Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 14 Haziran 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Hükümet ve terör



Başbakanın son açıklamaları ve bilâhare terör zirvesinden sonra yayınlanan bildiri, hükümetin terör meselesinde nihayet kontrol ve inisiyatifi ele aldığına mı işaret ediyor?

Ortaya çıkan görüntü, ilk bakışta öyle olduğunu gösteriyor gibi. Bilhassa terör zirvesinin ardından yapılan açıklamada hükümet-TSK uyumunun vurgulanıp terörle mücadelenin hukuk ve demokrasi içinde yürütüleceğinin ifade edilmesi, son günlerde oluşan bulanık, sisli ve kasvetli havayı dağıtacak nitelikte görünüyor.

Kuzey Irak operasyonunun görünür bir gelecekte söz konusu olmadığının anlaşılması da.

Terör zirvesinden bu yönde bir sinyal çıkmadığı gibi, Başbakanın böyle bir harekâtı, diğer bütün yollar denendikten sonra başvurulacak en son seçenek olarak niteleyip, evvelâ içerideki teröristlerin halledilmesi gereğinin altını çizmesi ve ayrıca Kuzey Irak’ı kast ederek “Niçin seçim sürecini sıkıntıya sokacak adımlar atalım?” diye sorması, bu sonucu getirmekte.

Anlaşılan, önümüzdeki günlerde Irak Başbakanının Türkiye’ye davet edilmesi dahil, diplomatik temaslara ağırlık verilirken, askerin içerideki operasyonlara yoğunlaşması söz konusu.

Nitekim Başbakanın askere verdiği talimatın iç operasyonlarla mı ilgili olduğu yönündeki soruyu doğrulaması da bunu gösteriyor.

Öte yandan, şehit cenazelerini istismar edenler hakkında hukuk yollarını işletme sinyalleri ve TV kanallarındaki provokatif konuşmalarıyla terör meselesinin hükümete karşı bir psikolojik harekât unsuru olarak kullanıldığı izlenimi uyandıran bazı emekli paşalara Başbakanın verdiği reaksiyon da önemli.

Bütün bunlar, hayli gecikmiş de olsa, beklenen ve olması gereken bir irade ve inisiyatifin nihayet ortaya konulduğunu düşündürmekte.

Ama netlik kazanması gereken hususlar var.

Bunlardan biri, Kuzey Irak’a operasyonla ilgili olarak Genelkurmay Başkanının konuyu 12 Nisan’dan bu yana vurgulu ifadelerle gündeme taşıyıp son beyanlarında Barzani ve ABD ile çatışma riskini de telâffuz ettiği bilinirken, gelinen nokta askerin bu ısrarından vazgeçerek siyasî iradeye boyun eğdiği anlamına mı geliyor, yoksa işin içerisinde daha başka işler mi var?

Erdoğan, “Kısa süre önce komutanlarıma ‘İhtiyacınız olup da vermediğimiz birşey var mı?’ dedim. ‘Hayır’ dediler. Araç, para, yetki; ne istiyorlarsa yaptık” diyor. 12 Eylül öncesinde dönemin Başbakanı Demirel’in de komutanlarla bu tür diyalogları olduğunu ve sonrasında ne gibi gelişmeler yaşandığını biliyoruz...

Bu arada, iç operasyonlarda yoğunlaşılırken yeni yetki taleplerinin gündeme geldiğine ilişkin kulis bilgileri var. Bunların, bağlı kalınacağına söz verilen demokrasi ve hukuk ilkeleriyle bağdaşıp bağdaşmadığı bir diğer soru işareti.

Ve nihayet, Başbakanın çağrısı dikkat çekici. Medya temsilcilerine “Yardımlarınızı istiyorum” diye seslenen Erdoğan, sivil toplum kuruluşlarına ve partilere “Hep birlikte ulusal bir ortak platform oluşturalım” çağrısında bulunuyor.

İlk bakışta teröre karşı böyle bir dayanışma çağrısı normal görülebilir. Ama eşzamanlı olarak, iç içe geçmiş şekilde süren diğer tartışmalar da dikkate alındığında, hükümetin destek arayışını terör üzerinden dile getirmesi ilginç...

14.06.2007

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Arama motorunda hatıralar



Bizim ve bizden sonraki nesillerin hayatında arama motorları olacak. Belki bugünküne göre daha gelişmiş, daha ayrıntılı, daha kapsamlı bulacak hayatımızın köşe bucağında sakladıklarımızı. Sadece yazılar değil, fotoğraflar, videolar, ses kayıtları ve belki bugün aklımıza bile gelmeyecek kayıtlar bulunacak o uçsuz bucaksız okyanusta.

Bir zamanlar yazdığımız öfkeli, hüzünlü, ağlamaklı, dalgacı, depresif, malumatfuruş, ukalaca yahut mütevazı yazıları; ağlamaklı, ağzımız kulaklarımızda fotoğrafları; dünyanın en önemli işini yapıyormuşuz gibi kaydettiğimiz videoları, yıllar sonra bulup acı bir tebessümle okuyacak ve izleyeceğiz.

Kazandığımız sınav sonuçlarıyla karşılaşacağız, bambaşka birşey ararken. Tıpkı evde bir faturayı ararken, nicedir unuttuğumuz bir mektupla karşılaşmak gibi...

Koca bir gülümseme çıkacak karşımıza, tırnak içine yerleştireceğimiz bir arşiv cümlesi için ara tuşuna bastığımızda. Tıpkı evde senet ararken karşılaştığımız eski bir fotoğraf gibi...

Vaktiyle tanıştığımız, hasbihal ettiğimiz, uzun uzun sohbet ettiğimiz dostlarla karşılaşacağız. Hastane koridorlarında can havliyle koşuştururken karşılaştığımız gibi.

Unuttuklarımızı yeniden hatırlayacağız, unutamadıklarımıza dair kelimesi kelimesine alıntıları ararken. Yolda “gözüm bir yerden ısırıyor” diyerek kendi kendimizi yiyip bitirdiğimiz, ama bir türlü hatırlayamayıp utandığımız eski ahbaplar gibi...

Nerelere girip çıkmışız, kimlere neler söylemiş, nelere kızmış, nelere gülmüşüz; başbaşa kaldığımız bilgisayar ekranında bir filmin “flashback”i gibi parlayıverecek gözümüzün önünde.

Neler yaşadığımıza dair dost meclislerinde, akraba sohbetlerinde, aile içinde konuşulmayan, bilinmeyen dosyaları bulacağız; bir gece bambaşka cümleleri için araladığımız geçmişimizden...

Biz ve bizden sonraki nesiller farklı yaşayacaklar geçmişi. Onlar herşeyi tavan aralarında, tozlu raflarda, albümlerde, eski bir kitabın arasında, eski bir dostun gözlerinde, eski sokaklara sinmiş kokuda, eski evlere sinmiş renklerde bulurken, biz bambaşka yerlerde bulacağız.

Belki herkesin ulaşabileceği, ama puzzle’ın diğer parçalarına sahip olmadığı için resmi tamamlayamacağı kırık dökük hatıralarımız olacak.

Gelecek kadar, geçmiş de değişecek, bir gün.

Ama hayat özde hep dün, bugün ve yarın üçgeninde yaşanıp gidecek.

14.06.2007

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Hürriyet rüzgârının önüne geçilmez



Hürriyet, insan fıtratına yerleştirilmiş en yüce ve en mukaddes duygulardan birisidir. Yücedir, çünkü insan hürriyeti uğruna canını fedâ etmekten çekinmez. Tarihte en uzun ve kanlı savaşlar hürriyet mücadelesi için verilmiştir. Günümüzde de aynı amaç için verilen mücadeleler devam etmektedir. Kaba kuvvet ve şiddetle bu duyguyu ortadan kaldırmak mümkün değildir. Geçici bir süre için hürriyet duygusu baskı altına alınsa da, uzun süre istibdadı devam ettirmek mümkün değildir. Tarihte bunun pek çok örnekleri görülmüştür.

Hürriyet mukaddes bir duygudur, yani imanın bir şubesidir. Hürriyeti uğruna canını verenler şehit mertebesini kazanırlar. İnsanın hür olması, Allah’a karşı olan kulluğunu en iyi şekilde yerine getirmesi açısından mukaddestir. Ancak hür insan kulluğun gereklerini vicdan huzuru ve gönül rahatlığı içinde yerine getirebilir. İnsanın inancına ve ibadetine müdahale edilen yerde, kulluk vazifesini tam olarak yerine getirmek mümkün değildir.

Halık’a kul olan, mahlûkata kul, köle ve esir olmayacaktır.

Hürriyet, bir aşktır, bir sevdadır. İnsan bu aşkın zevkini idrak ettikçe, ona kavuşmak için kendini ateşe atmaktan çekinmez. Bir pervane gibi ateşin içine dalanlar, gerçek hürriyet sevdalılarıdır. Bediüzzaman gibi bir müceddit, hayatı boyunca hürriyet uğruna mücadele veriyor, en ağır şartlara tahammül ediyor, o sevda ile yanıp tutuşuyor. Kendisine hürriyet konusu sorulduğunda şöyle diyor: “Yirmi seneden beri onu, hattâ rüyalarda takip eden ve o sevda ile herşeyi terk eden birisi, size güzel cevap verebilir.” Demek ki hürriyet bir sevda, bir aşk, bir tutku olarak en âmiden en âlim insana kadar herkesin en büyük ihtiyaçlarından birisidir.

Hürriyet, önüne geçilmez ve set çekilmez bir duygudur. Sevda ateşiyle yanıp tutuşanlar, canlarını bile düşünmezler. Başka zarûrî ihtiyaçlarına önem vermezler. Yine Bediüzzaman, “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” diyerek, hürriyetin diğer zarûrî ihtiyaçlardan önce geldiğini ifade etmiştir. Namık Kemal ise, “Ne efsunkâr imişsin ah ey didar-ı hürriyet / Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esaretten” diyerek, hürriyete esir olmanın esaretten kurtulmak olduğunu ifade etmiştir.

İnsan hür olarak doğduğu gibi, hür olarak yaşar ve yine hür olarak ölmek ister. Ölüm döşeğindeki bir insan bile esareti kabul etmez. “Nasıl olsa ölüyorum, esir veya köle olsam ne fark eder” diye düşünmez. Son nefesini hür olarak vermek ister. Bu duygu, insan fıtratındaki engellenemez duygulardan birisidir. Yani hiçbir şekilde onu bastırmak, ortadan kaldırmak mümkün değildir.

İnsanlığın medeniyet seviyesi yükseldikçe, hürriyet rüzgârları daha şiddetli esmektedir. Nitekim Fransız İhtilâli ile bu rüzgâr fırtına halini almış, önüne çıkan krallık ve burjuva rejimlerini yıkıp geçmiştir.

Yirminci yüzyılın başına Bolşevik İhtilâli ile kurulan Sovyetler Birliği de, istilâ ve istibdat üzerine kurulduğu için, hürriyet rüzgârları karşısında ancak 70 yıl kadar dayanabilmiştir. Dünyanın en büyük silahlı gücüne sahip olan kızıl ordu, “fıtrî meyelan” olan hürriyet fikrini daha fazla bastıramamış, hürriyet rüzgârları demir perdeleri parçalayıp beton duvarları yıkmıştır.

İnsanların inanç, ibadet ve kılık kıyafet tercihleri de temel hak ve hürriyetlerdendir. Bunları baskı altına almak ve insanlara istemediği bir hayat tarzını zorla kabul ettirmek de mümkün değildir. İnsan ruhundaki hürriyet duygusu buna müsaade etmeyecektir.

Fıtratın önüne geçilemeyeceğini bir avuç su bile ispat etmektedir. Suyun fıtratında, donduğu zaman genişleme meyli vardır. Bir avuç suyu demir bir gülle içine koyup dondursanız, suyun genişleme meyli karşısında demirin parçalandığını görürsünüz. İnsandaki hürriyet arzusu da, her türlü istibdat kalıplarını parçalama gücüne sahiptir. Hürriyet rüzgârı karşısında hiçbir güç, uzun süre ayakta kalamayacaktır.

Namık Kemâl’in şu beyiti ile son vermek istiyorum:

“Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı hürriyet?

Çalış, idrâki kaldır, muktedirsen âdemiyetten!”

14.06.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Hamasland ve Fetihland



Pakistan’da yayınlanan Dawn gazetesinden Necmeddin A. Şeyh ‘Ferment in Muslim World’ yazısında İslâm dünyasının kaynama noktasında bulunduğunu yazıyor. Soğuk Savaştaki kaynama yıllarıyla ilgili, ünlü Mısırlı gazeteci Muhammed Haseneyn Heykel’in ‘Senevatü’l galeyan’ adlı kitabını hatırlarım. Ama Soğuk Savaş sonrası galeyan yılları Soğuk Savaş yıllarındaki galeyanı aratacak gibidir. Sözgelimi, Ürdün Kralı Abdullah 2007 ile ilgili öngörülerinde üç bölgede iç savaş beklentisini dile getirmişti. Bendeniz de ‘Üç savaş ve bir darbe’ başlıklı yazımda konuya enine boyuna temas etmiştim. Yeniden kaseti başa saracak ve Ürdün Kralı Abdullah’ın sözlerini hatırlayacak olursak, Irak, Filistin ve Lübnan’da iç savaş beklentisi kısmen de olsa gerçek çıktı. Irak Başbakanı Maliki Negroponte gibi Amerikalı misafirlerine artık iç savaşın ve Sünnî-Şiî kavgasının önüne geçtiklerini söylüyordu ki, Samarra’daki Şiîlerce kutsal addedilen Hasan Askeri Türbesine ikinci saldırı geldi ve mezarın minareleri yıkıldı. Türkiye’de pek dikkat çekmese de, bundan bir iki hafta önce de Şah-ı Geylânî Türbesi benzerî bir saldırıya maruz kalmıştı. 2006 Şubat’ında yaşanan ilk saldırıdan sonra Şiî-Sünnî çatışmaları ülke geneline yayılmış ve Şiîler birçok Sünnî camiine el koymuşlardı. Binlerce insan da bu kör döğüşüne kurban gitmişti. Son sıralarda Irak’ta Şiî-Sünnî gerilimi düştü bunun nedeni İran’ın bu yöndeki talimatlarıdır. Zira ABD ile hesaplaşma günü yaklaşırken, bir de bölgedeki Sünnîlerin öfkesini üzerine çekmek istemiyordu. Yani ölüm mangaları faaliyetlerine ara vermişlerdi. Ama birileri bunun devamını istiyor olmalı ki, Şah-ı Geylânî Türbesinden sonra yine Hasan Askeri Türbesi ikinci saldırıya maruz kaldı. Ürdün Kralı Abdullah’ın söylediği gibi, Lübnan’da bir iç savaş provası yaşanıyor. Feth’ül İslâm ile ordu arasında yaşanan çatışmaların anlamı bu. Henüz Hizbullah ile Sünnîler veya ordu arasında çatışma çıkmasa bile, ansızın başlayan Feth’ül İslâm ile ordu çatışmaları Lübnan’ın her türlü ihtimale açık olduğunu gösteriyor.

***

Ürdün Kralı Abdullah’ın söylediği üçüncü alan ise, Filistin’di. Mekke Mutabakatı ile kardeş kanı durduruldu, ama yenilenen çatışmalarla birlikte ortada mutabakat falan da kalmadı. Mekke mutabakatı yıkıldı. Ve Filistin’in üç parçaya bölünme ihtimali giderek artıyor. Referans gazetesi bunu açık bir şekilde yazdı. HAMAS Gazze’yi ele geçirmeye çalışıyor, El Fetih ise Batı Şeria’ya el koymanın hesaplarını yapıyor. HAMAS, Gazze’deki Fetih’e ait silâhlı gruplardan silâhlarını Cuma gününe kadar teslim etmelerini, aksi halde operasyonla karşılaşacaklarını duyurdu. Fetih bunun bir darbe olduğu görüşündedir. Böylece daha önce Gazze ile alâkalı olarak yakıştırma olan ‘Hamasland’ ifadesi gerçeğe bürünmüştür. Ne yazık ki, böyle. Burada Fetih ve HAMAS’ın ikisi de eşit derecede kabahatli. Fetih tamamen kurucu örgüt olarak Filistin’in rantını yemeye adadı kendisini. Zamanla yozlaşarak siyasî bir kabile haline dönüştü. Bu itibarla, Edward Said bunu yıllar önce gördü ve Arafat için Butelezi ifadesini kullanırken Fetih’in hakim olduğu alana da Bandustan tabirini uygun gördü. Bugün itibarıyla geriye baktığımızda Arafat’ın rüyasının bir Filistin devletinin olduğunu görüyoruz, ama bu fiiliyatta Bandustan’a dönüşmüştür. Yöntem yanlışlığı Filistinlileri Filistin devletine değil, Bandustan’a çıkarmıştır. Hayal, ancak doğru yöntem kullanılırsa gerçek olur. Aksi taktirde serap ve harap olur. İkinci kademe de, HAMAS’ın silâhlı bir örgüt haline gelmesi de temelden hatalı bir davranıştı. İkinci olarak, hükümeti teşkil edecek şekilde siyasete asılması ve onun sonucunda iktidara gelmesi de siyasî projesinin gerçeklerden kopuk olduğunu belgelemiştir. Gerisini de İsrail ile uluslararası camia tamamlamıştır. Bu meyanda, The Independent gazetesinin tespiti çok manidardır: Uluslararası camia boykot ile Filistin’de umutsuzluk ve çaresizlik meydana getirmiş ve bu da çatışmaları tetiklemiştir. HAMAS bunu ya görmemiş, ya da görmek istememiştir. HAMAS’ınki maalesef erken doğum olmuştur.

***

Bütün bunların muhassalasında şimdi Filistin toprakları üçe bölünmekle karşı karşıya. 1948 topraklarında İsrail. Batı Şeria’da ise İsrail ve Ürdün’e bağımlı bir Fetihland. Gazze’de ise dünyaya tümden kapalı bir HAMASLAND. Peki taraflar neyi paylaşamıyorlardı? Kaç defa “kırmızı çizgimiz kardeş kavgasıdır” dediler. Demek ki sözlerin fazla ehemmiyeti yok. Önemli olan uygulama. Ve bakıyorsunuz taraflar birbirlerine İsrail kadar kötü muamele ediyor. Fetih sözcüsü Daniel Pipes’ı aratmıyor. Mahir Mikdat, HAMAS’ı Kaide’ye benzetiyor ve onun Gazze’de bir hilafet devleti kurmaya hazırlandığını ileri sürüyor. Dolayısıyla İsrail’le ortaklığını ilan etmiş oluyor. Yasir Abid Rabbo gibiler de HAMAS’ı İsrail’e şikâyet ediyorlar. Ama dediğim gibi, meseleye HAMAS gözlüğüyle bakmak da yanlışın öteki yüzüdür. Demek ki, hedef kadar yöntem de önemlidir. Doğru yöntemden mahrum olanlar hedeflerine ulaşamazlar.

14.06.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Bilirler, ama söylemezler



Bilenler konuşmayınca, meydan bilmeyenlere kalıyor. Artan terör hadiseleri sonrasında yapılan değerlendirmeler, vatandaşın kafasını iyice karıştırmış durumda. “Zaten maksat bu değil mi?” dediğinizi duyar gibi oluyoruz...

Yara çok derin ve acıdır. Yıllara dayanan bir ihmalin, geçmişte ekilen ‘anarşi tohum’larının neticeleriyle yüzleşiyoruz. Rüzgâr ekenin, fırtına biçmesinden daha tabiî ne olabilir? Keşke, yıllar yılı ısrarla ve inatla ‘rüzgâr’ ekilmesiydi.

Olan oldu ve bugün içinden çıkılması zor, ama imkânsız olmayan bir duruma geldik. O halde yapılması gereken akl-ı selim ile düşünmek, bilenlerin konuşması ve kalıcı çarenin sunulmasıdır. Aslında Türkiye’yi ‘idare’ edenler, yaptıkları onlarca yanlıştan sonra kalıcı çarenin farkına varmış olmaları lâzım. Ancak, ne hikmetse bu çareyi bildikleri halde ifade etmekten uzak duruyorlar.

12 Haziran 2007 Salı günü CNN Türk ekranlarında konuşan emekli bir general, (Gürkan Zengin’in ‘Editör’ programı) Güneydoğu halkının yanlış tanındığından bahsederek, bazı anekdotlar anlattı. Generalin dikat çektiği, çare olarak sıraladığı noktalardan biri de, bölgeye; bölge insanını tanıyan yöneticilerin tayin edilmesi gerektiği şeklindeydi.

Hadisenin temelinde bu yatıyor. Ne hikmetse, anarşiden muzdarip olan bölgeye tayin edilen yöneticiler, uzun bir dönem halkın hissiyatını dikkate almayan icraatlara imza atmışlardır. Son yıllarda nisbeten bu yanlıştan dönülmüş olsa da tam anlamıyla doğru tercihler yapıldığı da söylenemez.

Sıkıntının temellerine inildikçe, sadece anarşiden muzdarip olan il ve ilçelerde değil, bütün Türkiye’de yöneticilerle yönetilenlerin kaynaşması gerektiği ortaya çıkıyor. Devlet-millet kaynaşması şeklinde ifade edilen nokta, çoğu zaman ihmal edilmiştir. Bugün çektiğimiz sıkıntıların önemli bir sebebi de budur.

Terörle mücadele edilirken; “Hak, hukuk, adalet ve insan hakları da gözetilsin” derken bunu ifade etmeye çalışıyoruz. Terörün kökünün kazınması, teröristlere yeni ‘eleman’ların katılmasını önlemek de ancak bu yolla temin edilebilir. “Dağa çıkıp silaha sarılmasınlar, düz ovada siyaset yapsınlar” tesbiti de bunun farklı bir ifadesiydi. Nitekim bu beyan, büyük ölçüde taraftar bulmuş ve toplumun bütün kesimlerince kabul görmüştür. Aynı tarihlerde ‘örgüt’e eleman akışının durduğu da ifade edilmişti. Yaşananlar, bu tesbitlerin ‘yanlış’ olduğunu ispat etmek için midir?

Doğruları hep tekrarlayacağız: Terörün panzehiri, kalıcı çaresi ‘kalplere yasakçı’ koymaktan geçer. Bu yol zor, uzun, ama kesin çaredir. “Biz zor değil, kolay yolu tercih edeceğiz” diyenler işi bu noktalara getirdi. Lütfen yanlışta ısrar etmeyelim, edenlere de gerçekleri hatırlatalım.

Arzu edilir ki, böyle önemli bir konuda Diyanet İşleri Başkanlığı da kalıcı yolun eğitim ve ıslah olduğunu hatırlatsın...

14.06.2007

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

'Musalla'da siyaset sallama



Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, neredeyse yüz yıl önce, günümüz siyaset anlayışının teşhisini çoktan koymuştu: Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır. Bu canavar, o alanda öylesine aşağılık, öylesine sefil, öylesine den’i bir karakter sergilemekte ki iyi niyetli, saf ve temiz duygularla siyaset yapanlar bile bunun çirkefinden, çamurundan kendilerini koruyamıyorlar. İstismar etmediği kutsal kavram, kullanmadığı sosyal değer kalmadı gibi.

Son şehit cenazelerinin istismarından ve çirkinliğinden bahsediyorum. Yüreği yanmış şehit yakınlarının gözleri önünde, canını, kanını vatan için feda etmiş masum şehidin tabutunun içinden olanları seyrettiği bir hengamda birileri nasıl da şehit edebiyatı, cenaze istismarı ve ölü tüccarlığı yapmakta hepimiz gördük. Rezaletin bu kertesi en alçak bir mezar soyguncusunu bile masum göstermekte. En azından cüz’îlik ve küllîlik açısından bile..

Hani böyleleri tabutuna konulmuş, bayrağına sarılmış, cenaze namazı kılınmış ve dualarla omuzlara alınmış vaziyetteyken, farzımuhal dirilecek olsa, tabutunun içinden doğrulup da “Ben ölmedim. Yanlışlıkla öldü sanıldım” dese, inanın o anda bu tip reziller o evladımızın ölmemesine sevinmek yerine “Hayır! Hayır! Sen öldün ulan! Yat lan! Sakın dirileyim deme! Seni gebertiriz! Şimdi dirilmenin zamanı mı?” diye yaygarayı basarlarsa, şaşmam doğrusu. Hatta ellerinden gelse, millete çaktırmadan tabutunda dirilmiş evladımızı bizzat kendileri öldürmeye teşebbüs dahi ederler.

“Yok yahu fazla abartıyorsunuz” diyen okuyucularıma geçmişteki siyasî cinayetlerde kimlerin, kimlere mal edilerek meydanlarda nasıl tabut dolaştırıldığını bir kez daha araştırmalarını tavsiye ederim. Bu gün bile somut değilse de soyut olarak ve sosyal boyutlarda nasıl bir “Şehit edilme zemini hazırlamalar” ve “şehit edilmeleri beklemeler” fırsatını dört gözle beklediklerini biraz dikkat ederseniz görürsünüz.

“Vatan, millet, Sakarya” edebiyatı, işte tam da burada masaddakını bulmakta. İttihat ve Terakki’nin siyasî komitelerinden kalma bu gelenek, her kritik dönemde karanlık emellere ulaşmak için, sosyal ve siyasal dengeleri değiştirmek için “ana” malzeme olagelmiştir. Yakın siyasî geçmişimizde de bunların örnekleri hâlâ tazeliğini koruyacak kadar canlı canlı durmaktadır. “Vatan haini” yaftasını önlerine gelene yapıştırmak üniformanın, silâhın, bayrağın, vatan toprağının arkasına gizlenerek millete hissettirmeden nice vatanperver insanı harcamak, bunların neredeyse en başta gelen özelliklerindendir.

Mafya dizilerinde , bin bir türlü entrika çevirip, rakip gördüğünü en umulmaz şekilde, en acımasız biçimde katlettikten sonra…

14.06.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Cemaat ruhunu canlı tutmak



“Mesleğimiz âzâmi ihlâstır; değil benlik, enaniyet, dünya saltanatı da verilse, bâkî bir mesele-i imaniyeyi o saltanata tercih etmek âzamî ihlâsın iktizasıdır”1 diyen Bediüzzaman Hazretleri, ihlâsa ne derece riâyet ettiğini hayatının her safhasında fiilen ispat etmiştir.

Özellikle harp içinde, avcı hattında, düşman gülleleri arasında Kur’ân-ı Hakîm’in tek bir âyetinin, tek bir harfinin, tek bir nüktesini o saltanata nasıl tercih ettiğini, düşman güllelerine aldırmamak, talebesi Habib’e “Defteri çıkar” deyip o nükteleri yazdırmak, ruhunu kurtarmakla açıkça gösterir. “Bu acip ihlâsı nereden ders almışsın?” şeklindeki soruya iki örnekle cevap verirken de birinci olarak cemaatle namazı nazara verir.

Herşeye rağmen Bedir Savaşında cemaatle namaz kılmayı terk etmemiştir Peygamberimiz (asm). Düşman hücum ettiği halde cemaatten hissesiz kalmamak için, mücahitlerin yarısı silâhını bırakıp cemaate yetişmiş, iki rekat kıldıktan sonra onlar cihada gitmiş, diğerleri de yine cemaat sevabına ulaşmak için namaz kılmaya gelmişlerdir.

Halbuki cemaatle namaz kılmak sünnettir. Üstelik savaşta cemaatle kılmamaya ruhsat vardır. Ama Resûl-i Ekrem (asm) cemaatle namaz kılma gibi bir sünnete uymayı dünyanın en büyük hadisesi olan savaşa tercih etmiştir.

Mesleğini ihlâsa oturtan Bediüzzaman da harp cephesinde Kur’ân’ın tek bir âyetinin, tek bir harfinin nüktesini yazdırmayı dünyanın en büyük hadisesi olan savaşa tercih etme dersini Resûl-i Ekrem’in (asm) bizzat gösterdiği bu olaydan ders almış, ona bütün ruh u canıyla uymuştur.1

Demek hayatın en kritik ânında, ölüm kalım savaşında bile terk edilmiyor cemaatle namaz. O halde çok önemli bir sünnet. Bediüzzaman bunu anlatırken de bir eserinde cemaatteki sırra dikkat çeker.2 Cemaatle kılınan namaz ve sâir ibadetlerde, herbir fert kendi başına kazandığı sevaptan daha fazlasını cemaatle kıldığında kazanmaktadır. Herbiri diğerlerine duâcı, şefaatçi olmakta ve günahlardan arınması için Allah’tan talepte bulunmaktadır. Yine herbiri arkadaşının mutluluğundan zevk almakta, kulluk şerefine nâil ve ebedî saadete aday olmaktadır.

İşte mü’minler arasında cemaatler sayesinde meydana gelen şu yüce manevî dayanışma ve yardımlaşmayla insan yeryüzünün halifesi olmaya, o büyük emaneti omuzlamaya ve saygıya lâyık olduğunu fiilen göstermektedir.

Dipnotlar:

1- Emirdağ Lâhikası, 2:459.

2- Mesnevî-i Nuriye, s. 201.

14.06.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Siyasî ölçü, hürriyet mi, ehven-i şer mi?



Kimisi Bediüzzaman’ın, demokratları destekleme kriterinin “hürriyet” değil, “ehven-i şer” olduğu iddiasında. Böylece kendilerine veya çevrelerine, demokratların dışındaki partilere girme, onları destekleme fetvası çıkarıyorlar! Oysa, Bediüzzaman’ın siyasî temel kriteri, “ehven-i şer” değil, “iman”dır. Hürriyeti de imanın özelliği olarak nazara verir. Dolayısıyla siyasî yaklaşımı da “hürriyet/demokrasi” ve buna ilave olarak “liyakat”tir. “Ehven-i şer”, davranış biçimi ve teferruatla ilgilidir. İman ve hürriyet ise bir esastır.

Bu dünya imtihan dünyası ve hürriyet üzerine kurulmuştur. Dolayısıyla, İslâm’da cebir, zorlama yoktur. Said Nursî, şeriatın, yâni İslâmın getirdiği hürriyetin, Cenâb-ı Hakkın Rahman ve Rahîm isimlerinin bir ihsanı ve “imânın bir özelliği”1 olduğuna; Asr-ı Saadette görüldüğü gibi, iman ne kadar

mükemmel olursa, o derece hürriyetin parlayacağına,2 işâret eder. Hakikat ilminde hürriyet “kulluğun son mertebesi; nefse kul olmaktan kurtulup Allah’a kul olma idrakine erme, yalnız Ona kulluk ederek kavuşulabilen üstün derece”3 diye anlatılır. Allah’a karşı gerçek kul olmanın yolu; müstebit insan ve nefislere karşı hür olmaktan geçer: “Asıl mü’min hakkıyla hürdür. İmân bağı ile, şu âlemin sanatkârı olan Allah’a, abd ve hizmetkâr olan, halka tezellüle tenezzül etmemesi gerekir.”4 Ve mü’min, “gıybet, dedikodu, tecessüs” gibi sözlü şiddetten, eziyet ve zulümden dahi men edildiğinden, asla başkalarının hak ve hukukuna tecavüz etmez, dolayısıyla baskı ve istibdattan uzak kalır.

İslâm’ı, diğer dinlerden ayıran en önemli kavramlardan birisi hürriyettir. Müslüman, Allah’tan başka hiçbir şeye kölelik etmeyerek hürriyetin doruğuna ulaşır.5 Hiç şüphesiz fikir, din ve vicdan hürriyeti, insanlığın en önemli değerlerindendir. Bunların da bânisi İslâmiyettir. Kur’ân, herkese, hatta ateistlere de “inançsızlık hürriyeti” tanımıştır. Çünkü, insanlık, ancak “inanç hürriyeti” ile (hangi yönde olursa olsun) ortaya çıkar. İster inancı olsun, ister olmasın herkes inancında veya inançsızlığında şâhâne serbesttir:

“De ki, bu Kur’ân, Rabbinden gelen bir haktır. Dileyen iman etsin, dileyen kâfir olsun.”6 “Dinde zorlama yoktur.”7 Böylece, geniş bir hürriyet ufku açar ve isteyene de istediği gibi “inanç veya inançsızlık hürriyeti” verir. Allah, kullarını kendi tercihlerinde serbest bırakmıştır. Hiç kimse, hiçbir zaman, başka bir kimseyi düşünce ve inançlarından dolayı kınayamaz. Peygamberlerin bile bu noktada bir imtiyazları yoktur. Onlar, bekçi, gözetleyici, hidayete erdirici değil; yalnız tebliğ edicidirler.

Ancak, gerçeğin, gayet yumuşak ve güzel bir üslûpla anlatılması istenir. Başkasının hakkına tecavüz etmeyen, genel ahlâka aykırı olmayan hareketler, yaşama tarzı da yasaklanamaz. Hanefî hukukunda, mahkeme ve görevliler dışında, hiçbir şahıs, başkasının yanlışını, “kuvvet, şiddet” kullanarak düzeltme hakkına sahip değil. Şâyet buna teşebbüs ederse, suç işlemiş olur! Zaten hürriyet olmazsa, imtihanın, dünyaya gönderilişin sırrı kalkar. Baskıcı, zorlayıcı bir anlayış, cebriyecidir.

İnanç bazında, hürriyetin sınırı yoktur. İsteyen istediği gibi düşünür, istediğine inanır, istediği gibi hareket eder. İslâmiyet, insana kâinat çapında din, vicdan, inanç, fikir hürriyeti tanımıştır. Ancak, her şeyde olduğu gibi, hürriyetin de belli sınırları olması açıktır. İnsan Allah’ın kulu, hürriyet de ona Cenâb-ı Hak’kın bahşi olduğuna göre, sınırlandıracak olan da ancak O’dur. İslâm, düşünce hürriyeti, akıl yürütme hürriyeti, araştırma hürriyeti gibi, her türlü hak ve hürriyeti şahane bir sûrette tanımıştır. Hattâ, “menfî, kötü düşünce” bile, fiile aksetmediği müddetçe serbest bırakılmıştır. Evet, Şeriat; adâlet, eşitlik ve hürriyeti bütün levâzımatıyla içine alır.8

Hatta, inançta da tek kalıp, tek tip yoktur. Ehl-i Sünnet’in itikadî mezhebi ikidir: Eş’arî, Maturidî. Evet, bunlar aynı hedefe varmakla, farklı bir tarz olmakla beraber, farklı inanma yöntemlerini gösterir.

Dipnotlar: 1- Hutbe-i Şâmiye, s. 67.; 2- Münazarat, s. 59.; 3- D. Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, İst. 1996, s. 506; Dr. Hasan AKAY, İslâmî Terimler Sözlüğü, İst. 1991, s. 142.; 4- Münâzârât, s. 58-59.; 5- Doç. Dr. Abdülaziz Bayındır vd., Kur’ân’da Evrensel Hoşgörü, Nesil, İst., 1997, s. 151.; 6- Kehf, 29.; 7- Bakara, 256.; 8- Divan-ı Harb-i Örfî, s. 84.

14.06.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Siyasette medya faktörü



Mahalli olsun, ülke genelinde olsun, periyodik yayın yapan hemen bütün gazetelerin siyasetle bir şekilde münasebet bağları var.

Bu, dün olduğu gibi bugün de böyledir. Bugün için, gazetelere radyo, televizyon ve internet yayıncılığı da eklenmiş bulunuyor.

Dolayısıyla, bilhassa günümüzde medya–siyaset iletişimi ve etkileşimi kaçınılmaz bir vak'aya dönüşmüş durumda.

Bununla birlikte, hemen bütün medya kuruluşlarının kendilerine mahsus bir "siyasî eğilimi" de söz konusudur.

Bu da bir realitedir ve normal ölçülerde kalmak şartıyla buna ancak saygı duyulur.

Kim ki bu realiteyi inkâr eder ve meselâ "Falan gazete, filan televizyon kanalı tamamen tarafsızdır, herhangi bir siyasî eğilimi kesinlikle yoktur" derse, o kimse hakikati ketmetmekle kalmaz, aynı zamanda inandırıcılığını da kaybeder.

Demek ki, özellikle günlük çıkan ve genel anlamda yayın yapan hemen bütün medya organlarının kendilerine mahsus bir siyasî temayülü vardır. Bunu böyle kabul etmek durumundayız ve de yadırgamamalıyız.

Yadırganacak olan bir nokta varsa, o da yayın politikasını kelimenin tam mânâsiyle "tarafgirane" bir tonlamayla sürdürmektir. Yani, meselâ kendi tarafında olanları şeytan bile olsa melek gibi görmek ve karşı taraftaki insanları ise melek gibi olsa bile şeytan gibi görmek ve öyle göstermeye çalışmaktır.

Seçim atmoferi içine girdiğimiz şu son haftalarda, mutedil bilinen bazı basın–yayın organlarında, bu tarafgirlik marazının hiç umulmadık ve hiç beklenmedik derecede öne çıkmasından son derece üzüntü duyduğumuzu burada ifade etmek ister

Bazı tesbitler

Türkiye'deki bazı büyük basın–yayın kuruluşlarının Halk Partisini her halükârda desteklemiş oldukları bilinen bir gerçek.

Kimilerinin "mâlum basın", kimilerinin "kartel medyası" dedikleri bu mevkutelerin tavrı, oldum olası böyledir.

Bu büyük basın kuruluşlarından hemen hiç biri, 1946'da kurulan ve on yıllık bir hükûmet devresinden sonra kanlı bir darbe ile iktidardan uzaklaştırılan Demokrat Partiye taraf olmamış, demokrasi adına olsun ciddî bir destek vermemiştir. Aksine, bu gazeteler hemen her fırsatta Demokratların aleyhinde yayın yaparak onu acımasızca eleştirmiş ve yıpratmaya çalışmıştır. Zira, gerek sahipleri ve gerekse çalışanlarının (özellikle yazarlarının) çoğu Halk Partisi zihniyetini taşıyordu: Hürriyet, Milliyet, Akis, Ulus ve Cumhuriyet gibi mevkuteleri bu cümleden kaydetmek mümkün.

DP'ye taraf durumdaki tek gazete ise, nisbeten zayıf kadrolu ve düşük tirajlı olan Zafer gazetesiydi.

* * *

Öte taraftan, aynı dönemde yayın hayatına atılan ve muhafazakâr kitle üzerinde mühim tesirler icra eden "dinî tandanslı" gazete ve mecmualara baktığımızda da, Demokratlara karşı yine benzer bir muhalefet ve yıpratma kampanyası yürüttüklerini görmekteyiz.

Özellikle 1950'li yıllarda yayın yapan meselâ Büyük Doğu, Sebilürreşad, Serdengeçti, Büyük Cihad gibi dinî mecmua ve ceridelerin siyasî görüş ve düşünceleri büyük oranda Millet Partisi odaklıydı.

Dinî duygu ve hassasiyetleri tartışmasız şekilde kabul ettiğimiz bu mevkuteler, bilhassa 1952'de Malatya'da vuku' bulan "Yalman hadisesi"nden sonra bütünüyle ve çok acımasız bir şekilde Demokrat Partiyi tenkit etmeye başladılar.

Başını Necip Fazıl, C. Rıfat Atilhan, Eşref Edib ve Osman Yüksel Serdengeçti gibi dindar zatların çektiği bu muhalefet cephesi, günden güne gelişerek, Demokratlara tam muhalif ve muarız partileri açıktan açığa destekleme noktasına kadar gelip dayandı.

Değişik tarihlerde DP'ye karşı yaptıkları alenî tezyif, tahkir ve hatta tekfir derecesindeki neşriyat ve faaliyetleri sebebiyle, zaman zaman mahkemelik oldular, cezalık duruma düştüler.

Bu gibi durumlar, milliyetçi–muhafazakâr kesimin Demokratlara karşı olan kin, hiddet ve öfkesinin daha da kabarmasına sebebiyet verdi.

Öyle ki, Demokratların kanlı 27 Mayıs Darbesiyle iktidardan devrilmesini dahi büyük sevinç ve memnuniyet hissiyle, hatta gösterisiyle karşıladılar.

* * *

1960'tan sonra ise, yayın hayatını sürdüremeyen dinî mecmualar, cerideler oldu. Bu kesimden olup neşriyata devam edenler ise, yine hiçbir zaman ve hiç bir şekilde Demokratın devamı mahiyetindeki partilere yönelmediler, destek vermediler; tam aksine aleyhteki tutumlarını aynen devam ettirdiler.

1960'lı yılların sonlarında neşir hayatına başlayan İttihad ve Yeni Asya gazetelerini, diğerlerinden ayırmak ve istisna tutmak gerekir.

Ayrıca, o günlerin Tercüman gazetesi de, bir yandan Demokratları desteklerken, bir yandan da milliyetçi partilere arka çıkıyordu.

Günümüzde durum

Günümüzdeki medya tablosuna baktığımızda ise, ana hatlarıyla şöyle bir manzarayla karşılaşmaktayız:

Vaktiyle Halk Partisini destekleyen mâlum medya, menfaati icabı ara ara iktidara yaranmacılık rollerini oynamakla beraber, yine aynı tarz üzere yayın yapmaya devam ediyor.

Mütevazı imkânlarla neşriyatını sürdüren Yeni Asya'nın tavrında da herhangi bir kırılma, bozulma söz konusu değil. Bu camia, dün olduğu gibi bugün de Demokrat çizgide sebat edip hizmetini aynen sürdürüyor.

Yeni Tercüman gazetesi ise, bugün için tamamiyle milliyetçileri destekliyor ve normal haberlere varıncaya kadar hemen bütün yayıncılık faaliyetini tarafgirlik esası üzerine bina etmiş bulunuyor.

Vaktiyle Millet Partisi ve türevlerini/versiyonlarını destekleyen mevkutelerin devamı mahiyetinde gördüğümüz günümüzdeki dinî tandanslı medya grupları ise, mutlak ekseriyetle AKP'yi destekliyor.

Polemiğe girmemek için isimlerini burada tek tek saymayı doğru bulmuyoruz. Ancak, bunların evveliyatına bakın ve mâzideki siyasî kökenlerine inin, hemen umumiyetle karşınıza Büyük Doğu, Serdengeçti, Sebilürreşad, Yeşil Bursa, Hür Adam, Büyük Cihad gibi dinî/siyasî mevkutelerin çıktığını göreceksiniz.

Bu kıymetli mecmuaların dinî tarafına diyecek herhangi bir sözümüz yok; hassastırlar, samimidirler. Fakat, siyaset noktasında ne geçmişte bunlarla aynı kulvarda bulunduk, ne bugün için onlarla aynı paralelde düşünmekteyiz. (NOT: Üstad Bediüzzaman'ın "...Ruh u canımızla onları takdir ve tahsin edip onlarla dostuz ve kardeşiz–fakat siyaset noktasında değil" sözünü tahattur ediniz. Emirdağ Lâhikası, s. 281.)

Hâsılı, medyanın siyasetteki etkili rolünü bilmek gerektiği gibi, hangi medya unsurunun hangi kökten geldiğini ve hangi damardan beslendiğini de bilmekte büyük fayda var.

14.06.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Bir elif ve bir nokta: Ene ve zerre



Mahmud Bey:

*“Ene ne demektir? Bu zamanda enenin tahribâtından nasıl kurtulunur? Ene ile zerre konularının Risâle-i Nur’da aynı risâlede toplanmış olmasının hikmeti nedir?”

Risâle-i Nur’dan Otuzuncu Söz “ene”ye ve “zerre”ye tahsis edilmiştir. Birinci Maksadda ene’nin mâhiyeti ve gizli bilinmeyenleri, İkinci Maksad’da ise zerrenin mâhiyeti ve gizli bilinmeyenleri hârika bir biçimde ortaya konmuştur.

Üstad Hazretleri ene’yi, “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik; hepsi de onu yüklenmekten kaçındılar. Ve ondan korktular. İnsan ise onu yüklendi. Gerçekten insan çok zâlim ve câhildir”1 âyetinin tefsiri mahiyetinde ele alır; zerre’yi de, “İnkâr edenler, ‘Kıyâmet başımıza gelmez’ diyorlar. Sen de ki: ‘Evet. Gaybı bilen Rabb’ime yemin olsun ki, başınıza gelecektir. Ne göklerde ve ne yerde zerre kadar bir şey O’ndan uzak kalmaz. Bundan küçük veya büyük ne varsa hepsi apaçık bir kitapta yazılmıştır’2 âyetinin tefsiri sadedinde inceler.

Bedîüzzaman Hazretlerine göre göklerin, yerlerin ve dağların yüklenmekten çekindiği ve korktuğu emanetin bir ferdi ene’dir. Yani benliğin sorumluluk ruhudur. Öyle ki, ene (benlik) Hazret-i Âdem’den (as) şimdiye kadar insanlık âleminin etrafına dal budak salan hem nûrânî bir Tûbâ ağacının, hem de dehşetli bir Zakkum ağacının çekirdeği hükmündedir. Birer gizli hazine olan Allah’ın isimlerinin anahtarını uhdesinde taşıyan ene, kâinatın gizli bilinmeyenlerini de açabilecek hüviyette iken; başına buyruk bırakıldığında vahşetin, canavarlığın ve dehşetin resmini çizebilen bir yüz karası olabilmektedir. Yâni insanın mâneviyât ağacı hayırda “ene” üzerinde yükselmekte; şerde de “ene” sebebiyle kurumakta, sönmekte ve dökülmektedir. Yani insan “ene” ile hem kazanmakta, hem kaybetmektedir. Kendine güvenen kaybetmekte, kendini Allah’a veren kazanmaktadır. Benliği ile gururlanan kaybetmekte, benliğini Allah’a kulluk makamında eriten kazanmaktadır. Kendisine var diyen gerçekte yokluğu, kendisini Allah için yok sayan gerçek varlığı bulmuş olmaktadır.

Üstad Saîd Nursî’ye göre kâinatın anahtarı insanın elindedir. Yani nefsine takılmıştır. Kâinatın kapıları görünüşte açık gibi zannedilmekte ise de, hakikatte kapalıdır. Cenab-ı Hak insana emanet cihetiyle “ene” namında öyle bir anahtar vermiştir ki, insan onunla âlemin bütün kapalı kapılarını açabilmekte, öyle sırlı bir enâniyet vermiştir ki, Allah’ın gizli hazinelerini onunla keşfedebilmektedir. Fakat ene’nin kendisi de müşkül bir bilinmeyendir, dehşetli bir anlaşılmayan denklemdir. Ene’nin hakikati, mahiyeti ve yaratılış hikmeti bilinse, kendisi açıldığı gibi, kâinatın gizli kapıları da açılabilecektir. Bu bahis, ene’yi bize açıp keşfetmektedir.

Zerre ise; kâinatın maddî plânda en küçük yapı taşıdır, baş döndürücü hareketiyle var oluş sırrını mahiyetinde barındırmaktadır. Üstad Bedîüzzaman’a göre zerrelerin hareketleri, Allah’ın kudret kaleminin kâinat kitabına yaratılış âyetlerini yazarken çıkardığı titreşim ve cızırtıdan başka bir şey değildir. Gayb âleminden olan her şeyin geçmiş aslında ve gelecek neslindeki intizamlara kaynaklık edecek ölçüde, Allah’ın emirlerinin imlâsından ve yazılımından gelen hareketler ve heyecanlar, zerreleri sür’atle dönmeye ve titreşime sevk etmektedirler.3

Ene’nin, insanın manevî varlığının en küçük yapı taşı; zerre’nin de kâinatın ve insanın maddî varlığının en küçük yapı taşı olduğunu dikkatimizden uzak tutmamalıyız. Ene bir “elif” olarak aynı dersin birinci bölümünde; zerre de bir “nokta” olarak ikinci bölümünde ele alınmış, Kur’ân-ı Hakîm’in âyetleriyle kâinâtın tılsımı ve var oluşun gizli sırları her iki bahiste farklı açılardan keşfedilmiştir.

Dipnotlar:

1- Ahzâb Sûresi, 33/72

2- Sebe’ Sûresi, 34/3

3- Sözler, s. 494-513

14.06.2007

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Çevremiz



Dünya, hatta bir anlamda kâinat, bize eksiksiz ve mükemmel mânâda emanet edildi.

Son yüzyılın en önemli aksaklığı, çevrenin temiz tutulmayışıdır.

Küresel ısınma, çevre felâketi, verilerin yerli yerinde kullanılmayışı bir çok aksaklığı da beraberinde getirdi.

Eşyayı, yeryüzünü, gökyüzünü, yer altını gerçek anlamı ile kullanamadık.

Bu yalnız ülkenin değil, bütün kıtalarda yaşayan insanların ortak sorumluluğudur.

Emanet olan dünya, ona hıyanet etmeden kullanılmalı.

İnsanların bulaşık ve bulanık elinin ulaştığı her yer kirleniyor, asliyetini yitiriyor.

Bakın dünyanın haline, şehirler gazlar ve kimyevî maddeler ile çok dehşetli bir şekilde kirleniyor.

Oysa Cenâb-ı Hak bu âlemi bize, yani insanlara, bir emanet ve bir sorumluluk duygusu içinde kullanmak üzere sundu.

Tâ ki şükredelim, tâ ki onu bir gül goncası gibi muhafaza edelim diye.

Ne adına?

Kur’ân’ın bir özeti olan “Bismillahirrahmanirrahim” adına.

Yani:

“Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adına”. Çünkü, mülk O’nun.

Biz ise bu handa misafiriz.

Misafir, ev sahibinin talimatı ile hareket eder.

14.06.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

"Emekli"lerin ne konuştukları önemli



Başbakan Recep Tayyip Erdoğan son günlerde artan “terör” olayların ardından, “terör zirvesi” öncesi konuştu.

Özellikle altını çizdiği bir madde vardı:

“Emekli paşalar televizyon televizyon dolaşıp hükümete karşı saygı sınırlarını aşan ifadeler kullanmak suretiyle toplumda psikolojik olumsuz hava oluşturmanın gayreti içine giriyor. Bunlar hoş değil. Toplumda gerginlikleri ortadan kaldıracak, toplumsal barışı tesis edecek sevki idare noktasında bize yardımcı olmaları gerekirken, bakıyorsunuz devamlı tahrik, devamlı tahrik...” (Basın)

Konuşan “emekli general”ler bu söz üzerine Başbakan Erdoğan’a bir gazete aracılığıyla “yanıt” veriyor...

Emekli Tuğgeneral Armağan Kuloğlu:

“Bizim görevimiz toplumu provoke etmek değil, doğru bilgilerle donatmak, paylaşmak, yol göstermek... Emekli olduktan sonra 8 yıl strateji merkezlerinde çalıştım. Ayrı bir tecrübe de edindim. Bilgi ve birikimimle değerlendirme yapıyorum.”

Emekli Tümgeneral Osman Özbek dertli:

“Bizler birer vatandaşız. Emekli olmuşuz, sivil vatandaşız. Konuşma özgürlüğümüzü kullanabiliriz. Kanalların çoğu da bize kapalı. Medya baskı altında. Her televizyonda çıkıp görüş veremiyoruz.”

Emekli Orgeneral Kemal Yavuz:

“Hiç kimse başka bir unsura karşı, durup dururken antipati ya da sempati duymaz. Emekli paşalar da bu ülkenin bir vatandaşı... Bir vatandaş olarak ben de düşüncelerimi ifade ediyorum. Bu olumlu düşüncelerde olur, olumsuz düşünceler de olur. Neyi görüyorsak onu söylüyoruz. Bunun maksatlı bir tarafı yok. Tenkit edilecek tarafı da yok.” (Vatan)

Asker kökenli “emekli”ler elbet görüşlerini aktaracak, düşüncelerini yansıtacak. Onlar da bu vatanın evladı.

Ancaak...

Dile getirdikleri bir takım düşünceler sıradan “emekli” vatandaş gibi değil… Konuşma özgürlüğünü kullanırken, “hassas” olabilmeli...

Ne var ki, “emekli” olmadan önceki halleri de kamuoyunca biliniyor.

Misal, Osman Özbek...

28 Şubat öncesi, dönemin Başbakanına çok galiz bir ifadeyle “hakaret” etmişti.

Bunun neticesinde, ceza almak yerine terfi ettirildi. Ona ikbal yolları açıldı. Kitap yazdı, Yekta Göngör Özden’le bir parti kurdu filan... Şimdi televizyonlara çağrılarak “yüksek görüş”lerinden istifade ediliyor.

Emekli Org. Yavuz ise “strateji” uzmanı... Katıldığı programlarda özellikle Kanaltürk’te “önemli açıklamalar”da bulunur... Detaylarına girmeyeceğim... Ama ekranlardan verdiği “stratejik bilgi”ler garip karşılanıyor.

Evet, “emekli paşalar” konuşur. Ama onlara bu imkânı verenler kim? Elbette ki, televizyon patronları...

Medya patronları niçin “sivil toplum kuruluşları”ndan doğru dürüst adam çağırmaz da, hep “asker emeklisi” çağırılır veya program yaptırır?

Kabahat aranması gerekiyorsa, bu olaya tek taraflı bakmamalı.

14.06.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004