Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 25 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Nimetullah AKAY

Kalbimiz kimleri sevmeli?



Aklımızı taciz eden, kalbimize karanlıklar gönderen manzaraların hâkim olduğu zamanlarda bazen aykırı görüntülerle kendimize geliriz. Böyle zamanlarda âlemimize gölgeler düşüren günah bulutları dağılmakta, ümitsiz hâletlerimiz yerlerini ümit rüzgârlarının estiği güzel bir dünyaya bırakmaktadır.

Yeşilin yüzler tonlarıyla Kâinat Halıkının kudretini gösteren park ve bahçelerden geçerken çoğunlukla insanların gafletli hâletleri bizi üzmekte ise de, bazen o parkın sakin bir köşesinde garip kılıklı bir insanın Rabbinin huzurunda el pençe durarak namazını kılması bizlerin dünyasına ümitler serpmektedir.

Giyimleriyle, yürüyüşleriyle, tavırlarıyla dünyanın günah cenderesi içinde kıvranan insanların umursamaz bir şekilde yürüdükleri bir anda, bir inşaat işçisinin bir tahta parçası üzerinde secdeye varması, üzüntülü âlemimize bambaşka duygular katmaktadır.

Yine insanın izzetini muhafazası için önemli bir faktör olan tesettürün olabildiğince azaldığı ve bununla birlikte haya duygularının köreldiği bir zamanda, caddenin bir yerinde tesettürün bütün unsurlarını kendisinde bulunduran bir hanımın mütevazi yürüyüşü de, kafamızda düşünce karmaşasının meydana gelmesine sebep olmaktadır.

Gururun, dünyevî şan ve şerefin, aldatıcı makam ve mevkilerin yönlendirdiği duruşlar ile, her hareketin mütevazilikle şekillendiği duruşları da her zaman karşılaştırmalıyız âlemimizde.

Allah’ın verdiği maddî imkânlarla gününü gün edip, kendisindeki malın ve yaşadığı günlerin gerçek sahibini hatırlamayan insanlar ile kendisine verilen nimetlerin hesabının sorulacağının şuurunda olanların yaşantılarını da zaman zaman kıyaslamamız lâzım.

Sahip olduğu maddî imkânların kendisini daha da mütevazi hale getirdiği insanlar gönlümüzde büyürken, geçici büyüklükler taslayanlar ise dünyamızda küçüldükçe küçüleceklerdir.

Cenâb-ı Allah’ın vermiş olduğu vücut nimetini emanet sahibinin izni dairesinde kullanan ve verilen bu emanetler için her an şükür duygularını Rabbine karşı dile getiren insanların karşısında da, emanetler kendisinin imiş gibi onlara sahiplenenler ve emanete ihanet edenlerin halleri de, düşünülmeye ve kıyaslanıp ders çıkarmaya değerdir doğrusu...

Şimdi kendimize dönelim ve fıtratımıza derc edilen muhabbet, yani sevme duygusunu nerelerde ve kimler için kullandığımızı düşünelim... Bizim için, süpürgesini bir kenara bırakıp namazını bir parkın köşesinde kılan bir insan mı değerlidir, yoksa o parkta gururla oturan ve her halinden dünyanın bütün zevklerinden nasipdar olduğu anlaşılan biri mi değerlidir?

Bizim için, inşaat tozuyla bütün elbisesi tozlanmış, yırtılmış olduğu halde çivili tahtalar üzerinde namaz kılan biri mi daha şereflidir, yoksa makam ve mevkisi oldukça yüksek olup, namazı aklına bile getirmeyen biri mi daha değerlidir?

Elbette eğer nefsimizi dinlersek dünyanın fani şan ve şerefine sahip olan insanlara imrenecek, hep onları değerli bileceğiz. Oysa imanımız, bizi, dünyanın maddî imkânlarından yoksun da olsa, Allah’a samimiyetle ve ihlasla yönelen insanları sevmemizi gerektirmelidir.

Dünyanın zevk ve sefasından oldukça uzak bir hayat yaşamalarına rağmen, ibadetlerini hulus-u kalble eda eden, günahlardan kaçınan ve her halleri için Allah’a şükür eden insanlar, eğer dünyanın şan ve şerefi içinde yaşayan insanlardan daha fazla bizim için değerli değillerse, demek ki bizde bir eksiklik bulunmaktadır.

Bizler Allah’ın bize vermiş olduğu sevme duygusunu Onun rızası dahilinde değerlendirmek zorundayız. Allah’ın sevmediği insanları sevme hakkına sahip değiliz. Allah için sevmek, Allah için buğz etmek düsturu şiârımız olmalıdır.

Bizim hallerine özeneceğimiz insanlar, dünyanın aldatıcı güzellikleri içinde boğulan insanlar olmamalıdır. Yaşantılarıyla Allah’a yakınlık mertebesine kavuşan insanlara benzemeye çalışmaktan daha doğru ve şerefli bir yol olamaz bizim için. Bu konuda şeytanın tilmizi olan nefsimiz bize doğru yolu gösteremez. Akıl ve kalbimizi dinlemek gerek menzil-i maksuda ulaşabilmek için...

25.09.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Sonbahar serinliği



Yazın bitiş hüznü, sonbahar serinliğiyle seyreliyor… Yaz yakıcılığıyla kış arasına sıkışmış sönük renkli mevsim, soluksuz kalmış yaprakları savuruyor… Sarı renklerin çıtırtısı kaçınılmaz kışı çağrıştırıyor…

Sarı mevsim soluklanıyor sönen saatlerin, yiten yazın ardından… Pencerelerden süzülen kısık ışıklar, yazın sonu, kışın başlangıcını haber veriyor… Savrulan sarı yapraklar, yazda yazılmış sonsuzluk dilekçeleri…

Yazdan gelip kışa gidenler sonbahar ârâfında biraz durup bekleşiyor, solgun sayfaları seyredip gidiyor… Yiten yaz canlılığı, kış yalnızlığını yaklaştırıyor… Renklilikten sonraki solgunluğu, siyah ve beyaz sayfalar takip ediyor…

Zaman rüzgârının sarartmadığı hangi yaprak var ki… Dökülen ömür yaprakları ölümün kucağına düşüyor… Hayatın hüznî çıtırtıları duyuluyor her düşüşte… Sepeti dolan terk ediyor mevsimleri, mevsimsiz ırmaklara akıyor…

Akıp giden zaman ırmağı renkleri ve sesleri sürükleyip götürüyor; sancılar ve sevinçlerden geriye kalan, bir lahza hüzün veya tebessüm… Birbirini takip eden zincirler gibi akıp gidiyorlar mevsimler boyunca… Uzun ya da kısa, sonuçta değişen bir şey yok; sonsuzluğun başlangıcı kabir kapısını ölümle açmak…

Açan çiçekte, solan bahçede, biten mevsimde, başlayan yeni günde, güneşin batışında, ayın değişimlerinde, rüzgârın esmesinde, kayan bulutlarda, ırmağın parıldayıp kaybolan damlacıklarında, adem ve sonsuzluk arası gidip gelmeleri görebilen ve duyabilen; engin ve derin tefekkür ikliminde hikmet soluyor… Mevsimler gelmiş, mevsimler gitmiş neyine…

Başlangıç ve bitişin birlikteliğini bulmuştur… Ayrı zamanlar, farklı mekânlar, değişen mevsimler aynı hikmet yaprağını okutur; elem ve lezzetin, ayrılık ve kavuşmanın, darlık ve genişliğin, hayat ve ölümün bir bütünün iki ayrı parçası olduğu ve birbirlerinin gömleklerini devamlı değiştikleri…

Yaz bitmiş, sonbahar kış diye esiyormuş, ilkbahar tekrar yazı hazırlayacak ya… Ne yazar? Ne solar? Ne sonlanır? Bütün bunların sonu sonsuzluk hamuruna dökülecek ya… Ne gam? Ne keder? Ne hüzün?

