Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 08 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


S. Bahattin YAŞAR

“Bismillah” nasıl her hayrın başıdır?



Sanki ilk kez okuyormuşum gibi…

Ev dersimizi bu günlerde İşârâtü’l-İ’câz isimli eserden yapıyoruz. Eşim, ben bazen de büyük kızımız müzakereli derse katılıyorlar. Kim ne anlıyorsa, anladıklarını paylaşıyor. Doğrusu ben de bu işleyişi fırsat bilerek, kendimce not defterime kayıtlar alıyorum. Bu yazımda da ev dersimizin bize sunduğu muhteşem ikramlardan paylaşacağım.

Daha önce defaatle okuduğumuz bahislerin, aradan belli bir zaman geçince nasıl da apayrı bir pencere bize sunduğunu bizzat kendim yaşıyorum.

Gün be gün bakış değişiyor, algı değişiyor, seçiş değişiyor, niyet değişiyor, değerlendirme değişiyor. İnsan anlıyor ki, değişmeyen bir şey yok. Görülenler değişmese de (ki âlemde değişmeyen ne varsa?) gören değiştiği için, bir şeye, bir zamanda yüklediğimiz bir anlamı; başka bir zamanda yüklememiz mümkün gözükmüyor.

Bütün mahlûkat çok hızlı bir gidişin içinde iken, değişmeyenden bahsetmek, olsa olsa, bütün değişenleri yaratan Baki-î sermedidir…

Risâle satırları, hayatın her an yeniden tanzim edildiğine, her dem yenilenen bir dünyanın içinde olduğumuza ve hatta hücre hücre her an bedenen de ruhen de yenilendiğimize dikkatleri çekiyor. Âlemde ve insanda değişme olmasaydı, ne dünya yaşanır bir yer olurdu ve ne de insan bu bedeni zevkle taşımak isterdi.

Bu da Rabbimize bir şükür gerektiriyor.

‘Bismillah…’, abdin işine

yardım edici bir ruh gibi olur

Önce isterseniz, İşârâtü’l-İ’câz isimli eserdeki Üstadın tefsirine bir bakalım:

“Bismillah” Kudret-i Ezeliyenin taalluk ve tesirini celb eder. Ve o taalluk, abdin kesbine ve işine yardım edici bir ruh gibi olur. Öyle ise, hiç kimse, hiçbir işini Besmelesiz bırakmasın.”(İ.İ., 20).

Ben buradan şunu anlıyorum. Kul, kendisi için neler getirip getirmeyeceğini bilmese dahi, gücüne inanarak, ‘Bismillahirrahmanirrahim’ dediği takdirde, işiyle ilgili Allah’a bu dâveti, yani işinin hayırlar getirmesi için Allah’tan medet istemesi, Allah’ın fiili isimlerini, kendi işiyle ilgili hangi isim devreye girmesi gerekiyorsa, o isim, -kul idrak etmese bile- devreye giriyor ve kişinin işinden hayırlar meydana geliyor.

Bu konunun devamında ise, Cenâb-ı Hak her şey için bir nokta-i kemal tayin etmiştir. Ve o noktayı elde etmek için, o şeye bir meyil vermiştir. Her şey, o nokta-i kemale doğru hareket etmek üzere, sanki manevî bir emir almış gibi muntazaman o noktaya müteveccihen hareket etmektedir. Esna-i harekette, onlara yardım eden ve manileri def’ eden, şüphesiz, Cenâb-ı Hakkın terbiyesidir. (Bu Rab isminin devrede olduğu andır.) Evet, kâinata dikkatle bakıldığı zaman, insanların taife ve kabileleri gibi, kâinatın zerratı, münferiden ve müçtemian Hâlıklarının kanununa imtisalen, muayyen olan vazifelerine koşmakta oldukları hissedilir. (İ.İ., 24)”

Besmele; menfaatleri celb,

mazarratları def’ ediyor

Evet, her şey nokta-i kemale doğru, verilen bir meyil içerisinde akıp giderken, karşısına çıkan engeller Allah’ın Rab ismiyle bertaraf ediliyor. Bu da “Bismillahirrahmanirrahim” içindeki Rahman ve Rahim sıfatlarıyla gerçekleşiyor. Rahman ve Rahim sıfatlarında şöyle iki münasebet dikkat çekiyor. Biri menfaatleri celb, diğeri mazarratları def’ etmek üzere, terbiyenin iki esası vardır. Rezzak mânâsına olan Rahman birinci esasa, Gaffar mânâsını ifade eden Rahim de ikinci esasa işaretleri için birbiriyle bağlanmıştır.

Yani sadece bilerek bilmeyerek Bismillah diyerek bir işe başlamak, adeta kocaman bir operasyonu başlatıyor. Öncelikle kul işiyle ilgili, Allah’ı hatırlayınca, Allah da en güzel şekli ve kula en hayırlı neticesi oluşacak şekilde o işe isim ve sıfatlarıyla tecelli ediyor.

Bir de tabi kul kendisi için neyin hayırlı, neyin şer olabileceği konusunda cahil, bilgisiz, zayıf olabilir; ancak işine Allah’ı katınca ve O’ndan ‘Bismillah’ ile bir hayır bekleyince, Allah, o işi, o kul için en hayırlı şekilde neticelendirecektir. Yani nokta-i kemale doğru gidilirken, Rab ismi karşılaşılan engelleri ortadan kaldırıyor. Yani meselâ bir bardak su içecek iken Bismillah deyince, o bir bardak su belki de bizim için zehir olacaksa, Allah o Besmelenin taalluku için, o zehiri faydalı bir hususiyete ulaştırabilir. Bunu kulun bilmesine de ihtiyaç bulunmayabilir. Velevki o su zehir olarak etki yapsa bile, kul ‘Besmele’ ile başlayarak, yine de kulluk görevini ifa etmiş olacaktır. O sonuç da yine de, o kul için hayır olacaktır. Çünkü yaratılışta şer yoktur.

Bismillah ile, ‘hasbünallah ve ni’mel

vekil’ de denmiş olunuyor

Bütün hayır ve güzellikler ve bizi şerlerden emin edecek isim ve sıfatlar, ‘Besmele’nin içinde bulunmaktadır. O hayır ve güzelliklere ve şerlilerin şerlerinden kurtulmaya Allah’ı kendimize vekil kabul ederek ulaşabiliriz. Kul, ‘hasbünallah ve ni’mel vekil’ diyerek, “ben bütün işlerimde, Allah’ı, benim için en iyisini takdir edeceği için, O’nu kendime vekil kabul ediyorum” demiş olmaktadır. (Allah bize yeter; O ne güzel vekildir. (Al-i İmran Sûresi: 173.)

Kul, kendisi için neyin faydalı, neyin zararlı olduğunu bilmeyebilir. Onun için, her şeyi bilen, her şeyi gören ve her şeye gücü yeteni kendine vekil kabul etmek, kul için en güzel bir teslimiyet halidir.

İnsan, işleriyle ilgili kendisine düşeni ‘Bismillah’ ile yerine getirdikten sonra, sonucu, ‘hasbünallah’ diyerek Hâlık-ı Rahim’e havale etmesi, en güzel kulluk halidir.

