir?” sorusuna cevap bulmak gerekmektedir.

Demokratlığın üç temel şartı vardır: Birincisi halka hizmet etmek ve yardımcı olmak, ikincisi halkın inanç ve fikirlerine saygı göstermek, üçüncüsü ise halk için kendi menfaatinden fedakârlık etmektir. Bediüzzaman’ın ifadesi ile “demokratlık ve hürriyet-i vicdan”, İslâmiyet’in “Seyyidü’l-kavmi hâdimühüm” yani “Memuriyet ve emirlik, reislik değil millete bir hizmetkârlıktır”4 hadis-i şerifine dayanabilir.5 Bu hadis-i şerife göre demokratlık, dinimizin idareciler için kabul ettiği ve tavsiye ettiği bir yaklaşım şeklidir ve esas amacı da halka hizmet etmektir.

Bediüzzaman’a göre, bu vatanda “Hürriyetçi” ve “Demokrat” olmanın gereği “Şeâir-i İslâmiyeye” taraftar olmaktır.6 Demokratlar Şeâir-i İslâmiyeden olan “Ezan-ı Muhammedî”yi ilân etmekle Nur Talebelerinin manevî desteğini hak etmişlerdir. Bunun için “Nurcular demokratlara bir nokta-i istinat”7 olmuştur.

Ama ne var ki, Bediüzzaman, geçmişte Ahrarlar iki defa başa geçtikleri halde İttihatçıların Mason kısmının, onlara müthiş darbe vurarak az bir zamanda onları devirdiği gibi Demokratlara da aynı şekilde iki müthiş darbe vurmaya hazırlandıklarını ifade etmiştir.8 Gerçekten de 1960 darbesi ile Demokrat Parti, 1980 ihtilâli ile de onların devamı olan Adalet Partisi, İttihatçıların devamı olan ve onlara destek verenler tarafından iktidardan uzaklaştırılmıştır.

Bediüzzaman yine Demokrat ve Ahrar tanımı ve tarifi çerçevesinde “Eski tahribatı tâmire başlamak”, “Hürriyetperver olmak” ve “Nur ve Nurcuları takdir etmek” gibi kıstasları da ortaya koymuştur. Bu sayılan vasıflara sahip olan siyasî oluşuma daima duâ ettiğini ifade etmiştir. Gelecek ile ilgili temennisini de “İnşallah, o Ahrarlar istibdad-ı mutlakı kaldırıp tam bir hürriyet-i şer’iyeye vesile olacaklar”9 şeklinde özetlemiştir.

Dipnotlar:

1- Âl-i İmran, 3:159

2- Şûrâ, 42:38

3- Bediüzzaman, (1993-İstanbul) Divan-ı Harb-i Örfî, 65

4- Fethü’l-Kebir, 2:195

5- Bediüzzaman, (1997-İstanbul) Emirdağ Lâhikası, 386

6- Emirdağ Lâhikası, 271

7- Emirdağ Lâhikası, 271

8- Emirdağ Lâhikası, 271

9- Emirdağ Lâhikası, 267

23.05.2007

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

En büyük kuvvet kaynağı



İslâm tarihi boyunca Allah’ın adını yüceltmek ve dini dünyaya yaymak için çalışan kahraman insanlar, en büyük güçlerini parada, pulda ve kalabalıklarda değil, ihlâs ve samimiyette bulmuşlar.

Allah’ın rızasını esas maksat yapan nice cihangir kumandanlar, az bir kuvvetle kendilerinden birkaç kat orduları mağlûp etmişlerdir. Asr-ı Saadetteki savaşlar ilk örnekler olduğu gibi, Malazgirt Meydan Muharebesiyle Anadolu kapılarını İslâma açan Alpaslan da öyledir. Bir Cuma günü elli bin kişilik ordusuyla, iki yüz bin kişilik Bizans ordusunu yenmiş ve Romen Diojen’i esir almayı başarmıştır.

Dört yüz kırk dört çadırlık bir aşiretten, yirmi iki milyon kilometre karelik Osmanlı Devletini ortaya çıkaran, üç kıt'ada hâkimiyet kurup, hükümranlığını altı yüz yirmi beş sene devam ettiren ecdadın gücü de yalnız Allah’ın rızasına dayanmalarıydı. Ne zaman fitne ve ihtilâf içlerine girdi ve tarafgirlik hastalığına tutuldular, o zaman da tarih sahnesinden silinip gittiler. Emeviler, Abbasiler, Selçuklu ve Osmanlılar gibi devletler bunun en açık şahitleridir.

“Ben, Allah yolunda cihad etmekle vazifeliyim. Galip etmek, mağlûp etmek Allah’ın vazifesidir. Onun vazifesine karışmam” diyerek Allah’a tam teslim olan ve harp tekniklerinin en mükemmellerini tatbik ederek, Moğol imparatoru Cengiz Han’ı defalarca mağlup eden Celâleddin-i Harzemşah, sonunda içerden gelen ihanetler yüzünden mağlûp ve şehit olmuştur.

İslâm Tarihini çok iyi bilen ve son çağın mânevi kumandanı olan Bediüzzaman Hazretleri, en büyük kuvvet kaynağı olarak samimi ihlâsı görmüş ve bilfiil yaşamıştır. Allah’ın rızası dışında olan her türlü hâl ve hareketlerden alabildiğine uzak durmuştur. İkinci bir kuvvet kaynağı olarak da tesanüdü göstermiş ve “İhlastan sonra en büyük kuvvetimiz tesanüddür” açıklamasında bulunmuştur. Enfal Sûresi 46. âyetiyle ikaz yapmıştır. Yani “İhtilafa düşmeyin, sonra cesaretiniz kırılır, kuvvetiniz elden gider.” Birbiriyle boğuşanların müsbet hareket edemeyeceğini de belirten Üstad, her vesileyle ihlâs ve tesanüde dikkat çekiyor. “Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizaçkârâne ittihat gittiği zaman, mânevî hayat da gider. Tesanüd bozulsa, cemaatin tadı kaçar” tespitlerinde bulunan Bediüzzaman, ihlâs ve tesanüd üzerinde âdeta titriyor.

Bu hususta, Şuâlar’da geçen mesleğin temel noktalarından biri çok dikkat çekicidir. “Gaflet ve dünyaperestlikten çıkan dehşetli bir enaniyet, bu zamanda hükmediyor. Onun için ehl-i hakikat,—hatta meşrû bir tarzda dahi olsa—enaniyetten, hodfüruşluktan vazgeçmeleri lâzım olduğundan, Risâle-i Nur’un hakiki şakirtleri, buz parçası olan enaniyetlerini şahs-ı mânevide ve havz-ı müşterekte erittiklerinden, inşallah bu fırtınada sarsılmayacaklar. Evet, münafıkların ehemmiyetli ve tecrübeli bir plânı, böyle her biri birer zabit, birer hâkim hükmündeki eşhası, müşterek bir meselede böyle kaçınmak ve birbirini tenkit etmek asabiyetini veren sıkıntılı yerlerde toplattırır, boğuşturur, mânevî kuvvetlerini dağıttırır. Sonra, kuvvetini kaybedenleri kolayca tokatlar, vurur. Risâlei Nur şakirtleri, hıllet ve uhuvvet ve fenâ fi’l-ihvan mesleğinde gittiklerinden, inşallah bu tecrübeli ve münafıkâne planı da akîm bırakacaklar.” (Şuâlar, s. 267)

Zübeyr Ağabey “Kardeşlerim! Siz problemlerin kökünü kazımak istiyorsunuz. Bu, mümkün değil. Burası imtihan dünyası. Problemlerin biri biter, diğeri başlar. O biter, başka biri daha başlar. Bu, böyle devam eder gider” diyormuş. Üstad da “Sizi kaç defa altın mı, bakır mı diye denemek için üç dört eleklerle elemek kader iktizâ etti ki, bu hadise başımıza geldi” açıklamasını yapmıştır.

Şuâlarda geçen tek cümlelik bir ikaz mektubu, her zaman kulağımızda bir küpe olmalı diye kanaatim var: “Aziz kardeşlerim! Evvel âhir tavsiyemiz; tesanüdünüzü muhafaza; enâniyet, benlik, rekabetten tahaffuz ve itidal-i dem ve ihtiyattır.” (Şuâlar, s. 262)

Bu temel prensiplerle birlikte, suyu getirenle testiyi kıranı fark etme basiretini göstermeli ve tesanüdü bozmaya sebebiyet veren her türlü hareketleri de ferasetle keşfedip tedbiri alınmalıdır. Her zaman Allah’ın inayeti altında olduğumuz da hatırdan çıkarılmamalıdır.

23.05.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Gezelim-görelim



Öteden beri söylerim. Gezi ve seyahat programlarının ilki TRT’de başladı.

Ve Gezelim Görelim (TRT 1), sessiz sedasız ekranlarda yayınını sürdürüyor.

Nuray Yılmaz, hiç cıvıtmadan, temiz Türkçesi ve mütevazı yapısıyla yıllardır programı tek başına götürüyor.

Bu bakımdan iki kez tebrik etmek lâzım.

Birincisi;

Önceki hafta AB grubunda 8’inci program oldu. Yani diğer kanallarda aynı saatte Kurtlar Vadisi ve Özcan Deniz’in başrolünü üstlendiği Kader programının karşısında elde ettiği başarıdan dolayı...

İkincisi;

Popülizme bulaşmadan sürdürdüğü istikrarlı çizgisiyle...

SKY TÜRK’E YAKIŞTI MI?

Haberi Vakit gazetesinde gördüm. Gazeteci Yazar Ömer Lütfü Mete katıldığı bir programda miting görüntülerini değerlendirirken sesini kesmişler.

Kendisine yöneltilen bir sual üzerine şöyle demiş Mete:

“Ben bu rüzgârların siyasete çok fazla bir etkisinin olacağını, çok fazla bir şey getireceğini zannetmiyorum. Bu rüzgârla beraber seçime girersek, siz zannediyor musunuz ki, DSP-CHP ittifakına yani sola yüzde 20’nin, yüzde 22’nin üzerinde bir getiri sağlayacağını? Mümkün değil. Mümkün değil, hiçbir şekilde bu olmayacak. Nedir bu şamata, neye yarıyor bu şamata? Solda birliğe ne getirecek bu şamata? ....Bu mitinglerin neden olduğu mağduriyet dalgası muhakkak büyük avantaj sağlayacak” demiş ve eklemiş:

“Bu mağduriyet dalgasının artarak çoğalmasını sağlamaya çalışıyorlar.... Bu vurgularla birliğe hizmet edilmiyor” diye devam ediyordu ki, konuşmasına son verildi.

Bu bir teknik arıza mı, yoksa “bilerek” kasıtlı mı kesildi?

Bilmek hakkımız sanırım.

MAGAZİNİN HALİ PÜRMELALİ

Ne demiştik: Fox TV’nin bütün programları kavga üzerine kurulu. Bunun farkında olmadan olduğuna inanmıyorum. Özellikle “kurgu”landığı inancım var.

“Bir Dilek Tut”ta kavgasız bölüm yok. Hele “Magazin Mahkemesi.” Düşman başına. Deniz Akkaya, Prof. Yalçın Küçük’ün bir sözünü almış “Zülfü Livaneli” diyor, başka birşey demiyor. Susturmak ne mümkün. Böyle bir programa, böyle bir programcı. Kel başa şimşir tarak. Bir diğer husus, baştan beridir Bekir Hazar’ı o programa yakıştıramadım. Yine aynı kanalda “Çapraz Ateş”te tecrübeli gazeteci Nazlı Ilıcak bile sinirlerine hakim olamadı ve Reha Muhtar’la tartıştı. Seviyenin çıtası düşüverdi.

Dönelim magazine.

Magazin diye birşey kalmadı. Bunu kim mi söylüyor, yılların magazin yazarı Savaş Kalafat...

Diyor ki:

“Hiç kimse alınmasın. Resmen dibe vurduk. Eskiden magazin gazetecileri olarak bir adımız, hatta gücümüz vardı. Şimdi ne kaldı diye baktığınızda dibe vurduğumuzu görüyorum… Yani hiçbir şeyimiz kalmamış.”

Övünmek gibi olmasın, biz bunu baştan beri söylüyorduk.

23.05.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Filler tepişir, otlar ezilir



Körfez ülkeleri İran ile ABD arasındaki bilek güreşini ‘Filler tepişir, otlar ezilir’ teşbihiyle değerlendiriyorlar. Lübnan’da olan bitenin hikâyesi bu. ABD ile Suriye arasındaki bilek güreşi bilvekâle Lübnan üzerinden yapılıyor. Lübnan trajedisi aslında Gassan Tuveyni’nin tespitini hatıra getiriyor.

Lübnan bilvekâle savaşların üssüdür. Başkalarının savaşlarına sahne oluyor. Burada geçmişte Libya, Suriye ve Irak gibi ülkelerin kiralık silâh olarak kullandıkları Filistinli örgütler barınıyordu. Ve Suriye bu silâhı oldum olası kullanıyor. Yeni dönemde ABD ile ilişkileri bozulduğundan dolayı Şam yönetimi Suriye üzerinden Irak’a sızmalara göz yumuyor. Ve aslında göz yumdukları kesimler normal olarak Suriye’de rejime tehdit olarak gördükleri kesimlerin uzantısıdır. Geçmişte de Suiriye rejimi özellikle de baba Esat döneminde Türkiye’ye karşı PKK kartını kullanmıştır. Elbette sadece PKK kartını Şam’ın kullandığını söylemek gerçekçi olmaz ve haksızlık olur. Ama işin bir boyutunda onlar da vardı. Lübnan’da da öyle.

Suriye geçmişte Arafat’ı dize getirmek için Saika adlı örgütü desteklemiştir. Bu örgütler maalesef ana hedefi ve ekseni unutarak iç mücadelelerde taraf olmuşlardır. Kaide’nin Afganistan’da eski Mücahidler ile Taliban arasında taraf olması gibi. Bu tarz taraf tutmalar veya taraf olmalar ana mücadelenin eksenini bulandırıyor ve meseleyi fitne ortamına taşıyor. Esasında son olarak Lübnan’da yaşananları anlattıklarımız ışığında analiz edebiliriz. Yazıyı yazmadan önce Velid Canbolat’ın basın toplantısını izledim. Yeni dönemde Suriye muhâliflerinden olan Canbolat ilginç bir konuşma yaptı.

***

Ezcümle şunları söyledi. Lübnan’daki meşrû yönetime karşı kuzeyde ve güneyde iki kalkışma ve odak var. Ve bu iki odağın da Suriye tarafından yönlendirildiğini ima etti. Ona göre ya devlet vardır ya da yoktur. Bu itibarla, hem güneyde Hizbullah, hem de kuzeyde (Trablusşam’da) devlete karşı bir meydan okuma vardır. Güneydeki güç, devlet içinde devlet olmak istiyor. Canbolat’a göre yasal devlet kurumlarıyla Hizbullah arasındaki anlaşmazlığın sebebi direniş değildir. Direniş, iç çekişmenin mahiyetini manipüle eden ve örten sadece bir maskedir. Lübnan devletiyle Hizbullah arasındaki anlaşmazlığın temeli veya konusu, yansıtıldığı gibi silâhların müsaderesi değildir. Böyle bir aciliyet bulunmuyor. Sinn Fein’e örnek gösteren Canbolat ‘direniş’in silâhlarının müsaderesinin acil bir durum olmadığını ve bunun on yıla yayılabileceğini söyledi. İhtilâfın esasının direniş değil, direniş üzerinden Hizbullah’ın devlet içinde devlet haline gelmesi olduğunu söylemiştir. Bu açıdan Lübnan devleti otoritesini güneye yayamamaktadır ve bu haliyle güney, devlet içinde bir devlet; belki Şiî veya Hizbullah devleti görüntüsündedir. Kuzey’de Sünnî kesimin kalesi (ma’kal es sünniyyin) ve merkezi olan Trablusgarp da tam da bu aşamada Kaide uzantısı olduğu ileri sürülen Fethü’l İslâm ile ordu arasında başlayan sürtüşme ve çatışmalara sahne olmuştur. Bu yeni çatışma ortamı da bu eksen ve bağlam etrafında yorumlanıyor.

Canbolat’a göre, Güvenlik Konseyi’nin Hariri suikastıyla ilgili mahkeme teşkil etme aşamasında aynı irade (Şam’ı kastediyor) karar alması gereken Lübnan Meclisini atıl ve işlevsiz bırakmıştır. Aynı irade, uluslararası camianın Lübnan meclisini bypass ederek aynı mahkemeyi kurma konusunda kararlılığını sergilediği bir sırada bu olayları tertip etmiştir. Aksi taktirde, bu silâhların Fethü’l İslâm’ın eline nasıl geçtiğini izah etmek zorlaşmaktadır. Canbolat’a göre amaç ulaslararası camia ile paslaşan Sinyora hükümetini zayıflatmak, önünü kesmek ve yıpratmaktır. Fethü’l İslâm hareketiyle ilgili gelişmelerin amacı budur.

Trablusşam’daki olaylarla eşzamanlı olarak Hıristiyanların merkezi olan Eşrefiyye ve Müslümanların merkezi olan Verdun semtinde bombaların patlaması bu plânın bir sonucudur.

***

Ona veya o cepheye göre, Suriye Dışişleri Bakanı Muallim’in ‘Lübnan yeni bir Irak olma yolunda’ tahlilini de böyle okumak gerekir. Bu onlara göre bir tahlil veya değerlendirme değil bizzat bir tehdittir. Yani uluslararası camia Suriye ve yandaşlarının üzerine gelirse Irak gibi Lübnan’ı da patlatmaktan çekinmeyeceklerdir. Suriye muhalifleri Şam ile Fethü’l İslâm arasında geçmişte Suriye ile Saika arasındaki bağlantıya benzer bir bağlantının olduğuna inanıyorlar. Bu söylentileri veya değerlendirmeleri Suriye adına yalanlayan BM daimi temsilcisi Büyükelçi Beşar Caferi “Onlarla bir bağlantımız yok. Bu örgütün üyelerinden bazıları, El Kaide bağlantılarından ötürü Suriye’de 3-4 yıl hapis yatmışlardı. Sonra bırakıldılar ve ülkeyi terk ettiler’’ diyor.

Fethül İslâm cephesinden de çelişkili açıklamalar geliyor. Hareketin Sözcüsü Ebu Salim Eşrefiye ve Verdun semtlerine yönelik saldırılarla bir ilgilerinin bulunmadığını söyledi. Ve yine şaşırtıcı olan kendilerinin ilk ateş açan taraf olmadıklarını; ilk ateşin ordu cephesinden geldiğini ileri sürdü. Öyleyse birileri bu konjonktürde Lübnan’ın karışmasını istiyor. Hükûmeti de bu yolla zayıflatmak istiyorlar. Buna mukabil, hükûmet de Fethü’l İslâm konusunda orduya tam destek verdiğini açıkladı. Böylece kendisine göre Suriyie cephesinin manevrasını boşa çıkarmış veya gardını almış oldu.

Hizbullah’ın müttefiki General Aoun’un yandaşlarından Cübran Basil adlı milletvekili ise Trablusşam’da olan bitenden Sinyora hükümetini sorumlu tutuyor. Asayişi temin edememiş... Bunu söyleyen de, Lübnan hükûmetine silâhlarını teslim etmeyen Hizbullah’ın müttefiki. Bu iki açıdan doğru değil. Ordu tam olarak hükümete bağlı değil. İkinci olarak da devletin, otoritesini güneye yaymasına itirazı olanlar hükûmet kanadından bunu kuzeyde yapmasını istiyorlar! Ne yaman çelişki!

23.05.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Yine başörtüsü



Elbette Türkiye’nin ‘tek problemi’ kanunsuz başörtüsü yasağı değil. Ancak en önemli problemlerden biri olduğu inkâr edilemez. Saatten saate gündemler değişse de, başörtüsü yasağı ile ilgili gündem kalıcı halini sürdürüyor.

Aslında ‘Başörtüsü konusu; sadece Türkiye’nin değil, dünyanın gündemindedir’ denilse yanlış olmaz. Bir şekilde Avrupa’dan Amerika’ya, Rusya’dan Çin’e kadar ülkelerin gündemine yerleşiyor.

Son günlerde Danimarka’nın gündeminde de başörtüsü var. Yalnız başörtüsü konusunun Danimarka’da gündeme gelmesinin sebebi biraz farklı. Orada başörtülü öğrenciler için yasak uygulanmıyor. Ancak Filistin asıllı bir başörtülü hanımın, 2009 yılında yapılacak milletvekili seçimlerine katılması ve seçilmesi halinde meclise başörtüsü ile girmesi sözkonusu. Filistin asıllı Esma Abdülhamit, milletvekili adayı olacağını ve seçildiği takdirde de başını açmadan görevini yerine getireceğini ilân etmiş. Bu beyan üzerine ‘ifsat şebekeleri’ devreye girmiş ve karşı kampanyalar açılmış. Danimarkalılar bu konuyu tartışırken, son gelişmeler başörtüsü vekil adayının lehinde gelişiyor. Öyle ki, geçmiş günlerde yapılan kamuoyu araştırmalarında anketlere katılanların yüzde 70’i ‘başörtüsü aleyhinde’ görüş beyan ederken, son günlerde bu rakam yüzde 48’e düşmüş. (Yeni Asya, 20 Mayıs 2007) Toplumda meydana gelen müsbet yöndeki bu değişim, ‘yasakçı’ları çileden çıkarmış olmalı.

Danimarka’da çok önemli başka bir hadise daha yaşandı. Danimarka koalisyon hükümetini dışarıdan destekleyen aşırı ‘sağ’ eğilimli Danimarka Halk Partisi Milletvekili Sören Krarup, söz konusu ‘başörtülü milletvekili adayı’nı eleştirirken başörtüsünü ‘gamalı haç’a benzetmiş. Bu beyana tepki gösteren Kültür eski Bakanı Elsebeth Nielsen ise, başörtüsüne ve başörtülü adaya destek olmak maksadıyla düzenlediği basın toplantısında gazetecilerin karşısına başörtüsü takarak çıkmış. (Yeni Asya, 29 Nisan 2007)

Türkiye’de de bazı erkek ‘aktivist’ler başörtüsü yasağına karşı çıkarken başlarına başörtüsü takmışlardı. Ancak Danimarkalı eski bir bakanın başörtüsünü kendisine ‘dert’ edinmesi ve destek için başörtüsü takması çok anlamlıdır. Keşke, benzer destekler Türkiye’deki ‘feminist’lerden de gelse.

Gerçekten, kadınlara yapılan haksızlıklara karşı çıktıklarını ilân eden ‘feminist’ler, Türkiye’deki yasağı niçin görmezden gelir? Mevcut haliyle başörtüsü yasağı, başka hiçbir zararı olmasa bile, kızların okumasını engellemiyor mu? Feministler için bu durum bir kadın hakları ihlâli sayılmaz mı? Dünyadaki hemcinsleri başörtüsü yasağına karşı çıkarken, Türkiye’dekiler niçin sessiz kalır?

Ne yazık ki, başörtüsü yasağına son vermesi beklenen siyasî ekipten bazı hanımlar, yasak mağdurlarına destek olmak yerine, başörtülerin açılması yönünde mesaj sayılabilecek tavırlar sergiliyorlar. Genel Yayın Müdürümüz Kâzım Güleçyüz’ün, “Ahsen Unakıtan modeli” diye isimlendirdiği model, buna bir örnek sayılamaz mı?

AKP’li dostlarımız belki alınacak, ama AKP’nin maruz kaldığı haksızlıklar biraz da “başörtüsü yasağına muhatap olanların ‘ah’larının sonucudur” denilse yanlış mı olur? İnsanlar zulmeder, kader adalet eder. Keşke bilinebilse.

23.05.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Acele etmek



“Acele şeytandan, teennî Rahman’dandır” buyurur Peygamberimiz (a.s.m.). Halk arasında yaygın olan, “Acele işe şeytan karışır. Acele edenin etekleri tutuşur. Acele eden ecele gider” gibi cümleler de aceleciliğin zararlarını dile getirir.

Cenâb-ı Hak bin bir esmâsıyla kâinatı ilmek ilmek dokumuş, güzel isimlerinin sonucu olarak her şey en mükemmel, en güzel tarzda arz-ı endam etmiştir.

Meselâ Hakîm isminin gereği olarak eşyanın yaratılmasında, vücut bulmasında merdivenin basamakları gibi bir tertip, bir düzen, bir silsile gözetmiştir. Maksada ulaşmak için bu basamakları, halkaları, dikkate almak gerekir. Sabırsız adam, teennî ile hareket etmediği için basamakları ya atlar veya noksan bırakır, maksadına ulaşamaz. Onun içindir ki, hırs mahrumiyete sebeptir, sabır ise zorlukların anahtarıdır ki, “Sabır kurtuluşun anahtarıdır,” “Hırslı kimse mahrumiyet çeker, kaybeder” denilmiştir.1

Tirmizî’de yer alan bir hadis-i şerifte, “İyi işler yapmakta acele ediniz”2 buyurulur. Buradaki aceleden maksat, bir kısım şeyleri vakit geçirmeden, zamana bırakmadan hemen yapmak demektir. Kalkış saati geçirildiğinde uçağı kaçırmak gibi birşeydir bu.

Allah Resûlü (a.s.m.) şu yedi şey gelmeden önce yapılması gerekenleri yapmak, iyiliklere koşmak konusunda bizi dikkate çağırıyor. Zikrettiği bu “Yedi şeyden başka birşey mi bekliyorsunuz?” diye de ikazda bulunuyor.

Beklenmemesi, gelmeden önce tedbir alınması gereken bu yedi şeyi şöyle sıralıyor Peygamberimiz (a.s.m.):

1. Her şeyi unutturan fakirlik,

2. Azdıran zenginlik,

3. Aklı, bedeni ve ruh dengesini bozan hastalık,

4. Saçma sapan şeyler söyleten, bunatan ihtiyarlık,

5. Ansızın gelen ölüm,

6. Şerrinden dehşete kapınılan Deccal,

7. Belâsı büyük ve acı olan Kıyamet.

Bunların herbiri dehşetli ve korkunç. Gerçekten mü’mini sürekli teyakkuzda tutması gereken hususlar. Geldikten sonra yapılabilecek bir şey kalmaz geriye. Herbirinden Allah’a sığınmak ve gerekli tedbirleri almak gerekir.

Dipnotlar:

1- Mektûbât, s. 271.

2- Riyâzü’s-Sâlihîn, 1: 130 (Tirmizî’den.)

23.05.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İman gücü ne demektir? (2)



* İman gücü; aczin ve fakrın çaresizliğinde kıvrandığımız zaman (ki, her an bu haldeyiz), gözlerimizi kapatıp, derinden derine Sonsuz Kudret ve Gına Sahibini hatırladığımızda hissettiğimiz sükûnet ve huzurdur.

* Kimi zaman intihara sevk edecek belâ, musibet, iflâs ve benzeri olaylarla karşılaştığımızda O’na sığındığımız an bizi vazgeçiren güç de iman gücüdür.

Korku, gelecek kaygısı vs., insanı kötü alışkanlıklar bataklığına iter. İflas, işini veya çok yakınını kaybetme kimi zayıf karakterli insanları alkol, uyuşturucu ve intihara sevk eder. İman gücü, intiharlara giden yolları kapatır. Gayr-i meşrû hayat sürmekten alıkoyar. Zira, iman gücü; tevekkül ile olumlu bakış, ümit, aşk, şevk aşılar. Ki, modern tıp, iman gücünü, “yüksek moral veya stresten uzaklaşmak” şeklinde tabir eder. İman, hariçten alınan mikrop ve darbeler müstesna, bütün hastalıkların kaynağı olan stresi engeller. Kanserden kurdeşene, nezleden gribal enfenksiyonlara kadar pek çok hastalığın sebebi stres ve gayr-i meşrû hayattır. İman, nefsimizi kontrol etme mahareti kazandırır. Dolayısıyla günahlara, harama karşı direnç aşılar.

* Yalnızlığın pençesini yediğimizde, her yerde hâzır ve nâzır olan Rabbimizi ve her tarafı dolduran meleklerle dünyamızın şenlendiğini hissetmektir iman gücü.

* Ne yapacağımızı, nasıl hareket edeceğimizi, kimin peşinden gideceğimizi bilememenin şaşkınlığını yaşadığımızda O’nun gönderdiği elçiler ve mukaddes kitaplara bakarak yolumuzu aydınlatmamızdır iman gücü.

* Tesadüflerin oyuncağı olmanın azap verici kaygılarına dûçâr olduğumuzda; atomdan yıldızlara, güneş sisteminde samanyoluna, galaksilerden nebulalar, quarklar ve kâinatın bütün cephesine kadar O’nun muhteşem plan ve programının varlığını görerek, anlayarak ve sezerek rahat bir nefes almanın, rahatlamanın diğer bir adıdır iman gücü.

* Ve başta ruhumuz, sevdiklerimiz, akrabalarımız, malımız, mülkümüz, hemcinslerimizin sık sık ölümlerine, yok olup gittiklerine şahit olmaktan gelen dehşetli firak sillesini yerken; birden bire ölümün bir paydos, bir terhis tezkeresi ve sonsuz âlemlere, mutluluklara açılan bir kapı olduğunu görmek, bilmektir iman gücü.

İşte; iman, ruhî/duygusal ve zihnî boyutlu bir hakikat olduğundan pozitif gücünü bu olgulardan alır. Zira, rûhumuzu/duygularımızı besleyen, çalıştıran, yöneten, yönlendiren inançlarımız ve imânımızdır. İnanç ve imanımız da marifetullah, yani bilgi/ilimle oluşur. Tabiî ki, marifet derken, manevî, fen ve sosyal ilimlerin harmanlanması kast edilir.

23.05.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

CHP'nin esiri Hürriyet Partisi



Her seçim devresinde

ayrı bir handikap (3)

Yirmi yedi sene boyunca tek parti sultasıyla ülkeyi idareye çalışan Halk Partisi, demokratik sistemin işleyişine paralel şekilde gücünü, iradesini kaybetti. 1950 ve 1954 seçimlerinde kelimenin tam anlamıyla hezimete uğradı.

Görünen köy kılavuz istemezdi. Halk Partisi, bu gidişle ömrü billah daha iktidar yüzü göremezdi. Onun çeyrek asırlık şeflik devrinde maddî–mânevî büyük yaralar alan bu millet, kendi iradesiyle onu bir daha iktidara getirmek istemiyordu.

Bu fecî durum karşısında bir çıkış yolu arayan Halk Partisi, 1954 yılı hezimetinin ardından, iktidardaki Demokrat Partinin içini karıştırmaya yöneldi.

1955'te, Meclis'te "basın hakları"nın görüşüldüğü bir oturumda, şiddetli münakaşalar yaşandı. Demokrat Partinin hariçten çengel atılmış bazı milletvekilleri, muhalefetle ağız birliği yaparak, kendi partilerini yerden yere vuran konuşmalarda bulundu.

Bir süre sonra partilerinden ayrılan bu kimseler, yeni bir siyasî teşekkül kurmaya yöneldi. Aynı yıl içinde önce on dokuz milletvekili DP'den istifa etti. Bu kimseler, CHP'nin de desteğiyle Hürriyet Partisi (HP) isminde yeni bir parti kurdu.

DP'den istifalar devam etti. HP Meclis'te grup kurdu. 20 Aralık 1955'de bu partinin grubu 28 üyeye ulaştı. Hepsi de DP'den istifa eden kişilerdi.

İşte, DP'den ayrılarak Meclis'te grup kuran HP'nin önemli bazı siyasîleri: F. Lütfi Karaosmanoğlu, Turan Güneş, İbrahim Öktem, Cihat Baban, Fethi Çelikbaş, Ekrem Alican, Raif Aybar, Enver Güreli, Kasım Küfrevi, E. Hayri Üstündağ, Ziyat Ebüzziya.

O günlerde, Nadir Nadi'nin sahibi olduğu Cumhuriyet gazetesi de, bu partinin çıkışına ve özellikle 1957 seçimlerindeki faaliyetlerine büyük destek veriyordu. Nadir Nadi, ayrıca Ankara'da çıkarmış olduğu Yeni Gün isimli gazetesini HP'nin yayın organı haline getirdi.

Araştırmalarımız esnasında, Hürriyet Partisine büyük ölçüde destek veren şu önemli isimlere de rastladık: Şerif Mardin ve Hüsamettin Cindoruk.

DP'li diye bilinen Cindoruk'un HP'ye olan desteğinin gerekçesi, DP'nin kongrelerini aksatmasıydı. Bunu, kendisi de tv programlarında açıkladı.

Şerif Mardin ise, yıllar sonra o zamanki yaptıklarından pişmanlık duyarak, içine düştüğü durumu şu sözlerle izah edecekti: "Hürriyet Partisi 1954’de kuruldu ve ben başından itibaren içindeydim. Çok ilginç kurucuları vardı. Üniversite yıllarında faşizmin çok lanetlendiği ortamlarda bulunmuştum. En büyük korkumuz faşizmdi. O zaman çok yanlış bir değerlendirmeyle Adnan Menderes’in hareketinin faşizmin bir belirtisi olduğuna inandık ve karşı çıktık. Anayasal özgürlüklerin kısıtlanmasına karşı koymak doğruydu ama bunu 'faşizmin ucu gözüktü' şeklinde değerlendirmek de yanlıştı. 'Devlet nasılsa komünizmle uğraşıyor, ama faşist tehlikenin farkında değil, onlara biz hatırlatalım' diye yola çıkmıştık." (Ruşen Çakır'la röportaj, Vatan gazetesi, 15 Mayıs 2007)

1957 seçimleri

1957 yılı Ekim ayı sonlarında yapılan genel seçimlere dört parti katıldı.

Sonuçlar milletvekili sayısı itibariyle şu şekilde tecelli etti: Millet Partisinin devamı olarak kurulan CMP 4, Demokratlardan ayrılan Hürriyet Partisi 4, Halk Partisi 178 ve Demokrat Parti 424. (HP, sadece Fethi Çelikbaş'ın memleketi olan Burdur seçimlerini kazandı ve bu ilin 4 milletvekilini de almış oldu.)

Bu seçimlerde umduğunu bulamayan ve büyük hayal kırıklığı yaşayan Hürriyet Partisi, siyasî hayata devam edemedi. 28 Kasım'da toplanan parti kongresi, kendi kendini fesih ve bütün malvarlığıyla birlikte CHP'ye katılma kararı aldı.

Böylelikle, bu partinin ne maksatla kurulmuş olduğu da kendiliğinden anlaşılır hale geldi.

(NOT: HP'nin önde gelen siyasîlerinden biri olan Turan Güneş, 1974 koalisyon hükümetinde Bülent Ecevit'in Dışişleri Bakanlığını yaptı. Ekrem Alican ise, 1961'de YTP'nin başına geçerek Demokratlara olan muhalefetini devam ettirdi.)

Selahaddin Akyıl anlatıyor

Halen hayatta olan muhterem Selahaddin Akyıl, o günlerin bir canlı şahidi olarak şunları anlatıyor:

"1957 yılıydı. Isparta'da Üstad'ı ziyarete gittik. Bizi kabul ederek hasbihalde bulundu. ...Daha sonra Hüsrev Ağabeyin ziyaretine gittik. O da, 'Beni değil, Kur'ân'ı ziyarete gelmişsiniz' dedi ve Kur'ân'ı gösterdi.

"Burdur'da Hürriyet Partisi seçimi kazanmıştı. Isparta'da da kazanacaktı. Fakat, Üstad Bediüzzaman'ın sandık başına gitmesi ve oyunu (alenen) DP'ye kullanması, onu (HP'yi) çökertmişti. Onun için, bize en çok hücum eden Hürriyet Partililer olmuştu.

"Hüsrev Ağabey, bu meseleye temasla, tasvipkâr olmayan bir tavırla, 'Üstad sandık başına gittiği için, bize hücum geliyor' dedi." (Son Şahitler–4, s. 199–200.)

Bu ifadelerden de açıkça anlaşılıyor ki, Üstad Bediüzzaman'ın siyasî tavır ve mesleğini beğenmeyen, hatta sonraki yıllarda da farklı hareket eden Hüsrev Altınbaşak da, Üstad Bediüzzaman'ın sandık başına gittiğini ve oyunu DP için kullandığını tasdik ediyor.

Hakikaten, HP'nin 1957 seçimlerinde Burdur, Isparta ve çevresini adeta siyasî kuşatma altına alarak canhıraş çalıştığı görülüyor. Ne var ki, Burdur'un tamamını almalarına mukabil, Üstad Bediüzzaman'ın bulunduğu Isparta'da hiçbir varlık gösteremediler ve iki ay kadar sonra CHP'ye iltihak ile tarihe karıştılar. (Devamı var)

DÜZELTME

Teknik bir hata sebebiyle, dünkü yazıda ilk iki sütunun başındaki cümleler eksik çıktı. Bu iki cümlenin doğrusu şöyledir:

1) Bu yazı serisi içinde ele aldığımız siyaset zemininde ortaya çıkan son altmış yıllık zihnî ve fikrî kargaşanın kronolojik tarihini yazmaya devam ediyoruz.

2) Aynı dönemde (1951'de) kurulan önemli bir diğer parti ise, emekli asker Cevat Rıfat Atilhan liderliğindeki İslâm Demokrat Partisidir.

* Bir başka düzeltme: "Kutsal ittifak" hareketi 1991 seçimlerinde ortaya çıktı.

23.05.2007

E-Posta: [email protected]




Saadet Bayri FİDAN

Peri yüzlü bir masaldır bahar



“Bilmiyorum ne vardı saçlarında? / Rüzgâr mı delice eserdi / Gözlerim mi öyle görürdü yoksa? / Saçlarının her hâli hoşuma giderdi...” (Ö.A.)

Arka penceremin tam karşısında kocaman bir kiraz ağacı var. Baharda gelin gibi süslenmiş çiçekleriyle. Bir ara baktım, rüzgâr estikçe çiçekler yavaş yavaş dökülüyor. Merak edip sormuştum ve öğrendim ki; kirazlar meyve verince, çiçeklerini dökermiş. Bu açıklamanın ardından rüzgârda duvağı savrulan gelin gibi duran çiçekleri izleyince, harika bir seyir oldu bana.

Her yer yeşile boyandı diye hafta sonu şöyle bir geziye çıktım. Dereden geçtim, baktım; sular oldukça azalmış. Söylenti var: “Sular bu yıl yetmeyebilir.” Ancak duâlar ediyoruz yağmur gelsin diye. Yeşillerin arasında yaptığım bu gezintide farklı bitkiler keşfettim. Bir seranın önünden geçtim. Harika çiçeklerle süslenmiş bu sera, aklımı başımdan aldı. Ayaklarımı yerden kesti. Öyle ki, bir yazıda okuduğum şu sözleri söylemek geldi içimden: “Pardon, öyle güzelsiniz ki, ayağımı yerden kesiyorsunuz. Lütfen, ya siz buraya çıkın ya da beni aşağıya indirin!”

Çiçekler, daha önce görmediğim çiçeklerdi ve harika kokuyordu. Öğrendim ki bu çiçeklerin ismi yusufçukmuş. Baharın bu mevsimlerinde yetişir, bir daha açmazmış. İçime çektim kokusunu, bir buket alıp elime, ilerledim. Yeşil bayırlarda gezerken, koyunları gördüm. O kadar güzel yaratılmışlardı ki… Her şey küçükken daha sevimlidir ya, hayvanların da küçük hâlleri ne kadar hoş! Kuzucuklar yeni doğmuşlar; o kadar şirin halleri vardı ki, hepsine sarılıp öpmek istedim. Yanaklarını sıkmak ve oynamak… Ama yemek ziyafetlerini bozmamak için fotoğraflayıp ilerledim. Güzel bir yer bulup oturdum. Temiz havayı ve ona karışan çiçek kokularını içime çektim. Kırlarda gezmek, milyonlarca sinema perdesine yansıyan güzelliklerden evlâ.

Yağmur yavaş yavaş atıştırırken, evin yolunu tuttum. Yağmurun altında yürümek, epeydir yapmadığım zevklerim arasındaydı. Bu kadar güzelliği bir arada yaşadığım için şükrettim. Yolda ilerlerken erik ağacından birkaç erik kopardım. Tatları pek güzel değildi. Meğer bunlar kış eriğiymiş, sonbaharda olgunlaştığı için sert oluyorlarmış. Yine de ağaçtan koparıp yeme lezzetini tatmak için ceplerime erikleri koyup ilerledim.

Baharla beraber bir yorgunluk vardı üzerimde. İçimden hiçbir şey yapmak gelmiyordu. Ancak yeşilin içine girip, toprağa çıplak ayaklarla dokununca, hâlsizliğim biraz geçti. Sahi derler ya: “Toprağa ayaklarınızla basın ki toprak stresinizi, elektriğinizi alsın.” Ben de öyle yaptım, iyi de geldi.

Nisan yağmurlarının yolunu gözlerken, şükür ki Mayıs yağmurlarıyla güldü yüzüm. Eve gelene kadar atıştıran yağmur, daha sonra şiddetlendi. Bir ara durmuştu; ancak dışarıdan gelen çığlıklarla yağmurun yeniden yağdığını anladım. Her bir yağmur tanesini bir meleğin indirdiğini bilmek, hep heyecanlandırır beni. Duâ etmek için penceremin kenarına oturdum. Birkaç kız çocuğu yağmurun altında duruyor, saçları ıslansın diye bekliyorlardı. Çocukluğum geldi gözlerimin önüne; küçük bir kız çocuğuyken Nisan yağmurlarında hemen çatıya çıkar, saçlarım sırılsıklam olana kadar beklerdim. Annemden öğrenmiştim. Nisan yağmurları saç uzatırdı. Uzun saçları çok sevdiğimden, bu fırsatları değerlendirir, hemen soluğu çatıda alırdım. Bu güzel hatıra canlanınca, biraz duygulandım. Hem duâ ettim, hem çocukların sevincine ortak oldum çocuksu bir duyguyla.

Anladım ki; mutlu olacak o kadar çok küçük şey var ki gözlerimizin önünde, görmek için biraz çaba yetecek. “Hayat ayrıntılarda gizli” ve bazen bu ayrıntıları hiç fark edemiyorum. Bahar tembelleştiriyor; ancak bu yönüyle sanki bizlere “Kışın hep evinizde oturarak sertleşen bedeniniz, duygularınız ve düşüncelerinizi okşayan sıcaklığımla yumuşatın, bağrıma gelin ve yeni şeyler keşfedin” diyor. İlk etapta ham oluşumuz bundan herhalde… Baharın, hepimize yeni yeni pencereler açıp tefekkür boyutlarına götürmesi temennisiyle…

23.05.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Muhtelif sorular



Remzi Bey:

* “Fıkıhta ‘mekruhları sürekli işlemek haramdır’ diye bir kaide var mıdır?”

Kur’ân’ın vahyinin ve Peygamber Efendimizin (asm) tebliğinin genel esaslarına uygun olmayan davranış ve hareket biçimleri “hüküm” bazında “mekruh” olarak değerlendirilmektedir. Yani Allah ve Resûlü’nün (asm) hoş karşılamadığı, ibadetlerle örtüşmeyen, kulluk ve itaat ruhuna yakışmayan davranışlara “mekruh” (kerih görülen, çirkin bulunan, hoş karşılanmayan) denmiştir. Haram ise, Allah’ın Kur’ân’da açık bir üslûpla nehiy buyurduğu veya Resûlullah’ın (asm) hadislerinde net bir biçimde yasakladığı davranışların dindeki karşılığıdır.

Çoğu kere mekruhların bir adım ötesi harama çıkmaktadır. Öyle mekruhlar vardır ki, ısrarla devam edenler, haramlar hususundaki duyarlılıklarını da kaybedebilmektedirler. Fakat her mekruhun aynı ölçüde insana zarar vermediği de açıktır. Mekruhların “tenzîhen” ve “tahrîmen” şeklinde iki bölüm olarak incelenmesinin hikmeti de bu olsa gerektir. Tenzîhen, yani helâle yakın mekruhlarda tehlike daha azdır. Fakat tahrîmen, yani harama yakın mekruhlarda harama düşme tehlikesi daha fazladır.

***

İstanbul’dan bayan okuyucumuz:

*“Kaza orucunu kasten bozan birisi kefaretle yükümlü olur mu?”

Kefaret orucu yalnız Ramazan orucunu kasten bozmaya verilen bir cezâî müeyyidedir. Her ne kadar Ramazan orucuna dayalı olarak tutuluyorsa da, kaza orucuna böyle bir ceza getirmenin dinî bir dayanağı ve delili yoktur.

Binaenaleyh, kaza orucunu bozan kişi, bir başka gün yeniden kaza orucu tutmaya niyet etmekle yükümlü olur. Cezaî bir yükümlülük söz konusu olmaz.

***

Bayan okuyucumuz:

* “Su içerken nelere dikkat etmeliyiz?”

Bir şey yiyip içerken onun helâl olması öncelikli olarak dikkat edeceğimiz husustur ve bu farzdır. Bunun dışında, sünnet nevinden fazilet olabilecek sevap ve feyiz açısından yararlı davranışlar da vardır. Bunlar arasında da öncelikli olan, bir şey yiyip içerken başta Bismillahirrahmanirrahim demek, yiyip içtikten sonra da “Elhamdülillah” diyerek Allah’a şükretmektir. Bu husus su içerken de söz konusudur.

Su içerken dikkat edeceğimiz diğer hususlar özetle şöyledir:

Suyu hızlı değil, yavaş içmek; bir defada değil, iki veya üç defada içmek ve içerken içine nefes vermemek sünnettir. Ayrıca aile içinde de olsa, suyu ikram etmek sünnettir.

Hadis-i Şeriflerden bazıları şöyledir:

* Hazret-i Ali (ra) bildirmiştir: Peygamber Efendimiz (asm): “Su içtiğinizde emerek için, ağzınıza dökercesine içmeyin”1 buyurmuştur.

* Ebû Katâde (ra) bildirmiştir: Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Sizden biriniz su içtiğinde su kabına üflemesin.”2

* Ebû Saîd (ra) anlatmıştır: Resûlullah Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Su bardağını ağzından uzaklaştır, sonra nefes al.”3

* İrbad bin Sâriye (ra) bildirmiştir: Allah Resûlü (asm) şöyle buyurdu: “Erkek hanımına su dahi içirse ondan sevap kazanır.”4

Duâ

Ey acizlerin koruyucusu! Ey güçsüzlerin dayanağı! Ey hastaların Şâfii! Ey dertlilerin dermanı! Ey yavruların ve masumların hamisi! Ey büyüklerin ve güçlülerin Hâlıkı! Ey sığınanların melcei! Ey yalvaranların Mucibi! Ey ağlayanların umudu! Ey gülenlerin sevinci! Ey Müheymin-i Mualla! Dayanağım Sensin! Yardımcım Sensin! Muinim Sensin! Umudum Sensin! Nefsimin, gafletimin, günahlarımın, yüzsüzlüğümün, isyanımın, cahilliğimin şerrinden Sana sığınıyorum. Beni benden koru! Bizi Senden uzak tutan şerlerin şerrinden koru! Annemi ve babamı koru! Bütün mü’minleri koru! Âmin!

Dipnotlar:

1- Câmiü’s-Sağîr, 1/392

2- A.g.e., 1/294

3- A.g.e., 1/38

4- A.g.e., 1/380

23.05.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Orta sınıfa orta yol



Turgut Özal’ın ANAP’ı 1983 seçimlerine hazırlanırken, en büyük kozu ve siyasî söylemi, “orta direk” kavramıydı. Özal, geniş kitlelerin geçim zorluğuna ve kısıtlı gelirine ağırlık vermiş, bunları çözmeye yönelik “sınıf atlama” ümidi ile vaatlerde bulunmuştu.

Orta direk, seçmen profili içinde en ağırlıklı kesimdi. Dar gelirli olan, sosyal yeterlilikleri ve gelecek planlamaları olmayan insanlardı.

Bu sosyo-ekonomik çerçeveye yerleşen orta direk, bugün de geçerliliğini korumaktadır. Çünkü Özal’ın seçilmesini sağlayan büyük kitle, şehirli de olsa orta direk sayılan insanlardı.

O günlerde orta direk tanımı doğruydu. Ancak çözüm üretilemedi. Derdine deva olunamadı. Çevre, belediyecilik ve yeni ihdas edilen fonlarla, gelirin aktığı kanallar orta direğe direk bir katkı yapamadı.

Seçim kazandıran orta direk, sonradan bir çok dönemde ümidini yitirip, artan piyasa talepleri, ithalat fazlalığı, sanayinin gerileyip ticaretin çok revaç bulduğu hazır para kazanma yöntemleri, dar gelirliyi oldukça sıkmıştı.

Fakirle zengin arasındaki uçurum gittikçe büyümüştü. Ekonomik dengeler, zenginin lehine fakirin aleyhine işlemişti.

Bu açık farkın en önemli sebebi, “işini bilen memur” tipinin üremesi, kayıt dışı gelirler elde eden bürokrasinin egemenliğe ve paraya müdahale edecek yolsuzluk zeminiydi.

1987 seçimleri öncesinde siyasî yasakların kalkması merkez sağda bulunan partileri karşı karşıya getirdi. Çok partili parlamento, muhalefetin ayak sesleri ve değişen dengelerle 12 Eylül vesayetinin kısmen azaldığı bir siyasî kızışma ve çeşitliliğe girdi.

1991 seçimlerinde merkez sağın bölünmüşlüğü tamamen gün ışığına çıktı. DYP ve ANAP rekabeti, birbirini sürtüşmeye sevk eden ve siyaseti gerdiren bir süreci getirdi. Bundan en fazla sol siyaset yararlandı. Maalesef merkez parti tabanının çatıştığı siyasî kaymalar ve bölünmüşlük, rejimin yedek partilerini ve CHP’yi daha avantajlı hale getirdi.

Gerçi, solla kurulan koalisyon, demokratikleşmenin yumuşatıcı zemininde sağ-sol ayrışmasını kısmen frenledi. En büyük sıkıntı, Güneydoğuda yaşanan terör felâketinde yaşandı. Demokratikleşme adımları, böylesi kaotik bir dönemde tökezledi.

Çatışma yerine uzlaşma, 12 Eylül’ün gücünü kırsa da, terör şoku yaşandığı dönemde inisiyatif ister istemez askerin elinde kaldı.

Bölünmüşlük ve dağınık siyaset, 1995 seçimlerinde sağın ikili merkez konumunu daha da zayıflattı. Akabinde kurulan Anayol yürümedi. Şahsî ihtiraslar ve iki parti tabanının yakınlaşma istekleri, tavanda yürütülen sertleşme politikaları yüzünden akim kaldı ve başarısız olundu.

Ne olduysa ondan sonra oldu. Refahyol hükümeti, siyaseti Erbakan’ın başbakanlığı ile gerginleştirdi. DYP, laik-anti laik çatışmasının koalisyon ortağı olarak taraftı ve askerî müdahalelere karşıydı. O yüzden 28 Şubat sürecinde direnen, partisi bölünen ve sonraki seçimlerde de kendini toparlayamayacak kadar bir çok mahfilin hırpaladığı duruma düştü.

Refah hareketinin siyasî söylemi, şartları dikkate almayan siyasî tecrübesizliği ve global dengelerin yeni senaryoları ile 1999 seçimlerini, kayıpla kapattı. DYP de geriledi. ANAP kıl payı Meclise girdi.

Merkezin zaafiyeti ve toparlanamaması, 1995 seçimlerinde Refah Partisini, 1999 seçimlerinde ise MHP’yi öne çıkardı. Çevre, merkeze talip olmaya başladı. Ne acıdır ki, bu siyasetin yönetilemez karakterini ve kargaşayı arttırdı.

28 Şubat sürecinin yıkım şiddeti, 1999 seçimlerinde Ecevit’i başbakan yaparak 2001 ekonomik depreminin kriz şokuna sebep oldu.

Üzücü bir tablo ise, 2000 yılında 10. Cumhurbaşkanlığı seçiminde yaşandı. Dört sağ parti bölünmüşlüğün faturasını acı bir şekilde ödedi. DYP, ANAP, SP ve MHP, CHP’nin olmadığı Mecliste DSP’nin adayı Ahmet Necdet Sezer’i seçerek, son yedi yılın tıkanmalarına sebep oldular.

AKP ise, 28 Şubat’ın yasaklı bölgelerine giremedi. Önce ılıman, sonra gergin ve çatışan bir siyasetin parçası oldu.

Dünün vebaline ve bugünün sonuçlarına, şimdiki iktidarın ve kabinenin bir çok üyesi birinci derecede ortaktır. Ahmet Necdet Sezer’i seçtirmek için az gayret göstermediler. Bülent Arınç, bunun en belirgin örneğidir. Dünün hatalarından mağduriyet çıkmaz. Olsa olsa vebal çıkar.

Şimdi, merkezin tabanı birbiriyle buluşuyor. Orta sınıfın makul ve uzlaşma kültürüne sahip Demokrat gelenek, kendini toparlıyor. Tarafları bertaraf edecek orta yol, makul çoğunluk, demokrat kültürdür. Dini, siyasî çekim alanından kurtarmanın yolu buradan geçer.

23.05.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004