Dökülen her damla ömür, düşen her yaprak, size hikmeti öğretiyor, rahmeti gösteriyorsa gönlünüz bütün mevsimleri içine alıp genişliyordur… Değilse de hep sonbahar solgunluğunda yalnızlık soluyorsunuzdur; yazın bitişi hüzün verir, kış korkutur, elemler ürkütür, dertler devirir, ölüm hayatı acılaştırır…

Ömrünün sonbaharında

“Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak

Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak” diyen şairin satırları dökülür sadrınızdan…

Evet, sonbahar son bahar değildir; kışın habercisi, ilkbaharın muştusu, yazın yakınlığıdır… Sonbaharın serinliğini hissedebiliyorsanız, kışın üşümeyecek, yazın yanmayacaksınız.

25.09.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Umre günlüğü - 3



Kopuşun götürdüğü buluşma

Uçak havalanmak üzere. “Bismillahirrrahmanirrahim” anonsu yapıldı. Yivlenen at gibi, uçak bineği uçuşa hazır… Yine bir duraksama.

Anlaşılan, son hamle öncesi bir kalkış anı… Kalemimizle birlikte içimizle hem hal durumdayız…

Uçak, gerçekten kalktı… Önce uçağın burnu yukarıya doğru dikili olarak, sonra da arka ve mekanik sistem…

Şimdi, tamamen yerden koptu. Ben de kopacak gibiyim… Nefsî varlığım, tezgâhını kaldırmak istemiyor, ancak müşteri bulamıyor. İlgi görmedi.

Şimdi tamamen yeni bir durum var. Yeni bir ortamdayız. Uçağın içinde havadayız. Cevv-i sema ile… Atmosferin misafirleriyiz derken, sağ pencereden orta koltuklarımıza “merhaba” diyen güneşin ikindi ışıkları, bizi aydınlık bir ısınmaya götürüyor.

Artık yeni yolculuğumuz, dünyadan ayrılmış vaziyette. Havadayız. “Hava”mızın yerde kaldığı, nuraniyetin imanla teneffüs yaptırdığı yeni bir hava ile yaşıyoruz.

Bu esnada, bir duraksama yaşıyor kalem… Belli ki bir daralma veya ferahlama var… Bekleyiş, düşünmenin boşluğa düştüğü, kendinden geçtiği ayrı bir kıvam veriyor…

Gerçekten bom boş bir akıl alanı… Tam bir arınma anı… Akıl uçup gitti. Yutkunmalar artıyor.

Her nefes, kendini tazeliyor, içindekini atıyor. Bir halleşme yaşıyor manevî cihazlarımız. Gözlerimi kapamak geçiyor içimden… Öyle de oluyor… Ne diyeyim ki? Zaten bir şey kalmadı. Hiçliğimizin idraki dışında… Neyiz ki?

Anladığım, içimin boşaldığı…

Yüzümün oruçlandığı, gözlerimin kendine döndüğü ve kapandığı… Başım, önümdeki koltuğun sırtına secde yaparcasına kapanmış…

Gözler kapanarak… Kalem de soluklandı… Yazı da gitti… düşünmek de…

Sonra kendime geldiğinde… Beyin secdede… Alın secdede… Eğilmiş bir halde, önümdeki çekmece masada hem yazıyor, hem alnım koltuğun sırtında kendini kapatmakla meşgul… Kimse görmesin, fark etmesin diye… Kendimle kalayım diye…

Görünmek istemiyorum. “Bu satırları yazmasam” diyorum. Aynı kanaat tekrarlanıyor, destek buluyor. Acaba fazla deşifre mi ediyorum, şu anın duygularını, seyyar, seyyal anını... Hislerin yanılgısı mı? “İç huzur yazılır mı? Yazılabilir mi? Yazılmalı mı?” diye bir muhasebenin içine giriyorum.

Çokta düşünmeden, istemeden, ama gariptir ki yazmaktan da kopmadan devam ediyorum.

Bir teselli buluyorum. Şeref sahibine aittir kabilinden, kölesi olduğumuz Zat’a ve ümmeti olduğumuz Nebi-yi Zişana hürmeten lütfedilen bir nimet hali olarak görüyorum huzuru…

Onu anlatmak adına, beşerî bir paylaşım…

Hepsi o kadar.

25.09.2007

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Hakikat çekirdekleri



Karpuzların çarpışmasından sonra nasıl karpuz çekirdekleri etrafa saçılırsa, kafaların çarpışmasından sonra da fikir çekirdekleri ortaya çıkıyor. Şu bizim anayasa taslağı üzerinde ülkemizin okumuş/yazmış kesiminin yorumlarına bakınca, bu tartışmanın hayırlı olduğu sonucuna varmak zorunda kalıyorsunuz. Zira en azından kimin ne kadar objektif, kimin ne kadar önyargılı ve içten pazarlıklı olduğunu, kimin demokrat kimin askerî yönetim hayranı, halk ve millet muhalifi olduğunu turnusol kâğıdı gibi gösterir oldu. Çok güzel fikirler fışkırdı ortaya. Bu tartışmalardan en azından şunu anladık; sosyal ve siyasal hayatımızda, toplum olarak mahalle kabadayısı edasıyla mahalle baskısından bahsedenler, millete meydan okumaya, askerlere davetiye çıkarıp darbe çığırtkanlığı yapmaya, korku edebiyatıyla vampir filmi çevirmeye yeltenenler de varmış.

Akil adamlarımız bile gerekçe olarak hayalî ve sanal bir takım ihtimallerden bahsederek konuşuyorlar. “Olur, bulur, gelir” gibi geniş zamanlı, genel hükümler ifade eden zaman kipleri yerine, model modelli “Olabilir, bulabilir, gelebilir” şeklinde faraziyelerle, vehim ve şüphe ile bakıyorlar halka. “Eğer üniversitelerde türban serbest olursa, zamanla başını örtmeyen öğrencilere baskı uygulanabilir. Başını zorla kapatabilir” gibilerden muhtemel/ihtimal hesapları ileri sürülüyor. Bediüzzaman Hazretlerinin bir mahkemede suçlamalara cevaben, “Olur nerede, olabilir nerede?” diye haksız ithamlara, mümkün olmayan ihtimallere dayanmanın mantıksızlığını soruşturması gibi, aynı zihniyetin devamı olan bu sanal, vehmî korku korkusuna karşı olabileceklerle olmayabilecekleri iyice belirtmek lâzım.

Aslında anayasa değişikliği, sadece türbanla ilgili değil. Ülkemizi çağdaş dünyada utanılacak hale düşüren bir sürü çağdışı, demokrasiye aykırı, insan haklarına muhalif, totaliter, otoriter, ideolojik saplantılı, devleti sömürme, devletten geçinme esasına dayalı bir çok madde var. Onlara yoğunlaşmak yerine, sanki onları gözardı edip, toplumun gözünden kaçırmaya yönelik bir torpilleme sözkonusu. Türban aleyhine beyanat verme gibi, işlenmesi kolay, fazla fikir ve felsefe üretmeyi gerektirmeyen, dahası bir takım mahfillere “Bakın ben böyleyim” işaret fişeğini verecek polemiklerle zaman geçirmek, anayasal değişikliğe karşı çıkanların samimiyetlerinden şüpheye düşürüyor toplumu. Hatta bir yerde yeni anayasa-sivil anayasa karşıtlığı yapanlar, 12 Eylül Anayasası’nı savunmak, halka değil aristokrat, askerî kökenlere dayalı bir anayasa savunuculuğu pozisyonunu alıyorlar.

Bir de şu “İran’a döneriz, İran gibi oluruz” gibilerden ucuz korkutmalar yok mu, inanın bu sözleri söyleyenlerin kendi akıl ve kanaat kaynaklı değil, başka çevrelerin akıl ve kanaatine göre konuştukları imajı uyanıyor. Anlayış ve ideoloji bir tarafa, ama bugün çağdaşlık diye ortalıkta tozutanların İran-Türkiye karşılaştırması/mukayesesi yapmaları durumunda Anıtkabir defterine nasıl utanmadan yazı yazabildiklerini söyleyebilir. Öyle ya, daha dün haber sitelerinde 12 yıl önce Rusya’dan alınan helikopterlerin bakımsızlık yüzünden çürüğe çıktığı haberini okuduktan sonra, “Türkiye bırakın helikopter imal etmeyi, milyon dolarlar verdiği helikopterin bakımını bile yapamıyor. Çağdaş Türkiye’de hâl bu iken İran, daha dün haber portallarında geçtiği gibi, kendi imal ettiği uçaklarını uçuruyor bile. İşte çağdaş Türkiye, işte gerici İran” derse ne cevap vereceğiz? YÖK Başkanımız üniversitelerimizin bilimsel sıralamada dünya klasmanında kaçıncı olduğunu söyleyebilir mi?.. Daha pek çok malzeme çıkar bu tartışmalardan. İyisi mi sivil anayasa taslağını medenice tartışalım. Minderleri karıştırmayalım. Öyle her fırsatta “Biz çok mükemmel, öbürleri kel” gibilerden İran’ın, Fas’ın, Malezya’nın adını karalayıp durmayın. Sonra mahçup düşebilirsiniz.

25.09.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Ramazan notları



Son günlerde Ramazan programlarında bir isim var ki sıkça onu görür olduk.

Mun’ib Engin Noyan…

Hilâl TV’de iftar programı, atv’de ise sahur programı… Bir de konuk olduğu programları da hesaba katarsanız, günde birkaç kez farklı ekranda yüzünü görmek mümkün.

Yüzünü eskitmese diyorum.

İYİ HABERLER

Dost TV belki bilmeden televizyonda ilk kez “alternatif haber” yöntemi geliştirdi.

O da “İyi Haberler.”

Zevkle ve keyifle izliyorum.

İnsanı gülümseten ve dünyada “iyi şeyler” de oluyormuş dedirten bir haber demeti.

Kimin fikriyse kutluyorum.

TEHLİKENİN FARKINDA OLMAK

Cumhuriyet gazetesi “Cumhuriyet TV”yi kurmak için çalışmalarına başlamış.

Hatta, bayram sonrası yayına girmesi bekleniyormuş.

“Tehlikenin farkında mısınız?”

DOBRA ALİ RIZA DEMİRCAN!

Değerli hoca Ali Rıza Demircan’ı Dobra Dobra (Kanal D) programında görmek beni hayli rahatsız etti.

Her ne kadar Demircan Hoca, “Bu tür programlara mesaj vermek için çıkıyorum” dese de… “Mesaj vermek için onlarca kanal, onlarca program varken, bula bula Dobra Dobra’yı mı buldun?” diye sorarlar.

Müge Anlı magazinel kişileri programına çıkarır, onların hayatını “özel”ini didik didik eder. Ama kendi özel hayatını afişe etmek istemez. Boşanma dâvâsında yaşadığı sorunları sanırım konuklarından çıkarıyor. Öylesine agresif ve çekilmez ki… Konuları birbirine karıştırmakta da bir beis görmüyor.

Pakize Suda nam yazar ise, Demircan Hoca ile adeta dalga geçer gibi konuşuyordu. Düşünsenize, programın daha ilk bölümünde Levent Kırca bile onlara tahammül edemedi.

Doğrusu Demircan Hoca’nın tahammülünü zorladılar… Gerçekten sabrına şapka çıkarılır.

SÜMEYYE

Dost TV’de görmüştün onu ilk kez. Küçük yaşta hafız olan ve Kur’ân-ı Kerim’i 8 farklı makamda okuyan 12 yaşındaki Mısırlı Hafız Sümeyye Ed-Diyb’i kastediyorum.

Sümeyye Türkiye’yi çok sevmiş.

Aynı zamanda “İslâmî konularda çok zayıf gördüm” diyor.

Nasıl mı?

Anlatıyor:

“Fox televizyonuna çağırdılar beni. Öğle vakti bize yemek ikram ettiler çok şaşırdım. O an kendimi çok kötü hissettim. Ancak akşam programa çıkardıkları vakit ben Kur’ân okurken stüdyoda kamera arkasında çalışanların ağladığını gördüm. Açık bayanların benden etkilenerek üstlerini örtmeye çalıştıklarını gördüm. Bu manzara beni çok duygulandırdı.”

Ekliyor:

“Bu Müslümanların biraz tebliğe ihtiyacı var.”

Sümeyye bir Avrupa şehrine gitmiş olsaydı, ancak bu kadar etkilenebilirdi herhalde.

25.09.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

O süreç niye kesildi?



Taha Akyol, Türkiye Barolar Birliğinin 2001 yılında hazırladığı anayasa taslağında “Atatürk ilke ve inkılâpları, Atatürk milliyetçiliği” ifadelerinin hiç kullanılmadığına dikkat çekti.

Taslakta, laiklikten yana ve Atatürkçü kimlikleriyle bilinen Yekta Güngör Özden, Prof. Dr. Necmi Yüzbaşıoğlu ve Prof. Dr. Ülkü Azrak gibi isimlerin de imzasının bulunması, bu durumu daha da ilginç kılıyor (Milliyet, 19.9.07).

Demek ki, şu günlerde AKP’nin hazırladığı anayasa taslağına—gerçek öyle olmadığı halde —“Atatürkçülüğe atıflar budanıyor” diye yüklenilmesinin ardında başka maksatlar yatıyor.

İşin önemli bir boyutu bu. Diğer bir boyutu ise, kendilerini laiklik yanlısı ve Atatürkçü olarak gören kesimlerin dahi, gerçekte 12 Eylül’ün “Atatürkçülüğü adeta herşeyin besmelesi yapan” yaklaşımını paylaşmadığı ve reddettiği.

Zira akıl, sağduyu, bilim bunu gerektiriyor.

Ve Türkiye’de hayatın normal akışı zorlamalarla mecrasından ve çığırından çıkarılmasa, herşey yerli yerine oturacak. Öyle ki, Atatürkçüler dahil herkes, demokrasi ortak paydasında ve sağduyu çizgisinde bir araya gelebilecek.

Nitekim 90’lı yılların başlarında sol cenahta bu yönde sağlıklı bir gelişme süreci başlamıştı.

CHP’nin altı oku tartışılıyor; bunların içinde demokrasinin yer almayışı sorgulanıyor; CHP sol, sivil ve demokrat bir tavır almaya teşvik ediliyordu.

Sonradan CHP’ye dönüşecek olan SHP’nin 1991 seçiminden sonra DYP ile koalisyon ortağı olduğu dönemde gündeme gelen anayasa değişiklikleri içinde “Atatürk ilke ve inkılâpları” ifadelerinin metinden çıkarılması teklifinin yer alması— gerçekleşmese dahi—bu sürecin bir neticesiydi.

Keza CHP’nin 1994’te açıkladığı parti programında yer alan görüşler de çok enteresandı:

* Genelkurmay Başkanı Millî Savunma Bakanına bağlanmalı. * Ordu iç güvenlik alanından dış güvenliğe yönlendirilmeli. * Yasakları tanımlayan anayasa anlayışından, özgürlükleri tanımlayan anlayışa geçilmeli. * Farklılaşma özgürlüğü, temel bir hak olarak sakınılmalı ve korunmalı. * Meclisin etkinliği arttırılmalı; seçilmişler sadece görünürde değil, gerçekte de ülke yönetiminin temel unsuru olmalı. * Köklü bir üniversite reformu yapılmalı, YÖK kaldırılmalı, üniversitelere bilimsel ve yönetsel özerklik tanınmalı. * Laikliğin uzun vadedeki gereği olarak, inanç dünyası sivil topluma devredilmeli. (Aktaran: Eser Karakaş, Star, 12.7.07)

Acaba ne oldu da, sonradan bu demokrat ve özgürlükçü yaklaşım terk edilerek eski katı, devletçi ve dayatmacı çizgiye geri dönüldü?

Bunun sebebi ne olabilir? CHP’nin genlerine işlemiş devletçi ve dayatmacı damarın yeniden ağır basması mı? Derin mahfillerin derin tazyikleri mi? Ya da “siyasal İslâm”ın olağanüstü yükselişinin, demokratik süreç içinde sağlıklı bir raya oturmak üzere olan “olumluya gidiş” seyrini tersine çevirip sabote etmesi mi?

Gelinen noktada muhtemelen bu sebeplerin her biri ayrı ayrı etkili oldu. Ama özellikle CHP geleneğindekilerin bilinçaltındaki “din devleti ve irtica” korkularının demokratik açılımlara galebe etmesinde “din adına siyaset”e duyulan tepkinin oynadığı kritik rol bilhassa çok önemli.

İşin bu yönünün de iyi tahlil edilmesi lâzım.

25.09.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Tabula rasa ve fetret devri



Mevlânâ’nın asrımıza ve ikinci fetret dönemine bakan yönleri ve yansımaları var. Mevlânâ’nın (Kuddise sirruh) sırrının bu asırda tecelli etmesinin de tesadüfte yeri yoktur. Vaktiyle Altınoluk dergisinin sayılarından birisinde Mevlânâ’ya atfedilen bir ifadeye rastlamıştım.

Sırrının 700 küsür yıl sonra tecelli edeceğini haber veriyordu. Bu sır Mevlânâ yılı ilan edilen 2007’de zuhura gelmiş olmalıdır. Bu, hazretin zamanî bir kerametidir ki bu yönde nice kerametleri zuhur etmiştir.

Moğolların Müslüman olacaklarını müjdeleyen de odur. Ve bu müjdeler tecelli ve tahakkuk etmiştir.

Esasında Mevlânâ, Haçlı ve Moğol istilalarıyla tecessüt eden birinci fetret devrinden çıkışın sembollerinden birisidir. 200 yıldır devam eden modern ve son fetret devrinden çıkış tünelinde de yine silüet ve karaltısını görüyoruz. Mevlânâ ötelerden bizi 2007 yılında selâmlıyor. Tarih dönemlerinde tarih birikimi sıfırlanmıştır ve ümmetin kalbi ve zihni adeta “tabula rasa” hâlini almıştır. Yani boş bir levhadan ibaret hâle gelmiştir.

Sanki on emir silinmiş ve kıyamet öncesi hakkında denildiği gibi sanki Kur’ân alem-i şehadetten çekilmiştir. Nitekim, Osmanlı’nın yıkılmasıyla birlikte gerçekleşen harf inkılabıyla Türk halkının tarihî hafızası silinmiş ve adeta sıfırlanmıştır. M. Muhlis Koner’e göre birinci fetret dönemi olan Mevlânâ’nın yaşadığı dönem de bir nevi tabula rasa/boş levha dönemidir. Gazali ve ardından Mevlânâ tabula rasa haline gelen ümmetin kollektif ve ortak şuur ve aklını yeniden inşa ve ihya etmişlerdir.

Ümmet anlamında ikametüddin vazifesini yeniden ikmâl etmişlerdir.

Bundan dolayı Gazali’nin şaheseri olan kitaba boşuna İhya-u Ulûmiddin denilmemiştir. Bu şahaser din ilimlerinin bir ihyasıdır. Molla Cami de Mesnevi ve sahibini şöyle tasvir ve tebcil eder:

An Feridun-u cihan-ı manevi

Bes bud burhan-ı kadreş Mesnevi

Men çe guyam vasfı an-ı ali cenab

Nist Peygamber veli dared kitab

Evet o manevi alemin Feridun'udur ve bu anlamda Sultan-ı ulema’nın da oğlu olmakla sultanoğlu sultandır. Manevi âlemin kaptanıdır. Onun maneviyat âlemindeki sultanlığına Mesnevi kâfi delil ve bürhandır. O, alicenabın vasfını ben nasıl dile getireyim. Peygamber değildir, ama kitabı vardır. Beni İsrail’deki risalet değil, ama nübüvvet damarı (gaybaşina) İslâm’da mülhemunla birlikte devam etmektedir. Mevlânâ da vahyin dûn mertebesi olan ilhama mazhar olanlardandır. Peygamberimizin kemâlatına hürmeten İslâm dairesinde Beni İsrail gibi bir daha resul ve nebi yani peygamber gelmemiştir. Ama onun büyüklüğüne ve kemaline yine nişan olarak Beni İsrail Peygamberleri kademi üzerine veliler gelmiştir. Bundan dolayı Hz. Musa ve İsa ve Hızır makamları gibi velayet makamları vardır. İslâm’da vahiy kesildikten sonra da sema ile manevi bağ ilham tarikiyle devam etmiş ve bu yolla Mevlânâ gibi nice beni İsrail peygamberi kademi üzerine olan evliyalar yetişmiştir. Mesnevi-i manevi Kur’ân ve İslâm’ın manevi bir tefsiridir ve Yavuz’un Şeyhülislâm’ı İbni Kemal’e atfediliği gibi Peygamberimiz rüyada bir hitabe ile İslâm’ın mehasinini bu kadar incelikle bezeyen ve anlatan başka bir kitap yazılmadığını ifade etmiştir.

Sözkonusu kıtada şöyle deniliyor :

İnni absartu fi nevmi erresule

fi yedeyhi el Mesnevi ve huve yekulu

sünnifet kütübün kesirun manevi

leyse fiha kel kitab el Mesnevi

(Ben rüyamda Resul-u Ekremi gördüm, Elinde Mesnevi tutarak diyordu ki; “Çok manevi kitaplar yazıldı, fakat bunlar içinde Mesnevisi gibi yoktu...”)

Yine bu anlamda Risâle-i Nurlar da asrımızda Kur’ân-ı Kerim’in manevi tefsiridir ve onun tereşşuhatıdır. Tevrat veya bazı hadis mecmuaları nasıl dünyayı sulayan Nil ve Dicle ve Fırat gibi nehirlerin cennetten nebaan ettiklerini ve çıkma olduklarını yani cennetin bir nevi dünyadaki tereşşuhatı olduğunu haber veriyorsa İhyâ, Mesnevî ve Risâle-i Nur gibi eserler de manevi alemin tereşşuhatıdır.

25.09.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

“Mahalle baskısı” sonuç verdi, mescitler açılıyor!



Son günlerin en moda tabiri, ‘mahalle baskısı’ tesbiti oldu. Ünlü sosyolog Prof. Dr. Şerif Mardin’in Türkiye’deki gelişmeleri anlatırken kullandığı bu ifada belki de maksadını aşan bir şekilde yorumlandı ve yorumlanmaya da devam ediyor.

Bu ifade o kadar farklı yorumlara kaynaklık etmeye başladı ki, herhangi bir talepte bulunmak isteyenler karşı suçlamayla ile karşı karşıya kalabilir. Yani, “Şu konuda hakkımı istiyorum” deseniz; “Yoksa bize ‘mahalle baskısı’ mı uyguluyorsun” diyenler bile çıkabilir.

Mesela, yabancı bir market zincirinin Türkiye halkası, müşterilerinden gelen ‘talep’leri dikkate alarak ‘mescid’ açmaya karar vermiş ve açmış. Şimdi bu kararın arkasında da ‘mahalle baskısı var’ mı denilecek? Aynı şekilde, Safranbolu’ya gelen Japon turist Takeho Hisamatsu’nun oruç tutanlardan etkilenerek kendisinin de oruç tutmaya başlaması ‘mahalle baskısı’na örnek midir? (AA, 23 Eylül 2007)

Tabiî ki, insanların birbirini etkilemesi ve etkilenmesi kaçınılmazdır. Ama bu ‘etki’lenmeyi sadece ‘baskı’ olarak değerlendirirsek doğru yapmış olur muyuz? Bu hayalî baskıyı önlemek için insanların birbiriyle diyaloğunu mu yasaklayacağız?

Bu tartışmaları bir yana bırakıp, bazılarınca ‘mahalle baskı’sına örnek verilebilecek ‘hayırlı bir gelişme’yi aktaralım: “Türkiye’de faaliyet gösteren dev yabancı market zincirlerinden birinin genel müdürü, bir mağazalarında kendisinden habersiz mescit açıldığını öğrenince devreye girdi: Bizim mağazalarımızda böyle bir uygulamamız yoktu. Siz neden mescit açtınız?

“-Efendim müşterilerimizden istek geldi, ben de mescit yeri ayarladım. Hem bildiğim kadarıyla Avrupa’daki mağazalarımızın bazılarında da mescit yeri var.

“Genel müdür doğrudan müdahale edip, mescidi kapattırmak yerine, durumu Avrupa’daki merkezlerine sormaya karar verdi: ‘Mağazalarımızdan birinde müşterilerden gelen talep üzerine oradaki müdürümüz, mescit yeri ayarlamış. Bu konuda belirlenmiş bir stratejimiz var mıdır?’

“Aldığı yanıt Türkiye’deki genel müdürü şaşırttı: ‘Buradaki çoğu Türk, Müslüman müşterilerimizden talepler gelmişti. Biz de bazı mağazalarımızda mescit yeri düzenlemesi yaptık. Sakınca görmüyoruz.’” (Vahap Munyar, Hürriyet, 23 Eylül 2007)

Mescid açan ‘yabancı market zinciri’nin ismi belirtilmemiş; ama biz buradan tebrik ve teşekkürlerimizi ifade edelim ve henüz mescid açmayan yerli ve yabancı bütün ‘zincir’lere mescid açma çağrısı yapalım...

Yazıda ifade edildiği üzere, market zincirinin genel müdürü ‘merkez’inden aldığı ‘Mescide vize’ cevabı karşısında şaşırmış. Tabii şaşıran sadece genel müdür değil. Muhtemelen bu ‘haber’i duyan çok sayıda ‘aydın’ da şaşıracak...

Ne diyelim, Allah (cc) şaşırtmasın!

25.09.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Özal formülü” olmaz



Gerçekten yeni anayasa taslağı, çeşitli çelişkili çarpıtmalarla çarpık mecrâlara kaydı. Kısır tartışmalar, daha baştan meseleyi çıkmaza sokmakta.

Dinî bir vecîbe olan ve temel hakların başında gelen başörtüsüne getirilen yasadışı yasaklama üzerindeki spekülasyonlar bunun bir örneği.

İşin aslına bakılırsa, yanlışlık, öncelikle emr-i vakiyle dayatılan yasağın yine yasayla kaldırılmasından kaynaklanıyor. Yasağın dayandırıldığı Anayasa Mahkemesi’nin “gerekçesi”ni “yasal” görme yanlışlığından türüyor.

Bilindiği gibi, Özal döneminde önce “üniversitelerde kılık ve kıyafetin serbest olduğu”nu belirten Yüksek Öğretim Kanunu Ek -16. madde, Mahkemece iptal edildi. Bunun üzerine, mevcut ibâreye, “kanunlara aykırı olmamak şartıyla” cümlesi eklendi.

Mahkeme Ek-17’yi iptal edemedi, lâkin “gerekçesi”nde başörtüsünü “çağdışı kıyafet” göstermekle, yasakçılara bahaneler sundu. Anayasanın “gerekçenin kanun yerine ikame edilemeyeceği” açık hükmüne aykırı olarak...

İşte binlerce öğrencinin eğitim hakkını engelleyip mağdur eden yasaklama buradan çıkıyor. Yoksa Türkiye Cumhuriyeti mevzuatında kadınların kılık ve kıyafetlerini düzenleyen bir kanunun olmadığını herkes biliyor.

Sıkıntı, sözkonusu “Özal formülü”nden türedi. Ve bu yasadışı yasağı “yasal” görülerek, uygulamada bir dizi yanlışlık yapıldı...

* * *

Evvela, bugünkü iktidar partisinin kurulmasında, başörtülü kurucu üye alınmaması, parti yetkililerince bu “gerekçe”ye bağlandı. Ardından, ilk girdiği seçimlerde başörtülülerin aday kabul edilmemesi de, yine parti yöneticilerince “yasal engel” yaftasına dayandırıldı.

Yine iktidar partisine mensup bazı belediye başkanları, Mahkemenin anayasaya aykırı kararını referans alarak, başörtülü belediye meclisi üyelerini toplantılara almadılar. Üstelik, “yasa ve mevzuatın gereğini yapıyoruz” diye âdeta “meşrulaştırdılar.”

Hatta Denizli Belediye Başkanının eşi, 23 Nisan törenlerine katılmak için başını açmasını, “kamusal mekânlarda ve resmî törenlerde Cumhuriyet kanunlarına göre hareket etme”ye bağladı. Bu tâvizi, yasakçıların “kamusal alan” uydurmasını öne süren mâlum medyada, “Kamusal alanda ilk adım!” manşetleriyle övüldü.

Keza, “Benim bu dâvâyı geri çekmem bütün kadınlara hakaret olur” diyen Hayrünnisa Gül’ün, eşi Dışişleri Bakanı olunca “Hem dâvâlı, hem dâvâcı durumuna geldim” deyip AİHM’deki dâvâsından vazgeçmesi, kırılganlığın bir başka tezâhürü oldu.

En son Leyla Şahin dâvâsında hükûmetin AİHM’e gönderdiği savunmada, hiçbir dinî hükme, anayasal bir devlet kurumu olan Diyanet’in “Başörtüsü dinî vecibedir” tesbitine atıfta bulunulmaması, yasağı âdeta “yasallaştırdı.”

Dışişlerinin Strasbourg’a yolladığı yazıda, Mahkemenin ve YÖK’ün dayatmalarının yasağa gerekçe gösterilmesi ve başörtüsünün Türkiye’de “laikliğe aykırı” ve “gerginlik sebebi” olarak görülmesi, tam bir fecâat...

Yasadışı yasağı “yasal” görme yanlışlığı, çözümü demokratik irâdede değil, meseleyi Meclise havaleyle, başörtüsünü sözde “serbest bırakan” yasaların çıkarılmasına sürükledi...

* * *

Görünen o ki bu vâhim yanlışlığa yine düşülüyor...

Haberlere göre, akademisyenlerce konulan taslaktaki “İnkılâp yasalarına ve genel ahlâka aykırı olmamak kaydıyla yüksek öğretimde kılık ve kıyafet serbesttir” seçeneği geliştirilmiş! Böylece, “cübbe, sarık, çarşaf, şalvar, mayo, bikini gibi marjinal kılık ve kıyafetler”e sed çekilecekmiş!

Ve değişiklik, partisinin Merkez Yönetim Kurulunda Başbakandan da onay almış. İlham kaynağını “Özal formülü”nden alan Erdoğan, “üniversitelerde başörtüsü yasağının anayasa maddesi ile kaldırılması”nı istemiş. Her ne kadar komisyona başkanlık eden Genel Başkan Yardımcısı Fırat, daha önce “Türban anayasada yer almayacak” dese de...

“Cübbe, sarık, çarşaf ve şalvar”ın “mayo ve bikini”yle bir tutulması bir yana, önerilen “Özal formülü”nün yasağı ortadan kaldırmadığı, üstelik daha da azdırdığı ortada.

Nitekim, doğru uygulansa dahi, yükseköğretim dışında “başörtüsü yasağı”nı bir bakıma “yasallaştıran” bu “formül”ün provokatif yaklaşımlara sebep olabileceği kaygısı aynı toplantıda da dile getirilmiş.

Bunun sosyolojik gerçeği yansıtmadığı, hele kılık kıyafetin yasal meşruiyetinin “Devrim kanunlarına uygunluğa” bağlanmasının yine başörtüsü yasağında istimal edileceği endişesi vurgulanmış.

Çünkü bunun yeniden “laiklik ilkesine aykırılık” gerekçesiyle uygulamada kullanılmasından korkuluyor. O halde hâlâ istismara açık ve yasakçılara fırsat verdiren bu “formül”ün gereği nedir?

Siyasî iktidar, böylesine muhataralı ve riskli “formüller” yerine, demokratik irâde ve uygulama ile yasağı aşmalıdır.

Başka da yolu yok...

25.09.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Sosyalleşme /cemaatin psiko-sosyal boyutu



Medenî varlıklarız. Hemcinslerimizle bir arada yaşamak zorundayız. Bunu başarmak, sosyalleşmemize bağlı. Sosyalleşme; âilemiz ve içinde yaşadığımız toplumla olumlu iletişim kurup, uyum sağlayabilme melekesidir. Aksi halde âile ve topluma ters düşer; çatışır; yabancılaşır ve dışlanırız.

Çok muhteşem ve mükemmel bir yapıda yaratılmışız: Canlılar içinde en müstesna, en ince, en lâtîf, en hassas, en nâzik, en nâzenin bir yapıda yaratılmışız. En seçkin, en kaliteli, en güzel şeyleri isteriz. Sayısız ihtiyaç, meyil ve arzularımız var. Son derece de âciz, zayıfız. İhtiyaçlarımızı karşılamak, arzularımızı tatmin için de çok sanatlara muhtacız. Ancak bir-iki sanatta ihtisas sahibi olabiliriz. Yaratılışımıza uygun bir hayat için teşrik-i mesaiye, yâni, iş bölümüne; dayanışma, yardımlaşma ve ürettiklerimizi paylaşmaya mecburuz.1

Taklitçi bir yapıya da sahip olduğumuzdan düşünce, duygu, his, davranış, fiil, öz ve sözlü olarak biribirimizi etkiler ve taklit ederiz. Bu süreçte ilk ve en büyük hoca ve eğiticimiz annemizdir. Aile fertlerinden sonra da içinde bulunduğumuz cemaat/grup, çevre, tabiî, ekonomik, kültürel şartlar gelir.

Duygu, düşünce, davranış, algılama biçimlerimiz de farklı. Fakat, farklılıklarımız kadar benzer yönlerimiz de var. Farklılık; şahsiyet/kişiliğimizi oluşturur. Benzerliklerimiz ise; yaklaşma, dayanışma, gruplaşma/cemaatleşmeyi doğurur. Grupta bulunma, cemaatle bütünleşme ihtiyacı; ferdleri benzer davranış biçimlerine yönlendirir. Birlikte yaşama zarûreti de ortak değerler etrafında kenetleşmeyi.

Benzerlikler; benzer hayat ve öğrenme şartlarından kaynaklanır. Benzer davranışlar ve öğrenme biçimleri de, iletişim ve etkileşimi; o da birlik ve uyumu sağlar. Böylece, başkalarına nasıl davranacağımızı ve başkalarının davranışlarını öğrenir; kendimizi ona göre ayarlarız.

Sosyalleşme otomatik işleyen bir süreç. Zamanla şuurlu harekete dönüştürürüz. Zaten grup/cemaat, belli bir gayesi olan ve hedeflere varmak isteyenlerden oluşan bir şahs-ı mânevîdir.

Kur’ân; ferdî kabiliyet, hak ve hürriyetleri alabildiğine ihyâ ederken; “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, parçalanmayın; kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın”2 gibi beyanlarla da, cemaat şuûrunu ve sosyal birliği tavsiye eder.

Bugün; ferdiyetçilik (bireysellik) öne çıkmış ise de; grup/cemaat/cemiyetçilik daha da geçerlidir. Çünkü, zaman cemaat (ekip) zamanıdır. Ekip, şirket (çok ortaklılık), hattâ holdingleşme bunun dev göstergeleridir. Maddî işleri ortaklaşa yürütüp olağanüstü kolaylık ve verim sağlamıyor muyuz? Cemaatin (grubun) rûhu olan şahs-ı mânevî (ferdlerin bir araya gelmesiyle oluşturdukları mânevî güç, kişilik) daha sağlamdır. Şer’î, yani hukukî, kanunî hükümleri (örfî, gelenek ve görenekleri, hayat kurallarını, görgü kaidelerini) yerine getirip uygulamada daha muktedirdir.3

İman esasları, İslâm şartları bizi fikren ve fiilen aynı hedefe yöneltir. Hadîslerde, Allah’ın hıfz ve yardımının birlik içinde olan cemaatle olduğu; cemaatten ayrılanın şeytanla beraber olduğu ve yerinin Cehennem4 olacağı belirtilir.

Atomlardan galaksilere kadar (zıt unsurlara rağmen) herşeyin bir arada âhenkli çalışmaları, omuz omuza vermeleri, yardımlaşmaları birliği, cemaatleşmeyi ders verir. Ferdin cemaat/grup şuûru, genel bir şuûru; o da millî birlik ve beraberliği; o da güç ve kuvveti doğurur. Ferdin gücünün, cemaatin şahs-ı mânevîsine karşı sivrisinek kadar kalmasının;5 cemaatle ifâ ettiğimiz ibâdetlerin daha fazîletli6 olmasının sırrı; düşünce, duygu, istek, arzu ve çalışma gücünü birleştirip bir merkeze odaklaştırmamızdır. Cemaatle namaz, tek başına kılınan namazdan 27 derece daha sevap olmasının sırlarından birisi bu olmalı. Hz. Peygamber’in (asm); Müslümanların ölüm-kalım savaşı Bedir’de bile cemaatle namaz kıldırması7 cemaatleşmenin önemini vurgular.

İlmî faaliyetler; bilgi toplama bile grup/cemaatleşmeyle irtibatlı değil mi? Aile, akrabalar topluluğu, ilmî araştırma grupları, düşünce üretim merkezi veya sair sosyal faaliyetler; tamamen cemaatleşmenin bir sonucu değil mi?

İslâm tarihi boyunca hemen her zaman Müslümanlar üçte bir veya daha az maddî kuvvete; fakat güçlü bir cemaat şuûruna sahip olduklarında galibiyetin yüzlerine gülmesi de konumuz açısından manidardır.

Bugünkü perişaniyetimizin sebebi de; cemaat şuûrundan gafil, enerjisinden mahrûm oluşumuz değil mi?

Dipnotlar: 1-İşârâtü’l-İ’câz, s. 140.; 2-Kur’ân, Al-i İmran, 103, 105.; 3-Mesnevî-i Nûriye, s. 87.; 4-Hadis Ansiklopedisi, Kütüb-i Sitte, c. 5, s. 414.; 5-Sünûhat, s. 52.; 6-Muhakemât, s. 60.; 7-Emirdağ Lâhikası, s. 459.

25.09.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Bu yalanı kim yutar?



Merkezi Ankara'da olan "ülkücü" bir dernek var. İsmi "Ülkücü İşçiler Derneği."

Bu derneğin yayın organı vazifesini gören "Ülkücü İşçiler Bülteni" diye de bir mevkutesi var ki, medyaya şenlik.

Bültende yer alan "kapıdan geçmez yalanlar"a bakınca, insan mesleğinden utanmaya başlıyor.

Bu derece açık, bu kadar büyük yalanları nasıl uyduruyorlar ve bunu kimlere yutturuyorlar diye, hayret etmemek elde değil.

Bültenin (sayı: 18, 2007) 28 ve 29. sayfaları Said Nursî için yapılan karalamalara ayrılmış.

Onların kullandığı tâbirle "Said–i Kürdî" başlıklı bu yazı, baştan sona yalan, iftira ve hezeyanlarla süslenmiş. Gayr–ı ciddî gördüğümüz isnat ve iddiaları tek tek cevaplandırma gereğini duymuyoruz.

Onları ciddi bir muhatap olarak kabul etmemiz için, evvelâ Said Nursî'ye isnat ederek en başa aldıkları şu sözün kaynağını belirtsinler, yeter.

Onlara göre, Said Nursî, güyâ demiş ki: "Özgür bir Kürdistan tohumunu ekiyorum. Onu geliştirip büyütün."

Evet, söz konusu yazının en başında bu isnat yer alıyor, ancak ne bir delil var, ne de bir kaynak ismi belirtilmiş. Yani, tam bir atmasyon, anlayacağınız...

Beyler, başkasına mal ettiğiniz bir sözün ispatını neden yapmıyorsunuz? Nursî'nin böyle bir sözü nerede, ne zaman sarf ettiğini niçin belirtmiyorsunuz?

Basın–yayın meslek ahlâkı, delile, ispata dayalı yazılar yazmayı gerektirmez mi? Aksi halde, önüne gelen herkes bir başkası hakkında istediğini yazmaya yönelmez mi?

Hasılı, ey "ülkücü" diye geçinen zevât! Gelin, ya bu yazdığınızın bir iftira olmadığını ispat edin, ya da bu büyük yalanı kimlere nasıl yutturabileceğinizi izah edin.

Şayet, Said Nursî hakkındaki bu yaftanız, yalan değil de doğruysa, ben yirmi beş yıllık mesleğimi derhal terk edeceğime dair söz veriyorum. Aksi halde, sizlerin birşeyler yapması gerekir.

Lütfen bize "Yoksa, ülkücülüğün sizdeki mânâsı bu mu?" dedirtmeyin.

Bilvesile, Bediüzzaman Said Nursî'nin eserlerinin ve kendisinin asıl dâvâsının ne olduğuna dair, yine kendi ifadelerinden birkaç cümleyi hatırlamaya çalışalım.

Bediüzzaman diyor ki

Kur’ân-ı Hakîmin sırr-ı hakîkatiyle ve i’câzının tılsımıyla, benim ve Risâle-i Nur’un programımız ve mesleğimiz ve bilfiil semeresini gördüğümüz ve çalıştığımız ve gâye-i hareketimiz ve hedefimiz, ölümün îdâm-ı ebedîsinden îmân-ı tahkîkî ile bîçareleri kurtarmak ve bu mübârek milleti de her nevî anarşîlikten muhâfaza etmektir. (Emirdağ Lâhikası-I, s. 27)

* * *

Biz, Risâle-i Nur’la, bu memleketin ve istikbâlinin en büyük iki tehlikesini defetmeye çalışıyoruz...

Birinci tehlike: Bu memlekette, hariçten kuvvetli bir sûrette girmeye çalışan anarşîliğe karşı sed çekmek.

İkincisi: Üç yüz elli milyon (şimdi 1,5 milyar) Müslümanlann nefretIerini kardeşliğe çevirmekle, bu memleketin en büyük nokta-i istinadını temin etmektir. (Emirdağ Lâhikası-I, s.125)

* * *

Evet, eserler (Risâleler) tesirlidir. Fakat, millet ve vatanın tam menfaatine ve hiçbir zarar dokundurmadan yüz bin adama kuvvetli îmân-ı tahkîkî dersi vermekle, saadet ve hayat-ı ebediyelerine tam hizmette tesirlidir. (Emirdağ Lâhikası-l, s. 17)

* * *

Risâle-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribâtı, bir küçük hâneyi tâmir etmiyor; belki, küllî bir tahribâtı ve İslâmiyeti içine alan dağlar büyüklüğünde taşlan bulunan bir muhît kal’ayı tâmir ediyor. ...Dehşetli rahnelenen kalb-i umûmi ve efkâr-ı âmmeyi ve umûmun, bâhusus avâm-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esasları ve şeâirlerin kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan vicdân-ı umûmiyi... Kur’ân’ın ve îmânın ilâçları ile tedâvi etmeye çalışıyor. (Kastamonu Lâhikası, s. 25.)

GÜNÜN TARİHİ (25 Eylül 1396)

İstanbul'dan evvel Niğbolu

Yıldırım Bayezid kumandasındaki Osmanlı Ordusu, büyük Haçlı ittifakına karşı Niğbolu'da büyük bir zafer kazandı.

(Niğbolu, Bulgaristan'ın kuzeyinde, Plevne'ye bağlı bir kale–şehir.)

Bizans ve Papalık dahil, Hıristiyan bütün Avrupa devletleri, Osmanlı'yı kıt'adan atmak ve "geldiği yere göndermek" fikrinde birleşmişlerdi. Bu maksatla biraraya geldiler ve kuvvetlerini birleştirdiler.

Osmanlı'ya karşı Avrupa genelinde yapılan hazırlıkların hummalı bir şekilde devam ettiği esnada, Yıldırım Bayezid da İstanbul'u kuşatma almış durumdaydı.

Sultan Bayezid, Haçlıların niyet ve gayretini fark edince de, kuşatmayı kaldırdı ve Edirne merkezli kuvvetlerini Balkanlar'a doğru kaydırmaya başladı.

Zira, öncelikle Avrupa'dan gelecek tehlikeleri bertaraf etmesi lâzımdır ki, İstanbul'un fethi daha emin adımlarla tahakkuk ettirilebilsin.

Tarafların haftalar, aylar süren toparlanma, manevra ve kuşatma hareketlerinin ardından, nihayet iki taraf arasında şiddetli çarpışmalar başgösterdi.

Çatışmaların en şiddetlisi ise, 25 Eylül 1396'da Niğbolu'da yaşandı.

İçinde Fransa, İngiltere, İskoçya, Almanya, Polonya, Bohemya, Avusturya, Macaristan, İtalya, İsviçre, Belçika ve diğer Avrupa ülkelerinden askerler ile Venedik ve Rodos şövalyelerinin de katıldığı 120 bin kişilik büyük haçlı ordusunu mukabil, Osmanlı'ın asker sayısı 50–60 kişi civarındaydı.

Buna rağmen, Osmanlı kuvvetleri galip geldi. Büyük kayıp veren Haçlı ordusu darmadağın oldu.

Bu savaş sebiyle, Avrupa dehşet içinde kaldı. Müjdeyi alan Müslümanlar ise, sevince boğuldu. Abbasî İslâm Halifesi, Osmanlı Padişahına "Sultan–ı İklim–i Rûm" diye hitap etti. (Bu ünvan sonraki sultanlar için de kullanıldı.)

Avrupalılar, Niğbolu'da öyle bir "Osmanlı tokadı" yediler ki, yıllarca kendilerine gelemediler ve bu korkudan kurtulamadılar.

Öyle ki, Yıldırım Bayezid'in 1402'de Timur'a esir düşmesinden sonra Osmanlı'da başlayan 11 yıllık fetret (başsızlık, iç kargaşa) döneminde dahi, Haçlılar harekete geçmeye cesaret edemediler.

25.09.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Allah'ın isim ve fiillerini kavramak



İzmir-Şirinyer’den Firdevs Subay:

* “İnsanın ve kâinatın üzerinde Cenâb-ı Allah’ın isimleri nasıl tecellî ediyor? Allah’ın isimleri ve fiilleri arasında nasıl bir ilişki vardır?”

Allah’ın eserleri ve fiilleri, gözümüz önünde meydana gelen tabiat olaylarıdır, içinde yaşadığımız âlemdir, yerlerdir, göklerdir, gezegenlerdir, yıldızlardır ve tümüyle kâinattır. Etrafımızdaki yaratılışla ilgili tüm fiiller ve tüm tabiat hâdiseleri bize Allah’ın sayısız isim, sıfat ve fiili ile ilgili bilgi verirler.

Allah’ın her bir ismi, sayısız iş, eylem ve faaliyeti netice verir. Dolayısıyla etrafımızda her “an” binlercesine şahit olduğumuz fiiller, Allah’ın isimlerinin fiillerinden ibarettirler. Bu mevcudatta işleyen fiillerin hadsiz intizam ve hikmet dillerinin bir Yaratıcının varlığına ve birliğine hadsiz şahitler hükmünde olduğunu beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, kâinattaki bütün varlıkların, hadsiz intizam dilleriyle ve hikmet parmaklarıyla gösterdikleri tek Fail olan Yüce Yaratıcıyı bilmemenin veya inkâr etmenin çok büyük bir cehalet ve tarif edilmez bir divanelik olduğunu, hatta dünyada en ziyade hayret edilecek bir şey varsa onun da bu inkâr olduğunu; hatta kâinatın vücudunu inkâr eden Sofestâîlerin bu noktada akla daha çok yaklaştıklarını, çünkü kâinatı ve kendini inkâr etmenin, Fail-i Muhtar olan Yaratıcıyı inkâr etmekten daha akıllı bir iş olduğunu kaydeder.1

Bediüzzaman Hazretlerine göre, mevcudattaki her bir îcâd fiili, bütün fiillerin Allah’ın fiilleri olduğunu ispat eder. Çünkü her bir eser, bilhassa hayat sahipleri, kâinatın küçük bir misalini, âlemin bir çekirdeğini ve dünyanın bir meyvesini teşkil ederler. O küçük misali, o çekirdeği ve o meyveyi îcad eden, bütün kâinatı îcad edenden başkası değildir. Çünkü meyvenin mucidi, ağacın mucidinden başkası olamaz. Bu durumda her bir eser, bütün eserleri kendi Müessir’ine verdiği gibi; her bir fiil de bütün fiilleri kendi Fail’ine vermektedir. Çünkü her yaratılış fiili, ekser mevcudatı ihata edecek derecede geniş ve zerreden yıldızlara kadar uzun bir “Yaratıcılık” kânununun ucu olarak görünmektedir. Demek o cüz’î fiilin sahibi kim ise, zerrelerden yıldızlara kadar bütün varlıkları kuşatan fiillerin tamamının Fail’i de O’dur.2

Kur’ân, “Muhakkak Rabbin, Faalün limâ yürîddir (=her istediğini yapandır)”3 âyeti ile “O her gün yeni bir iştedir”4 âyeti, Allah’ın her an faaliyet halinde bulunan isimlerini bildirir.

Şu görünen âlemin kusursuzluğunun, fütursuzluğunun ve “En küçük bir kusur görüyor musun?”5 âyetine konu olan varlıkların eksiksiz bir biçimde yaratılmış olmasının hiçbir şekilde gözden kaçmayacağını beyan eden Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, eserin mükemmelliğinin, fiillerin mükemmelliğine; fiillerin mükemmelliğinin isimlerin mükemmelliğine; isimlerin mükemmelliğinin de sıfatların mükemmelliğine delâlet ettiğini; sıfatların mükemmelliğinin ise kesin bir ilimle Cenâb-ı Allah’ın zâtının mükemmelliğine işâret ve şehâdet ettiğini beyan eder.6

Bedîüzzaman’a göre Failsiz bir fiil ve Müsemmasız bir isim mümkün olmadığı gibi, Mevsufsuz bir sıfat ve Sanatkârsız bir sanat dahi kabil değildir.7 Nasıl ki işlenmiş bir eserin güzelliği, işlemesinin güzelliğine ve işlemek güzelliği, ustalık sıfatının güzelliğine; ustalık sıfatının güzelliği, kabiliyet ve istidadın güzelliğine ve kabiliyetin güzelliği, ustanın zatının güzelliğine açık ve net bir biçimde işaret eder. Bu kâinatın da baştan başa bütün güzel mahlûkatındaki güzellikleri, Sanatkâr-ı Zülcelâlin fiillerinin güzelliğine; fiillerdeki eşsiz güzellikler, o fiillerin bağlı bulunduğu isimlerin güzelliklerine; isimlerin güzellikleri, o isimlerin kaynağı olan kudsî sıfatların güzelliklerine; sıfatların güzellikleri, sıfatların doğduğu ufuk olan Allah’ın yüksek hallerinin güzelliğine; Allah’ın yüksek hallerinin güzellikleri ise, Cenâb-ı Hakkın Zâtının güzelliğine, mâhiyetinin kudsî kemâline, hakîkatinin mukaddes güzelliğine açık ve net bir biçimde şehâdet ve delâlet ederler.8

Netice itibariyle; İsm-i Kuddûs nüktesinde bahsedilen fiil, bu âlem sarayındaki temizliktir, paklıktır, safiliktir, nuranîliktir, gözden kaçmayan hikmetli tanziftir, dikkatli tathirdir. Bir kuşun kanatlarını ve bir kâtibin sayfalarını temizlediği gibi, bu yeryüzü tayyaresinin ve bu semavî kuşların kanatları ve bu kâinat kitabının sayfalarının kolayca ve mükemmelce temizlenmesidir, güzelleştirilmesidir.9 Tüm bunlar İlâhî birer fiildirler. Bu fiilleri hiç kimse, hatta hiçbir kâfir de inkâr edemez.

Bedîüzzaman Hazretleri, Allah’ın Kuddûs ismini bu fiillerle tanıyabileceğimizi belirtir. Çünkü biz doğrudan Kuddûs ismini değil; Kuddûs isminin eseri olan fiilleri görmekteyiz. Dolayısıyla biz Allah’ın isimlerini ancak fiillerinden giderek tanıyabilmekteyiz.

Dipnotlar:

1- Lem’alar, s. 309; 2- Mektûbât, s. 320; 3- Hûd Sûresi, 11/106, 107; 4- Rahmân Sûresi, 55/29; 5- Mülk Sûresi, 67/3; 6- Sözler, s. 275; 7- Şuâlar, s. 133; 8- Sözler, s. 609, 610; Şuâlar, s. 70; 9- Lem’alar, s. 487

25.09.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri