Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 03 Haziran 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Abdurrahman ŞEN

Necip Fazıl’ı anlayabilmek - 4



İnanan, tarihine, geçmişine, kültürüne bağlı bir insanın ve o insanlardan oluşacak bir milletin ümitsiz olması düşünülemez… İşte öylesi ümitli ve mutlu anlarında bir şarkı tutturur ya insan… Necip Fazıl da Türk milletine farkını “Şarkımız” şiirinde şu mısralarla hatırlatıyor;

“Kırılır da bir gün bütün dişliler, / Döner şanlı şanlı çarkımız bizim. / Gökten bir el yaşlı gözleri siler,/ Şenlenir evimiz, barkımız bizim.

Yokuşlar kaybolur, çıkarız düze, / Kavuşuruz sonu gelmez gündüze, / Sapan taşlarının yanında füze, / Başka âlemlerle farkımız bizim

/…………/ Kurtulur dil, tarih, ahlâk ve iman; / Görürler, nasılmış, neymiş kahraman! / Yer ve gök su vermem dediği zaman, / Her tarlayı sular arkımız bizim.

Gideriz, nur yolu izde gideriz, / Taş bağırda, sular dizde, gideriz, / Bir gün akşam olur, biz de gideriz, / Kalır dudaklarda şarkımız bizim...”

Basında 50 yılını dolduranlara verilecek şilti almaya gidemez Necip Fazıl… Orada okunmak üzere oğlu Mehmed Kısakürek’e; “Muhterem yarım asırlıklar;

Rahatsızım. Gelemiyorum. Zaten 50 yılı çoktan dolduran meslek hayatımın nasıl geçtiği sorulsa ‘devamlı ve aralıksız bir manevî rahatsızlıktan ibaret’ diyebilirim.

Bizim şu son kalan yarım asırlıklar kadromuz içinde en belirli farika, sonrakilerden yeni harfler duvariyle sınırlı olmamızdır. Yeni harfler üzerinde herhangi bir akademik ve politik fikir belirtmeksizin hüküm vereyim ki, bu hareket ana-baba mahsulü yerine tüp-çocuk yetiştirmekten farksız olmuş ve işte, nihayet meydana sadece göbekten aşağı cihazları işleyen ve yukarısı gittikçe dumura uğrayan nesiller peydahlanmıştır.

Bugün basın hayatımızda, dünkü çıkartma kalemlere nispetle, ne bir fıkracı, ne bir ideolog, ne bir san’atkâr, ne de kitaplık çapta eser verici bir kalem kalmıştır.

Tanzimat’tan beri gelen ters rotalar ruh ve fikir hayatımızı devamlı bir felce uğrattıktan sonra nihayet 1983 senesinde yarımşar asırlık son bakiyeyi meydana koyuyor ve işte, bu toplantı, dâvanın en mahrem kesimini gösteriyor.

Bir eczanede, her biri 50 gramlık bambaşka ilâçlar taşıyan şişeler arasında biricik vahdet noktası nasıl sadece 50 gramlık kemiyet ölçüsünden ibaret kalıyorsa, bizim de bir araya gelmek için böyle bir dâvet bekleyen ayrılık ve aykırılıklarımız büsbütün ortaya çıkıyor; ve son bakiyenin son haleti nazara çarpıyor.

Size uzun ömürler dilemekten ve ancak ruh adaleleri genç ihtiyarlara mahsus bir hüzün sahibi olmanızı tavsiye ve bu toplantıyı tertipleyenleri, vesile oldukları ibret manzarası bakımından tebrik etmekten başka söylenecek bir şey yoktur” notunu yazdırdıktan 79 saat sonra, “Burada yaşamak sanılan düşü”, “orada” yaşamak üzere bedenen aramızdan ayrılır Necip Fazıl ...

Bütün eserlerinde, konferanslarında gençliği muhatap alır, gençlerin kültürleriyle haşır-neşir olarak yetişmeleri için didinir dururdu... Ve “Mehmet”lerine 1975’te;

“Ey genç adam, yolumu adım adım bilirsin

Erken gel beni evde bulamayabilirsin” dâvetini yaptıktan sekiz sene sonra “ev”den ayrıldı!

Ama geride bıraktığı ebedî evlerinin kapısı / eserlerinin sayfaları faydalanmak isteyenlere sonsuza kadar hep açık…

Anlayanlara, anlamak isteyenlere…

Evet…

Her fâni gibi Necip Fazıl da vâdesi dolunca aramızdan ayrıldı… Bizlere şimdilerde düşen, sadece doğum ve ölüm günlerinde alışılmış programlar yapmakla yetinmek değil, Necip Fazıl’ı okumak ve anlamaya çalışmak…

Biçimi ve nasılı belirtilmiş, satır satır, mısra mısra işlenmiş, sahne sahne sergilenmesi arzulanmış yol göstermelere bakacak olursak; yaşadığımız kimi sıkıntılardan nasıl kurtulabileceğimizi de satır satır, sayfa sayfa, mısra mısra, şiir şiir, kitap kitap Necip Fazıl’da görürüz.

Yeter ki; Necip Fazıl Kısakürek’i ve eserlerini kendi bilgilerimizle ölçüp, günübirlik hesaplarımıza, çıkarlarımıza uydurmaya çalışmayalım.

Necip Fazıl Kısakürek gibi; Nazım Hikmet, Kemal Tahir, Cemil Meriç, İdris Küçükömer vb. yazarlarda, san’atçılarda, düşünce insanlarında da aynı hataya düşmeyelim.

Onların ne söylemek istediklerine bakalım ve onlardan, onların eserlerinden ne söylemek istediklerini anlamaya çalışalım.

Fikir ve siyaset dünyamızın en çetrefilli dönemlerinde eser vermiş insanların yazdıklarındaki, söylediklerindeki sözün mânâsını değil, kendimizce anlamak istediğimizi anlamaya bakıyoruz genelde… Böylelikle yanılmakla kalmıyor, başkalarını da yanıltıyor, o fikir adamına da ihanet ediyoruz aslında…

Unutmayalım ki; yazarları, düşünürleri en iyi anlatacak olan, bize öğretecek, tanıtacak olan bizlere bıraktıkları eserleridir. Kültür ortamına sunulmuş kalıplardan sıyrılıp, tamamen objektif yaklaşımlarla yazarlarımızı, düşünce insanlarımızı okumaya başladığımızda, muasır medeniyetler seviyesi yolunda ciddî bir sıçrama yapmamız da kaçınılmaz olacaktır.

03.06.2007

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

‘Allah kimseyi şaşırtmasın...’



‘Göz görür, gönül ister...’

insana has bir haslet olan ve iki cihan saadetini içine alan isteme istidadını, gözün gördüğü şeylere hasreden sığ bir tabir bu. Buna rağmen insanların ekseriyeti tarafından kabullenilip kullanılıyor.

Aslında bir ihtiyacın tezahürüdür istemek. Bütün canlılar, yaşamak için her zaman bazı şeylere ihtiyaç hissederler. Bu ihtiyaçlarını gidermek için de çeşitli sesler çıkarıp hareketler yaparlar.

Şuur sahibi bir varlık olan insansa, eşref-i mahlûkât sıfatı taşımaması hasebiyle, diğer canlılardan farklı olarak nelere ihtiyacının olduğunu; onları ne zaman, kimden, nasıl isteyeceğini bilir ve ona göre hareket eder.

Fakat insanın, bunu yapabilmesi için önce kendini bilmesi gerekir. Çünkü insan, ancak kendini her yönüyle bildiği takdirde hakikî mânâda nelere ihtiyacının olduğunu anlar ve onları meşrû yollardan gidermenin çarelerini arar.

Eğer insan kendini Bediüzzaman’ın; “Ey insan! Sen, nebatî cismaniyetin cihetiyle ve hayvanî nefsin itibarıyla, sağir bir cüz, hakir bir cüz’î, fakir bir mahlûk, zayıf bir hayvansın ki, bütün dehşetli mevcudat-ı seyyalenin dalgaları içinde çalkanıp gidiyorsun” şeklinde hitap ettiği insanlar mesabesinde hissederse, gözünün gördüğü, gönlünün çektiği şeyleri istemesi ve herhangi bir şekilde elde etmesi ona yeter.

Öyle insanlar; zarurî ihtiyaçları karşılandığı, basit zevkleri tatmin edildiği zaman onlarla hayatlarını devam ettirirler. Bununla da insan olmanın gereğini yerine getirdiklerine inanırlar.

Onlara, Peygamberlerin de evliyaların da birer insan olduğu, çalıştıkları takdirde onların mertebelerine yaklaşabilecekleri hatırlatıldığı zaman iradelerini bastırıp vicdanlarını susturacak basit mülâhazalara sığınırlar.

“Velîleri de kendileri gibi sandılar.

Dediler ki; ‘İşte biz de insanız, onlar da insan.

Biz de yaşamak için uyumaya ve yemeye muhtacız onlar da.’

Körlüklerinden, aralarında büyük bir fark olduğunu bilemediler.

Her iki çeşit arı da bir yerden yedi,

Fakat bundan zehir hasıl oldu, ondan bal.

Her iki çeşit kamış bir sudan içti.

Biri bomboş kaldı, diğeri şekerle doldu.

Acı su da, tatlı su da zahiren berraktır.

Fakat tatlı su ile acı suyun farkını,

Ancak zevk sahibi olanlar anlayabilir.”

Mevlânâ, işte böyle değerlendirmişti kendi zamanında yaşayan insanların mesuliyet duygusundan kurtulma hissiyle ileri sürdükleri velîlere benzeme mülâhazalarını.

Onlara, aynı şartlarda ve yerlerde yaşayıp yetişen bazı hayvanları ve bitkileri mukayese edip hayatlarının neticesini göstererek iddialarının mesnetsiz olduğunu göstermişti. Zevk sahibi olmayı insanlara has bir kemalât hâli saydığından, ardından da bu farkı ancak öyle insanların anlayabileceğini söyleyerek onları ‘zevk sahibi’ olmaya teşvik etmişti.

Zîra ancak her işini güzel yapan, her sözünün hakikat olmasına itina gösteren ve bunları yapmaktan da ayrı bir haz duyan insanlar ayırabilirdi iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan.

Yâni Bediüzzaman’ın “Muhabbet-i İlâhiyenin ziyasını tazammun eden imanın nuruyla münevver olan İslâmiyetin terbiyesiyle tekemmül edip, insaniyet cihetinde, abdiyetin içinde bir sultansın ve cüz’iyetin içinde bir küllîsin, küçüklüğün içinde bir âlemsin” diyerek tarif ettiği insanlar...

Onlar, bir insanın hayatında yer alır maddî, mânevî her türlü tekâmül mertebelerini yaşayarak insan-ı kâmil sıfatı kazanmaya müheyya olduklarından, mahiyetlerinin genişliğini, vazifelerinin ulvîliğini müdriktiler.

Mânen olduğu kadar cismen, hissen ve hayalen de “Ebede uzanmış emelleri ve kâinatı ihata etmiş efkârları ve ebedî saadetlerin envâına yayılmış arzuları” olduğunu idrak edip ebede doğru gittiklerini bildiklerinden ihtiyaçlarının o nisbette arttığını ve isteklerinin çoğaldığını hissederlerdi.

Buna mukabil, değil kâinatın her tarafına dağılan ihtiyaçlarını tedarik etmek, ellerinin erdiği, gözlerinin gördüğü, gönüllerinin çektiği şeyleri bile almaktan aciz olduklarının farkındaydılar.

Lâkin kendilerini, sonsuz servet ve sahavet sahibi olan Mün’im-i Hakikinin, Ganiyy-i Mutlakın mûti ve musahhar memurları olarak gördüklerinden, O’nun (cc) ihsanı sayesinde maddî, mânevî bütün ihtiyaçlarının karşılanacağına ve her türlü emellerine ulaşacaklarına inanırlardı.

Bu itibarla onlar da Bediüzzaman gibi bir Yâr-ı Bâki’ye, Şems-i Sermed’e talip olmaktan gelen iman ve teslimiyetle “Bu mevcudâtı birden isterim” diyebilirlerdi.

***

Münferit yaşamak, normal şartların tezahürüdür.

Zaman alışılmış âhengiyle akarken insanlar kendi dünyalarında her gün mutad olarak yaptıkları işlerle ve meşguliyetlerle vakit geçirirler, öyle yaşamaktan da memnun görünürler.

Lâkin fevkalâde bir hâl vuku bulduğu, beklenmedik hadiseler zuhur ettiği, maddî bir menfaat elde etme fırsatı doğduğu veya mânevî bir cazibe merkezi ortaya çıktığı zaman bir araya gelme ihtiyacı hissederler.

Maddî menfaatler, dünyevî gayeler, felsefi fikirler gibi sebebi de, neticesi de dünyaya müteallik hareketler, fertleri dışarıdan birbirine bağlayıp yapıştırarak zahirî bir birlik tesis ederler.

Dinî değerlerin, uhrevî hareketlerin etrafında toplananlar veya mânevî meziyet sahibi mürşidlerin irşad halkasına katılanlarsa, kalbî irtibatlar kurarak birbirleri ile kenetlenirler.

İnsanların böyle birlikler tesis etmeye çalışmalarının en büyük sebebi kendilerini güçlü görmek istemeleri veya hisleri, hevesleri, nefisleri üzerinde hakimiyet kurmaya çalışmalarıdır.

Dünyevî hedefler veya uhrevî gayeler etrafında teşekkül eden toplulukları ayakta tutan bu duygu; müntesiplerinin iç dünyalarında ayniyle, bazen daha şedit şekliyle yaşamaya devam ettiğinden, zaman zaman bazı kişilerde topluluğa kendi istekleri istikametinde yön verme hevesi nükseder.

Hangi maksatlarla teşekkül ederse etsin, her grupta öyle muhteris mizaçlı insanlar olacağından bir içtimaî topluluğun geleceğini tehdit eden en büyük tehlike, yine kendisidir.

Cemaatin, cemiyetin veya içtimaî birliğin bünyesi bu gibi şahsî zaafları izale edecek veya ihtiraslara karşı koyacak dirayetten mahrumsa parçalanma, bölünme, dağılma, çözülme mukadderdir.

Şahsî ihtirasların veya ferdî zaafların, cemiyeti sarıp birliği, beraberliği zaafa uğrattığı zamanlarda dünyevî gayelerle bir araya gelenler de mânevî hazlar etrafında kenetlenenler de birliklerini korumanın çarelerini ararlar.

Zaten aralarındaki fark da ancak öyle zamanlarda ortaya çıkar.

Dünyevî maksatlarla kurulan parti, dernek, kulüp, cemiyet gibi kuruluşlar, resmî kanunlar veya örfî kurallar üzerine tesis edildiklerinden, liderler çareyi kanunları katılaştırıp kuralları sıkılaştırmakta bulurlar.

Gönül bağı ile birbirine bağlı olan ve kalbî murakabe ile varlığını koruyan tarikatlar, cemaatler ve hizmet grupları ise topluluğun kendisini tanımasını sağlayarak ulvî hisleri harekete geçirip kardeşlik bağlarını canlandırma cihetine giderler. Bu hususta ilk adımı da yine mürşidler ve önde gelen insanlar atar.

“Ben kendini bilen topluluğun,

Kulu kölesi olmaya razıyım.

Çünkü onlar her solukta,

Gönüllerini yanlıştan kurtarırlar.

Kendi zatlarından ve sıfatlarından

Bir kitap meydana getirirler de,

Hep o kitabı takip ederler.”

Meselâ Mevlânâ bu mısralarda onu yapmış, etrafında toplanan insanların arasına sokulmak istenen farklı fikirlere, topluluğun kendini bilmesini sağlayarak mukabele etmişti.

Kendini bilen bir topluluğun kulu, kölesi olacağını söylerken de birliği tesis eden mürşidin bile, topluluğu meydana getiren şartlara bağlı kalması gerektiğini, mürşidliğin icabının da bu olduğunu nazara vermişti.

Zîra yine onun ifadesiyle, bir araya geliş maksatlarını iyi bilen insanlar her nefes bunları hatırlayarak gönüllerini yanlıştan kurtarırlar ve kalplerindeki uhuvvet bağlarının çözülmesine fırsat vermezlerdi.

Hatta bununla da kalmazlar, birliklerini temin eden esasları ve taşıdıkları sıfatları toplayıp bir kitap hâline getirerek hep o kitabı takip ederler ve birlik halkalarını, cihanı içine alacak şekilde genişletirlerdi.

Nitekim mânevî sahada, insanlık tarihinin en güçlü ve cihanşümul topluluklarından biri olan Nur Hareketini tesis edip teşkilâtlandıran Bediüzzaman da öyle yaptı.

Daha öyle bir hareket yokken ve Bediüzzaman, sürgün yaftası taşıyan bir fertken, onda ihtiyaçları olan mânevî değerlerin varlığını hisseden insanlar her tehlikeyi göze alıp kendi istekleriyle onun yanına geldiler.

O zamana kadar onlar da kasabalarında, köylerinde mütevazi şartlar içinde ferdî bir hayat yaşıyorlardı. İçinde bulundukları şartlardan memnun olmasalar da tevekkül ve teslimiyet içinde yaşayıp gidiyorlardı.

Hiçbirinin maddî gücü, kuvveti, serveti, şöhreti yoktu. Fakat gerektiğinde, haklılığına inandıkları insanların yanında yer alıp doğruluğundan emin oldukları değerleri müdafaa edecek cesaretleri vardı.

Bu sayede, maruz bırakıldıkları zulme, azaba, işkenceye; muhatap oldukları kem nazara, kötü söze, isnada, iftiraya sabırla mukabele ettiler. Hapishanelerde reva görülen kötü muamelelere tahammül ederek birliklerini korudular.

Gerçi bilhassa daracık hapishane koğuşlarında aylarca çok farklı insanlarla bir arada kalmak zorunda bırakılmaktan doğan asabî hâllerin tesiriyle birbirlerini incittikleri zamanlar ama her seferinde yine Üstadları yetişti imdatlarına.

“Kardeşlerimden rica ediyorum ki:

Sıkıntı veya ruh darlığından veya titizlikten veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan, arkadaşlarından sudûr eden fena ve çirkin sözleriyle birbirine küsmesinler ve ‘Haysiyetime dokundu’ demesinler. Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın, bin haysiyetim olsa, kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete feda ederim.”

Bediüzzaman, mürşidlik vasfının tezahürü olan bu gibi sözler ve hareketlerle cemaatinin birliğini, bütünlüğünü koruyarak Nur Hareketinin gelişip güçlenmesini sağladı.

Lâkin yine de hareketin geleceği tehlikelerden âzâde değildi. Cemaatin içinde yer alan veya dışarıdan karışan bazı kişiler, ‘Bilerek veya bilmeyerek zındıka kuvvetlerine âlet olup cemaatin tesanütüne zarar verebilirlerdi.’

Böyle bir ifsat hareket, zamanın hakim güçlerine yaranmaya çalışarak onların himayesinde varlığını devam ettirme maksadıyla yapıldığı takdirde ise, meydana getireceği tahribat hayal hudutlarını aşacak kadar büyük olurdu.

Bilmeyerek yapılsa veya iyi niyetle hareket edilse de netice itibariyle cemiyetin maddî, mânevî ve içtimaî temellerini tahrip edeceğinden, zararı yalnız cemaata, cemiyete münhasır kalmaz, sebep olanı da tedenninin en aşağı derekesine sürüklerdi.

Onun için Bediüzzaman, yalnız talebelerini, kardeşlerini, dostlarını değil; insan sıfatı taşıyan hiç kimseyi, her biri diğerinden daha dehşetli olan o tedennî hâlleri içinde görmek istemediğinden, herkes adına yaptığı mânidâr bir niyazla Allah’a yalvardı:

“Allah kimseyi şaşırtmasın, şaşırtırsa süründürmesin, süründürürse çektirmesin, çektirirse rezil etmesin, rezil ederse perişan etmesin, perişan ederse sersem, âvâre etmesin.”

Âmin...

03.06.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Muhtemel gazete manşetleri



22 Temmuz 2007 Genel seçimlerinde oy oranları ve 23 Temmuz tarihli gazetenin muhtemel manşetleri... Buyrun hep birlikte okuyalım:

AKP: % 45

CHP: % 45

DP: % 10

Cumhuriyet: Ordu Göreve!

Yeni Şafak: Allah Yardımcımız Olsun

Zaman: Zeytin üreticileri dertli!

Sabah: Yukarı sakal, aşağı bıyık.

Milliyet: AB sonuçtan memnun mu?

Radikal: AB sonuçtan memnun değil mi?

Hürriyet: Ikisi de bizim partimiz

Fotomaç: Uzatmalar, olmadı penaltılar.

*

AKP: % 90

Diğerleri: % 10

Cumhuriyet: Ordu hemen, derhal, çabucak göreve!

Yeni Şafak: Maşallah, maşallah!

Zaman: Zeytin üreticileri dertli.

Sabah: 12 ciltlik Kur'an Tefsiri sadece 10 kupona!

Milliyet: AB olmadı, İslâm Birliği tek seçenek.

Radikal: Meyhaneler kapanacak!

Hürriyet: Hayırlısı oldu inşallah!

Fotomaç: Şortlar diz altına inecek mi?

*

DP: % 60

AKP: % 30

CHP: % 10

Cumhuriyet: Hoppalaa!

Yeni Şafak: Erken seçim.

Zaman: Zeytin üreticileri hâlâ dertli!

Sabah: Ağar bizim canımız!

Milliyet: Biz demiştik!

Radikal: İşte demokrat!

Hürriyet: Ağar ağır ağır geldi!

Fotomaç: Galatasaray bu sezon şampiyon!

*

CHP: % 60

AKP: % 30

DP: % 10

Cumhuriyet: Tehlike geçti, farkında mısınız?

Yeni Şafak: Haydaaaa!

Zaman: Zeytin üreticileri dertli!

Sabah: Laikliğin zaferi

Milliyet: AB'den ses çıkmadı

Radikal: Iyi oldu, iyi.

Fotomaç: Takımlar sırayla Anıttepe'de kampa girecek

Hürriyet: Yaşasın Demokrasi!

*

10 parti birden: % 9,9

Bütün manşetler: Böyle olacagi belliydi!

Fotomaç: Federasyon ligleri iptal etti.

“YARGI”SIZ İNFAZ

Anayasa paketi geçti.

CHP'liler yine yargıya gidiyor.

CHP bu:

“Yargı”sız yapamıyor.

EMEKLİ CENNETİ

Forbes Dergisi'ne göre:

Generaller emekli olduktan sonra, milyar dolarlık cirolara sahip şirkeleri tercih ediyor...

Düşünsenize;

Yılda 55 generalin emekli olduğu Türkiye'de, sadece şirket yönetim kurullarında değil, üniversite ve vakıf mütevelli heyetlerinde 50 emekli paşa bulunuyor.

Diğer kalan paşalar ise, gerçekten "emekliliğini" yaşıyor.

Ya sivil emekliler?

Onlar da "emekli maaşı" için banka kapısında "emek"liyor.

HAFTANIN YEMİNİ

"CHP faşizmden medet umuyor. Baykal iktidar olursa darağacı kurup kendimi asacağım."

CHP'li, Çalışma eski Bakanı Mehmet Moğultay

03.06.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Destek mesajları



Geçen hafta sizlerden gelen destek mesajlarında belirgin bir artış oldu. Teşekkür ediyor, bazılarını okurlarımızla paylaşıyoruz.

***

Bilal Tunç: Tahlillerinize cân ü gönülden katılıyorum. Milletin dînî hassâsiyetlerini, merhamet duygularını, başörtülerini istismâr ederek ikbâle kavuşanlar acabâ kaç başörtülünün, kaç imam-hatiplinin, kaç laiklik mağdurunun gözyaşını dindirdiler? Acabâ zerre mikdar bir vicdân azâbı duyuyorlar mı? Alınları secdeli olması iyi de benim kanayan yarama ne faydası var? Rabbim bizi laikçilerin, din tâcirlerinin şerrinden muhâfaza etsin. Bizlere basîret versin.

***

Mehmet Arslan: Yazılarınızdan dolayı tebrik ediyorum. Çizgimiz doğru olduğu için hiç değişmez. Bu dönemde fikir kaynağımızın altın prensiplerini daha rahat anlatabiliriz. Düsturlarımız memleketimizi selâmet sahiline çıkaracak altın prensiplerdir. Fikirlerimizi usulüne uygun, zamanın ve memleketin şartlarını da izah ederek ikna edici üslûpla anlatmaya devam etmemiz gerekiyor. İşimiz zor, ama yolumuz doğru.

***

Yunus Elmas: Yaklaşık 17 senedir Yeni Asya’nın okuyucularındanım. Zaman zaman yazarlarımız değişse de Yeni Asya’nın çizgisi değişmedi. Bu çizginin birinci özelliği Nurculuk. İkinci olarak da siyasî tesbitleri. Onlarda da bir değişiklik yapılmadı. Ve yapmaya da gerek yok.

Nurculuğun yayılması için yapılan neşriyata ve yazılara pek itiraz gelmez, gelse de o konu gazetenin varlık sebebi olduğu için bertaraf edilmesi daha kolay.

Ama ikinci nokta olan siyasî duruş, tavır ve tesbitlerimize yapılan eleştiri ve itirazlara cevap verirken herkesi ikna etmek mümkün değil. Çünkü bu konuda itirazlarda bulunanların çoğu şu andaki konum, işleri ve menfaatleri gereği gerçeği göremiyor veya görmek istemiyor olabilir. İyi niyetli ve hakperest olanlar hariç.

Ancak siyasî tesbitlerinizde ölçünüz Risale-i Nur olduğu sürece arkanızdayız ve bu konuda zaman zaman can sıkıcı mesajlar alsanız da, bilin ki o mesaj sahiplerinin bin katı sizi takdir ediyor, ama mâlûmu ilâm olmaması için belki size yazıp bildirmiyorlar. Meselâ bizler her gün yazılarınızı okuyor ve tesbitlerinizi arkadaş ve dostlarımıza tavsiye ediyoruz. Ancak hepimiz insanız, zaman zaman duygusal olabiliyor, olayların perde arkasını tam göremeyebiliyoruz.

Yazılarınızdan ve tesbitlerinizden dolayı sizi tebrik eder, muvaffakiyetler dilerim. Risale-i Nur perspektifindeki tesbitleriniz çok önemli. Birkaç yanlış ses ve yoruma itibar etmeyin.

***

Halim Altay: Otuz yıldan fazla zamandır Yeni Asya’yı okuyor ve son dönemdeki yayın politikasını da aynen destekliyorum. Zaten, elimden geldiği kadar tanıtmaya da çalıştığım gazetemle otuz senedir fikren hiçbir ayrılık hissetmedim. Şuna inanıyorum ki, şer güçlerin dünyadaki ve Türkiye’de provokasyonları gün yüzüne çıktıkça, bugün sizi tenkit edenlerin hüsnüniyetli olanları hatalarını anlayacaklardır. Dualarım sizinle beraber. Allah sizi muhafaza etsin. Bugünlere inayet altında geldik. Bundan sonra da bu inayetin devamı için duacıyım.

03.06.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Namazla kazandıklarımız



Namaz o kadar büyük, o kadar önemli bir ibadettir ki, şekli biraz farklı olsa da, oruç ve zekât gibi bütün hak dinlerde emredilmiştir.

Namazın imandan sonra ilk sırayı alması, onun dindeki yerini gösterir. Hem bu ibadet o kadar önemlidir ki, bir âyette de dikkat çekildiği gibi, hiçbir ticaret, alışveriş mü’mini namaz kılmaktan alıkoymaz.1

Bilindiği gibi Allah’ın bizim ne namaz, ne oruç, ne zekâtımıza ihtiyacı vardır. Biz ibadete muhtacız. Maddeten ve manen sağlığımız, huzur ve mutluluğumuz için emredilmiştir. Her ibadet bizim iyiliğimiz içindir ve faydalarını da biz görürüz.

Namazın faydaları ise, saymakla bitmez.

Her şeyden önce namaz kulluk şuuru kazandırır insana. Kul gibi olmayı, kul gibi yaşamayı, iyi bir Müslüman, mükemmel bir insan olmayı öğretir. Allah’ın ve insanların hoşnut olduğu bir kul yapar.

İyi bir kul ve mükemmel bir insan insan ise, insanda bulunması gereken bütün güzelliklere sahiptir.

Namaz kılan insan kulluk bilinciyle hareket eder. Âlemlerin Rabbine kul olmanın şeref ve heyecanıyla yaşar. Ona bağlanmanın, teslimiyetin, emirlerine uymanın şuurunu taşır.

İlâhî huzura kabul edilen bir kulun sevinç ve mutluluğunu tasavvur edin. Allah’a manen yaklaşma gayreti içinde olan bir mü’minin birinci hedefi Allah’ın rızasını, hoşnutluğunu kazanmaktır. Namaz bunun en güzel vesilelerinden biri olduğu için, her hâl û kârda namazını kılar.

Allah’ın rızasını arama arzusu taşıyan mü’min, sadece namazda değil, diğer hareket ve davranışlarında da hep bunu kollar ve Allah’ın hoşnut olduğu bir kul olabilmek için yapılması gerekenleri yapar.

Rabbinin verdiği sayısız nimetlere şükreder, Onun izni ile geldiği için her güçlüğe de göğüs gerer.

Namaz kötülüklere karşı en büyük settir, siperdir. Namaz kılan mü’min akla, ruha, bedene ve insanlara zarar verecek, rahatsız edecek her türlü davranıştan uzak kalır; hep daha iyiyi, daha güzeli, daha faydalıyı arama ve herkese faydalı olma gayreti içerisinde olur.

Namazla ruh ve kalbi huzurla dolan, maddeten ve manen güçlenen mü’min öyle bir olgunluğa ulaşır ki, başka şeylerle ona ulaşmak mümkün olmaz.

Böyle bir namaz iştiyakla koşulacak bir namazdır. Ondan nasıl ürkülür, nasıl korkulur? Bu ancak bunları sevmemek iyiden, güzelden, faydalıdan kaçmakla olur.

1. Nur Sûresi: 37.

03.06.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Nifak ve çıkarların son bulması için



Ehl-i din arasındaki dağınıklıktan, ihtilâftan muzdarip olmayan hemen hemen yok gibi. Zaman zaman çoğumuz Müslümanlar arasındaki ihtilâflardan, çekişmelerden hep şikâyetçi olur, bu konudaki serzenişlerimizi sitemlerimizi hep dile getiririz.

Dar dairede cemaatler arasındaki ihtilâfların, geniş dairede İslâm âlemindeki çekişmelerin ve tefrikaların büyük çapta devam ediyor olması bu yöndeki endişelerimizi ve şekvalarımızı arttırıyor.

Şekva ve dertlenmelerin ne dar dairede, ne de geniş dairede işin çözüm noktasında derde deva olmadığını bilen bir çok ehl-i din bu güne kadar müşahhas bir çareyi orta yere koyamadılar.

İslâm âleminin ve bütün ehl-i dinin yegâne kurtuluş yolunun ve dünyamızın refah ve saadetinin ittifakta olduğunu bildiğimiz halde, bunun sağlanması için, hemen hiç bir gayretin gösterilmemesi ciddî hal çarelerinin düşünülmemesi Müslümanlar olarak hepimizin ortak bir vartası, bir yanlışıdır diye düşünüyorum.

İrademizin dışında elimizin yetişemeyeceği, ancak acısını çektiğimiz İslâm âlemindeki ihtilaf ve çekişmelerin sonucu içine düştükleri acı tabloyu bir tarafa koyarak, ülkemizdeki ehl-i din arasındaki dağınıklıktan ve ihtilâflardan kaynaklanan iç açıcı olmayan durumumuz da her haliyle kaygı vericidir herhalde.

Dini bir, kitabı bir, peygamberi bir, ülkesi bir insanları temsil durumundaki cemaatlerin, grupların, vakıfların, ekollerin bir araya gelip, arzulanan ittifak ve ittihadı sağlayamamaları, karşımızdaki şer kuvvetlerin, ifsat komitelerinin kuvvetlerine güç vermekte, ehl-i dinin de perişaniyetine ve zilletine sebep olmakta.

Arzulamadığımız şu acı manzaranın yaşanmasının bir çok sebebi olmakla beraber, görebildiğimiz kadarıyla bu önemli sebeplerin başında, mü’minler arasında olması gerekli olan karşılıklı sevgi ve muhabbet eksikliğidir. Yüce dinimizin emrettiği uhuvvet ve kardeşliğin akamete uğraması ve bunların yerini inat, haset, kin ve düşmanlıkların almasının tabiî bir sonucu olarak bütün ehl-i dinin şimdi içinde bulunduğu çekişmeleri ve ihtilâfları netice verdi.

Karşılıklı hoşgörü, kusur ve hataları örtme, affetme, sulh ve barış ortamının yerini; ölçüsüz tenkit ve suçlamalar, hata ve kusurları teşhir, kıskançlık ve haset gibi dinde yeri olmayan bu ve benzeri çirkin hasletlerin neşv-ü nemasına uygun ortamlarının meydana gelmesine sebep olmak, Müslümanlar olarak şekvacı olduğumuz acı durumu doğurdu.

Ehl-i din olarak çok ciddî, yerinde bir durum değerlendirmesine girişsin, gerek fert olarak, gerek varsa müntesibi bulunduğumuz, cemaat veya ekol olarak yeni baştan derde deva olacak, müşahhas adımları atmanın zamanı geldi, hatta geçiyor diye düşünüyorum.

Bu konuda en doğru, en şaşmaz rehber Efendimiz (a.s.m.) olduğuna göre, onun hayattaki uygulamalarına ve tavsiyelerine kulak vermekten başka çaremiz yok.

Onun itici değil kucaklayıcı, uzaklaştırıcı değil yakınlaştırıcı uygulamalarından şu örnekleri çoğunuz duymuşsunuzdur herhalde:

Mescitte, Sahabe-i Kiramla beraber namaz kılmak üzere iken, Peygamberimize o anda orada bulunanlardan birisinin mescidin içine bevl ettiğini söylediler. Bütün ashabın bevl eden adama hücum ettiklerini gören Resûlullah derhal olaya müdahale etti, durumu gördükten sonra, adama hücum edenleri teskin etti ve “hemen bir su getirin” diyerek orayı bir güzel temizlettirdi, bilmeden bu işi yapan adamı hiç de mahçup etmeden, namazı kıldırmaya devam etti.

Başka bir zaman da, Efendimize (a.s.m.) bir bedevî gelerek pervasızca zina yapması için izin isteyince; Efendimiz onu ayıplamadan, sabırla dinledikten sonra ona; “Senin annen, kız kardeşin yok mu?” diye sordu. Bedevî “Var” deyince, “O halde başkalarının senin annenle veya kız kardeşinle zina yapmasına gönlün razı olur mu?” diye yeniden sordu. Bedevî hiç duraklamadan, “Buna asla razı olmam” deyince Resûlullah “Öyle ise senin de başkalarının annesiyle veya kız kardeşiyle zina yapman doğru olmaz” diyerek, adamı ayıplamadan, kırmadan, incitmeden gönderdi.

Yine bu meyanda, Efendimizin (a.s.m.) Hz. Hamza’yı (r.a.) acımasızca şehit eden ve daha sonra da pişman olarak kendisine gelen Hz. Vahşi’yi kabul ederek af etmesi Resûlullah’ın eşsiz bir davranışıdır.

Hz. Peygamberin şu örnek davranışlarından bütün ehl-i dinin alması gereken dersler olmalı. Müslümanlar olarak içine düşürüldüğümüz ihtilaflardan, çekişmelerden yakamızı sıyırıp, sevgi ve kardeşlik havuzunda ittifak ve ittihadımızın sağlanması Resûlullahın şu örnek davranışlarını hayatımıza geçirmekle mümkün olur diye düşünüyorum.

03.06.2007

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Tesettür Risâlesine dair (2)



Bediüzzaman Hazretleri, Tesettür Risâlesindeki “Mesmuatıma göre, merkez ve payitaht-ı hükümette, çarşı içinde, gündüzde, ahalinin gözleri önünde, gâyet adi bir kundura boyacısı, dünyaca rütbeten büyük bir adamın açık bacaklı karısına bilfiil sarkıntılık etmesi, tesettür aleyhinde olanların hayâsız yüzlerine bir şamar vuruyor!” cümlesi yüzünden mahkûm olur. (Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar, Yeni Asya Neşriyat 2001 baskısı, s.343) Üstad, Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinin 19 Ağustos 1935 tarihinde, kanaat-i vicdaniyeye dayanarak verdiği bir kararla, “tecrit-i mutlak” kaydıyla, 11 ay hapis cezası alır. On beş arkadaşı da altışar ay ceza almıştır.

Bu yersiz karara Bediüzzaman Hazretleri itiraz edip, bu cezanın bir beygir hırsızına veya kız kaçırıcısına lâyık olduğunu belirterek, kendisinin ya beraatına veya idamına veyahut yüz bir sene hapse mahkûmiyetine hükmedilmesini ısrarla istemiştir.

“Tashih-i dâvâ” için Bakanlar Kurulu’na yazdığı dilekçenin son cümleleri şöyledir:

“Ben hukukumu kanun dairesinde istiyorum. Kanun namına kanunsuzluk edenleri, cinâyetle ittiham ediyorum.” Böyle canîlerin keyiflerini, elbette hükümet-i Cumhuriyenin kanunları reddeder ve hukukumu iade eder ümidindeyim.” (Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat 2006 baskısı, s. 410)

“Tesettür Risâlesini setrettiğim halde…”

Mahkeme müdafaatına dair kısımlarda Tesettür Risâlesi ile ilgili bölümler ilginçtir. Anahatları ile aktaralım:

* Aşağıdaki ifadeler Tesettür Risâlesinin, 1935’ten yıllar önce Kasım 1918 -Kasım 1922 tarihleri arasında yazıldığının bir delili: “Dar’ül Hikmeti’l-İslâmiyede bulunduğum zaman, tesettür âyeti aleyhinde Avrupa’dan gelen itiraza karşı bir cevap yazmıştım. Bundan bir sene evvel, eski matbu risâlelerimden alınan ve 17. Lem’a ismini alan kısacık Tesettür Risâlesi ilerideki kanunlara temas etmemek için, o Tesettür Risâlesini setrettim. Her nasılsa, yanlışlıkla bir yere gönderilmiş. Hem o Risâle, medeniyetin, Kur’ân’ın âyetine ettiği itiraza karşı, müskit ve ilmî bir cevaptır. Bu hürriyet-i ilmiye, Cumhuriyet zamanında elbette kayıt altına alınamaz. “(Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat 2006 baskısı, s. 344)

* Bediüzzaman Hazretleri, Tesettür Risalesinin yazılış maksadını, mimsiz medeniyet ve İngilizlerin siyaset oyunlarına verilmiş ilmî bir cevap olarak nitelendirir:

“Avrupa medeniyet ve felsefesi namına ve belki İngilizlerin ifsad-ı siyaseti hesabına tesettür âyetine ettikleri itiraza karşı, gâyet kuvvetli ve müskit bir cevab-ı ilmîdir. Böyle bir cevab-ı ilmî, değil bundan on beş sene evvel, her zaman takdir ile karşılanır. Bu hürriyet-i ilmîyeyi, elbette hürriyetperver bir hükümet-i cumhuriye tahdit etmez. “ (A.g.e, s.389)

* İslâm’da kadının tesettürü ile ilgili âyetle beraber, miras hakkı ile ilgili âyetlere yaptığı yorum da mahkeme tarafından “irtica fikriyle” suç unsuru olarak gösterilmiştir.

“Erkeğin mirastan hakkı iki kadın payı kadardır” (Nisa Sûresi, 176.) “Annenin hakkı altıda birdir:” (Nisa Sûresi, 11.)

“Hükümet-i Cumhuriyenin ilcaat-ı zamanına göre kabul ettiği bir kısım kanun-u medenînin bir kısım maddelerini kabulden evvel, bu meseleleri, medeniyete ve feylesoflara karşı yazmışım ve müdafaa etmişim. Kurun-u ula ve vustadaki zayi olan kadınlık hukukunu Kur’ân-ı Hakim gâyet ehemmiyetle muhafaza ettiğini beyan etmişim. Şimdi bu iki meseledeki beyanatım hükümet-i Cumhuriyenin kanununa muhaliftir diye 163. madde ile muahaze edildim.” (A.g.e, s. 399)

* 1935 Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi, âyet-i kerime tefsirinden dolayı bir müfessiri cezalandıran dünyadaki tek mahkemedir. Asırlardır milyonlarca Müslümanın sosyal hayatını tanzim eden bu âyetleri 350 bin tefsirin tasdik ve aynen hükümlerine istinaden, ecdadımızın ruhlarına hürmeten tefsir eden Bediüzzaman Hazretleri “Avrupa’da rahiplerin serbestiyeti gösteriyor ki, hiçbir kanun, tarik-i dünya olanlara ve ahirete ve imana kendi kendine çalışanlara ilişmez…” (A.g.e,s. 348) de dediği halde ceza alır…

Artık Eskişehir’de 11 ay sürecek olan hapis günleri başlamıştır…

Raks eden liseli kızlar…

Bediüzzaman Hazretleri, Eskişehir Hapishanesindeyken bir Cumhuriyet Bayramında pencereden karşıdaki lisenin kız öğrencilerinin neşe içinde gülerek raks etmelerini ağlayarak izler. “Kat’i müşahede ettim, onların o acınacak hallerine ağladım” dediği 50 sene sonrayı gösteren, hakikatli manevî bir sinemayı seyreder. O 50–60 kişiden 40-50’si kabir azabı çekmektedir. 10 tanesi, 70–80 yaşında, çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza edemediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görmektedir. Kendisiyle birlikte tutuklanan arkadaşları, Bediüzzaman Hazretlerinin ağlama seslerini duyarak yanına gelirler ve sorarlar. Onlara “Beni kendi halime bırakınız!” der.

Sefahet ve dalâletin yaygınlaşması için uğraşan bir şahs-ı manevî ile karşılıklı muhavere eder:

“Biz hayatın her çeşit lezzetini tatmak ve tattırmak istiyoruz. Bize karışma!” diyen şahs-ı maneviye mazî ve müstakbelin, ancak imanî bakış açısıyla nurlanacağını ifade eder.

Muannid devam eder, “Hiç olmazsa hayvan gibi hayatımızı keyifle geçirmek için sefahet ve eğlencelerle bu ‘ince şeyler‘i düşünmeyerek yaşayacağız.”

“Hayvan gibi de olamazsın!” der Bediüzzaman. “Senin aklın var. Geçmişi ve geleceği düşünür, hayvandan yüz derece aşağı düşersin!”

İnatçı şahs-ı manevî yine devam eder: “Hiçbir şey olmazsa ecnebi dinsizleri gibi yaşarız!”

“Onlar gibi de olamazsın. Onlar bir peygamberi kabul etmese, diğerini kabul eder. Hiç olmasa güzel bir seciyesi olur. Ama bir Müslüman dinden çıkarsa, ancak vatana millete zarar veren bir hale girer!”

Söyleyecek sözü kalmayan şahs-ı manevî kaybolur, gider…

Namaz kılan liseli kızlar…

Tevafuken, tam da “Tesettür Risâlesi ve Eskişehir Mahkeme Müdafaaları” okumaları yaptığım bir dönemde, malûm medyanın(!) liseli kızların namaz kılması olayı aleyhinde yaptığı yoğun yayınları tiksinti ile takip ettim. Bediüzzaman Hazretlerine “Bize karışma! Hayvan gibi ya da ecnebiler gibi olmak istiyoruz!” diyen şahs-ı manevînin sesini ve izini fark ettim.

Tarih boyunca iman ve küfür arasındaki mücadelede kadınların ne kadar önemli konumda yer aldığını bir kez daha tasdik ettim…

Sizce de öyle değil mi?

03.06.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Vahdetü’l-vücud ve vahdetü’ş-şühud



Mehmet Salman:

*“Muhakemat’ın 133. sayfasında: “Fakat ehl-i vahdetü’ş-şuhudun meşrebi fark ve sahv’dir; ehl-i vahdetü’l-vücudun meşrebi mahv ve sekir’dir. Safi meşrep ise, meşreb-i ehl-i fark ve sahv’dır” denilmektedir. Burada, ehl-i vahdetü’ş-şühudla, safi meşrebin meşrepleri, fark ve sahv olmuş, yani ikisi de aynı olmuş olmuyorlar mı?”

Vahdetü’l-vücud mesleği, Hallac-ı Mansur, Muhyiddini-i Arabî ve Sadreddin-i Konevî gibi az sayıda evliyanın, Allah aşkının verdiği yüksek heyecanın zevkiyle ve sevkiyle girdikleri, akla konuşma izni vermeyen, kendine özgü, zevkli bir kalp ve aşk yoludur. Aklın sustuğu, aşkın da bu sebeple meydanı boş bularak kalbe sarhoşluk verdiği bu mesleğe göre, Allah’tan başka gerçekte hiçbir varlık yoktur. Var olduğunu gördüğümüz eşya, hayalden, gölgeden ve zandan ibarettir. Gerçekte var değildir. Var olan yalnızca Allah’tır. Bu sebeple bu meslek sahipleri “La mevcude illa hu” (Allah’tan başka hiçbir şey yoktur) derler. Oysa Kur’ân, “la İlahe illa hu” (Allah’tan başka İlah yoktur) demektedir.

Gerçekte, Allah’tan başka varlıklar elbette vardır. İçinde yaşadığımız varlıklar âlemi, Allah’ın halk ettiği varlıklardan ibarettir. Var olan bir şeye yok demek, ya da hayal, vehim veya gölge saymak gerçekle bağdaşmaz. Kur’ân’ın ana caddesi bunu reddeder. Çünkü Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, Hallâk, Rezzak gibi çok isimlerin mazharları olan varlıklar, hayal veya vehim sayılamaz. Madem Allah’ın isimleri hakikattirler; isimlerin mazharları olan varlıklar da hakikattirler.1

Bu sebeple bu yola girenler İslâm Tarihi boyunca genelde anlaşılmamışlar; meselâ Hallac-ı Mansur gibi bir hakikat âşığı “Ene’l-Hak” (Ben Hak’kım) dediği için şirkle itham edilerek idam edilmiştir. Oysa Hallac-ı Mansur tevhid inancına şiddetli Allah aşkı penceresinden baktığı için, Allah aşkının yanında diğer varlıkların bir hiç olduğunu düşünmüştür. Muhyiddin-i Arabî’nin de Şam’da dağa çıkarak “Sizin taptığınız benim ayağımın altındadır!” diye bağırdığı, bu sebeple zamanında şirk koşmakla suçlandığı, sonradan Yavuz Sultan Selim’in Mısır’a giderken bu yeri açtırdığı ve bu yerde bol miktarda altın bulduğu, binaenaleyh Muhyiddin-i Arabî’nin insanları dünya malına meyletmekten sakındırmak istediğinin böylece ortaya çıktığı rivayet edilir.

Vahdetü’l-vücud mesleği bir aşk mesleğidir; bu meslekte mahv ve sekir vardır, yani kendini Hak önünde hiç bilmek ve bunun sarhoşluğu içinde yaşamak vardır. Bu meslekte akıl gözü bunun için kördür. Bu meslek bir felsefe mesleği değildir. Bu sebeple günümüzde felsefecilerin tevhid inancına sahip olmadan bu yola girmeleri sakıncalıdır, şirke kapı açar. Muhyiddin-i. Arabî bile bu sebeple “Bizden olmayanlar bizim kitabımızı okumasınlar” demiştir. İyi bir tevhid inancı terbiyesinden geçmeyene ve âşık olmayana bu meslek zarar verir. Çünkü Allah’ın varlığı yanında varlıkları bir gölgeden ibaret gören ve yok sayan bu meslek, tevhid inancına sahip olmayanların elinde, “O’ndan başka hiçbir şey yoktur; her şey ondan ibarettir” gibi bir söylemle, varlıklar adına Allah’ı yok saymak gibi tehlikeli bir inkârcılığa kapı açabilir.

Bununla beraber, bu yola girenler Hak aşkı için girdiklerinden, Bediüzzaman Hazretlerine göre Hak katında makbuldürler; fakat keşfiyatları mizansız olduğu için, hudutları çiğnemişlerdir. Bu sebeple şahısları itibariyle yüksek ve harika birer kutup oldukları halde, tarikatları gayet kısa kalmış ve rağbet görmemiştir.2

Vahdeti’ş-Şuhud mesleği ise fark ve sahv mesleğidir. Yani varlık noktasında boğulmamış, kulluk noktasında yoğunlaşmış, halk ile Hâlık’ı bir birinden ayırmış, yaratıcı ile yaratılanı birbirine karıştırmamış, bilâkis tefrik etmiş, arasına fark koymuş, Yaratıcıya vacibü’l vücud demiş, yaratılana ise mümkinü’l-vücud diyerek Allah’ın dışındaki eşyanın varlığını Allah’a bağlamıştır. Bu açıdan bu meslekte gidenler ehl-i sahvdirler. Yani yollarında akıllı ve uyanık yürümüşler, aklı ihmal etmemişler, akıl ile kalbi birlikte götürmüşlerdir. Bu sebeple Bediüzzaman vahdetü’şuhut mesleği için “zararsızdır; ehl-i sahvın yüksek bir meşrebidir” demiştir.3

Muhakemat’ta bahsettiğiniz yerde Bediüzzaman “Safi meşrep ise, meşreb-i ehl-i fark ve sahv’dır” demekle, şüphesiz, zararsız ve arı (safi) meşrebin fark ve sahv mesleği olan Vahdetü’ş-Şuhut mesleği olduğunu kaydetmiştir.

Dua

Ey hataları örten! Ey kusurları bağışlayan! Ey ayıpları setreden! Ey günahlara mağfiret eden! Ey tövbeleri kabul eden! Ey pişmanlıkları tövbe sayan! Ey Gaffarü’z-Zünub! Seni, lâyık olduğun veçhile sena edemedim! Seni hakkıyla takdir edemedim! Seni lâyıkıyla bilemedim! Günahkârım! Yalan yanlış kulluğumla Sana geliyorum! Gazabından rızana, cezalandırmandan bağışlamana, adaletinden merhametine, kahrından lütfuna, Senden Sana sığınıyorum. Beni, annemi, babamı ve bütün mü'minleri bağışla! Âmin!

Dipnotlar:

1. Lem’alar (yeni tarz), s. 146

2. Lem’alar (yeni tarz), s. 143

3. Mektubat (yeni tarz), s.147

03.06.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

‘Türkiye bizden sorulur’



O meymenetsiz herifi Türkiye’ye kim davet etti? O meymenetsiz adam neocon ekipten Michael Rubin denilen herifin ta kendisidir. Fuad Acemi ile birlikte çalışan ve çalıştığı think tank kurumlarında ürettiği fikirler arasında ‘ABD’nin Ortadoğu’da bir tek hedefi ve düşmanı var o da İslâmi radikallerdir’ diyen adamdır. Türkiye’deki muadilleri gibi aslında onun sözlüğünde sadece ‘radikal İslâm’ vardır. Necdet Sezer gibi ılımlı bir İslâm tanımaz. Ona ve benzerlerine göre, ılımlısı radikalleşme istidadında olan kişidir.

Birileri de ‘düşmanımın düşmanı dostumdur’ anlayışıyla onu çağırmış olmalı. Çağıranlarla aynı mahfili veya anlayışı paylaşan Cumhuriyet gazetesi sözlerini manşete taşımış. Daha önceki yazılarında da Barzani ve Kürtlerin Türkiye’ye ihanet ettiklerini ifade eden sözler sarfetmişti. Bu bağlamda eski New York Times yazarı ve Türkiye’ye ‘satılık müttefik’ diyen William Safire’ın tersi bir yazar. Ama aynı ekipten. Belki de rol dağılımı yapıyorlar. Belki de sağ gösterip sol vuruyor. Hiç şüphesiz Michael Rubin gibiler de doğru şeyler söyleyebilir ve doğru tespitler aktarabilir. Doğru, kimsenin tekelinde değildir. Ama onun doğrusuna değil de, maksadına bakmak lazım. Sözleri olsa olsa münipülasyon amaçlı olabilir. Garip olan ikide bir Türkiye’ye söven bu adamın manşetlerde gezinmesi. Baştacı edilmesi. Söyledikleri bilinmeyen şeyler değil. Hatta çok sıradan şeyler. Demek ki sır söylediklerinde değil, temsil ettiklerinde. Bununla birlikte elbetteki Barzani ile ilgili tahlili doğru. Barzani sınırötesinden sızmalar olduğuna dair sorumlulukları hatırlatıldığında meselenin veya çözümün siyasi olduğunu söylüyordu. Bu apaçık bir şekilde bölücülüğü teşvik etmektir. Sarkozy’nin bize Akdeniz’i göstermesi gibi o da ‘siyasi çözümü’ göstermesiydi. Yani PKK ile masaya oturmamızı tavsiye ediyor. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın. Bununla birlikte, bu gerçeğin zaman zaman manipülasyon olarak kullanılması da sözkonusu. Sabah yazarı Ergün Babahan’ın Apo tahlilinde işaret ettiği gibi. Michael Rubin Türkiye’nin laik ve anti laik kamplara ayrışmasını ve kutuplaşmasını isteyen tarafta duruyor. Bu kutuplaşmayı takdis ediyor. Atlantik ötesinden Perle gibi darbeleri kurgulayan ekipten olan Rubin ‘Türkiye bizden sorulur’ havasında . İçerideki darbecilerin Atlantik ötesindeki mukabil ayağını oluşturan isimler arasında yeralıyor.

***

E-muhtıra ortamında gecikerek sivillere destek vermek isteyen Rice’ı uyaran Rubin onun Türkiye’nin T’sini bilmediğini söylemişti. Aslında bunu ben şöyle anladım: “Türkiye Rice’ın değil bizim ilgi alanımıza girer. Türkiye ona bırakılmayacak kadar bizim için mühimdir..” Bu bağlamda, Rice’ın Türkiye’yi hiç tanımadığını, bilmediğini ve sadece eline tutuşturulan notları okuduğunu söylemişti. Rice, 10 Mayıs’ta Senato’da ifade verirken, halk tarafından seçilen AKP’nin, kendini, “Türkiye’yi Avrupa’ya götürmeye adadığını” belirtmişti. Bu sözler, basına “AKP’ye övgü” şeklinde yansımıştı. Beyaz Saray’a yakın düşünce kuruluşu AEI’ın (American Enterprise Institute) uzmanı ve eski Pentagon görevlisi olan Rubin, “Rice’ın özünde birşey yoktur, film yıldızı gibidir” diyerek bir de onu küstahça aşağılamıştır. Bilmemesini izah sadedinde, Beyaz Saray’ın da Rice’ın da, İran, Irak ve Arap-İsrail anlaşmazlığına odaklı olduğuna dikkat çekti. Michael Rubin, sözlerine şöyle sürdürüyor: “ABD’nin Türkiye politikasını Dışişleri Bakan Yardımcısı Dan Fried ve Ankara Büyükelçisi Ross Wilson yönlendiriyor. Rice’a, 750 bin kişinin Türkiye’de laiklik için neden yürüdüğünü sorsanız cevap veremez. Çünkü hiç bilmez. Rice’ın son açıklamaları Türk demokratlarına hakaret gibidir.”

Ama gerçekten de durum anlattığı gibi. Türkiye kendilerinden sorulur. Bundan dolayı da 12 Eylül darbesinin ardında karanlık pirleri Richard Perle vardır. 28 Şubat sürecinde sembolik de olsa Bernard Lewis.

***

Zaman zaman Türkiye ve ABD’de ‘kim kimdir?’ analizlerinde yanlış eşleştirmeler yapılıyor. Bu bağlamda AKP’nin Amerikan yanlısı olduğu ve Abdullah Gül’ün ABDullah Gül olduğu tahlili gibi. Halbuki onlar Rubin gibilerin temsil ettiği derin çekirdeğin adamı değillerdir. Derin çekirdeğin içerideki takımı AKP’yi Amerikancılıkla suçlayanlardır. Bu bağlamda, Rubin’in kimlerle temas halinde olduğu da bu bağlantının izahı mahiyetindedir. Atillah İlhan’ın sorduğu gibi öncelikle olarak hangi Amerika veya hangi kanat diye sormamız gerekir. Ondan sonra da o kanatları Türkiye’ye ve Türkiye’deki taraflarına uygulamak gerekir. Eşleştirmenin sıhhati buna bağlıdır. Bu anlamda, Türkiye’de yapılan bütün darbeler ABD’nin icazetiyle olmuştur. Bu bağlamda, ABD’deki derin çekirdek veya örgütlü çekirdek darbeleri yönetmiştir. En son Türkeş’in 27 Mayıs darbesinden sonra Amerikalılardan para istemesi ve temin etmesi de darbenin sahiplerini gösterir niteliktedir.

Bu bağlamda, Menderes, Özal ve Erdoğan gibiler yüzeysel Amerikancılığı temsil ederler. Bu yüzeysellik, derin ABD ile çatışmadığı sürece emniyettedir. Ama derin ABD ile yüzeysel ABD çatıştığında Rubin’in tespitleri geçerlidir. Yüzeyde olanlar gider. AKP’nin muhatabı olan Rice Türkiye’yi bilmez. Doğrusu da budur. Rice, baba Bush ekibinden olan ve neoconlara mukabil başka bir ağırlık merkezini veya karşı kutbu temsil eden Brent Scowcroft’ın yetiştirmesi veya himayegerdesi(peretege)dir. Bunun hilafını söyleyen aldanır ve aldatır. Dolayısıyla Türkiye’de ‘organize çekirdek’ ‘cuntacı eğilim’ veya ‘derin devlet’ denilen ve zaman zamanla ulusalcı eğilim ile bütünleşen cereyan ABD’deki derin devletin hattındadır. ABD’nin derin devleti deneoconlar gibi komitacılar ve ifsad çeteleri veya şebekeleridir. Putin bile onları neonaziler olarak tanımlamıştır. Türkiye’ye yönelik en büyük dış tehdit ve kabus onlardır. Rubin’in de içinde yeraldığı darbeleri kurgulayan ekip. Karanlıklar ekibi.

03.06.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Dış politikada denge



Ülkemizin, komşularıyla dertleri olduğu bir vak’a. Zaman zaman ‘düşman’ sıralaması değişse de bütün komşularımızla temelleri uzun yıllara dayanan tartışmalarımız var. Bu tartışmalar gerçekten çözülemez problemler mi yoksa çözülmek mi istenmez o da ayrı bir konu.

Komşularımızı düşman belleyen anlayışın elbette tarihe dayanan ‘haklı’ yönleri de olabilir. Zaten bu anlayış, ders kitaplarımıza kadar sinmiş vaziyette. Çelişki, bir dönem ‘düşman’ bellenen ülkelerin; ciddî bir politika değişiklik olmadığı halde ‘dost’ ilân edilmesidir. Bunun yanında gerçekten dost olmamız gereken bazı ülkeler de sürekli ‘düşmanlarımız’ listesinde yer alabiliyor.

Son günlerde komşumuz Irak’la ilgili tartışmalar gündemi meşgul ediyor. Terör örgütünün bu ülkenin Kuzey bölgesinde barındığı ve buradan ‘sızma’larla Türkiye’ye geçip ‘eylem’ yaptığı ifade ediliyor. İddianın doğruluk derecesini elbette askerî ve sivil ‘uzman’lar bilir. Ancak bazı aydınlar; ülkemizde terörle mücadelede bir yöntem hatası yapıldığını da söylüyorlar.

Saddam döneminde, tarafların uzlaşması ve Amerika’nın da desteği/ göz yumması sonucu Kuzey Irak’a ‘sınır ötesi harekât’ yapmak mümkündü. Ancak ABD’nin Irak’ı bizzat işgal etmesinden sonra şartlar değişti. K. Irak’ta bir anlamda ABD ile ‘komşu’ sayılırız. Dolayısı ile, ‘dünyaya rağmen’ atılacak bir adımın ağır bedelleri olacağı ifade ediliyor.

Bir noktaya daha dikkat çekmek gerekiyor: Kuzey Irak yönetimiyle ortak hareket edebilecek bir güven tesis edilmeden atılacak bir adım terörü önleyebilir mi? Medya da bu konuda sorumlu davranmıyor. Dünkü gazetelerde, Genel Kurmay’ın açıklamasına dayanılarak Kuzey Irak’ta (Süleymaniye) ‘askerlerimize silâh doğrultulduğu’ haberi yer alıyordu. Ancak haberin üslûbu biraz garipti. K. Irak’taki yöneticilerden bahisle, “Aşiret çizmeyi aştı” başlığı tercih edilmiş. (Hürriyet, 2 Haziran 2007)

‘Düşman’ askerlerin, askerlerimize silâh doğrultması elbette tepkiyi hak ediyor. Ancak, geçmişte yaşanan ‘çuval’ hadisesini de hatırlamak lâzım. ‘Peşmerge’ye haddini bildirenler, başka ülke askerlerine de bildirmesi gerekmez mi? Türkiye’nin tanımadığı ‘komşu’ yöneticilerini, ‘dostumuz Amerika’ nedense tanıyor. Burada da bir çelişki yok mu? Aynı günkü gazetelerde, medyamızın ‘aşiret lideri’ dediği bir Irak yöneticisinin, Beyaz Saray’da ABD Başkanı George W. Bush ile ‘samimî’ bir görüşme yaptığı fotoğrafıyla birlikte yer alıyordu. (agg.)

Türkiye, dış politikadaki ‘gerçek’leri görmeden dengeli bir politika izleyebilir mi? Komşularımızla ‘düşman’ kalmak uzun dönem menfaatleriyle uyuşur mu? Düşmanlıklar yerine, dostlukları tesis etmek; varsa tartışmaları en aza indirmek tarafların ve bölgenin ortak menfaati değil mi?

O halde, konuşa konuşa problemleri halletmeli, çözüm yollarını bulmalıyız. Tabiî ki ‘terör’ün hiçbir ülkeye menfaat sağlamayacağını da izah ederek... ‘Terör’ün ortak ‘düşman’ olduğunu dünya da anladı...

03.06.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Risâle-i Nur'un sosyal dili



Misyonumuz, doğruya doğru, eğriye eğri demek. Sorumluluğumuz; inandığımız değerleri ve sahip olduğumuz ilkeleri, günün esnek ortamlarında esnetmek yerine kalıcı ve uzun menzilli bir dürbün bakışı ile günümüzden yarınlara taşımaktır.

Siyasî ve sosyal projeksiyonlarımızın kaynağı Risâle-i Nur’dur. Oradan anladığımızı sizinle paylaşacağız. Eğer 20. yüzyılın devreden hafızasını ve o dönemde ortaya konmuş temel prensipleri doğru değerlendiremezsek, 21. yüzyılın zihin haritasını ve temel bakışını yakalayamayız.

Risale-i Nur, bu yönüyle evrenseldir. Çağın Kur’ân yorumu olduğuna göre, kutsiyet ifade eden bir nuraniyet zinciridir. Aydınlatıcı, ışık tutucu, rehberlik edici ve uzak mesafeleri yakınlaştırıcı bir özelliğe sahiptir.

Temel ölçüler zaviyesinden bakmak, bizi sıcak konuların girift ikileminden ve kargaşasından korur. İlke insanı olmanın temel vasfı; merceğimizi doğru yerden tutmak ve doğru şeye nüfuz ettirmektir. Farklı yerden bakıldığında, ya da Risale-i Nur sistematiği ile ve onun belirleyici özelliğinin önceliğiyle bakılmadığında, bakanın doğru sonuca ulaşması kolay olmayacaktır.

Bu noktada sadece bireyci aklımızla hareket etmemeyi, ortak aklı ve müzakere içinde istişareyi önemsememiz gerektiğini de vurgulamak isterim.

Hislerimiz, belli kesitlere hapsedilmiş doğrularımız ve yakinen müşahede ettiğimiz mevzii, dönemsel olaylar ve tespitlerin, mutlaka bir değerlendirme hakkı vardır. Uyarıcı, iyileştirici, tashih edici ve tepki verici bir anlamı olabilir. Ancak prensipleri ve köklü hafızayı değiştirecek bir yaklaşım ve radikal değişimin gerekçesi olamaz.

Sosyal ve siyasi olaylar, karakteri icabı değişkendir. Günlük ve kısa metrajlı olaylarda veya dönemlerde kırılmalar, kesişmeler ve zıtlıklar taşıyabilir. Akışkan ve yönlenmeye müsait bir zemindir. Özellikle siyasetin “menfaat üzerine dönen canavar” tarifine uyan ve hırsın, akla husumet ettiği bir çatışma ve mugalata ortamında, siyaseti etkileyen faktörler ve tahrik eden aktörler, her zaman bildiğimizden ve gördüğümüzden farklıdır.

Bizim gibi gelişmekte olan ülkeler, yarı demokrasi ve kültürel zafiyetle birlikte ciddi bir baskı buldozeri ile fikirler dumura uğratılmışsa, zihni karıştıran, müşevveş eden ve küçük haklılıklarımıza büyük davaları ve hedefleri, farkında olmadan feda etme inkırazı ve bölünmüşlüğü, her zaman yaşanabilen bir olgudur.

İnandığımızın ilmiliğine vakıf olmak, uzmanlık gerektiren konuları öğrenirken de onu risâle diline ve örfüne dost yapmak, entelektüel bir izah ve kalıcı bir perspektif vermek, sonra bunun tatbik alanına yönelmek, öncelikli sorumluluklarımızdandır.

Mensubiyetin idrak düzeyi, yansıma biçimi ve ifade etme cesareti ile zamanlara hükmeden tutarlılık çizgisi, bir birinin mütemmimi ve sonraya taşıyan hizmet ahdidir.

Dünyanın küçüldüğü, olayların ardı sıra daha yaşanırken değerini yitirdiği, küresel bilgi kirlenmesinin akla mukayyet olmamızı gerektirdiği bir çağda, kalbin bakışını aklın akışını birleştirecek risâle üslubunu ve aktüel çerçevesini hem korumamız, hem anlatmamız, hem de kendimizden bizar ve tereddüt geçiren bir ruh haline düşmeden vazifemizi yapmanın şuuru ile sonuçlara takılmadan ortaya koymak zorundayız.

Bu zorunluluk, yenilenmiş bir ruh hali, doğru iletişim, mukteza-yı hale mutabık, muhatabın seviyesine uygun üslup ve ifade ile irade şeklinde tezahür etmesine mani değildir.

Cümle kalıbı, ifade tarzı, yaklaştırıcı üslup ve diyalog zemini ile diyalog kültürü ortama ve kitleye göre değişse de, hakikatin beyan edilme niyeti değişmediği müddetçe problem yoktur.

Metinden okuma ders kültürümüzün esas şiarıdır ve olmazsa olmazıdır. Toplumda ise onun manasını, gerekirse ayniyle ifadesini veya zamanın kabiliyetine uygun şerh ve izahını yapmak gibi çeşitlilik içinde tebliğ ve müzakere kapılarının fazlaca zengin ve geniş olduğunu da belirtmekte fayda var.

Bu zaviyeden bakıldığında, herkes kendi meslek ve kariyer önceliğine göre belli konulara daha fazla tahşidat yaparken, belli konularda da farklı ihtisas alanlarına saygı duymak ve birbirimizi anlayıp yekvücut anlam ortaklığına yönelmek ve manayı kuvvetlendirecek kavramlarla risaleyi kavramak, günümüzün yoğun ve sathi bir çok meselesinden bizi kurtaracağı gibi, ezberlenmiş bir diyalog kalıbından veya reddedici bir nefis tuzağından da bizi korur.

Allah’ın “tenezzül-ü ilahi” ile muhatap kıldığı insan ve ona tebliği edici peygamberler ve gönderdiği kitap ve suhuflarla verdiği mesajlar, son din İslâmiyet’le ve son Peygamberimizle mükemmelleşen kulluğumuz, beşerî hayatımız, sosyal alanlarımız ve yaklaşımlarımız, son yüzyılların risale diliyle de bize yansımış bir nuraniyet abidesi ve mazhariyet lütfudur.

Bu emanet; öğrenilmesi gereken, yaşanması zaruri olan ve muhafazası insanlığın huzur ve barışı için elzem olan bir hususiyettir. Risale-i Nur’u tanımanın, onu idrak etmenin ve hayatımızda ona ruh ve pencere açmanın verdiği lezzetli hali ve izanlı duruşu, her zaman ve zemine tatbik etmekle mükellefiz.

Bu şekliyle baktığımızda, Risale-i Nur’un son iki yüzyıla getirdiği projeksiyon farkı var. Bu projeksiyonlara bağlı perspektifleri var. Perspektiflerin ışığında projelendirdiği imani, sosyal ve siyasi konular vardır. Bunların tatbik zemini, tarifi ve izahı vardır. Çok sağlam örnekler ve rehber uygulamalar mevcuttur.

Sonra beraberce geliştirilebilecek, günümüze adapte edilebilecek ve esası nazardan kaçırmadan görülebilecek modeller, sistemler ve sonuçlar vardır. Özetle risalenin sosyal dili kendine hastır, başkasına benzemez.

Bunları önümüzdeki zaman diliminde açmak duâsıyla.

03.06.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Aday belirleme usulleri



22 Temmuz’da yapılacak genel seçimlere yaklaşılırken, seçimle ilgili ilginç anekdotlar da oluyor.

Partiler adaylarını, yarın Yüksek Seçim Kurulu’na bildirecekler. Partilerin genel başkanları ve bazı parti yöneticileri şimdi adaylarını belirlemek için yoğun bir çalışma içine girdiler. Şimdi, aday adaylarının gözü kulağı partilerin YSK’ya verecekleri listeler ile liderlerinin iki dudağı arasından çıkacaklara kilitlenmiş durumda.

***

Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararının ardından seçim kararının parlamentoda kabul edilmesinden sonra partiler hızla çalışmaya koyuldular. Her parti değişik yöntemlerle aday belirledi. Partilerin bir kısmı temayülle, bir kısmı merkezden, bir kısmı başka başka yöntemleri kullandı.

Toplumda ön planda olan, artist, sporcu, yazar, çizer, sendikacı, oda başkanlarına hemen çengeller atıldı. Bu çalışmalar yarın akşama kadar da süreceğe benziyor.

Bu yöntemlere geçmeden önce televizyonlarda başlatılacak olan bir yarışmadan bahsetmek istiyorum. Son yıllarda televizyonlarda popstar, ünlüler sirki türü yarışmalar olanca hızıyla devam ederken, ilginç bir yarışma daha vizyona sokulmaya hazırlanıyormuş. Yarışmanın adı “Türkiye vekilini seçiyor” olacakmış. Bu yarışmanın bir diğer adı da “vekil star”mış. Bu yarışma sayesinde, halk kendi milletvekili adayını gönderdiği oylar ile belirleyecekmiş. Tabiî bu milletvekilleri Meclis’e girmeyecek.

***

Böyle bir yarışma, AKP’de de yaşandı. 2 milyar lirayı partiye yatırıp aday olanlar, önce temayül yoklamasında partililerin karşısına çıktılar. Sonra genel merkezde kurulan komisyonlarda tek tek çağırılarak “hesaba çekildiler.” Burada ilginç sorularla karşılaşan adaylar şaşkına dönmüşler.

Bu sorulardan birini dikkatinize sunmak istiyorum. Trabzon’un milletvekili aday adaylarının belirlendiği mülâkatta, başörtülü Ayşe Sula Köseoğlu’na kendisi de başörtülü olan Ayşe Böhürler, “Milletvekili olur, Meclis’e girersen, türbanını çıkarır mısın?” diye sormuş. Köseoğlu, “Hayır çıkartmam” cevabını verince Böhürler, “Çözüm önerir misiniz?” sorusunu yöneltmiş. “Türban konusunda uzlaşma sağlanabilir…” cevabını almış. Mülâkatlarda bu ve buna benzer birçok enteresan sorular yöneltilmiş.

Dört kişilik komisyonda insanlara sanki iş sınavına veya bir öğretmenin sözlü sınavına katılır gibi değişik sorular yöneltilmiş. Bu sınava giren adaylarda bundan hayli rahatsızdılar. “Bize soru soranlar belki milletvekili olamayacak” diyenler de oldu “onur kırıcı” diyen de…

Tabiî, ikinci sınavdan geçmek aday olmak için yeterli değil. Bundan sonra aday adaylarının verdikleri cevaplara göre bir tasnif yapmış. Bu sınavı da geçen aday adayları Tayyip Erdoğan ve üst düzey parti yetkililerinden oluşan son komisyonun vereceği nihaî karara göre aday olabilecekler.

Bu sınavları geçen adaylar her aşama sonrasında partiye ve Genel Merkeze tesir edebilecek “amca”, “dayı” aramaya başlamışlar. Ankara’da her yolu deneyen aday adayları yarınki listede yer almanın telâşına düştüler. Bugün de bu temaslarına devam edecekler. Ondan sonra ya aday olacaklar, ya da geldikleri yere geri dönecekler.

CHP’de ise, bazı illerde yapılan önseçimde, milletvekilleri varlık dahi gösteremediler. Listelerin son sıralarında yer bulan da oldu, listeye giremeyen de… Bu da gösterdi ki, Meclis’te son günlerde “revaçta” olsalar da, milletvekilleri il teşkilâtları nazarında kabul görmüyorlar.

Yarın milletvekili aday listeleri Yüksek Seçim Kurulu’na verildikten sonra partilerde listelere giremeyenler veya listelerde yerini beğenmeyenlerin oluşturacağı bir muhalefetin oluşacağı kesin. Ancak listeler teslim edildikten sonra siyaset Ankara’dan Anadolu’ya kayacak. Bundan sonra da millet kendisine güven veren, dertlerini çözebileceğine inandığı insanlara oy verecek. Yani son sözü millet söyleyecek.

Merkezden belirlenen adaylardan şimdiye kadar pek netice alınmadığı ortada. “Liderin atadığı milletvekilleri, liderin sözünden çıkamaz. İnanmadığı bir konuda bile lider ne derse onu yapar” eleştirileri yıllardır yapıla geldi.

Doğru olan, yüksek katılımın sağlanacağı önseçim, sonrasında ise seçim sisteminde tercih sisteminin getirilmesi. İşte o zaman bu suçlamalar son bulacağı gibi, seçilen vekiller de rahat olurlar. Demokrasinin gereği de bu değil mi?

03.06.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004