Hatta Rabbimiz, Kendisinin verdiği bu maddî ve mânevî nimetleri, yine kendisine satmamızı istiyor ki, sonuçta yine kul olarak biz kazanalım istiyor. Aksi halde o nimetler zail olur gider. O’nun verdiği nimetleri yine O’nun rızası doğrultusunda kullanmalı ki, O kulundan razı olsun.

Bismillah, bir hava-i nesimidir;

İnsan ona her vakit muhtaçtır

‘Bismillah’ gibi bir hazine imkânımıza sunulmuşken, onu hayatımız ve ahiretimiz menfaatine kullanmak, âkıl insana yakışan bir davranış şeklidir.

Evet, bu konu bitmez tükenmez bir hazine; ama biz yazımızı risâle satırlarıyla bitirelim:

Meselâ: “Bismillah”, hava-i nesîmî gibi kalbi ve ruhu tatmin ettiğinden kesret-i ihtiyaca binaen Kur’ânda çok tekrar edilmiştir. Mesnevî-i Nuriye, s.108

Nasılki insan muhtelif hacat-ı cismaniyeye muhtelif vakitlerde muhtaçtır... Meselâ: Havaya her an, hararete, suya her vakit, gıdaya her gün, ziyaya her hafta muhtaçtır. Öyle de hacat-ı maneviye-i insaniye de muhteliftir. Bir kısmına her an muhtaçtır. Lâfzullah gibi. Bir kısmına her vakit muhtaçtır. Bismillah gibi. Bir kısmına her saat muhtaçtır. “Lâ İlahe İllallah” gibi. Ve hâkeza kıyas et. M.N, s. 195

‘Bismillah’, bir işe başlarken, devam ederken ve bitirirken, dilimizden düşmeyecek bir tesbih olmalıdır. Hatta Cüneyd-i Bağdadi Hazretlerinin yaptığı gibi, ölürken de ‘bismillahirrahmanirrahim’ diyerek ruhu teslim etmek, gidiyor olduğu âleme bir hazırlık anlamındadır. O kelâm, hem dünyada, hem kabirde, hem ahirette yolumuza ışık tutacak bir rehberdir. Onun için kimse işini beslemesiz bırakmasın.

Bismillahirrahmanirrahim.

08.09.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Kur’ân ayında Kur’ân hediyesi



Kur’ân, Ramazan ayında topluca Levh-i Mahfuz’dan dünya semasına indirilmiş, sonra da yine Ramazan’da başlamak üzere peyderpey yirmi üç senede tamamlanmıştır. Hz. Peygamber (asm), her Ramazan’da bir, vefatından önceki son Ramazan’da ise iki defa Cebrail Aleyhisselâmla karşılıklı Kur’ân okumuşlardı.

Onun içindir ki ehl-i iman, Kur’ân’ın indirilişini kutlamak için Ramazan’da çokça Kur’ân okur, camilerde ve evlerde mukabele okurlar.

Ramazan, İktisad ve Şükür Risâlesi’nde olsun, Mesnevî-i Nuriye’de olsun Kur’ân’ı dinlemek için mü’mine bir ufuk gösterilir. Peygamberimizden (asm) dinliyor gibi bir hâlet-i ruhiye içinde olunmalı, daha öte bizzat Cebrail Aleyhisselâm’dan dinliyor gibi bir hava içine girilmeli, daha da öte on sekiz bin âlemin Sultanı Cenâb-ı Hak’tan dinliyor gibi davranmalı. O zaman bize ne kadar değer verildiği, adam yerine konulduğumuz, Allah’a muhatap olma şeref ve itibarına kavuşturulduğumuz, bundan dolayı da ne kadar sevinçten uçar hâle gelmemiz gerektiğini anlarız.

Nasıl sevinmeyiz ki, Allah ile konuşur gibi Kur’ân’ı okumak, dinlemek ve kelâmını anlama gayret ve şevki içerisine girmek; gösterdiği, dikkat çektiği hakikatleri hayatımızın programı yapmak, bu doğru yol rehberini anlama ve uygulamayı prensip edinmek daha dünyadayken Cennet lezzetlerini tatmak demektir.

Evet, inanan bir insan için en büyük mesele bize bu kadar pâye veren Rabbimizin sözlerini anlama ve yaşama gayreti içine girmektir. Bu, ahireti olduğu gibi dünyayı da Cennete çevirmenin tek yoludur. Allah Resûlü de (asm), hep bizleri onu okuma, anlama ve yaşamaya yöneltmiştir. Onu okuyup anlayan ve onunla amel eden kimseyi içi misk dolu ve güzel kokusu her tarafa yayılan dağarcığa benzetmiştir.

Onunla hayat bulur insan. Ölü ruhlar onunla canlanır, neşv ü nema bulur. Diriltici hakikatler hazinesidir Kur’ân. Allah Resûlü (asm) buyururlar ki: “O, doğru ile yanlışı ayıran bir hakemdir. Onda boş söz yoktur. Kim onun hükümlerine karşı gelerek terk ederse, Allah o kimsenin boynunu kırar, perişan eder. Kim ondan başka bir kurtuluş yolu ararsa, Allah onu saptırır. O, Allah’ın sağlam bir ipidir. O hikmet dolu sözlerdir. Dosdoğru bir yoldur… Kim ona dayanarak uygularsa mükâfatını görür. Kim ona dayanarak hükmederse adaleti bulur. Kim ona çağrılırsa doğru yol gösterilmiş olur.”1

Böyle yüce bir kitabı her harfine sair zamanlarda on sevap verilirken, yüzlerce, binlerce hatta on binlerce sevap verilen (ki bir Kadir Gecesinde Âyetü’l-Kürsî gibi âyetlerin herbir harfine otuz bin sevap verilir) Kur’ân’ı gece gündüz bol bol okumanın tam zamanı Ramazan-ı Şerif.

Gazetemiz Yeni Asya bu mübarek günlerde eskiden beri süregelen hizmetlerine bir yenisini ekledi. Promosyon olarak okurlarına gayet okunaklı, nefis bilgisayar hattıyla bir Kur’ân hediye ediyor. Bu fırsatı mutlaka değerlendirmeli.

Ramazan’ınız Kur’ân’la aydınlansın, bereket ve feyzi dünyanızı sarsın.

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’ân: 14.

08.09.2007

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Herkesin bir derdi olmalı



Atalarımız, “Dertsiz baş olmaz” demişler. En dertsiz olarak bilinen kabak varmış, onun da başı kelmiş. Yani dert, hayatın bir parçası, bazen sevinci, bazen de tasasıdır. Zaten insan dediğimiz varlık, zıtların cem olduğu bir ruh ve bedenden ibaret değil midir?

Şarkılarda, şiirlerde, destanlarda, türkülerde bol bol dertten bahsedilir. Kimisi “Derdim çoktur hangisine yanayım” diye şaşkınlık ve çaresizliğini ifade eder, kimisi “Dertleri zevk edindim, bende neşe ne arar” diyerek, derdi ile yaşamaya alıştığını belirtir. Kimisi de “Dert bir olaydı, ağlaması kolaydı” diyerek derdinin çokluğundan yakınır. Zaten “Dertsiz baş, bostan korkuluğunda olur” atasözü ile, her başın bir derdi vardır ve de olmalıdır gerçeği kabul edilmiştir. Âşık Mir’ati ise bir şiirinde şöyle der: “Neye gam çekersin hey koca sersem / Dertsiz baş mı olur, âdemiz madem”

Hz. Mevlânâ, “Dert daima insana yol gösterir” der. Demek ki derdimiz aynı zamanda hayatımızın bir kılavuzudur. Atmacanın serçe kuşuna tasallutu serçenin istidatlarını inkişaf ettirdiği gibi, dertlerin tasallutu da insanın bağışıklığını ve dayanıklılığını artırır. Yeni yollar bulmasına, yeni çareler üretmesine vesile olur. Ayrıca, insanın, aczini idrak edip Rabbine teslimiyetini artırmasını sağlar. “Kadere iman eden kederden kurtulur” kaidesince, dert ve keder, insanı kadere iman etmeye de teşvik eder.

Niyazî Mısrî de, “Ey derde derman isteyen / Yetmez mi dert derman sana” diyerek, derdin de aynı zamanda bir derman olduğunu ifade ediyor.

“Bir derdin dermanı, başka bir derde zehir olabilir” diyen Bediüzzaman’ın sözünü, bazı dertlerin başka dertlere derman olabileceği şeklinde anlamak da mümkündür. Ayrıca, “Zeval-i lezzet elem olduğu gibi, zeval-i elem dahi lezzettir” sözüyle, dertlerin sonunda tatlı bir sevinç ortaya çıktığı belirtiliyor. Kışın soğuk, fırtınalı ve çamurlu yüzünün altında ılık, tatlı ve sevimli bir baharın bizi beklediğini düşünmek de, dertlerin arkasında zevklerin yattığını göstermektedir.

Âşık, derdinden şikâyetçi olmaz. Bilir ki, nefsine dert ve elem görünen şeyler, ruhu ve kalbi için bir şifadır. Onu gafletten uyandıran, dalâletten hidayete eriştiren bir vasıtadır. Bir ehl-i kalbin dediği gibi: “Beliğ belâdır bâlâya sebep / Belâ-ile olur inâyet-i Rab” (Belli ki belâ, yükselmeye sebeptir. Eğer o belâ olmasa Rabb’a yakınlık olmaz). Hamur fırın ateşinden piştikten sonra ekmek haline gelir. İnsanlar için de bu böyledir. Yunus Emre, ancak aşk ateşinden pişip yandıktan sonra hamlıktan kurtulup, olgunluğa erişmiştir.

İnsan başkasının derdi ile de dertlenmelidir. Dertleri paylaştığı gibi, paylaşmayı da dert edinmelidir. Bencil, sadece kendini düşünen, başkalarının derdine duyarsız olan insanlar insan olmanın erdemlerinden uzaklaşmış olurlar. “Başkasının derdi beni mi gerdi” deyip, dertsiz başını derde sokmaktan kaçınanlar, kendileri de bir sıkıntıya düştükleri zaman yanlarında kimseyi bulamayabilirler.

Dert, aynı zamanda yüksek bir gayeyi ve ulvî bir amacı ifade eder. İnsan gayesini dert edinirse, ona ulaşmak için gerekli her türlü zorluğa katlanır. Bunu yaparken de üşenmez, yüksünmez, şikâyetçi olmaz. Gayesini dert edinen insan, rahatı ve sefayı değil, çileyi ve cefayı tercih eder.

Herkesin bir derdi olmalı ki, hayatın bir anlamı olsun. Yoksa, “Dertsiz baş, duvara taş” misâli, heyecansız, gayesiz, duygusuz ve duyarsız bir beden ortaya çıkar ki, buna da insan demek bilmem ne kadar doğru olacaktır.

08.09.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Ruhun mahiyeti



Halil Bey

*“Ruh nedir? Ruhun mahiyeti hakkında bilgi verebilir misiniz? Kur’ân, Cebrail için genelde ‘Ruh, Rûh’ul-Kudüs, Rûh’ul-Emin” isimlerini kullanıyor. Cebrail sanki melekten farklı bir varlıkmış gibi bir izlenim doğuyor. Cebrail melek midir, değil midir?”

İnsanoğlunun asırlardır çözemediği problemlerden birisi de, ruhun varlığı ve mahiyetinin ne olduğu meselesidir. Hakikaten ruh nedir? Nasıl oluyor ki, ruh çıkınca insan ölmüş oluyor; ruh çıkmayınca hayat devam ediyor. Nasıl oluyor ki, ruhlar, insan öldükten sonra da yaşıyor; beden toprak olmaya yüz tuttuğunda, ruh iyi veya kötü, acı veya tatlı kendi serüvenini tatmaya devam ediyor. Nasıl oluyor ki, bedenimizde ruh varken acı, tatlı, lezzet, gam, keder, hüzün, sevinç, gurur, sevgi, öfke, riyâ envâ-i çeşit duygularla örülmüş olan varlığımız; ruh çıktığında câmid, hissiz, duygusuz, tepkisiz ve sessiz oluveriyor? Gören gözlerimiz neden donup kalıyor? İşiten kulaklarımıza ne oluyor ki, algılamıyor? Koku alan burnumuz neden hissizleşiyor? Duygu dolu bedenimiz dokununca neden cevap vermiyor? Konuşan dilimiz niçin susuyor? Bize ne oluyor ki, az önce acı tatlı birlikte olduğumuz hane halkı ile artık irtibatımız kesilmiş?

Ruhun ne olduğu Resûlullah Efendimiz’e de (asm) sorulmuş; Allah Resulü (asm) soruyu vahye havale etmiş ve Cenâb-ı Hak’tan şu vahiy gelmiştir: “Sana ruhtan sorarlar. De ki: ‘Ruh Rabb’imin emrindendir. Size o ilimden ancak az bir şey verilmiştir.’”1

Bu âyeti tefsîr eden Bedîüzzaman Hazretleri (ra) ruhu şöyle tanımlıyor: “Rûh; zîhayat, zîşuur, nûrânî, vücûd-u haricî giydirilmiş, câmî, hakîkattar, külliyet kesb etmeye müstaid bir kânun-u emrîdir”2 der.

Tanımdan yürümeye çalışalım: Rûh hayat sahibidir. Rûh şuur sahibidir. Rûh nûrânîdir. Rûha vücûd-u haricî giydirilmiştir. Yani, bu İlâhî emre, hâricî bir hüviyet ve mahiyet kazandırılmıştır, husûsî bir câmiiyet ve bütünlük verilmiştir. Burada, “haricî vücud” kavramı içinde meleklerin her birinin ayrı husûsiyeti hâiz olduğunu, cinlerin her birinin müstakil mahiyetinin bulunduğunu ve insanların her birinin husûsî bir hüviyete sahip olduğunu anlamak mümkün. Ayrıca her bir insana dünyaya gelişinde giydirilen, dünyadan gidişinde soyulan ve Kıyâmet Günü tekrar giydirileceği vaad olunan vücut gömleğini bu “haricî vücud” kavramı içinde düşünmemelidir. Çünkü bu cismânî vücut ayrı bir lütuftur; dünyaya ve kıyâmete mahsus bir gömlektir; ölümle soyulduğunda rûh yine gılâf-ı lâtîf ve beden-i misâlîsi içinde dünyâdan âlem-i berzâha ayrılır.3 Rûh câmîdir; yâni, derinlik ve bütünlük sahibidir; geniştir, kapsamlıdır, Cenâb-ı Hakkın ekser isimlerine mazhardır, hadsiz lâtîfeleri ve duyguları bünyesinde barındırır, bir küçük âlem gibidir, cismâniyetle birleştiğinde kâinatın bir fihristesi mahiyetindedir.4 Rûh hakîkattardır; yani varlığı doğrudan Allah’ın emrine dayanır; esbab-müsebbeb ilişkisi olmadan her rûh doğrudan doğruya kendi Hâlık-ı Kerîm’inin, kendi Sâni-i Hakîm’inin emir ve irâdesinden gelmiştir. Hayal değildir. Rü’yâ değildir. Efsâne değildir. Mitolojik bir unsur değildir. Allah’ın emrine istinad eden hakîkî bir vücuda ve varlığa sahiptir. Rûh, külliyet kesb etmeye müstaiddir; yani, dar kafesine sığmaz o, kabına sığmaz, gömleğini yırtar, toprağını yarar, bütün kâinâtı ardına alır, kâinâtın Sahibine muhatap ve müteveccih olur; Allah’ın mülkünde sınır tanımaz, hudud tanımaz; bir inkişâf etti mi, bir açıldı mı, bir uçtu mu yıldızlar, güneşler, ulvî âlemler ona dar gelir.5

Rûh, kânûn-u emrîdir; yani âyette belirtildiği üzere Cenâb-ı Hakkın emrinden gelmiş bir kânûndur, bir nâmustur, bir hususî tabiâttır; bir büyük hakîkatın çekirdeği ve nüvesidir.

Melekler de rûhânî varlıklardır. Kur’ân’ın, Hazret-i Cebrâil (as) için “Rûh”6, “Rûh’ul-Emîn”7, “Rûh’ul-Kudüs”8 gibi saygı ve ihtiram ifâdeleri kullanmış olması Hazret-i Cebrâil’in (as) vazife ve makamının üstünlüğünü gösterir; melek olmadığını göstermez. Nitekim Hazret-i Üstad’ın (ra); “Hazret-i Cebrail, Mikail, Azrail gibi melâike-i izâm”9 ifâdesinden de anlaşılacağı üzere, Hazret-i Cebrâil büyük meleklerdendir.

Ruh, Allah’tan bir emirdir. Allah’ın “Âmir”, “Mürîd”,“Muhyî”, “Alîm”, “Kadîr”, “Hakîm”, “Semî’”, “Basîr” gibi isimlerinin ve bilemediğimiz ekser Esmâ’nın mazharıdır. Allah’ı isimleriyle, sıfatlarıyla, fiilleriyle ve şuûnâtı ile tanıyabiliriz. Gerçek mâhiyetini ve Zâtını ise bilemeyiz. Ancak Allah’ın Zât’ı ile berâber başka bir şeyinin de varlığını kabul etmek, meselâ ruhunun varlığını kabul etmek veya varsaymak Tevhid inancına uygun düşmez. Rûh haricî bir vücud ve bir kanûn-u emrî olduğuna göre, mâsivânın muhtaç olduğu bir haricî vücudu Allah’a da izâfe etmek câiz değildir. Allah (cc) Samed’dir; hiçbir şeye muhtaç değildir. Allah’ın Zât’ının mahiyeti ise, bizce meçhuldür.

Dipnot: 1- İsrâ Sûresi, 17/85; 2- Sözler, s. 478; 3- A.g.e. s. 478; 4- Sünûhât, s. 15; 5- Lem’alar, s. 238; 6- Kadir Sûresi, 97/4; 7- Şuarâ Sûresi, 26/193; 8- Bakara Sûresi, 2/87, 253; Mâide Sûresi, 5/110; Nahl Sûresi, 16/102; 9- Mektûbât, s. 336

08.09.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Magazin programlarının akibeti



Önce “magazin”in ne olduğuna bir bakalım.

Magazin:

Aslen İngilizce “magazine”den gelmiş. Fransızca “dükkân” yani “magazen” olarak okunuyor. Bunun sonuna bir “e” eklenmesi halinde “dergi anlamına geliveriyormuş. Yani, sağı solu belirsiz bir kelime.

Bizde “magazin” denince ilk akla gelen “Televole kültürü”dür…

Nedir “televole kültürü?”

Hatırlayın; “televole” öncelikle futbolculara abuk subuk sorularla ortaya çıkan bir programdı. Genç muhabirler futbolculara öylesine “salakça” sorular soruyordu ki, izleyenlerin saçını başını yolduruyordu. Daha önce televizyon ekranlarında böylesine aptalca sorulara rastlanmadığından çok tepki çekiyordu. Türk izleyicisi bunları ciddiye almamak gerektiğini yıllar sonra öğrenecekti.

Ancak Türk halkı bu programları eleştirirken, bir yandan da izledi. Reyting tavana vurdu. Çünkü bu futbolcular sahada müthiş bir performans sergilerken, ekran karşısında mikrofona “zekâdan yoksun” açıklamalar yapıyordu.

Hatta bazı futbolcular, yılışık muhabirlerle birlikte program bile yaptı. Türkiye’ye gelen Maradona’ya “maraba Televole” dedirterek programı daha da meşhur ettiler… Derken, “televole” yavaş yavaş “magazin”e doğru kaydı.

Futbolcularla söyleşi yapmak yerine “işi olmayan” playboylarla ve zekâsının olup olmadığı tartışılan mankenlerle söyleşi yapmak daha kolaydı. Çünkü onlarla konuşmak yerine “kakara-kikiri” diş göstermek daha kolay geliyordu “magazin”cilere. Vur patlasın, çal oynasın taverna görüntüleri, kimin eli kimin cebinde dedikodular ve “kaçamak” görüntülerle programın “niteliğini”(!) arttırdılar!

Sonra? Türkiye’de magazin programları giderek “sansasyon”a doğru objektiflerini çevirdi. Kim, kiminle, nerede, mantığıyla çekilen programlarla o zamana kadar bir ya da iki manken adı bilen “yurdum insanı” artık bu camiayı ezberledi. Ekranlar magazin yıldızlarını bir bir parlatırken, eski mankenler yaşı ilerleyince hemen “şarkıcılığa” terfi etti... Nice yıldızlar bu programlar sayesinde belli noktalara geldi.

Türkiye Can Tanrıyar denen adama teşekkür borçlu…

Magazin, popüler kültürün her yerinde… Hatta tam içinde yer aldı. Onun bir parçası oldu. Kitle kültürünün çok sistematik üretilen bir yanı oldu. Afyon gibi uyuşturan bir unsura dönüştü. İş çığırından çıktı. Öyle ki, magazin programlarıyla “ünlenen” isimler dahi, hakkında çıkan programları eleştirir hale geldi.

Bunları niye yazdık?

Magazin programları yayından kalkıyor mu tartışmaları bu günlerde sıkça soruluyor, yazılıyor. AKP Milletvekili Osman Yağmurdereli, seçimden hemen sonra şu açıklamayı yapmıştı:

“Magazin programlarında Türk sosyal hayatına yakışmayan haberler yapılıyor. Kimin kimle flört ettiği kimseyi ilgilendirmiyor. Türk gençliği yanlış yönlendiriliyor” demiş, tepkisini açıkça dile getirmişti.

RTÜK’ün de televizyonda yayınlanan magazin programlarına savaş açtığı biliniyor. Buna paralel olarak RTÜK yetkilileri, magazin programlarını denetlemek için bir “alt kurul” oluşturdu. Kurulun başına da Yağmurdereli getirildi.

Soru şu: Magazin programları yayından kalkabilir mi? Neden olmasın? Bunun ne gibi bir sakıncası olabilir ki? Bence hiç olmaz. Yayından kalkmadığı müddet içinde bu sorunlar yumağı daha da büyüyecektir.

08.09.2007

E-Posta: [email protected]




M. Ali KAYA

Nefis



Nefis, topraktan yaratılan insan bedeni olup bedensel zevklerin kaynağı denebilir. Yemek, içmek, giyinmek, görmek, koklamak, dokunmak, tatmak gibi insana zevk veren duygular ancak maddî bedenle gerçekleşir. Ruhun bu zevkleri tatması için yüce Allah bedende her duyguya uygun zevki alabilecek birer aza görevlendirmiştir. İnsan ruhu, bu aza ve âletlerle kâinatı ve varlığı algılar. Bunlar göz, kulak, burun, dil ve deridir. İnsan harici âlemde Allah’ın yarattığı varlıkları bu âletler ile görür ve o âlemlerden istifade eder. Göz ile renkler ve şekiller âlemini, kulak ile sesler âlemini, dil ile tatlar âlemini, burun ile kokular âlemini, deri ile de ısı, katılık, yumuşaklık gibi varlıkları hisseder ve anlar. Bir azası eksik olanın, ruhu mükemmel de olsa istifadesi imkânsız olur.

Nefis, nefsânî duygular dediğimiz yemek, içmek, görmek, işitmek vb. duygularla beslenir. Nefsin ölmesi insanın bu gibi duygularının çalışmaması demektir. Meselâ insan hasta olduğu ve büyük bir sıkıntı içinde bulunduğu zaman nefsânî duygular uykuya çekilir, yani bir nevî ölür. Nefsi öldürmek ise bu duyguları işlevsiz hale getirmek demektir.

İnsanı saray gibi bir binaya benzeten Bediüzzaman, o sarayın ehlini ve sakinlerini “insandaki göz, kulak, kalb, sır, ruh, akıl gibi letâif ve nefis ve hevâ ve kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiye gibi şeylerdir. Her bir insanda her bir lâtifenin ayrı ayrı vazife-i ubudiyetleri var. Ayrı ayrı lezzetleri, elemleri var. Nefis ve hevâ, kuvve-i şeheviye ve gadabiye, bir kapıcı ve it hükmündedirler”1 şeklinde ifade ederek, Allah’ın insana nefsi verme amacının insan ruhunu barındıran beden sarayını korumak olduğunu ifade etmektedir.

Dolayısıyla beden sarayında padişah hükmünde olan ruhun, vezir mesabesinde olan aklın ve kalbin terakkî ve tekâmülünü sağlamak ancak nefsin görevini amacına uygun yapmasına bağlıdır. Beden sarayını koruma amacı ile tutulan bir bekçinin, yönetimi ele geçirerek ruhu ve aklı esir alması ve kalbi istediği gibi yönlendirmesi elbette büyük bir yıkımdır. Bu, insanın amacından sapması ve Yaratıcının hikmetine aykırı davranmasıdır. “İşte o yüksek letâifi nefis ve hevâya musahhar etmek ve vazife-i asliyelerini unutturmak, elbette sukuttur, terakkî değildir” ifadesi bunu anlatmaktadır.

İnsanın değeri beden ve nefis yönü ile değildir. Beden yönü ile insanın sair hayvanlardan hiçbir farkı yoktur. İnsana değer veren insanın yüklenmiş olduğu kutsal ve önemli görevidir. Nasıl ki padişah ile köle insan olarak birdir; ancak yüklenmiş olduğu görev ve sorumluluk yönü ile makam ve mertebe sahibidirler. İnsan da bitkisel ve hayvânî yönü ile diğer canlılardan farklı olmamakla beraber Allah’ın sevgisine muhatap olma ve Allah’ın kendisine yüklemiş olduğu görev ve sorumluluk itibariyle diğer canlılardan ayrılmaktadır. Bu görev ve sorumluluğu yerine getirip getirmemesi ile ceza ve mükâfatı hak etmektedir. Ceza ve mükâfat da ancak sorumluluğun derecesine göredir.

İnsanı vazife sorumluluğundan alıkoyan en önemli husus nefsin zevklerine meftun olarak vazifesini unutması ve dünyanın nefsi cezbeden güzelliklerine ve nefsin ihtiraslarına esir olmasıdır. Bu durumda insan, Allah’ın kendisine bedenini koruması için verdiği öfke, neslinin devamını sağlamak amacı ile verdiği şehvet duygusunu da nefsinin emrine verir. “Esfel-i sâfilîne”, diğer hayvanlardan daha aşağı derekeye düşer ve Cehenneme ehil olacak derekeye sukut eder. Böylece ebedî cezayı hak eder.

Nefis devekuşu gibidir.2 Kendi menfaatine olan şeyi görür ve alır. Bundan dolayı nefis menfaatlerin kaynağıdır. Kişi menfaatini terk etme fedakârlığı göstermediği müddetçe nefsini mağlup edemez. Menfaatperest nefisperesttir.

İnsan “nisyan” kökünden gelen bir kelimedir. Bundan dolayı nisyana yani unutmaya müptelâdır; unutkandır. Nisyanın en kötüsü de nefsin unutulmasıdır.3 Nefisperest bir insana bir iş, bir ibadet teklif edildiği zaman başını havaya kaldırarak firavunlaşır. Ama bir menfaat dağıtımında liyakati ve hakkı olmadığı halde bir zerreyi bile terk etmek istemez. Nefsini ıslah eden ise hizmette ileri, ücrette geri durur.

Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’de “Allah’ı unutan ve bu sebeple Allah’ın nefislerini unutturduğu kimseler olmayın. İşte fasıklar onlardır”4 buyurarak nefsi Allah’a ve dine hizmette unutanların fasıklar olduğunu açıkça ifade etmektedir.

Her varlık kendisinden üstün olana hizmet etmekle şeref sahibi olur. Varlıklar içinde en eşrefi insandır. Bunun için bütün varlıklar insana hizmet ederler. İnsan da ancak kendisinden üstün olan yüce Allah’a hizmet etmekle şeref kazanır. Allah’ı unutan elbette kendisinden daha aşağı varlıklara hizmet ederek insanlık şerefini ayaklar altına almış olur. Böylece nefis büyük bir zillete ve hakarete düşer. Ama ne var ki devekuşu gibi başını kuma sokarak kurtulma sevdasındadır. Hâlbuki bütün gövdesini dışarıda bırakarak avcılara kolay bir hedef olur.

Elhasıl, “Sen, eğer nefis ve şeytanı dinlersen, esfel-i sâfilîne düşersin. Eğer Hak ve Kur’ânı dinlersen âlây-ı illiyyîne çıkar, kâinâtın güzel bir takvimi olursun.”5

Dipnotlar:

1- Sözler (2004) s. 514

2- Mesnevi, (2006) s. 291

3- Mesnevi, 375

4- Haşr, 59:19

5- Sözler, 526

08.09.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

İksir-i hayatî



Bu yazıyı bir Adapazarı-İstanbul seyahati sırasında yazıyorum. Daha doğrusu bu yazıyı dönüş yolunda kaleme almak nasip oldu. Adapazarı’ndan dönüşte genellikle yazılarımı, ya dostlarıma ya da yad-ı mazime ayırıyorum. Bu defa da itiyadımı bozmadım ve yazıyı dostlarıma vakfettim. Bunlar arasında bana ilk kez okuma alışkanlığı kazandıran çocukluk arkadaşım Şükrü vardı. Ziyaretlerim sırasında genellikle mahallemizde bulunan kardeşi Fikri’nin berber dükkânına uğrarım. Mutlaka orada tanıdıklardan veya aşina simalardan birisine rastlarım. Boşa çıkan ziyaretim yoktur. Hep doluya çıkar. Bu defa da yine berber dükkânına gittim ve kardeşi Fikret de orada idi. Gayet hamarat bir çocuktur hemen bana bir taksi ayarladı ve birlikte eski Şeker Fabrikası civarındaki Şekerspor Kulübüne gittik abisi burasının lokalini işletiyor. Hem doyasıya çay içtik, hem de dertleştik. Tabir caizse hem maddî, hem de manevî olarak demlendik.

Şükrü Çelikateş hayatımda kalıcı izler bırakan bir arkadaştır. Onunla çeşitli aşamaları terakki ettim ve aştım. İlk olarak onunla macera kitaplarıyla tanıştık. Ve macera kitapları koleksiyonumuz oldu. Galiba ondan önce sadece Zembla, Tommiks, Teksas türü resimli macera romanları okuyordum. Onlar okuma alışkanlığını kazandırmak için belirli bir altyapıyı oluşturdular. Onun üzerini de Şükrü ile birlikte kurduk, inşa ettik veya tamamladık. Onunla birlikte olduğum günlerde en azından 100-150 sayfalık bir kitabı bir gecede deviriyorduk. Tabiri caizse bir solukta okuyorduk. Özellikle de macera kitaplarını çok seviyorduk. Bundan dolayı o dönemde en fazla hoşlandığım, hayallerini kurduğum şey gemici olmak ve dünyayı turlamaktı. Böyle bir tutkum vardı. O sıralarda bolca sinemaya da gidiyorduk. Ama zamanla okumalarımızda görsellik oranı azaldı. Jules Verne, Kemaleddin Tuğcu derken tarih kitaplarıyla haşir neşir olduk; aşama kaydettik ve atılım yaptık. Sonra benim Almanya seyahatlerimle birlikte başka boyutlarım oldu ve kurgu tarihinden gerçek tarihe geçtim.

Bununla da kalmadım ve dinî kitaplara atılım yaptım. Bir taraftan Risâle-i Nurlarla tanışırken, diğer taraftan da Birgivi Vasiyetnamesi ile başka boyutlara açılıyordum. O sıralarda ciddi tarih okumalarım oldu. Dinî ilimlere merakım da bu dönemde teşekkül etti. Gazali gibi mücedditlerle tanıştım ve onları çok sevdim. Artık o gibi zevatın külliyatını temin ediyor ve kozamı örüyordum. Bu da beni Gazali’nin izinden Şam’a ve onları mayalandıran diyarlara çekti. İşte hayatımın bir kesitinde beni etkileyen ve yönlendiren Şükrü ile, birkaç güzel saati paylaştık. Geçmişin derinliklerinde iz sürdük. Birlikte dünyayı keşfettiğimiz dönemde edindiği kitaplar. Yakınları tarafından zayi edilmiş. Biraz üzülerek biraz da umursamazlıkla anlattı bunları. Keyifli bir sohbetin ardından kendisinden izin isteyerek ayrıldım.

Her gelişimde muhakkak eski arkadaş çevresini aramak ve bulmak isterim. Bazen istediğimin fevkinde karşılaşmalara nail olurum, bazen de sadece eski tanış ve tanıdık sokakları tek başıma turlamak isterim. Mevlânâ gibi. Aşina sokaklarla özlemimi gideririm. O dili olmayan sokaklarla geçmişteki birlikteliklerimizi yad ederiz. Mazinin âsûde kucağına bırakırım kendimi. Kesinlikle onlar dilsiz veya sağır olsalar da canlılardan çok daha vefalıdırlar. Başkaları bozmadıkça yerli yerlerindedirler.

***

Şükrü’den sonra kısaca Küpçü Hulusi olarak bildiğim ve andığım Hulusi Ağabeyi ziyaret etmek istedim. Zaten onu ziyaret etmek itiyadımdır. Teklifsizlikten dolayı soy ismini de bilmem, ama yazarken kayda geçsin diye bu defa başkalarından soy ismini öğrendim. Torlar’mış. Hulusi Ağabeyle kalplerimizle anlaşırız. Kalplerimiz anlaşır bazen dillerimiz de tasdikleşir. Yine bazen dillerimiz birbirini tekzip etse bile kalplerimiz birbirini tasdik eder. Hulusi Ağabey derinliğin peşinde bir adamdır. İbnü’lmeşrep yani meşrep çocuğu değil hakikatmeşreptir. Farklı çevre ve bundan mütevellit kavramlar bizi ayırsa da kalbî duygular birbirini mıknatıs gibi çeker. Hal adamıdır Hulusi Abi. Mevlânâ’nın dediği gibi aramızda makam adamları azdır. Diğer ümmetlerdeki mukarreplere nazaran İslâm ümmetinde de makam sahipleri ve mukarrepler parmakla gösterilecek derecede azdır. Hulusi Abinin makamını bilemem, ama bana göre mahallesinin kutbudur.

Salko denilince salihandan Salih Abi ve Hulusi Abi akla gelir. Çok ince ve esnektir ve bundan dolayı herkesi kuşatsa da yine de özel dünyasında yalnızdır. Bununla birlikte dükkânının önü dergâh gibidir. Adapazarı’na gelip de çayını içmediğim anlar enderdir. O benim Adapazarı’na gelişimi iple çeker ben de onu görmeye can atarım. Aslen Erzurumlu’dur ve ibnü’lbar dedikleri cinstendir ve rahmetli babası Süleyman Abiye de ahir ömründe hizmette kusur etmemiştir. Erzurumlu deyince hemen bir başka Hulusi’ye daha intikal ederim. Camcı Hulusi. O da 1970’li yıllarda Bahçeli Camii’nin karşısında camcılık yapardı. Bilmem birbirlerini tanırlar mı, ama birbirlerine benzediklerini söyleyebilirim. Bu defa da Hulusi Abiyi görmek için bir hamle yaptım. Müşterek dostlarımızdan Abdullah Beyi dükkânının önünde gördüm ve Hulusi Abiyi istifsar ettim. Bana kalp krizi geçirdiğini söyledi. Son sıralarda biraz kilo derdinden ve buna bağlı şeker ve tansiyon illetinden muzdarip olduğunu söylemişti. Derken bu arada bir iki damarı tıkanmış. Ziyaret etmek istedimse de yoğun bakımda imiş. Allah çocuğuna çoluğuna ve sevdiklerine bağışlasın. Adapazarı onlarla tatlı ve derin. Bir zamanlar onların yerinde Saatçı Burhan ve Remzi Ağabey gibiler vardı. Onlar şehrin tadı ve tuzuydular. Onların dostlukları efsane idi hatıraları bile iksir-i hayattır. Allah, manevî hayatın şahdamarı mesabesinde olan bu iksir-i hayatlardan bizi mahrum etmesin.

***

Bu defa Hulusi Ağabeyin çayını içemedik ve tatlı çehresini göremedik. Ama dönüş yolunda bunun eksikliğini yaşıyorum. Allah’tan Hulusi Ağabeye acil şifalar diliyor ve o gibi dost çehrelerin sayısını arttırmasını niyaz ediyorum. İksir-i hayat, sohbettir, sohbet-i ahyardır.

08.09.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Gül ve AB



Abdullah Gül, yaklaşık beş yıl önce, 3 Kasım seçimini takip eden günlerde başbakanlık görevini üstlendiğinde “Gündemin birinci maddesi AB” şeklinde açıklamalar yapıyordu.

Ve bu çerçevede, o günlerin en sıkıntılı konularından birini oluşturan DGM’ler sorununun çözümüne öncelik vereceklerini söylüyordu.

Hatırlanacağı gibi, kuruluş gerekçesi münhasıran anarşi ve terörle mücadelede devletin elini güçlendirmek olan Devlet Güvenlik Mahkemeleri, 28 Şubat sürecinde bu hedefin tamamen dışında kalan alanlara yönlendirilmiş; adeta düşünce ve ifade özgürlüğünün katledildiği engizisyon mahkemelerine dönüştürülmüşlerdi.

28 Şubat’ın haksız uygulamalarını eleştiren ve bu meyanda 17 Ağustos depremini “ilâhî ikaz” olarak değerlendiren Yeni Asya mensupları başta olmak üzere birçok fikir ve kalem ehli, mülga 163’ün yerine ikame edilerek uygulanan TCK 312’den DGM’lerde hesaba çekilip mahkûm edilmiş, hattâ gazetemiz imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular’a hükmedilen cezanın infazı dahi gerçekleşmişti.

AKP iktidarında, Gül’ün verdiği “DGM’leri kaldırma” sözü tutuldu. Yapılan anayasa değişikliği ile bu mahkemeler tarihe karıştı. Ayrıca TCK’nın yenilenmesi kapsamında, evvelce değiştirilmiş olan 312. madde tekrar değiştirildi.

Böylece DGM’ler eliyle ve 312 kullanılarak yapılan baskılar büyük ölçüde hafifledi. Ama tamamen kalkmadı. DGM’lerin yerine ikame edilen ağır ceza mahkemelerinde, 312’nin 216 olarak korunan yeni şekline istinaden yapılan tacizler yine sürdü.

Gerçekleşen iade-i muhakemelerde Kutlular’ın ve yazarlarımız Sami Cebeci, Cevher İlhan ve Cemil Tokpınar’ın tekrar mahkûm edilmeleri, hattâ 2005’in ilk aylarında Cebeci ve İlhan’ın usulsüz şekilde gözaltına alınıp tutuklanarak 28-30’ar saatliğine dahi olsa cezaevine konulmaları, bu tacizlerin tipik örnekleriydi.

Gerçi bilâhare yapılan hukukî girişimlerle bu tacizlerin daha fazla uzamasına meydan verilmedi, ama iz ve tortu bırakan sıkıntılı hukuk ihlâlleri olarak kayıtlara geçtikleri de bir vâkıa.

İşin enteresan ve dikkat çeken tarafı ise, söz konusu ihlâllerin AB’den müzakerelere başlamak için tarih aldığımız, ama sonrasında AKP hükümetinin reform sürecinde anlaşılmaz bir şekilde frene bastığı 17 Aralık 2004 tarihini takip eden günlerde gerçekleşmiş olmalarıydı.

O günden bugüne geçen zaman zarfında, AB’nin müzakereler için verdiği 3 Ekim 2005’i de geride bıraktık. Ama müzakere sürecinde çok fazla mesafe alabildiğimiz söylenemez. Sadece bir fasılda müzakereler tamamlandı. Son olarak iki fasılda daha, Sarkozy’nin veto silâhını kullanmaması sonucu müzakerelerin açılacağı söylenmişti, ama ne aşamada olunduğuna dair kamuoyuna intikal eden bir bilgi yok.

Olayın en önemli boyutlarından biri de Türkiye kamuoyunda AB konusunun çoktandır neredeyse tümüyle gündem dışı kalmış olması.

Bunun sebebi olarak seçimler gösteriliyor. Ama hükümetin yaklaşık üç yıldır sergilediği rehavet ve isteksizliğin izahı hâlâ yapılmış değil.

Umarız, cumhurbaşkanı sıfatıyla “AB için bundan sonra çok daha aktif olacak, projenin bayraktarlığını bırakmayacağım” diyen Gül’ün mesajı, bu rehavetin terkinin de habercisi olur.

08.09.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Normalleşme



Türkiye’de son günlerde bir “normalleşmedir” gidiyor.

22 Temmuz’da seçim oluyor, şimdi normalleşiriz diyoruz, normalleşemiyoruz.

Yeni oluşan Meclis önce Başkanını, sonra Cumhurbaşkanını seçiyor, bu sefer normalleşiriz diyoruz, yine normalleşemiyoruz.

Hükümet kuruluyor, güvenoyu alıyor, yine normalleşemiyoruz.

“O şuna yan baktı… Elini sıkarken yüzüne bakmadı… ‘Cumhurbaşkanım’ dedi, demedi” sözleri gazete sayfalarında uçuşuyor. Yine normalleşme olmadığı söyleniyor.

Yani, ne yapılırsa yapılsın Türkiye bir türlü normalleşemiyor ya da normalleşmesini istemeyenler var.

1 Ekim’e kadar tatile giren Meclisin açılışından sonra Türkiye normalleşir mi, bekleyip göreceğiz. Ama zor, zira sırada yeni bir gerginlik kaynağı olacak anayasa çalışmaları var. Bir gerçek var, bu anamuhalefet ve bu malûm basınla “normalleşme” zor görünüyor. Ancak Türkiye bir an önce normalleşip, biriken sorunlarına dönüp çözüm yolu aramalıdır… Zira, Nisan ayından beri bu sorunlar yerinde duruyor.

***

Herkesin cumhurbaşkanı oldu mu ki…

Uzatmalı cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’le ilgili 1 Eylül’de yazdığımız “Hoş sadâ bırakamamak” yazısı ile ilgili bir mail geldi. Serkan Bölge isimli okuyucu, yazımızı tenkit eden mailinde özetle şöyle diyor:

“Sayın Sezer halkıyla her zaman iç içe olmuş markete, hastaneye, alış veriş yapmaya giderken az bir korumayla gidip sıra beklemiştir. Her zaman halkının çıkarlarını korumuştur. Sayın Sezer statükocu değildi. O Anayasaya göre hareket etti. Atatürk ilke ve devrimlerinden asla ödün vermedi. O herkesin cumhurbaşkanı oldu… O gittikten sonra rejimi koruyacak kimse kalmadı… Türk halkı onu hiçbir zaman unutmayacak…”

Bizi ağır eleştirmekle suçlayan Serkan Bölge, “Siz belli bir zümrenin sesisiniz” diye de kendince bize eleştiri getirmiş.

Peki, biz yazımızda ne demiştik? Yedi yıllık statükocu dönemi özetleyip, Sezer’in Anayasa kitapçığı fırlatarak krizlere sebep olduğunu, Çankaya’yı başörtülülere kapattığını, herkesin cumhurbaşkanı olamadığını, Çankaya’da kamusal alanlar icat ettiğini söylemiş ve “Sezer, 7 yıldan fazla süren görev süresinde arkasında hoş bir sadâ bıraktı mı?” diye sormuştuk. (1 Eylül 2007)

Bu mailden sonra haklılığımız ortaya çıkıyor. Bir-iki kez kırmızı ışıkta durmak, bir-iki kez markette alış veriş yapmak halkla iç içe olmak mıdır? Bizim söylediğimiz Köşk’ü halka kapatmasıdır. Kamusal alan icat ederek başörtülü vatandaşlara Köşk’ün kapısını kapatmıştır. Ve bunlar milletin gözü önünde olmuştur. Bizde görevimiz gereği gördüklerimizi aktardık.

Neyse gidenin arkasından fazla da konuşmamak lâzım! Millet onu unuttu bile…

***

Memurlar nereden buluyor, bilmiyoruz!

Hükümetle zam konusunda anlaşamayan memur sendikaları toplu görüşmeleri uzlaşma kuruluna götürdü. Ancak, görüşmeler toplu sözleşme değil de, toplu görüşme şeklinde yapıldığı için uyuşmazlıklarda son sözü yine hükümet söylüyor. Hükümet ne derse o oluyor. Bu yüzden bu durumun anayasa ile değişmesi gerekiyor.

Hükümet ile memur sendikaları arasındaki anlaşmazlık zam konusunda tıkandı. İşte bu durumu en iyi özetleyen Diyanet-Sen Genel Başkanı Ahmet Yıldız’ın anlattığı fıkra ortaya koydu. Fıkrayı okuduktan sonra fazla söze gerek olmadığı görülüyor. Fıkra şöyle:

“ABD, İngiliz ve Türk Maliye Bakanları bir araya gelmiş. Kamu çalışanlarının durumlarını görüşmektedirler. ABD Maliye Bakanı der ki, ‘Bizim araştırmalarımıza göre kamu görevlilerimizin bir aylık geçimi için 1000 dolar gerekiyor. Biz onlara 1500 dolar veriyoruz. Bunun 1000 dolarını çeşitli ihtiyaçlarına harcıyorlar, 500 dolarını nereye harcıyorlar bilemiyoruz.

İngiliz Maliye Bakanı sözü alır. ‘Bizim araştırmalarımıza göre kamu görevlilerimizin bir aylık asgarî geçim endeksi 1000 Sterlin. Biz çalışanlarımıza 1400 Sterlin veriyoruz. 1000 Sterlin’ini çeşitli ihtiyaçlarına harcıyorlar. 400’ünü ne yapıyorlar bilmiyoruz’ derken sıra Türkiye Maliye Bakanına gelir. ‘Bizim kamu çalışanlarının asgarî bir aylık geçimi için 1000 YTL gerekiyor. Biz 500 YTL veriyoruz. Gerisini nereden buluyorlar bilemiyoruz…”

Gerçekten de, hükümet bu sorunun cevabını verebiliyor mu? Peki, asgarî ücretin 500 YTL’nin altında olduğu, ortalama memur maaşlarının 750-800 YTL olduğu bir ülkede çalışanlar nasıl geçiniyor?

Birisi bu soruya cevap vermeli…

08.09.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Ramazan hediyesi



Ayların sultanı mübarek Ramazan ayı yaklaştı. Nasip olursa önümüzdeki Çarşamba akşamı ilk teravih namazını kılıp, Perşembe günü de ilk orucumuzu tutacağız.

Ramazan ayı gelince, cemiyette var olan dinî hayatta gözle görülür bir canlanma yaşanır. Bu durum, pek çok başka mecraya da çeki düzen verdirir. Bazı kahvehaneler ve lokanta ve eğlence yerleri Ramazan ayına saygı gereği kapanırken, bazıları da ‘çevreye zarar vermemeye’ çalışır.

On bir ayın sultanı Ramazan ayının etkilediği bir saha da, medyadır. Yılın on bir ayında inançlara mesafeli duran, daha da ilerisinde Müslümanların hayat anlayışını kınayacak şekilde yayın yapan gazete ve televizyonlar bile Ramazan ayında ‘inançlara saygılı yayın’lar yapmaya başlarlar. “Büyük gazete”ler bile, Ramazan sayfaları ve Ramazan hediyeleri vermeye başlar.

Medyanın, Ramazan ayına saygı gereği kendisine çeki düzen vermesini elbette alkışlarız. Ancak arzu ve temennimiz, bu saygının yılın diğer aylarına da yayılması ve sadece Ramazan ayıyla sınırlı kalmamasıdır. Meselâ, Ramazan ayına bir hafta kala “Namaz molası” talep eden otobüs yolcularını kınayacak şekilde yayın yapan bir gazete, aynı zamanda “Namazda Okunan Sûrelerin Tefsiri” kitabını okuyucularına hediye edeceğini duyurmuş. (Milliyet, 7 Eylül 2007)

Bir yanda namaz aleyhinde yayın, öte yanda da namazı teşvik anlamına gelen bir kitabın okuyucuya hediye edilmesi çelişki değil mi? Doğru olan, insanların namaza teşvik edilmesidir ve bunu yapmak için de Ramazan ayını beklemek gerekmemektedir.

Gazetemiz Yeni Asya da, okuyucularına çok anlamlı bir “Ramazan hediyesi” veriyor. Malûm, Ramazan Kur’ân ayı olmakla şereflenmiş bir ay. Gazetemiz de buna uygun olarak abone olan her okuyucumuza 59 kupon karşılığı Kur’ân hediye ediyor. Tabiî ki hemen her okuyucumuzun evinde bir değil, birden çok Kur’ân-ı Kerim vardır. Ancak bir tane daha olmasında da bir mahzur yoktur. Çünkü, evinde Kur’ân-ı Kerim olmayan komşularımız olabilir ya da Kur’ân’ı okumayı öğrendiği halde kendisine özel Kur’ân’ı olmayan çocuklarımız olabilir. Onlara hediye etmek maksadıyla bile olsa bu imkânı ve fırsatı kaçırmamak lâzım.

Piyasada farklı hattatların yazdığı çok sayıda Kur’ân-ı Kerîm vardır. Yeni Asya’nın okuyucularına hediye edeceği Kur’ân-ı Kerim ise, bilgisayar hattıyla hazırlanmış ve kolay okunabilmesi için de emek verilmiş bir Kur’ân. Yıllardan beri belli hattatların yazdığı Kur’ân-ı Kerim’leri okuyanlar belki ilk anda bu hattı yadırgayabilir, ancak dikkatle bakıldığından çok kolay okunabildiği hemen görülmektedir. Bu bakımdan, Kur’ân’ı okumaya yeni başlayanlar için çok faydalı bir hediye.

Şunu da ifade etmek lâzım: Yeni Asya, bu hediyeyi Ramazan ayında vermekle ‘traj’ kaygısını düşünmüyor. Okuyucularımıza bu güne kadar hediye ettiğimiz kitaplar da bunun göstergesi olsa gerek.

Bu vesile ile kavuşmakta olduğumuz Ramazan ayının hayırlara vesile olmasını diliyor ve gazetemizin sunduğu bu imkânın iyi değerlendirilmesini arzu ediyorum. Nice huzurlu Ramazan aylarına kavuşmak dileğiyle...

08.09.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri