Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 20 Temmuz 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Davut ŞAHİN

YAŞ 90...



Darbeci Kenan Evren, kadehini 90.yaş “şeref”ine kaldırdı önceki gün.

12 Eylül’ün mimarı Türkiye’nin başına geçtiğinde kadehini 63.yaşını kutlamak için kaldırıyordu.

Aradan 27 sene geçti.

Köprünün altından çok sular aktı.

Üç kuşak geldi geçti.

Bu ülke, 12 Eylül sonrası 28 Şubat’ı... Daha sonra 27 Nisan bildirilerine muhatap oldu.

İnsanlar “apolitize” edildi. Politikadan soğuyan insanlar kabuklarına çekilirken, bir sonraki kuşak, eğlence, magazin ve medya tarassudu altında yetişti.

“Güzel ve Dahi” programında monitörde kendi resmini bile bilemeyen “dahi” gençleri izlerken ne kadar gurur duydu?

Evren bu günkü Türkiye’ye baktığında “mutlu mu?”

Herhalde memnun ki, kadehini 90. yaş gününde kaldırırken, yüzündeki tebessüm onun ruh halini yansıtıyordu.

Daha nice yıllara!

BİLİNÇLİ SEÇMEN

Kadir Çöpdemir “bilinçli seçmen”ini aramaya devam ediyor (NTV).

Türk seçmeninin portresini yansıttı ekrandan. İnsanımızın demokrasi, seçim ve geçimle ilgili görüşlerini dinlerken, kimi zaman çok bilmiş edası, kimi zaman mağdur, kimi zaman mağrur insan portresini görmek mümkün..

MEDYA KAZANI

Yaz geldi. Kimi kanallar “et pazarı”na dönüşürken, kimi kanallar “tekrar” programlarla günü kurtarma çabasında.

Bazı kanallar da kesenin ağzını açarak, yeni yaz dizilerine start verdi.

Ancak bunun dışında “medya” sıcak günler yaşıyor.

Türk medya imparatoru(!) Aydın Doğan’ın Vatan gazetesini satın alması haberi medya dünyasını da harekete geçirdi kuşkusuz.

İlâve olarak Posta, Milliyet, Fanatik ve Radikal gazetelerini bir paket haline getirip, stratejik ortağı Alman Alex Springel grubuna satacak iddiaları konuşuluyor.

Daha da ilerisi:

Doğan, Sabah ve atv’yi de satın alacak.

Gazeteci Taha Kıvanç diyor ki:

“Hürriyet ve grubun geride kalan gazetelerine Sabah ve satın alınması düşünülen öteki gazeteleri ekleyin... Kanal-D ve Star kanallarına atv’nin de katıldığını düşünün… Geri kalan önemli beş gazeteyi de sizden satın alan ‘stratejik ortak’ Springel çıkarıyor olsun…” (Yeni Şafak)

Evet, durum budur.

Medyada sular durulmuyor. Eğer medya ticarî bir meta olarak düşünülürse, sular daha çok kaynayacak.

Ama medya gerçek vazifesini yapsa, ne bu kadar büyük meblâğlarla satışa sunulacak, ne de bir kişinin uhdesinde olacak.

Medya ticarî meta olmaktan çıkarılmadığı müddetçe Türkiye’de “kartel medya”sından kurtuluş yok.

20.07.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Son durum



Seçimden iki gün önce, anketlerde öne çıkarılan partilerin durumuna kısaca göz atacak olursak şöyle bir tablo ile karşılaşıyoruz.

Girdiği her seçimi “Atatürkçülük referandumu” olarak değerlendiren ve yine benzer söylemler kullandığı 1999 seçiminde partisini Meclis dışı bıraktıran CHP lideri bu seçimde de aynı alışkanlığını devam ettirdi. Ama görüldü ki, AKP Atatürkçülük yarışında ondan daha hızlı.

Gazetelere verdiği ilânlarda “Atatürk ilkelerini ayrıştıran değil, birleştiren, milletimizin bütün fertlerini kucaklayan bir mutabakat zemini haline getirmek için çalışıyoruz” mesajları verdi.

Meydanlarda Baykal’a “Rahmetli Atatürk’ümüzü niye istismar ediyorsun?” diye yüklendi.

Bu Atatürkçülük yarışı sürerken, Erdoğan’ın “Tek başımıza iktidar olamazsak siyasetten çekilirim” çıkışı ise 1988 referandumu öncesi “Ben muhalefet olmam” deyip, halktan yüzde 65 “red” cevabı alan merhum Özal’ı hatırlattı.

Erdoğan’la ilgili gündem oluşturan diğer konulardan bazıları da kolundaki saatin kaç bin dolar ettiği; oğlunun aldığı gemi veya gemiciğin ebatları, değeri ve “İyi ki muhalefette Baykal var” diyerek memnuniyet izhar ettiği sözleri.

CHP ve Baykal’a gelince: Halka Atatürkçülük ve laiklikten başka söyleyecek lâfı olmadığını bu seçimde de ortaya koydu ve seçimde işbirliği yaptığı DSP lideri Sezer bundan rahatsızlığını “Laiklik karın doyurmaz” sözünü sık sık tekrarlayarak açığa vurdu.

CHP’nin bu defa farklı bir tedirginliği daha var: Büyükşehirlerde sol kimliğiyle bağımsız aday olan bazı popüler isimlerin, kendisine oy ve sandalye kaybettirme ihtimalinin güçlenmesi.

Gelelim MHP’ye. Tırmandırdığı ip ve idam tartışmasının altında kalan ve bu durumu “Anayasayı değiştirecek çoğunluğu alırsak idamı geri getiririz” diyerek kamufle edip savuşturmaya çalışan MHP, bu sıkıntıya ilâveten, tam seçim öncesi gündeme gelen ve bazı ülkücülerin de gözaltına alındığı “ulusalcı çete” operasyonları, yolsuzluk iddialarıyla Yüce Divanda yargılanan eski Bakan Koray Aydın’la ilgili kararın bugünlere denk gelecek olması ve “gözde” adaylardan Gündüz Aktan’ın Atatürk’ü İmam Matüridî ile irtibatlandırırken kader ve ahkâm âyetleri gibi hassas konularda çok tartışmalı, MHP tabanında da sert tepkilere yol açan tuhaf fikirler ileri sürmesi gibi yeni sıkıntılarla karşı karşıya.

Hatırlanacağı gibi, eski DGM savcısı Nusret Demiral’ın MHP adayı kimliğiyle Türkçe ezan talebinde bulunması bu partiye çok pahalıya mal olmuş ve MHP o seçimde baraja takılmıştı.

Gündüz Aktan’ın sözlerinin de benzer bir sonuca yol açabileceği yönünde görüşler var.

Bir diğer parti GP. Onun da, birkaç hafta öncesine kadar estirilen sun’î rüzgârlar dağıldıktan sonra, hızla sönen bir balon gibi gerçek pozisyonuna avdet ettiğinin işaretleri çoğalıyor.

Dört partinin durumu böyle. Buna karşılık, mâlûm sebeplerle yarışa oldukça sıkıntılı başlayan DP ise, amansız psikolojik harp taktikleriyle oluşturulan olumsuz havayı büyük ölçüde dağıtmayı başarıp tekrar yükselişe geçmiş görünüyor. Nitekim satır aralarında bunun işaretleri verilmeye ve DP sürpriz yaparak Meclise girecek partiler arasında gösterilmeye başlandı.

Gelinen noktada hava o yönde esiyor.

20.07.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Peygambere bağlılık



Resûl-i Ekrem (asm) birgün Muhammed bin Mesleme’ye bir kılıç vermiş, onunla Allah yolunda savaşmasını, iki Müslüman cemaatin birbirine girdiğini gördüğünde de kılıcını taşa çarpıp kırmasını öğütlemişti.

Bu emir ve öğüde canla başla uyan bu büyük Sahabi, Hz. Osman’ın şehadetinden sonra Müslümanların aralarındaki fikir ayrılıklarını gördüğünde de kılıcını bahçesindeki taşa vura vura kırmıştı.

Karanlık geceler gibi karışıklıklar çıkacağını, büyük fitnelerin zuhur edeceğini, iki Müslümanın birbirine kılıç çekeceğini Efendimiz’den (asm) duyan, Hadramut’tan kalkıp gelen ve İslâm’la şereflenen Vâil bin Hucr da (ra), Hz. Muâviye’nin kendi tarafında olması teklifine karşı, Allah Resûlü’nün (asm) “Hayır, böyle bir zamanda sen onlardan uzak kal” emrine uyarak savaşa katılmamıştı.

Allah Resûlü’nün (asm) mümtaz talebelerinden olan Vâil bin Hucr, Hadramut’ta büyük bir servet ve saltanata sahipken, onlara bir tekme atıp Resûl-i Ekrem’in (asm) dâvetine icabet etmek için Medine’ye gelmişti. Daha önceden onun geleceğini müjdeleyen Allah Resûlü (asm), geldiği zaman da selâmına mukabele edip hırkasını yere serip üzerine oturtmuş, sonra minbere çıkıp onu yanına oturtup, “Ey insanlar! Şu gördüğünüz adam var ya, kendi isteğiyle Allah’ı, Resûlünü ve İslâmı arzulayarak tâ Hadramut gibi uzak bir diyardan kalkıp gelmiş olan Vâil bin Hucr’dur” diye Ashabına takdim etmiş, Vâil de tasdik etmişti. Resûl-i Ekrem (asm) devam ederek onun korktuğundan veya bir heves uğruna değil, sırf Allah ve Resûlünün muhabbetiyle geldiğini belirtiyor, mülk ve saltanatını daha yeni bırakıp geldiğini ve ona iyi davranılmasını tavsiye ediyordu. “Ailem, bütün malımı mülkümü elimden aldı” deyince de Allah Resûlü (asm), “Ben sana malını, mülkünü fazlasıyla veririm” teminâtını veriyordu.

Makalenin başında da dikkat çektiğimiz gibi Resûlullah (asm) sevgisiyle yanıp kavrulan ve onun emirlerine uymayı baştâcı edinen bu büyük insan, Yemen’de Efendimizden (asm) sonra çıkan fitnelere karşı da Hz. Ebû Bekir’in mektubu üzerine canla başla mücadele etmişti.

20.07.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

22 Temmuz tuzaklarını bozmanın yolu



Sanayi inkılâbından sonra İslâm âleminin siyasetinin büyük çapta dışa bağımlı olduğunu ifade eden Bediüzzaman, “Biz müteharrik-i bizzat değil (kendiliğimizden hareket etmiyoruz) bilvasıta müteharrikiz. Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvim (uyutma) ile telkin eder, biz kendimizden hayal edip, asammane (sağırcasına) tahribimizde telkinlerini icrâ ederiz”1 cümleleriyle ikaz eder.

Neden siyasetimiz dışa bağımlı? Çünkü, en büyük güç kaynağı olan bilim, teknoloji ve para muslukları Avrupa veya ABD’de. Çünkü, ilim, siyaset bilimi dahil, bütün araştırma enstitüleri, teknoloji (kitle iletişim vasıtaları sinema/televizyon/gazete vs.), üniversiteler, dev sanayi kuruluşları Avrupa veya ABD elinde. “Petrol, enerji ve ticaret” gibi zengin kaynaklar da... Para kimde ise, düdüğü o çalar, dünyaya o yön verir. İstedikleri gibi siyasî kamuoyu oluşturuyorlar. Yani, onlar üflüyor, biz burada sağırcasına oynuyoruz ve telkinlerini yerine getiriyoruz!

Seçim atmosferinde Türkiye’de toplanan ve para-ekonomi muslukları ellerinde olan Bilderbergçiler, acaba Türkiye’ye nasıl bir iktidar biçti? Büyük tirajlı gazetelere, televizyonlara bakın; anlarsınız!

* Türkiye’de yüzde 20 faiz devam etsin istediler! Sıcak parayı yatırıp milyarlarca dolar faiz kazanmıyorlar mı?

* BOP’u (Büyük Ortadoğu Projesi) yürüten ABD, Irak ve İslâm ülkelerinin sınırlarını belirlemek için; İsrail ve ABD aleyhtarı olmayan, Irak ve Filistin’deki katliâmlara ses çıkarmayan bir iktidar istemiyor mu?

* Türkiye’de tek başına bir iktidar olsun, ama, siyasî tecrübesi olmasın, Avrupa veya Amerika’ya karşı çatlak sesler dahi çıkmasın. (Neden 161 milletvekili AKP listelerine giremedi? Biraz tecrübe kazandıklarından ve tezkereye karşı geldiklerinden mi?) Her darbe ve önemli dönemeçlerde bu tuzağı kurmuyorlar mı? Tecrübeliler alaşağı, tecrübesizler iş başına! Sonra da onları, kızgın sac üstünde hindi gibi oynatıyor ve istediklerini yaptırıyorlar?

1999 seçimlerini hatırlayın lütfen. Terörist başı Abdullah Öcalan’ı paketleyip Türkiye’ye teslim ettiler ve DSP-ANAP-MHP koalisyonunu iktidara getirdiler. Sonra, Ecevit, Irak’ın işgaline direndi;—merdivenlerden yuvarlandı mı, yuvarlatıldı mı belli değil—günlerce hasta yattı ve nihayet koalisyonu bozdurdular. Ve ardından, acemiler mangasası henüz taze bir partiyi allayıp-pullayıp iktidara sürdüler. Ve BOP çerçevesinde Irak’ı işgal ettiler…

Ya içeridekilere göre nasıl bir parti olsun? Tek başına iktidar olsun, ama zinde ve jakoben laiklerin damarına basıp; kendisini alaşağı etmesinler. İktidar olsun, muktedir olmasın!

* YÖK’e dokunmasın. Hatta, 2 trilyon lira olan bütçesini 5 katrilyona çıkarsın! Verdiğimiz vergiler de bize yasak ve keyfilik olarak dönsün!

* Başörtüsü yasağı; imam-hatip okulları ve meslek okulları katsayısı (üniversitelere girmelerini engelleyen kanun); Kur’ân kursları yaş sınırı yasağı devam etsin! Ama, Bilderbergçilerle, ABD şirketleriyle temasta olan jakoben laiklikte hassas çevreler kazandıkça kazansın; hatta 5 senede, kârını yüzde 500 artırsın!

Bu tuzakları fark etmemek için göz körü değil, akıl, kalp körü olmak gerekir! Gelin, şu dış mihrakların ve onlara âlet olan şuursuz iktidar bağımlısı basiretsizlerin tuzaklarını hep birlikte bozalım! Nasıl mı? Buyurunuz:

“Onlar tuzak kuradursunlar, Allah da tuzak kuruyordu. Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır.”2

“Onlar bir tuzak kurdular, ama tuzaklarına karşı Biz de tuzak kurduk, kendileri farkında olmadan onların tuzaklarını bozduk, onların planlarını altüst ettik”3

İşte kurtuluşun reçetesinin özeti:

“Size bir ferahlığın, bir nimetin ulaşması onları tasalandırır. Bir fenalığın gelmesine ise, âdeta bayılırlar. Şayet siz sabreder ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız, onların tuzakları size hiçbir zarar veremez.”4

Halbuki kötü tuzak, sadece hazırlayanın ayağına dolanır, sadece onu perişan eder. Onlar daha öncekilerin uğradıkları fecî âkıbetten başka bir şey mi bekliyorlar? Sen Allah’ın nizamında hiçbir tebdil, hiçbir değişiklik bulamazsın! “İnkârcıların hile ve tuzakları boşa çıkar.”5

“Bir millet kendilerinde bulunan güzel ahlâk ve meziyetleri değiştirmedikçe Allah da onlara verdiği nimeti, güzel durumu değiştirmez.”6

Öyle ise, önce niyetlerimizi değiştirerek, sonra oylarımızı tuzaklara âlet olanlara vermeyerek tuzakları bozmalı…

Dipnotlar: 1- Sünûhat, s. 64.; 2- Enfal Sûresi: 30.; 3- Neml Sûresi: 70; 4- Âl-i İmran Sûresi: 120; 5- Mü’min Sûresi: 25; 6- Enfal Sûresi: 53, Ra’d Sûresi: 11

20.07.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Halil USLU

Son şahitlerden iki aziz zat (1)



Bundan bir hafta önce, büyük İslâm mütefekkiri Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin önemli iki talebesi, aynı günde vefat ettiler ve Cuma namazına müteakip birisi Konya’da, diğeri Van’da ebedî yolculuğuna, kılınan cenaze namazlarıyla uğurlandı. Her iki zâtı da yakînen tanırım, çok sohbetlerim olmuştur. Bu önemli iki zatın vefatı, hem üç ayların mukaddemesinde olması ve hem de 22 Temmuz 2007’deki genel milletvekili seçimleri öncesi olması ve aynı günde vefatları beni derinden ‘acabalara’ götürdü. Çünkü geçmişte başta Hz. Bediüzzaman’ın vefatı ve akabinde her büyük ağabeylerin vefatı akabinde Türkiye’de bazı nâhoş siyasî hadiseler cereyan etti. İnşaallah bu zatların vefatları, üstümüze gelecek arzî, siyasî ve semavî felâketlere set olur.

Bugünkü makalemde adı Kemal olan fakat 1952 Ramazan’ında Hz. Bediüzzaman’ı ilk ziyaretinde Hz. Üstad’ın “Senin ismin Kâmildir” dediği ve öyle kalan Kâmil Acar Ağabey ile satırları dolduracağım. Gelecek hafta ise, ayrı bir mümtaz şahsiyet olan Mustafa Cahit Türkmenoğlu Ağabey ile makalemiz dolacak ve taşacak. Niye taşacak? Çünkü bu zatlar birer deryadır, bunları makaleye sığdırmamız mümkün değildir. Mevhibe-i Rabbaniyeye mazhar olan ve mânen istihdam olan bu zatlar, kalemlerle ifade edilmez.

Her iki zatın vefatıyla derin teessürâta girdim, fakat âyet ve hadislerle birden kendime geldim, gözyaşlarımı sildim ve duâlara başladım. Konya’da merhum Türkmenoğlu Ağabeyin cenaze namazına katıldım. Fakat hem hemşehrim, hem de bizde çok emeği olan merhum Kâmil Acar Ağabeyin Van’da kılınan cenaze namazına katılamadım. Fakat dakika dakika İsmail Öngel kardeşimden telefonla gelişmeleri alıyordum.

Kâmil Acar Ağabeyle ilk tanışmamız 1974 yılında olmuştu. Kendilerini dinlerken “Gel, mütevazilik yapma, bu hatıraları kaleme alalım, sen söyle, ben yazacağım, Son Şahitler kitabında numune-i imtisâl olsun, genç nesle örnek olsun, vs.” dedim. Hz. Bediüzzaman’a yaptığı 5 ziyaretini, 1977 yılında Van dershanesinde anlattı ve müştereken kendi üslûbumuzla kaleme aldık. Daha sonra Necmeddin Şahiner kardeşimize gönderdik, çünkü o tarihte ne kadar hatırât toplasak ve ne kadar mülâkat yapsak Yeni Asya adına hep kendisine gönderirdim. Çünkü benim kitap basmak gibi bir niyetim yoktu. Yoksa arkadaşlarım bilirler, bu hizmet selinde yalnız Son Şahitler için 3-4 cilt olurdu. Her neyse bunda da bir hikmet var...

Aslen Van-Çaldıranlı olan merhum Kâmil Acar, Hz. Bediüzzaman’ı ziyaretinden sonra, kabına sığmamıştı ve yerinde durmuyordu, bir mânâda Hz. Bediüzzaman’ın Van bölgesindeki gizli postacısı idi. İran ülkesine Risâle-i Nurları götüren ve oradaki zatlara takdim eden ve taşıyan bir korkusuz kahramandı. O, bulunduğu bölgenin şakrak bülbülü ve bir istişare kaynağıydı. Tâ Adilcevaz’ın Koçeri köyünden kara kışta Nevruz Ağabeyler suâl sormaya gelirlerdi. Bir terzi olmasına rağmen Hz. Bediüzzaman onu istihdam etmişti. İnsana değer vermek, etiketlerde boğulmamak ne müstesna bir hazine. Daha geniş malûmat, Son Şahitler’in 2. cildinin 249-257. sahifelerinde.

Geçmiş dönemlerde Van bölgesinde çok hatıralarım var. Bir gün Van’ın şirin ilçesi Edremit’te Selahaddin Uçar’ın bağında merhum Kâmil Acar’ın da bulunduğu çok geniş bir toplulukta Muradiyeli ismi bende mahfuz eğitimci bir kardeşimiz, herkesin içinde Kâmil Ağabeyi tenkit etti. Kâmil Ağabey adına ben konuştum ve kibar bir üslûpla dedik ki: “Kâmil Ağabey bir istikrar ve sadakat abidesidir. Yıllarca bu dâvânın isimsiz hizmetkârlarından ve Bediüzzaman Hazretlerinin bu bölgede postacılığını yapmış, dünyaya meydan okumuş, bütün yoksulluklara ve zorluklara rağmen azminden, şevkinden hiçbir şey kaybetmemiş. Bu itibarla haddini bil, özür dile, elini öp ve ‘Acaba biz de 30-40 yıl bu şartlarda sebat edecek miyiz?’ diye düşün.” O da kalktı, elini öptü, özür diledi…

Makaleye sığmaz demiştim, nasıl sığsın? Muradiye depreminde ailesini ve üç evlâdını kaybetmesi ve İzmit’e göç etmesi ve çileli bir hayat. Fakat o sadakatinden, şevkinden hiç kaybetmedi. Hayattaki akrabalarına taziyetlerimi sunuyorum. Ruhu ebeden şâd olsun.

20.07.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Haset ve gıpta kavramları üzerine



İzmir’den okuyucumuz:

*“Haset ve gıpta nedir? Kardeşlik mesleğinde hangisi hangi oranda zararlıdır? Her ikisi de zararlı mıdır? Faydalı yönleri var mıdır?”

Hasette kıskançlık, çekememezlik ve başkasının iyi halini istememek gibi bir kötü huy var. Gıbta ise hasede nisbeten oldukça masum. Gıptada başkasını iyi halinden dolayı içten tebrik etme, onu mümkünse örnek alma, onun gibi olmaya azmetme gibi iyi huylar söz konusudur.

Gıptanın haset yönü yoktur. Zaten gıpta, hasede doğru kaydığı anda, gizli de olsa kıskançlık ve çekememezlik hemen devreye girdiği için artık buna gıbta denmez. Çünkü gıbta ruhuna “çekememezlik” gölgesi düşmüştür, çünkü gıbta safiyetini, günahsızlığını ve masumiyetini kaybetmiştir, çünkü gıbtanın içine hasedin kiri ve ihaneti düşmüştür. Artık bu his gıbta olmaktan çıkmış, haset olmuştur.

Gıbta “göz” gibidir; kıl kadar eğriliği kabul etmez, hadekasına batar. Gıbta berrak su gibidir, az bir haset pisliği kendisini bulandırır, kendi mahiyetini olumsuz biçimde değiştirir, özünü ve mayasını bozar.

İhlâs Risâlesinde ihlâsı kıran mânilerden ikincisinde sözü geçen “gıpta”, aslında bir güzel huydan başka bir şey değildir. Gerek o bölümde, gerekse İhlâs Risâlesinde hasede zaten yer yoktur. Çünkü ihlâsı kazanmayı en mühim bir vazife bilen Nur Talebesinin hasetle zaten işi yoktur. Esasen hasetle ihlâsın bir arada bulunmasına imkân da yoktur. Çünkü haset, ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi, sâlih amellerin tamamını yiyip bitirmektedir; haset ihlâsı elbette kökünden kurutmaktadır.

“Gıbta” mefhumunun geçtiği satırları hatırlayalım. Üstad Hazretleri orada der ki: “Evet Risâle-i Nur şakirdlerinin kalbi, aklı, ruhu; böyle aşağı, zararlı, süflî şeylere tenezzül etmez. Fakat herkeste nefs-i emmâre bulunur. Bazı da hissiyat-ı nefsiye damarlara ilişir. Bir derece hükmünü; kalb, akıl ve ruhun rağmına olarak icra eder. Sizlerin kalb ve ruh ve aklınızı ittiham etmem. Risâle-i Nur’un verdiği tesire binaen itimad ediyorum. Fakat nefs ve heva ve his ve vehim bazan aldatıyorlar. Onun için, bazan şiddetli ikaz olunuyorsunuz. Bu şiddet, nefs ve heva ve his ve vehme bakıyor; ihtiyatlı davranınız. Evet, eğer mesleğimiz şeyhlik olsa idi, makam bir olurdu veyahut mahdud makamlar bulunurdu. O makama müteaddid istidadlar namzed olurdu. Gıbtakârane bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir. Gıbtakârane müzahemeye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur; hizmetini tekmil eder. Pederane, mürşidane mesleklerdeki gıbtakârane hırs-ı sevab ve ulüvv-ü himmet cihetiyle çok zararlı ve hatarlı neticeler vücuda geldiğine delil: Ehl-i tarikatın o kadar mühim ve azim kemalâtları ve menfaatleri içindeki ihtilâfatın ve rekabetin verdiği vahim neticelerdir ki; onların o azim, kudsî kuvvetleri bid’a rüzgârlarına karşı dayanamıyor.”1

Yukarıda ısrarla “haset”ten kaçınılır ve “gıbta” kavramı tercih edilir. Çünkü:

1- Maneviyatta ilerleyen, imana hizmet eden ve yüksek makamlara talip olanlar “haset” gibi bir kötü duyguyu zaten içlerine sindiremezler, ruhlarında barındırmazlar; içlerinden söküp atarlar.

2- Böyle maneviyat erleri yüksek makamlara talip olurlarken haset ile değil, gıbta ile hareket ederler. Yani daha yüksekte olana imrenirler, onu takdir ederler, ona duâ ederler ve elbette onun gibi olmaya çalışırlar, onun hâline ve makamına ulaşmaya gayret ederler, fakat onu kıskanmazlar. Bununla beraber, şeyhlik mesleklerinde bir öne çıkma yarışı bulunur. Fakat bu yarışta “haset” yer almaz, “gıbta” ölçüleri hâkim olur.

Nur Talebeliğinde buna da lüzum yoktur. Çünkü ne ulaşılacak makam vardır, ne oturulacak post vardır. Çünkü Nur Talebelerinin mesleği “uhuvvettir”, yani tam kardeşliktir. Nur Talebeliğinde zirve makam, kardeşlik makamıdır. Kardeş kardeşe karşı büyüklük içine giremez, mürşid vaziyeti alamaz. Kardeşlik mesleğinde herkes gücü, kudreti ve istidadı oranında bir ucundan tutar, tuttuğu bütünün bütün sevabına mazhar olur. Gıpta içinde de olsa bir “öne çıkma” yarışına meydan verilmez. Herkes yaptıklarıyla, farklılıklarıyla, özel kabiliyetleriyle üstündür. Herkes “bir numaradır.”

Bir yemeğin tuzu biberine karşı, salçası yağına karşı nasıl üstünlük vaziyeti takınmaz, makam sevdasına düşmeye gerek duymaz ve hepsi “kardeşçe” bir araya geldiğinde “yemek lezzetini” ortak olarak verirlerse, şeref nasıl hepsine ortak olarak gider, şan nasıl hepsinin ortak malı olursa; kardeşlik mesleği de böyledir. Kardeşler şanda, şerefte, hizmette, manevî lezzette, sevapta, makamda, mevkide, mertebede eşittirler. Himmet hepsinindir, hizmet hepsinindir, gayret hepsinindir; gücü ve kudreti olmayan niyetiyle ve ihlâsıyla hepsinin sevabına sahip olur. En yüksek sevap, aynı yükseklikte, bölünmeden, eşit olarak, hepsine birden gider.

Kardeşlik mesleğinde, sevap ve makam şahs-ı manevînin olduğundan, bireysel olarak “gıbtakârane hırs-ı sevab”a, yani topluluktan ayrı ve şeytanın da zarar verebileceği bir sevap hırsına lüzum duyulmaz; ancak hiç durmaksızın hizmete ihtiyaç duyulur. Şahs-ı manevî sırrı, yani toplu olarak hareket etme sırrı bunu gerektirir. Uhuvvetin ve kardeşliğin doyulmaz lezzeti de buradadır.

Dipnotlar: 1- Lem’alar, s. 228

20.07.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

‘Temiz eller’ ne zaman?



Türkiye’de şikâyet edilen konuların arasında, belki de en başında ‘yargı’ geliyor. Gerek ‘yargı’ mensupları ve gerekse vatandaşlar, avukatlar ve siyasetçiler ‘yargı bağımsızlığı’ konusunda zaman zaman endişelerini dile getiriyorlar. Bilhassa, ‘adlî yıl açılış’ konuşmalarında; ya da yüksek yargı mensuplarının ‘emeklilik konuşmalarında’ bu konuların gündeme taşındığına bir şekilde şahit olmuşuzdur.

Yargı ile ilgili tartışmalar zaman zaman gazete manşetlerini de meşgul ediyor. İleri sürülen iddiaların yarısının doğru olması ihtimali bile insanı üzüyor. Tabiî ki bu iddiaların hiçbiri doğru olmayabileceği gibi, doğru olanlar da olabilir. Netice ancak ‘yargı’ kararı sonrasında anlaşılabilir.

Yargı camiasıyla bir şekilde irtibatı olanlar, öne sürülen iddialarla ilgili olarak yaptığı değerlendirmelerde, ‘yara’nın derin olduğuna dikkat çekmişler. Bir kısmını özetlemekte fayda var:

* Eski Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk: Hakimlik ve savcılık mesleği şaibe kaldırmaz. Görevlerini kötüye kullanan yargı mensuplarına kesinlikle müsamaha gösterilemez.

* Emekli Yargıtay Üyesi Ekrem Serim: Hakim ve savcıların atama terfi ve tayinleri konusunda dürüstlük ve liyakat esas alınmalı, HSYK yeniden yapılandırılmalıdır.

* İstanbul Barosu eski Başkanı Av. Yücel Sayman: 1999’da yaptığımız bir ankette 666 avukattan 631’i ‘Yargıda yolsuzluk var’ dedi. Bu iddialar yeni değil, zamanında önlem alınması gerekirdi.

* Hukukçular Derneği Başkanı Av. Hüsnü Tuna: Bu sorun, neşter vurulmayla çözülmeli. Üç beş kişilik vak’a değil. Bu olanlar, yargının damarlarına kadar girmiş durumda. (Zaman, 18 Temmuz 2007)

İleri sürülen iddiaları tekrarlamaya ihtiyaç duymuyoruz. Çünkü hem bu iddialar çok rencide edici, hem de herkesin bir şekilde duyduğu iddialar...

Unutmamak lâzım ki, ‘adalet’in mülkün temeli olabilmesi; sözde değil, özde, ancak ve ancak ‘âdil’ uygulama ile mümkündür. Dile getirilen iddialar, mülkün temelinin sarsılmaya başladığını ya da daha önce başlayan sarsıntının bir şekilde devam ettiğini hatırlatıyor.

Tabiî ki kanunlarımıza göre yargı ‘bağımsız’dır. Ancak yargının bağımsız olup olmadığıyla ilgili olarak da tartışmalar yapılıyor. Nihayetinde bu problemlerin çözülmesi, her sahada olduğu gibi adalet sahasında da ‘temiz eller operasyonu’ yapılmasına bağlıdır. Diğer kurumlarda olduğu gibi, yargı ile ilgili iddialar da önce yargıya zarar veriyor. Bu bakımdan, yargının her türlü iddiâ ve töhmetlerden kurtulması için gereken ‘âdil’ bir şekilde yapılmalıdır. Bir şekilde dile getirilen iddialar açıklığa kavuşturulmalı, doğru ise yapanlar, yanlış ise iddia sahipleri mahkûm olmalıdır.

Yargının lâyık olduğu ‘saygın’lığına kavuşmasına ve ‘adil yargı’ya bütün Türkiye’nin ihtiyacı var.

20.07.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

İkinci darbe veya üçüncü savaş



İran özellikle ikinci devrim rüzgârlarını estiren Nejad döneminde Saddam’ın Irak’ına benzedi veya onun yerini almaya başladı. Saddam’ın bıraktığı bölgesel boşluğu sanki o dolduruyor. Muneçehr Muttaki Körfez ülkelerini turlayarak birlikte bir savunma paktı anlaşması imzalamayı teklif ederken diğer taraftan da bu politikayı sabeto eden gelişmeler yaşanıyor. Kısaca, İran bir eliyle yaptığını diğer eliyle yıkıyor. Dolayasıyla Körfez ülkelerine teklif edilen savunma işbirliği veya saldırmazlık anlaşması teklifleri gözboyama ve taktik icabı. Veya rejimin kanatları birbirlerinin ayağına basıyor.

Bu da İran’a yönelik kuşkuları dindirmek bir tarafa daha da depreştiriyor. Esasında Körfez üzerinde ABD ile İran arasında bir yarış ve rekabet var. İkisi de Körfez ülkeleri kanatlarının altına almak istiyor. Onu eşit falan gördüğü yok. Nejad Condi ile yarışıyor. BAE ziyareti bu yarışın meyvalarından birisiydi. Ve Araplar biraz da safça İran’ın BAE’ye ait üç adayı iade etmesini veya bu yönde sinyal göndermesini bekliyorlardı. Aksine İran tam tersi mesajlar gönderiyor. Geçenlerde İran’da Kuveytli bir diplomat neredeyse meydan dayağına çekildi. Yetmedi. Keyhan gazetesinin yöneticisi ve Hamaney’in danışmanlarından Hüseyin Şeriatmedari bırakın BAE’ye ait adaları iade etmeyi Bahreyn’in de kendilerine ait olduğunu söyleyiverdi. ‘Bizi kızdırmayın ve ABD’den uzak durun yoksa topraklarımıza katıveririz’ der gibi konuşmalar yaptı.

Neden Nejad’ı Saddam’a benzettiğimi anlamışsınızdır. Zira Kuveyt işgali öncesinde Saddam aynı politikayı izlemiş ve Kuveyt’in ABD kışkırtmasıyla kendilerine zarar verme politikasını seçtiği ve hasmane tutumlar izlediği ve bu yüzden taciz makamında alacaklarını geri istediği kanaatine ulaşmıştı. Bu tehevvürle birlikte Irak için ölümcül bir kanaat oldu. Tehevvür ve öfkesine yenildi. Kendisine açılan tuzağa düştü. Bahrneyn’e gelince: Burası İran kökenlilerin yaşadığı bir ada değil. Şiiler de olsa Araplar yaşıyor. Peki İran’ın bu iddiasının bir dayanağı var mı? Olsa olsa Şii ortak paydası olabilir. İran çoğunluğun Şii olması itibarıyla veya bundan güç alarak Bahreyn’i Şii toprağı kabul ediyor olmalı ve muhtemelen bu ortak payda üzerinden hak iddia ediyor. Öyleyse İran, Tahran merkezli bir taifistan peşindedir. O halde şiddetle reddettikleri Ürdün Kralı Abdullah II’nin ‘Şii üçgeni’ tezini geniş geniş çerçevesiyle doğrulamış oluyorlar.

***

Hamaney’in Danışmanı Şeriatmedari’nin iddiasıyla Şiistan bir Şii üçgenden ibaret değil. Çok daha geniş bir coğrafyayı kapsıyor. Maalesef Bahreyn gibi küçük körfez ülkeleri ya ABD’nin ya da bölgesel rakiplerinin şantajlarına maruz durumda. İran da Bayreyn’i yutma hesapları yapıyor. Muttaki Şeriatmedari’nin görüşlerini reddetse bile Şeriatmedari sıradan bir İranlı değil. Rejimin güçlü sesleri arasında bulunuyor. Sadece Keyhan işletmecisi olarak gazeteci kimliğiyle de yazmıyor, konuşmuyor. Bunların ötesinde vasıfları var. Saddam Kuveyt’i isterken İran, körfez’in tamamını düşlüyor. İşte tam da bu noktada Saddam politikalarını izlerken iki seçenek üzerinden Saddam’ın akibetine yaklaşıyor. Bu seçeneklerden birisi İsrail’in nükleer tesislerine saldırması. Daha önce 1981 yılında Irak’ın Osirek tesislerine saldırdığı gibi. Jerusalem Post gazetesinde Larry Derfner ‘Second Strike’ makalesinde İran’ın saldırıya maruz kalması halinde vereceği muhtemel karşılığı ve misillemenin boyutlarına irdeliyor.

***

Bununla birlikte Irak’ta olduğu gibi İsrail’in gösterdiği istikamet ve işaret fişekleriyle bu işi bitirme Amerikan tarafına düşebilir. İşte tam da bu bağlamda The Guardian gazetesinin bir haberi anlam kazanıyor. Beyaz Saray’da İran’a askeri harekât seçeneğinin yeniden ağır basmaya başladığını yazdı. Bu da İsrail eksenli ikinci darbeden ziyade üçünçü saldırı veya savaş seçeneğinin kuvvetlendiğini gösteriyor. Beyaz Saray tombalasında veya borsasında savaş seçeneği neden yükseldi acaba?

The Guardian gazetesinin haberinde bu boyutların ecvabı da var. Buna göre Bush İran meselesini halletmeden koltuğunu terketmeyecek. Zira kendisinden sonrası için emin değil. Demokrat da olsa Cumhuriyetçi de olsa gelecek başkanın ipe un sereceğini ve İran’dan uzak duracağını düşünüyor. Bu durumda neoconların tek şansı Bush’un son devresinde son savaşı çıkarmak. Afganistan ve Irak saldırılarından sonra İran’a da saldırmak. Ancak bu savaş kesinlikle kara harekâtını ihtiva etmeyecek. Amaç İran’ı cezalandırmak ve nükleer ve hayati öneme haiz kurumlarını devreden çıkarmak olacaktır. Bu, Rafsancani’nin deyimiyle yaralı arslan; ABD’nin intikamı olacaktır. Bununla birlikte, Brzezinski ekibinden Savunma Bakanı Gates ile Brent Scowcroft ekibinden Condi İran’la savaş yanlısı değiller. Ama elbetteki tek başına kalsa da şahin Cheney neoconlarla birlikte tutkulu bir biçimde savaş taraftarı. Richard Perle, Michael Leeden gibi neoconların derdi Bush’un görevini bitirmeden İran’ın işini bitirmesi ve defterini dürmesi. Zira sezgileri bunun son şansları olduğunu söylüyor.

Bu açıdan bakalım, sonucu tayinde neoconlar mı yoksa baba Bush’un adamları mı baskın çıkacak? Rafsancani’nin deyimiyle yaralı arslan intikamını alacak çekilecek ama geride bu defa başka bir yaralı arslan bırakacak. O da İran. Ondan sonra ayıkla pirincin taşını! Aslında Rafsancani’nin tespitine Brzezinski de katılıyor. Bu ABD’nin muhtemel saldırısını üç nedene bağlıyor. Ve bu üç neden de oldukça gerçekçi. Emperyal baskı, hayal kırıklığı ve İsrail ve Irak’ın güvenliği. Irak’ın güvenliği (!) noktasında başlayan görüşmeler de ya bu saldırı sürecini hızlandıracak ya da yavaşlatacaktır. Ama her halukârda Brzezinski’nin deyimiyle: Son durak İran. Eğer imkânsıza yakın pazarlık kotarılamazsa...

20.07.2007

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

AB yolu her şeye rağmen açık



Türkiye seçime kilitlendi. Kilit pazar günü açılacak. Pazarı beklerken AB kamuoyunun Türkiye değerlendirmelerine göz atmakta fayda var.

AB-Türkiye ilişkileri -iki taraftan kaynaklanan sebeplerle- uzun bir süredir rolantide gidiyor. Bunu iki taraf da kabul ediyor. Ancak AB, seçimlerden sonra yeni bir atak yapılması beklentisinde. AB Komisyonunun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn’in “Türkiye ile müzakerelerde devre arasındayız. Her iki takım da biraz yorgun. Yeni kana ihtiyacımız var ve her iki taraftaki ruhu da yeniden canlandırmalıyız. Parlamento seçimlerinden sonra ikinci yarıya başlayacağız” sözleri bunun işareti.

Türkiye’nin AB yolunda ilerlemesi için “düşünce ve din özgürlüğü konusunda ilerleme sağlanmasının şart” olduğunu da söyleyen Rehn’e göre tıkanan müzakereler “ancak bu sayede yeni bir ivme kazanabilir.” AB’nin en etkili isminin bu şartı öne sürmesi önemli.

**

Brüksel, seçimden sonra AB yanlısı bir iktidarın iş başına gelmesini beklerken yetkili isimler müsbet yorumlar da yapıyor.

Sarkozy’nin “genişlemeyi tartışalım” önerisine sıcak bakmayan AB Dönem Başkanlığını yürüten Portekiz’e göre şimdi Türkiye ile yeni ve sıkıntılı konuları açma değil, antlaşmayı sonlandırma zamanı.

Portekiz Başbakanı Jose Socrates, “Bizim için esas mesele önceden alınan kararları ve verilen sözlere sadık kalarak bunları daha da ileri götürmektir” derken, Portekiz Dışişleri Bakanı Luıs Filipe Marques Amado da şu değerlendirmede bulundu: “Türkiye konusu AB’nin geleceği hakkında çok büyük öneme sahip. Türkiye’nin stratejik konumu ve İslâm Dünyası ile ilişkilerin ilerletilmesi konularında oynayacağı önemli roller bulunuyor. Türkiye üyelik kriterlerini tamamladığında üye olacaktır. Bu süreci Avrupa Birliği’nin de iyi niyetli bir şekilde sürdürmesi gerekiyor.”

**

AB medyası da Türkiye’yi mercek altına aldı. Basında yer alan yazılarda dengeli yorumlar yapıldı.

Avusturya gazetesi Die Presse, “Asıl önemli olan soru: İslâm ile Avrupaî bir demokrasi modeli kalıcı olarak bağdaşabilir mi? Türkiye deneyi bir dayanıklılık testiyle karşı karşıya” dedikten sonra “Dünyanın bu –Türkiye- bölgesinin istikrarı, AB açısından büyük önem taşıyor” cümleleriyle Türkiye karşıtlarının dikkatini çekti.

İngiliz The Sunday Times gazetesi ise, “Enerji: Yeni soğuk savaşı” başlıklı analizinde “Norveç ve Türkiye, AB üyesi değiller. Hiçbir enerji güvenliği stratejisi, bu iki devletin desteği olmadan yürüyemez. Her ikisi, Sovyetler Birliği ile sınırı olan tek NATO üyesi oldukları için soğuk savaşı sırasında hayatî bir rol oynadılar. Soğuk savaş sonrası jeostratejik önemleri, aynı biçimde geçerli olmayı sürdürüyor. Güneyde Türkiye, kaynak zengini Kafkaslar ve Hazar havzası için ana kapısıdır” değerlendirmelerine yer verdi.

**

Son olarak Türkiye karşıtlarına en sert tepki yakından tanıdığımız bir isimden geldi. Avrupa Komisyonu Başkan Yardımcısı Günter Verheugen, “şayet Avrupalı devletler, Türkiye’nin Birliğe alınmasını reddedecek olurlarsa, bu tam bir siyasî aptallık olur” dedi. AB’nin akil adamları-Sarkozy gibi “çıban”lara rağmen- Türkiye’nin birliğe dahil olmasının iki tarafın da menfaatine olduğunun farkında.

Gerçek anlamda demokrat ve sivil bir Türkiye’ye ulaşmak için değişmeyen gündemimiz AB olacak. Ve bu yol her şeye rağmen açık.

20.07.2007

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Ben size ezilmişliği vaat ediyorum



Seçim günü yaklaşırken politikacıların vaatlerini ve konuşmalarını gemimizden takip etmeye çalışıyorum. Dikkatimi çeken hususlardan en önemlisi iktidar partisinin şımarık bir biçimde slogan atması ve halkın sorunlarına adeta kulak tıkamış bir görüntü vermesidir.

Halkımız AKP iktidarına uzun yıllardan beri göstermediği bir şekilde iltifat etmiş, tek başına iktidara getirdiği gibi anayasayı değiştirecek çoğunluğu dahi vermiştir. Buna mukabil hükümet sanki kendisini iktidara getiren halk değil de başkaları imiş gibi hareket etmekten geri durmamıştır. Özellikle genç kızlarımızın başörtüleri ile eğitim yapma hakkı iyice sıkıntıya girmiştir.

Milletimiz eskiden kız öğrencilerini açık lisede okutarak bu sıkıntıyı bir parça hafifletme çaresini bulmuştu. Fakat iktidar partisinin beceriksiz politikaları sonucu elindeki bu küçücük imkândan dahi mahrum kalmıştır.

Benim üzüldüğüm nokta ise bu eğitim ayıpları karşısında çözüm üretmek zorunluluğu bulunan hükümetin özellikle de Millî Eğitim Bakanının ilgisizliğidir. Sanki çok büyük başarılar elde edilmiş gibi mangalda kül bırakmadan konuşuyorlar. Bu da yetmiyormuş gibi ‘bu işi biz çözemeyiz’ havasına girdiler. Neymiş uzlaşma ile çözeceklermiş. Bunların çözmekten anladığı MHP’li bayan milletvekilinin başörtüsünü çözmesi anlayışından hiç farkı yok. Malûmunuz bir hanım milletvekili Meclise girdiğinde uzlaşma adına başörtüsünü açmış bu şekilde sorunu çözdüklerini iddia etmişlerdir.

Allah’ın emri olan başörtüsüne karşılık baş açmayı uzlaşma diye yutturanlar bunu zorunluluk olarak dayatıyorlar. İşin garip tarafı iktidar partisi de oltaya takılan yeme atlamış durumda. Uzlaşma adına baş açtırarak eğitime devam edin havasına girmiş durumdalar.

Bu yaz eşim ve çocuklarımla gemiyle yurt dışına çıktım. İspanya ve İtalya gibi ülkelerde başörtüsünün sorun olmadığını bizzat gözlerimle müşahede ettim. Hatta saygı ile karşılandığını görmekten büyük mutluluk duydum. Avrupalılar ve özellikle de hanımlar açık saçıklıktan çok sıkıntı çekiyorlar. Moda denilen dayatmadan çok muzdarip oldukları belli oluyor. Örtülü hanımlara o kadar çok saygı gösteriyorlar ki şaşmamak elde değil. Kendi ülkemde gördüğüm horlanma ve aşağılama anlayışı hiç yok.

Bir de yüzde 99’u Müslüman olan ülkemize bakalım. Başörtülü hanımlara terör örgütü mensubu gibi muamele yapılıyor. İktidarda olan partinin mensupları “biz bu sorunu çözeceğiz gibi bir iddiada bulunmadık ki” diye pişkin pişkin konuşuyorlar. Bu kadarına pes denir. Yahu bu meseleyi çözemeyeceksen sen ne işe yararsın? Milletimiz, hiç bu kadar aşağılanmamıştı.

Bahçeli, başbakan olmak fırsatı varken Ecevit’in yamağı olmayı tercih etmişti. Bu politikası sayesinde Apo asılmaktan kurtuldu.

Başörtüsü konusunda Bahçeli, “erkekçe” çözüm getireceğiz diyordu. Gördük; çözmekten ne anladığını. Milletimizin tokadı pek şiddetli oldu. Öyle bir tokat yediler ki beş yılda kendilerine gelemediler.

Önümüzdeki yıllarda aynı tokadı AKP’nin yiyeceği kanaatindeyim. İnsanlar sanki kendisine mahkûm imiş gibi gayet rahat bir propaganda yapıyorlar. Milletimizi ahmak zannederek “ben size ezilmişliği vaat ediyorum” diyerek çözüm bulmayı değil statükonun devamını vaat ediyorlar.

Seçimlerin hayırlı neticeler vermesini Cenâb-ı Allah’tan niyaz ediyorum.

20.07.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004