Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 30 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İslam YAŞAR

Ramazanda türbe ziyaretleri



Ramazan geldi, hayatımız hareketlendi.

Hem mânevî hayatımız, hem de maddî ve içtimâî hayatımız her şeyiyle hareket hâlinde.

Hamdolsun, oruçluyuz...

Her hâlimizde oruçlu olmanın huzuru var.

Bedenimiz zinde, gönlümüz ferah, ruhumuz müsterih. Yüzümüz her zamankinden daha mütebessim. Muhayyilemiz Ramazanla gelen uhrevî havayı teneffüsle meşgul.

Gözlerimiz ışıl ışıl, dudaklarımız kımıl kımıl.

Mevcudâta baktıkça tefekkür hislerimiz canlanmakta, içe döndükçe zikir fısıltılarımız yayılmakta. Bu iki hâli birden hissettikçe hızlanan kalp atışlarımızın âhenkli sesini duymaktayız.

Zaman, mekân telakkisi ortadan kalktı.

Allah’a açılan avuçlarımızda arz, arşla iç içe. Biz daimi bir mâneviyât seferberliği içindeyiz ve ziyaret hevesiyle her an birinden diğerine gidip gelmekteyiz.

Ayaklarımız arzda ama yaptığımız her hamd, ettiğimiz her şükür ayaklarımızı yerden kesmekte ve duâ ile alıp niyazla verdiğiniz her nefeste başımız göğe değmekte.

Arzla arş arasındaki miraç hattı hep açık.

Biz o hatta her an yükseliş hâlindeyiz.

Düşüşü olmayan bir yükseliş bu.

Çünkü Ramazandayız.

***

Ramazan tam bir ziyaret mevsimi.

Daha gelmeden önce başlarız ziyaret hazırlıklarına. Gideceğimiz yerleri tespit eder, kimlerle, ne zaman, nasıl gideceğimizi plânlar, yanımızda neler götüreceğimizi kararlaştırırız.

Fakat nedense ziyaret edeceğimiz cami, türbe, makam gibi yerler hakkında bilgi öğrenme, oraları makbul ve muteber hâle getiren zatları araştırma, varsa oralar hakkında yazılmış kitapları, yazıları bulup okuma gibi bir zahmete katlanmayız.

Ramazanın ilk günleri oruçlu hayat şartlarına intibak etmekle geçer. Ardından aile büyüklerini iftara davet eder, hatırlı dostların davetlerine icabet eder ve çevremize karşı vazifelerimizi yerine getirdiğimizi düşünürüz.

Ramazanın ikinci haftasında da ziyaret faslı başlar.

“Yine gün doğdu, toprak ısındı.

Siz ey küçük davetlilerim, uyanın!

Gelip şu kimsesiz, şu öksüz evliyanın

Ya kırık dökük duvarlarına dayanın,

Yahut uzanın çevresinde

Yeşil halısına!”

Ziyaret zamanı gelmiş ve bazı mânevî cazibe merkezlerinden, şairin sözünü ettiği böyle samimi bir davet almışız gibi küçüklü büyüklü gruplar, uzunlu kısalı kafileler hâlinde düşeriz yollara.

Şehirler arası, şehir içi demeden bütün yollar hususî, umumî arabalarla dolar, arabalar kadınlı, erkekli insanlarla. Herkes bir yerlere ziyarete gider.

Kimi camilere, kimi türbelere.

Ama ekseriyet her ikisine de.

Çünkü ülkemiz âdeta camiler, türbeler, ziyaretgâhlar diyarıdır. Her caminin haziresinde üç beş mezar, birkaç türbe; her türbenin, her makamın yanında da behemahal bir cami veya mescit vardır.

Hepsi de herkesin nazarında makbul ve muteberdir.

Ziyaret hevesimiz çok da, ziyaret adabına riayet hassasiyetimiz pek yok. Kimimiz okur, üfler, bakar geçeriz, kimimiz eşiğin dibine postu serer içli içli yalvarır yakarırız.

Kimimiz türbenin bir köşesine, makamın bir kenarına bağlanmışçasına yapışır, sağa, sola, ileri, geri yalpalar yaparak kendimizce duâlar okur, bir şeyler mırıldanır dururuz.

Kimimizin arzuları, dilekleri, istekleri ön plandadır, kimimizin hayalleri, hisleri, hevesleri. Kimimiz dünyevî şeyler diler, maddî şeyler isteriz, kimimiz mânevî, uhrevî.

Lâkin çoğu zaman kimden istediğimizi bilmeyiz.

Aslında niyetimiz halistir. Onun için halimizde tevazu, tavrımızda yakarış halleri vardır. Dilimizden Allah lafzı, Peygamber ismi düşmez ama elimiz maddî bir şeyler yapmanın peşindedir.

Bazılarımız dileklerimizi, isteklerimizi, korkularımızı, sevinçlerimizi, mutluluklarımızı, nefretlerimizi ve sair beklentilerimizi temsil etmesi için türbenin duvarına çizik çizer, işaret koyar, taş yapıştırır, kazık çakarız.

Bazılarımız da kendine ait olduğunu düşündüğü bir ipi, teli, mendili, tülbenti, bez parçasını kimseye göstermemeye çalışarak el çabukluğu ile türbenin bir yerine bağlamaya çalışırız.

Onun için de Arif Nihat’ın, ‘Yatır’ şiirinde, kim olduğu bilinmeyen ama ziyaret edilen evliya adına yaptığı tarize, tenkide, hücuma, sitemine müstahak oluruz:

“Ya siz ne istersiniz, ey

Köyümün erkekleri, kadınları?

Ben neyleyim, kendi yaralarınıza,

Sarın bunları...

Bağladıklarınız benzer,

Yara sargısına.

Bir adım daha atın,

Gelmişken büyük diyarın

Kıyısına!”

Ziyaret, biraz da yürümek demektir.

Hassaten küçük tepelerdeki ve büyük dağ yamaçlarındaki türbelere, makamlara yapılan ziyaretlerde bazen saatlerce yürümek, ziyaretin adabından addedilmiştir.

Biz de bu addedişe aldanır, yolu ele alırız.

İzdiham çıkararak birbirimizi ezerek, eşimiz, dostumuz, arkadaşımız, akrabamız, komşumuz gibi bize en yakın insanlara eziyet vermek pahasına yolda ve türbenin etrafında nereye bastığımızı fark etmeden yüzlerce, binlerce adım atarız.

Lâkin, ‘büyük diyarın kapısına gelmiş’ olmayı fırsat bilip bulunduğumuz mekânın ve yaptığımız ziyaretin mânevî taraflarını araştırarak şairin söylediği idrak adımını bir türlü atmayız.

Aslında olması gerekeni bilmediğimizden değildir yaptığımız âdâb, erkân yanlışlıkları. Bize ârız olan okuma tembelliği, araştırma üşengeçliği ve öğrenme zorluğudur.

Gittiğimiz yerlerde etrafımıza bakarak diğer insanlardan gördüğümüzü yapıp başkalarından duyduğumuzla amel etmek, araştırıp incelemekten daha kolay gelir hislerimize.

Hem de ziyaret ettiğimiz makamı bile rencide etmek pahasına.

Zira ziyaretlerimiz, türbelerde yatan, makamlarda anılan o büyük zatları duâlarla mânen mesrur etmekten ziyade hâcâtımızı söyleyip hissen tatmin olmaya yöneliktir.

Bu maksatla yaptığımız ziyaret bazen saatlerce devam eder.

Hazır taa oralara kadar gelmişken fırsatı değerlendirir ve ziyaret âdâbına uygun olup olmamasına bakmadan bir kenara çekilerek biraz piknik yapmaya kalkarız.

Sereriz örtümüzü yere, yayarız getirdiğimiz yiyecekleri, içecekleri üzerine, toplarınız kadın erkek, varsa çoluk çocuk etrafına ve başlarız ‘Allah ne verdiyse’ atıştırıp tıkıştırmaya.

Bulunduğumuz yerde böyle şeylerin yapılıp yapılmayacağına bakmayız. Ziyaret ettiğimiz evliya, hayatında hiç bu kadar yiyeceği, içeceği bir arada gördü mü acaba diye düşünmeyiz.

Maddî, mânevî bütün hâcâtımızı, makbul saydığımız makama, muteber addettiğimiz türbeye arz etmekten gelen hissî rahatlığın da tesiriyle—şayet mevsim şartları müsaitse—biraz uzanıp şekerleme yapma hakkı da buluruz kendimizde.

Biz uyurken çocuklar oynar.

Şairin de dediği gibi bu ziyaret sırasında türbede yatan zatın ruhunu memnun ve mesrur eden belki de tek hareket; çocukların, kumru kaynaşmasına, güvercin oynaşmasına benzeyen koşuşmalarıdır:

“Tünesin taşıma güvercinler,

Dalıma kumrular...

Onlar artık benim,

Kuşlarım oldular.

Kimi güneşlenmeye otursun,

Kimi ip atlasın,

Uçurtma uçursun,

Oynaşsın çevremde yavrular.

Fatiha’sız olurum,

Yasin’siz olurum,

Onlarsız olamam.

Alıştım ince seslerin şarkısına.”

***

Gün eğilince başlar dönüş telaşı.

İsteksiz hareketlerle kalkar, el birliğiyle yaydığımız eşyaları, serdiğimiz nevalelerden kalanları toplayıp arabalara yerleştirirken, çer-çöp kabilinden şeyleri olduğu gibi bırakırız.

Sonra çocukları çağırırız. Onların türbe muhitinden ayrılmak istemediklerini görünce yapacağımızdan emin olmamakla birlikte tekrar gelme sözü vererek ikna etmeye çalışırız.

Yol boyuna çıkınca, böyle zamanlarda fıtrî olarak kuruluveren türbe pazarına uğrar, seyyar satıcılardan incik boncuk, takı taklavat, bardak çanak kabilinden türbeyi tedâi ettirecek hediyelik eşyalar alırız.

Az önce çocuklara söz vermiş olmamıza rağmen, bir daha gelememe ihtimaline binaen bir kere daha türbeye gireriz ve hâcâtımızı yenileyip duâmızı tekrarlayarak veda ziyareti yaparız.

Türbede yatan zatın ruhuna bağışlamak üzere dudaklarımız üç İhlas bir Fahita okurken gözlerimizle türbenin iç aksamını bir daha seyrederek hepsini zihnimize nakşetmeye çalışırız.

Zira ziyaretten sonra intibalarımızı yazmak gibi bir alışkanlığımız yok.

Kapıdan çıkmadan önce gayri ihtiyarî dönüp bir daha baktığımızda evliyanın seslenişini hissederiz ama mukadder neticeyi hatırlatan davetini pek duymak istemeyiz:

“Ey geçenler hayatın yarısını,

Ey gelenler hayatın yarısına,

Ey hepsi, benim kadirbilir ziyaretçilerim.

Sizindir göğüm, yerim.

Yine buyurun Evliya’nın

Kapısına...

Bir dahaki sefere, beklerim

Gece yatısına!..”

30.09.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Aslî vazifelerimizi başkalarına havale etme alışkanlığı



Nefsimiz çoğu zaman hazıra konmak ister. Hiç bir yük altına, hiç bir mes’uliyet altına girmek istemez. Zorluklardan, zahmetlerden hep kaçınır. Meşakkatleri, güçlükleri göze almaktan kaçınır hep...

Doğrudan kendisini alâkadar eden vazifeleri, yükümlülükleri dahi başka birilerine havale eder. O bakımdan, çalışan, didinen, gayretli insanları sever, onlarla dost, arkadaş olmaktan zevk alır o.

Tembelliği, ataleti, miskinliği meslek edinen hevâ-i nefsimiz bu halini devam ettirmek için hep birilerinin yardım ve himmetini beklemeyi alışkanlık haline getirdiğinden öyle ki bazan hiçbir kabiliyeti, hiçbir özelliği olmayanlardan bile yardım ve himaye beklemeyi tercih eder. Ehliyetsiz ve gayretsiz insanlara işini havale etmenin sonucunu da çoğu zaman hesap etmekten acizdir nefsimiz. Liyakatsiz, istidatsız insanlara güvenip, aslî vazifesini onlara havale etmenin zararını-ziyanını bizzat yaşayarak anlar ama o zamanda iş işten geçmiş olur çoğu zaman.

Evet “havalecilik” marazı, dem ve damarlarımıza işlemiş gibi görünüyor. Vazifemizi terk, mes’uliyetlerden kaçınma, yükümlülükleri kabullenmeme hastalıklarına dûçâr olduk maalesef.

Bizi atalete, tembelliğe hapseden bu illetlerden kurtulup, şifâyâb olmanın çarelerini düşünmeyi de, artık lüzumsuz görmeye alıştık.

Bu halimizle habire şikâyetçi oluyoruz. Suçluları aramaya koyuluyoruz. “Ortalık ne zaman düzelecek, bu haksızlıklar, bu zorbalıklar ne zaman son bulacak?” diyerek müştekî olmayı dertlerimize deva zannediyoruz.

Bilfiil harekete geçip, kendimizden başlayarak, üzerimize düşeni bihakkın yerine getirmedikçe, bu yolda her türlü zorluğu, zahmeti, meşakkati göze almadıkça hiçbir problemin çözülemeyeceğini, hiç bir sıkıntının son bulamayacağını maalesef görmek istemiyoruz.

Dâvâmıza ciddiyetle, samimiyetle sahip çıkmadan, kudsî değerlerimizi sahiplenmeden, Yüce Allah’a karşı olan vazifelerimizi ve mükellefiyetlerimizi yerine getirmeden hâl-i âlemin düzeleceği, sıkıntı ve problemlerimizin son bulacağı beklentisini terk etmemiz gerekir.

Hâl-i âlemin ıslahıyla vazifeli olmadığımızı, ancak hâl-i âlemin düzelmesinin ancak ferden ferdâ bizim düzelmemizle mümkün olacağını, bunun da işi başkalarına havale etmekle veya başkalarının kusur ve noksanlıklarını saymakla değil; bizzat kendimizi hesaba çekip, dinî ve vatandaşlık vazifelerimizi bihakkın yerine getirmekle mümkün olacağını derk etmemiz gerekir.

Bunun böyle olduğuna kerrâtla şahit olduk. Alışkanlıklarımızı terk etmememiz sebebiyle değişen hiçbir şey olmadığı için hep hayal kırıklığına uğradık.

Söz gelimi problemlerimizin çözümü, sıkıntılarımızın son bulması noktasında, umutlarımızı hep siyasîlere bağladık, hep Ankara’ya güvendik. Bel bağladığımız, itimat ettiğimiz siyasî kadrolar başa gelirse, problemlerimiz çözülecek, sıkıntılarımız son bulacak, bizler rahat bir nefes alıp, rahat bir ortam içinde serbestçe dinimizi yaşayacaktık.

Tam da istediğimiz dini bütün, bize yakın siyasî kadrolar büyük bir çoğunlukla hükümet oldular, velâkin beklentilerimiz yine boşa çıktı. Çözüm bekleyen sıkıntılarımız, devâ bekleyen dertlerimiz katlanarak devam etti.

Bu noktada Bediüzzaman’ın yaklaşık bir asır önce Münazarat’taki şu tespitleri bize yol gösteriyor: “...Hem de, mağlûp biçare bir reise yahut müdahin memurlara veyahut mantıksız bir kısım zabitlere itimat edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir; yoksa efkâr-ı âmme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin mâdeni olan, herkesin kalbindeki şefkat-i imâniye olan envâr-ı İlâhînin lemeâtının içtimalarından ve hamiyet-i İslâmiyenin şerârât-ı neyyirânesinin imtizacından hasıl olan amûd-u nuranînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir, siz muhakeme ediniz.” (s. 44)

Asıl vazifelerimizi başkalarına havale etme alışkanlıklarımızı terk etmeye ne dersiniz?

30.09.2007

E-Posta: [email protected]




Abdurrahman ŞEN

Mevlânâ 800 yaşında!



Takvimlere göre bugün Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi Hazretleri 800 yaşında…

UNESCO tarafından “Uluslararası Mevlânâ yılı”nın en hareketli günlerine geliyor olmalıyız yani… Ama… Doğrusunu söylemek gerekirse yapabildiklerimiz, olması gerekenin yanında öyle yetersiz ki… Her açıdan!

Oysa bu yılın, bu günün geleceği yıllar öncesinden belliydi…

En olumlu gelişmenin yine de yayınlar noktasında olduğunu ifade etmek lâzım. Ona da dikkat etmemiz gerektiğini unutmadan… Çünkü; kendi dünyevî çıkarlarına yaldızlı kılıflar arayan kimi “güncel inanç yolcuları”nın, Mevlânâ’nın eteğinden tutup istedikleri yöne çekiştirmekte olduğunu hepimiz biliyoruz.

Mevlânâ adına yakışır sahne eserlerimiz yok… Sinema ürünümüz yok… Hakkında yazılmış roman/lar/ımız da yok…

Yurt içinde ve yurt dışında yapılanlar ise sema gösterileri ve konferanslardan ibaret…

Aslında belki yapılanlarla yetinmek ve mutlu olmak da bir çıkar yol… Nihayetinde yapılabilecekler müktesebatla yakından ilişkili ve kültürel birikimlerimizle sınırlı!

Meselâ... Geçen haftaki yazımda, sevmeyi yeniden öğrenmemiz gerektiğini hatırlatmaya çalışmıştım ya… Gerçekten acizâne bir hatırlatmaydı benimki… Müktesebatımla sınırlı bir hatırlatma… Sevme konusunda en önemli kaynak kullardan biri olan Mevlânâ’ya bakalım bu konuda ne demiş; “Sevgiden acılıklar tatlılaşır. Sevgiden bakırlar altın kesilir. Sevgiden tortulu, bulanık sular, arı-duru bir hale gelir, sevgiden dertler şifa bulur. Sevgiden ölü dirilir, sevgiden padişahlar kul olur. Bu sevgide bilgi neticesidir. Saçma sapan şeylere kapılan kişi nasıl olur da böyle bir tahta oturur ki? Noksan bilgi nereden aşkı doğuracak? Noksan bilgi de bir aşk doğurur ama o aşk, cansız şeylerdir.  Noksan bilgi sahibi, cansız bir şeyde dilediği şeyin rengini görünce adeta bir ıslıktan sevgilinin sesini duymuş gibi olur.”

Elime geçen her fırsatta; kültürel köklerimizi oluşturan değerleri okumamızın lüzumundan bahsedip, Dede Korkut’tan başlayarak; Ahmet Yesevî, Mevlânâ, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Velî, Hacı Bayram-ı Velî, Yusuf Has Hâcip’lerle devam edip gelmemiz gerektiğini yazıp söylemeye gayret edişim boşuna değil!

Bugün; “sevgi”, “insan hakları”, “hoşgörü”, “çevrecilik” vb. tüm konularda batılıların dudaklarına kulaklarımızı dayatanlara inat, kaynaklarımıza dikkat çekmek istiyorum cürmümce! 800. yıl bu açıdan büyük bir fırsattı ama… Kaçtı kaçar maalesef! Özellikle kulağının üstüne yatan televizyon kanallarımız sayesinde…

Hassas insanlarca, mistik ortamlarda bile sema dönenlerin konumları üzerinde tartışmalar yapılırken, “800. yıl kutlamaları” afişi asılan bir çok yerde -alışveriş mekânlarının ortasında bile- uluorta sema dönülmesine de şahit oluyoruz bu arada… Onun için bir kere daha “kimler sema dönebilir?” sorusuna en temel kaynaktan Sultan Veled’den verelim cevabı…

Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled, “Maarif” (Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara 1949- Meliha Tarıkâhya tercümesi) isimli eserinin 3’üncü faslına başlarken diyor ki; “ Bunun cevabı mufassaldır, dedik. Sadık ve her türlü mücahedeyi yapmış, namaz, oruç, zikir gibi ibadetlerle senelerce Tanrıyı talep etmiş, ondan hâsıl olmuş olan hâlet ve zevki iç terazisiyle tartmış, eksiğini, fazlasını bilmiş olan bir dervişin döndüğünü ve sazın, rebabın, ney’in sesini işittiği zaman, ilâhî hali ziyadeleşir. Aşk ve fakr müftüleri, derviş için bunları reva görürler. Çünkü onun, bunlardan maksadı zevk, eğlence değil, Tanrıya yaklaşmaktır.

Eğer bu ilâhî hal kendisinde namaz, oruç, zikir ile hâsıl oluyorsa, bu maksat daha iyi bir şekilde elde edildiğinden, eğlenceye, saza ve sema’a izin vermezler.

Bununla beraber bu derviş, sema ve eğlenceyle meşgul olsa bile onun bu halini başkalarının haline benzetmek doğru değildir. Çünkü, görünüşte onun bu hali küfür ise de bu küfürde bir din gizlidir.

O derviş, mânen tamamiyle imana gark olmuştur. Başkalarının eğlencesi ise küfür içinde küfür, zulmet içinde zulmet olur. Bundan başka fakr yolu, şeraitin özü ve içidir. Bir şeyin özü ve içi ise o şeyden başka bir şey değildir.”

Bu yazıyla; dünyadan bedenen ayrılışı “Şeb-i Arus / Düğün Gecesi” olarak anılagelen Mevlânâ için yapılan “Doğum Günü” kutlamaları çerçevesinde yapabildiklerimizin yetersizliğine, ne yapsak az kalacağına dikkat çekmek istedim sadece…

Gönül istiyor ki Mevlânâ’ya dünyanın dikkatini çekebilelim, fikirlerine hep birlikte kulak verelim… Ama önceliği kimselere bırakmayalım… Oysa… Mesnevî’nin son yıllarda Amerika’da “en çok satılan kitaplar” listesinde ilk sıraları başka yayınlara bırakmadığını, satılan Mesnevî sayısının 3-4 milyonu bulduğunu duydum geçenlerde… Bu durumda, ülkemizde ise bu sayının 100 binli rakamlarda kalmışlığını da düşünmeliyiz hep birlikte! En azından ve de özellikle kasıtlı ve salakça ortaya atılan “Malezyalaşmak” ortamında biraz olsun zaman ayırın bu noktaya!

Meselâ, Mevlânâ’nın; “Sevgide güneş gibi ol, dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol, hataları örtmede gece gibi ol, tevazuda toprak gibi ol, öfkede ölü gibi ol, her ne olursan ol, ya olduğun gibi görün, ya göründügün gibi ol” öğüdüne kulak vermiş olsak toplum olarak… Yaşadığımız toplumsal travmaya düşer miydik?

Evet… Bugün 30 Eylül… Mevlânâ’nın dünyamızı şereflendirişinin 800. yıldönümü… O gönül ehlinin vasiyetiyle sizleri baş başa bırakıyorum efendim… Ruhu şâd olsun; “Ben size, gizli ve aleni, Allah’dan korkmanızı, az yemenizi, az uyumanızı, az söylemenizi, günahlardan çekinmenizi, oruç tutmaya ve namaz kılmaya devam etmenizi, daima şehvetten kaçınmanızı, halkın eziyet ve cefasına dayanmanızı avam ve sefihlerle düşüp kalkmaktan uzak bulunmanızı, kerem sahibi olan salih kimselerle beraber olmanızı vasiyet ederim. Hayırlısı, insanlara faydası dokunandır. Sözün hayırlısı da az ve öz olanıdır. Hamd, yalnız tek olan Allah’a mahsustur. Tevhid ehline selâm olsun.”

30.09.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Eylül, ey Eylül!



Eylül’e “kara Eylül” diyenler demek boşuna dememişler. Zira birçok kanlı darbe ve katliamlar hep Eylül’de olmuş...

Evvela 6-7 Eylül 1955 olayları, Türkiye’nin yüzüne sürülmüş kara bir leke idi. Amaç, Demokrat Parti iktidarını asayişi temin edememekle suçlamak, sıkıyönetim ilânına mecbur etmekle demokratik zaafa uğratmak ve Türkiye’yi içte ve dışta sıkıntıya sokarak tâvize zorlamaktı.

Yerli ve yabancı gizli servislere hizmet veren gazetecilerin servis ettiği yalanlarla tutuşturulup alevlendirilen olaylar, İstanbul’da yetmişi aşkın kilisenin tahribiyle, milyonlarca dolarlık hasarla kalmadı, yirmiye yakın vatandaşın ölümüyle sonuçlandı.

Ne garip ki, yıllar sonra Yassıada'da, bu tertibin hedefi olan Başbakan Menderes ve Demokrat Partililer suçlandı; ihtilâlcilerin emrindeki istihbarat mensuplarının tanık olarak dinlenmesi talepleri reddedildi. Çünkü tezgâh su yüzüne çıkacaktı; bundan korkuldu.

Yassıada Mahkemeleri, sadece demokrasiyi katleden kanlı bir darbeyi “meşrulaştırmak”, zâlime ve zulme arka çıkmakla kalmadı, hâricî mihrakların tahrikiyle başlatılıp körüklenen bu olaylar Demokrat Parti’nin üzerine yıktı...

11 EYLÜL, “KÜRESEL TERÖR” TERTİBİ...

11 Eylül 2001’de Amerika’daki olayların da tamamen bir tertip olduğu anlaşıldı...

Amerikan başkan adaylarından LaRouche, Amerika’yı şaşırtan güçlerin yine Amerika’nın içinde Amerikan devletine dadanan fesad şebekelerinin olduğunu daha baştan nazara vermişti. Daha o günden 11 Eylül’ün fâillerinin bizzat Amerika’nın içinde olduğunu söylemişti.

“11 Eylül hâdisesi, bir makyaj operasyonudur” diyen LaRouche, “Bunu yapan, asla ABD dışındaki güçler değildir, ABD içindeki güçlerdir. Hedef, ABD’yi savaşa sürüklemektir” demişti.

11 Eylül’ün maskesi düştü. İsrail’in bölge egemenliği ve çıkarları uğruna Afganistan’ın baştan sona tahrip edilip yüzbinlerce mâsun insanın öldürülmesi; Irak’ta bir milyon insanın katliamı, zulüm ve barbarlıkla açığa çıktı...

Ve aradan geçen altı yılda bütün gelişmeler, 11 Eylül’ün de, bahane edilen uydurma “küresel terör”ün de tamamen bir tertip olduğunu ortaya koydu. Uluslar arası sermayenin elindeki medyayla pompalan “terör sendromu”, “yeni düşman” İslâmı ve Müslümanları karalamada kullanıldı.

11 Eylül’ün türevleri, ufak denemeleri dünyada ve Türkiye’de hiç eksik olmadı. İfsad şebekelerinin, gizli servislerin oyunlarının ardı arkası kesilmedi. Hep demokrasiye, inanca, insan haklarına provokasyonlar tertiplendi, komplolar kuruldu, darbeler vuruldu.

“İrtica” furyasıyla okyanuslar ötesinden yerli işbirlikçileriyle dayatılan 28 Şubat “postmodern darbesi” gibi...

Ya da 11 Eylül’ün yıldönümünde, 602 kilogramlık gübre bombası ve kimyasal malzeme yüklü minibüsün Ankara’nın ortasına kadar sokulmasının, El Kaide üzerine atılıp saptırılması gibi...

12 EYLÜL, DEMOKRASİNİN KATLİ...

Demokrasiye ve hukuka darbe vuran bir diğer darbe, 12 Eylül 1980’de dayatıldı. Dönemin Başbakanı Demirel’in tâbiriyle, “büyük bir devlet bunalımı ve müdâhalesi” olan 12 Eylül de, dışarıdan tezgâhlanmıştı. Kasten önlenmeyen “anarşi” bahane edilmişti.

11 Eylül’deki küresel terör komplosu” ise yıllar önce 12 Eylül’de nice canlara mal olan bir “yerel terör komplosu” idi.

Bu komplo artık darbecilerce dahi itiraf edilmekteydi. Dış tertip, tiyatro seyreden Amerikan Başkanının kulağına fısıldanan, “Türkiye’de bizim çocuklar işi bitirmiş” “müjdesi”yle(!) kendini daha ilk günden ele vermişti.

Millet irâdesinin temsilcisi Meclis lağvedilmiş, meşru hükûmet alaşağı edilmiş, siyasî partiler kapatılmış, Anayasa ilga edilmiş; kısacası demokrasi katledilmişti...

“Sıkıyönetim idâresine her türlü silâh, malzeme ve mevzuat desteği tam verildiği halde neden bir türlü anarşi önlenemedi; 11 Eylül günü akan kan, nasıl oldu da 12 Eylül’de birden kesildi?” sorusunun cevabı hâlâ verilemedi...

Son yüzyılda, Türkiye gibi dünyada da bir dizi “kara Eylül” darbesi, Sovyet Ekim darbesini tetikledi. Bu aydaki kargaşa ve karışıklıklar, kaos ve anarşist ayaklanmalarının başlangıcı oldu. Eylül 1917’de başlayan Rusya’nın Komünist devrim süreci, yüzmilyonlarca insanın inanç ve mânevî hayatını tahriple birlikte 70 yılda 70 milyon insanın hayatını söndürdü....

Polonya’nın işgali (1 Eylül 1939), Libya sosyalist devrimi (1 Eylül1969), Barzani’nin her yıl onur duyup büyük bir hevesle kutladığı ve Marksist - Leninist devrimden ilhâm alan Peşmerge Eylül Devrimi (11 Eylül 1961) bunlardan sâdece bir kaçı...

VE 16-17 EYLÜL ZULMÜ...

Lâkin Türkiye Cumhuriyetinde darbelerin anası ve “demokrasinin kerbelâsı” 11-12 Eylül zulmünü netice veren 27 Mayıs 1960 kanlı ihtilâli oldu. Ne garip ki bu darbeye de kan ve zulmün en dehşetlisi yine Eylül ayında bulaştı.

1961’in 15 Eylül’ü 16 Eylül’e bağlayan gece, Demokrat Parti’nin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Mâliye Bakanı Hasan Polatkan; 17 Eylül öğle vakti ise Başvekil Adnan Menderes asılarak katledildi.

Demokratların vatana, millete ve mânevî değerlere hizmetleri bir yana, merhum Menderes ve arkadaşlarının Yassıada’daki asil direnç ve izzetli duruşları bile, yakın tarihte demokrasi mücadelesinin şeref levhası oldu. Yassıada’daki yüzlerce hâdise bunun birer örneği....

Emirsubayı Arif Çakez’in “Biz ona ‘Neron’ derdik; aramızda hep ‘Neron geldi’, ‘Neron gitti’ diye konuşurduk” dediği, Menderes ve arkadaşlarına her türül ezâ ve hakaretlerde bulunan, zulmün baş aktörlerinden Yassıada Kumandanı Albay Tarık Güryay, Zorlu’nun son anlarını Garnizon Komutanlığı’na gönderdiği resmî kayıtlarda şöyle anlatmaktadır:

“Fatin Rüştü Zorlu, salona bambaşka bir insan gibi geldi. Salona gardiyanların önünden giderek, rahat adımlarla bize doğru yürüdü ve hepimizi selâmladı. Kendisine okunan idam kararını, bütün heyecanları kenara itebilmiş kesin bir metânetle dinledi. Ondan sonra âilesine mektup yazması için Başsavcıdan müsaade istedi. Kâğıt ve kalem verdiler. Oturdu, âilesine mektup yazdı. Ben ellerine dikkat ediyordum, hiç titremiyordu. Yazdığı mektubu bitirdikten sonra Başsavcıya verdi ve yine abdest almak için müsaade istedi. Abdest bitince çoraplarını giydi. Gömleğinin sıvadığı kollarını indirince kol düğmelerini takmayı unutmadı.”

“Bir ara Başsavcıya döndü: ‘Özür dilerim, bekletiyorum’ dedi ve ilâve etti: ‘Mahkeme müddetince biz suçlu, siz de savcı mevkiinde bulunduğunuz için istemeyerek birbirimizi incittik. Buna rağmen sizden özür diliyorum’ sözleriyle Egesel’le karşılıklı helâlleşti.

“Sonra bana döndü: ‘Kumandan Bey, sizden, hatırlarsınız ya, son bir ricam olacağını söylemiştim: Benden evvel asılmış olanların ölüme nasıl gittiklerini bilmiyorum. Fakat ben, işte gördüğün gibi, gâliba bir insanın olabileceği kadar sakin ve metinim. Senden bunu âileme ve bilhassa anacığıma bildirmeni isterim!’

“ALLAH MEMLEKETİ KORUSUN,

HAYDİ ALLAHAISMARLADIK!”

“Ardından devam etti: ‘Kumandanım bir ricam daha var: ‘Ben asılanların kaçıncısı oluyorum?’ ‘Ne baştasın, ne sonda’ dedim. Bunu üzerine gülümseyerek; ‘Elhayrû evsatuha!’ (Hayır vasat -orta- olandır) dedi.

“Zorlu, ölüme gerçekten zorlu bir metânetle gitti. O kadar ki, hatta mahut gömleğin üzerine giydirilişinden sonra, kendisine dinî telkinde bulunan hocanın, Arapça kelimeleri telâffuzda düştüğü hataları düzeltti. Kollarını arkadan bağlarken Başsavcıya son bir ricada bulundu: Ellerinin önden bağlanmasını istedi. Fakat bunun kanunen imkânsızlığı kendisine anlatıldı.

“Beraberce sehpaya doğru yürüdük. Ne masaya, ne de masa üzerindeki sandalyeye çıkarken yardım istemedi. Hatta, heyecandan eli titreyen Cellâda; ‘Oğlum, ne titreyip duruyorsun? İlmik senin değil, benim boynuma geçecek’ dedi. Sonra âdeta kendini uçsuz bucaksız bir boşluğa atar gibi; ‘Allah memleketi korusun, haydi Allahaısmarladık!’ dedikten sonra ayaklarının altındaki sandalyeyi itmek işini de kimseye bırakmadı. Boyu uzun olduğu için ayakları masaya basmıştı...” (Bayar Gerçeği, Süleyman Yeşilyurt, 388, 389)

Doğrusu, cellâtlarının dahi takdir ettiği böylesine mert, beyefendi ve Londra ve Zürih anlaşmalarıyla Kıbrıs dâvâsını Türkiye’ye kazandıran örnek bir diplomatın Yassıada’da dövülüp hırpalandığı yetmiyormuş gibi ihtilâlciler tarafında İmralı’da kurulan darağacında asılması, tek başına 16 ve 17 Eylül’le sonuçlanan 27 Mayıs darbesinin dehşetli zulmünün içyüzünü deşifre etmekte.

Yazar’ın sorduğu gibi, mahut gömleğini giydiği anlarda bile, idam fermanını hazırlayanlara insanlık dersini veren Zorlu’nun en acımasız kalpleri bile sızlatacak idam sahnesi karşısında, Başsavcı Altay Egesel acaba insanlıktan bir nebze olsun nasibini almış mıdır?

FIRTINAYLA BİRLİKTE

GELEN GÖK GÜRÜLTÜSÜ...

Merhum Menderes’in asılarak katledilişi ise yine cellatlarının ifâdesiyle, tam bir iman, vatanperverlik, cesâret ve asâlet örneğiydi. Yassıada Başsavcısı Egesel infaz anını şöyle anlatıyor:

“İmralı’da usûlen, bir arzusu olup olmadığı soruldu. Dinî telkin için bir hoca, karşıdaki odada hazır olarak beklemekteydi. Menderes, evvela hocayla yalnız kalarak konuşmak istedi. Buna kanunlar müsaade etmemekteydi(!) Bunun üzerine heyetin huzurunda hocanın tövbe duasına katıldı. Hoca bu duanın kelimelerini ayrı ayrı ve yavaş yavaş sıraladı....

“Menderes’in son sözleri ise şunlardı: ‘Hayata veda etmek üzere olduğum şu anda, devletim ve milletime ebedî saadetler dilerim.’ (age, 397)

Kayıtlar, Menderes’in katledilişinin 17 Eylül günü öğleden sonra saat ondört yirmialtıda tamamlanmasından sonra, fırtınayla birlikte gelen gök gürültüsünün ardından yağan şiddetli yağmurun yağmaya başladığını yazar. Bu yağmur, zâlimlere bir “işâret”, hayatını ülkesine ve milletine adamış merhum Menderes’in tertemiz ruhuna rahmetti...

“Türk milleti Müslümandır ve İslâmiyetin icâplarını elbette yaşayacaktır” diyerek, Ezân-ı Muhammedi’yi aslına çeviren, yüzlerce Kur’ân kursunu, imam hatip okulunu, yüksek İslâm enstitüsünü, İlâhiyat fakültesini hizmete açan, din eğitimini ve öğretini yaygınlaştıran, din derslerini mekteplerde okutan Menderes ve arkadaşlarına, Bediüzzaman’ın “İslâm kahramanı” ve “İslâmiyete ciddî taraftar zatlar” diye takdirinin anlamı bu idi...

Ruhlarına rahmet rahmet fâtihalar...

30.09.2007

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Bize rağmen Kur’ân konuşuyor



Ramazan-ı Şerif çok garib bir ay… Bu ayda kendisini her gün yeniden değişik coğrafyalarda; ırklar, milletler ve kıt’alarda okutması bir başka garipliğidir Kur´ân´ın… Âlem-i İslâmın bir mescid şeklini almasından ve her köşesinde mü’minlerin onu okuduğundan ibaret değil, onun kendisini okutturması… Âlem-i İslâm’a yakın bir surette onun Avrupa ve Amerika kıt’alarında da okunduğunu iddia edenleri sakın ifrat ile suçlamayasınız.

New York Ticaret Merkezinin, tahrip kalıpları yerleştirilerek usulca yere indirilmesinden bu yana, Batı dünyasının gündemine yerleşen Kur´ân, düşmanlarının yardımıyla bugüne kadar mütemadiyen kendini okutturuyordu. Onun araştırmacılar, mütefekkirler, insaniyetperverler ve İsevîler nezdinde her gün kıymet kazanması düşmanlarını paniğe sevk ediyor ve onların yeniden strateji belirlemelerine ve yeni taarruz usulleri bulmalarına sebep oluyor. Yeni strateji ve usuller ise, Kur´ân’ın her gün bir başka cepheden Avrupa´ya görünmesi anlamına geliyor.

Avrupa’nın materyalist kanadı, İslâmî hayatın hem Avrupa ve hem de Asya-Afrika coğrafyalarında dalgalanmasını önlemek için, Müslümanlara ve dolayısıyla Kur´ân´a yeni suçlamalarda bulunmaya çalışıyor. Şimdiye kadar İslâm ile terörü özleştirmeye çalışarak yaptıkları taarruz yetmemiş olacak ki; Avrupa’daki Müslümanları bazen potansiyel tehlike olarak lânse etmeye çalışıyorlar… Irka dayanmayan İslâmiyetin kıt’anın her renk, dil ve kültürünü kucaklamasıyla birlikte saldırgan ateistler bu defa direkt Kur´ân´a cephe olmaya başladılar.

Önceleri piramidin tepesinde, entelektüel mabeyninde ve bazı enstitülerde yapılan tartışmanın yandaş politikacılarla aşağı çekilmesi ve sokağa taşınması, gerçi Kur´ân´ın daha fazla okunmasını sağlıyorsa da, bazı tehlikeleri de beraberinde getiriyor.

Avrupalıların manipulasyon ve bizim iğfal dediğimiz usulün medyaca dehşetli biçimde kullanılması, toplum barışını zedeleyecek noktalara gelebiliyor. Tesettür başta olmak üzere İslâmî şeairin aleyhindeki çalışmalara karşı, başta Türkiye olmak üzere Alem-i İslâm uleması ve siyasetçilerinin sessiz kalmaları, Avrupa´daki saldırgan dinsiz siyasetçilere cesaret verdiği gibi, Avrupa’daki Müslümanları da üzüyor.

Hollanda ve Belçika parlamentolarında kendilerini bilmez ve saldırgan dinisizlere borazanlık yapan iki kadın milletvekilinin Kur´ân aleyhindeki konuşmaları, Avrupa-Amerika genelinde organize olmuş saldırgan ateistlere maalesef cesaret verdi… Bu cesaretle taa Brüksel´e kadar gelip Kur´ân´ı protestoya bile yeltendiler. Başta Türkiye olmak üzere İslam ülkeleri medenice Brüksel´de bir Kur´ân konferansı düzenleyebilirlerken, ulemamız buralara gelip Avrupalı Müslümanlarla birlikte Kur´ân´ı Avrupalılara anlatma imkânına sahipken, veya İslâmî cemaatlere destek verip Avrupa’nın merkezlerinde Kur´ân´ın mahiyetini izaha sebep çıkmışken, onların bu saldırılar karşısında susmaları, hakikaten onlara olan hüsn-ü zannımızı tahrip ediyor.

Avrupa´da Kur´ân´ı ilmî mahfillerde müdafaa vazifesi şimdilik ehl-i kitap ile ehl-i mektebe kalmış görünüyor. Yani mektepten gelen bazı ilim adamlarıyla Kur´ân´a taraf bazı İsevî ruhaniler ve mütefekkirler, din namına ortaya çıkmış cemaat temsilcilerinin, Diyanetin, Diyanetten sorumlu bakanın ve ilahiyatçı hocalarımızın vazifesini yapmaya çalışıyorlar.

İkinci Avrupaca sokağa kadar indirilen Kur´ân aleyhtarlığına karşı tutukluğumuzun sebebini hiç araştırdınız mı? Türkiye´deki Kemalist ihtilâllerin ürünü uygulamaların hâlâ geçerli olması, “Kur´ânî hayat tarzı” tartışması ve Kur´ân´a karşı global olarak organize olmuş “semavî din karşıtlarının” şerleri gibi hususlar; Diyanetimizde, ulemamızda ve dinî cemaatlerimizde bu tutukluğu netice vermiş olabilir mi? Korkunun ecele elbette faydası yok. Er veya geç korktuğumuz tartışmaların kucağına düşeceğimizden bizim şüphemiz yok. Bu güne kadar Kur´ân, Rabbimizin halk ettiği sebeplerle kendi kendisini müdafaa ettiğine göre-şimdilik kıyamet kopmayacaksa-yine Kur´ân bu mücadelede galip gelecektir. Burada önemli olan; İlâhiyat tahsili görmüş hocalarımızın, İslâmiyeti anlatma ve müdafaa ile vazifeli ilgililerimizin ve diyanetimizin üzerlerine düşen görevleri yerine getirmeleridir.

Her gün yüzlerce makale, kitap, seminer ve programla kendisini Avrupa´da dost-düşmana okutturan Kur´ân´ın bu kıtadaki sesi Asya´daki müntesiplerinin seslerinden yüksek çıkarsa, elbette üzülenler Müslümanlar olacaktır.

30.09.2007

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Bizim mahalleden Ramazan fotoğrafları…



Büyük şehirde yaşıyorsanız eğer, hafta sonları ana caddelere çıkmak gerçekten cesaret ister! O yüzden mecburiyetten çıkmışsam, en kısa yoldan işimi halledip soluğu ara sokaklarda alırım…

Geçtiğimiz hafta sonu da o mecburiyetlerden birini yaşadım. Her zamanki gibi yoğun bir kalabalık ve insanlar yangından mal kaçırırcasına alış veriş koşuşturması içindeler…

Ramazan ayı genelde Fatih gibi muhafazakârlığı ile tanınan yerlerde pastane ve restoranların tadilât işlerini yaptıkları bir aydı. Açık olanlar da donuk bir sessizlik içinde işlerini devam ettirirlerdi.

Mazereti olmadığı halde, oruç tutmak istemeyenler bile bunu aşikâre yapmazlardı. Bu zamana kadar en azından Fatih’te öyleydi yani.

Beni çok şaşırtan tablo şuydu: Merkezî noktalarda yer alan pastane ve lokanta benzeri yerlerde yoğun bir canlılık vardı. Ve başı örtülü teyzeler, çocuklu hanımlar, mankenleri andıran genç kızlar yola bakan cam kenarlarına oturmuş, iştahla güle oynaya yemek yiyorlardı…

Dinimiz insanı merkeze alıp değer veren öylesine güzel bir din ki, zarûreti olanlar şartlarını yerine getirerek elbette oruç tutamayabilirler. “Allah size kolaylık diler, güçlük dilemez” âyeti ışığında ilmihal kitapları asırlardır insanlara bu noktada kılavuzluk yapmışlar…

Sözgelimi ensülin kullanan bir şeker hastası, nerde ne zaman olursa olsun ihtiyaç hissetti mi birkaç lokma yemek zorundadır. Ramazan ayı ise bir köşeye çekilir ve atıştırır… Atıştırmak zorundadır!

Anlatmak istediğim bunlar değil.

İnsanların, bütün dinî hassasiyetleri, en azından atalarımızın “edep” dediği görgü kurallarını bir kenara atıp, sanki Ramazan ayında değilmişiz gibi alenen yiyip içmesi bu zamana kadar hiç rastlamadığım bir tablo olduğundan garipsedim, hem de çok. Yaklaşık otuz yıldır oturduğum semtimi iyi tanıdığımı sanıyordum. En azından şimdiye kadar.

Literatürümüze olanca hızıyla girip yerleşen “Mahalle baskısı” sözünü hatırlayıp gülümsedim. Gelişen teknolojinin etkisiyle artık küçük bir köy haline gelen dünyamızda ne mahalle, ne de baskısı kalmış! Olsa bile ciddiye alan yok!...

Olsa olsa insanda imandan gelip kalp ve ruhun üzerinde etkisini gösteren, nefsi ve hevesleri terbiye etmeye çalışan bir güçten bahsedilebilir ki, bu da şahsîdir.

En azından oruç ibadeti için bu böyle değil midir?

Bir insanın hakikatte oruç tuttuğunu kendisi ve Allah’tan başka kim bilebilir ki?

Keşke her zaman Ramazan olsa!

Ramazan ayının güzelliklerinden biri de halka açık toplu iftar dâvetleri. Özellikle belediyelerin bu alandaki çalışmaları takdire lâyık. Ecdattan gelen güzel bir âdeti çok güzel yaşatıyorlar. Osmanlıda da konak ve köşklerde muhtaçlar için özel olarak kurulan isteyenin gelip rahatlıkla iftar yapabileceği sofraların kurulduğunu Münevver Ayaşlı’nın “Edep Ya Hu!” kitabında okuduğumu hatırlıyorum.

*****

İftara az bir zaman kala acele acele eve yetişmeye çalışırken kendi aralarında kuşlar gibi cıvıldaşıp cami avlusunda kurulan iftar sofrasına doğru yürüyen birkaç küçük kafadarın sözleri kulağımdan gönlüme ılık bir bahar rüzgârı gibi akıveriyor.

“İftarda tam yedi çeşit yemek varmış.”

“Evde nerde o bolluk!”

“Ne güzel, yemek paramız cebimizde kalacak!”

“Oğlum, keşke her zaman Ramazan olsa ya di mi?”

Çocukların küçük dünyasında Ramazan ayı, bol çeşitli iftar sofraları anlamına geliyor!

30.09.2007

E-Posta: [email protected]




Hasan GÜNEŞ

Yeni bir soğuk savaş



Soğuk savaşın ardından dünyanın tek kutuplu hale gelmesiyle, ABD karşısında dengeyi sağlayabilmek için her bir ülke kendine göre bir yapılanma peşinde. İttifaklar olmadan bu şekildeki bir yapılanmanın askerî açıdan iyi bir çözüm olmadığı bilinen bir konu. Ancak bu kadar büyük bir dengesizliğin de sadece askerî çözümlerle halledilemeyeceği de bir gerçek.

Sovyetlerin çöküşünde Afganistan mağlûbiyetinin payı büyüktür. Ancak Komünizmin halka vaad ettiği demokrasi, hürriyet ve ekonomik refahı bir türlü sağlayamaması ve esastan karşı çıktığı dinleri yok edememesinin de çok önemli birer faktör olduğunu unutmamak gerekiyor. Sovyet rejimi hem Batı medeniyeti ve hem de İslâm medeniyeti karşısında tutunamamış, ilân ettiği soğuk savaşta başarılı olamayarak çökmüştür.

Tarih gösteriyor ki, askerî çözümler hiçbir zaman nihaî çözüm değildir ve hadisenin tamamı değildir. Bugün Batı, İslâm dünyasının bazı bölgelerinde askerî operasyonlar düzenliyor. Ancak hem bu bölgelerde hem de tamamında kolay yönetilir ve uyumlu toplumlar haline getirmek için, soğuk savaş denilebilecek bir dizi faaliyet gösteriyor.

Aslında Batının saldırı noktalarını ve araçlarını iyi teşhis etmek gerekiyor. Amerikan başkanının 11 Eylül sonrası yeni bir “haçlı savaşı” ilân etmesinin daha çok kendi halkına verilen bir mesaj ihtimali daha kuvvetlidir. Çünkü tarihe bakıldığında haçlı savaşları başarılı olamamıştır. Halbuki İskender ve Roma dönemlerine bakıldığında uzun süren bir Yunan-Roma hâkimiyeti vardır.

Haçlıların hedefleri Hıristiyanlık olduğu için başka bir dine tolerans göstermiyordu. Onun için Ortadoğu’yu kan gölüne çevirmelerine rağmen çabuk terk etmek zorunda kaldılar. Roma-Yunan medeniyetinin hedefi bizzat hâkimiyet ve emperyalizm olduğu için daha farklı araçları kullandılar ve uzun ömürlü oldular.

İskender’in idealinde, daha sonra Helenizm olarak da isimlendirilen Yunan medeniyeti vardı. Felsefe eğitimi almıştı. Sefere çıkarken yanına felsefeci, tarihçi, eğitimci ve mimarları da almıştı. Gittiği yerlerde şehirler ve kütüphaneler kurdu. İşgal ettiği yerlerde kalıcı olabilmek için kendi felsefesini hâkim kılmak istiyordu.

İskender’den sonra bölgeyi ele geçiren Roma, bu mirası iyi kullandı ve devam ettirdi. Gittikleri yerlerin putlarını ve dinlerini yok etmediler. Hatta onların putlarını da kendi putlarına ilâve ettiler. Mısırlı rahiplerin İskender’i ilah kabul ederek firavun ilân etmesi Roma’da Sezar inancına dönüştü. Ancak Romalılar bunların karşılığında kendi putlarını da karşılarındakilere kabul ettirdiler, onların inançlarını dejenere ettiler. Müşriklerin, Peygamberimize (asm) yaptıkları teklifteki gibi; “Sen bizim ilâhlarımızı kabul et, biz de seninkini.” Romalılara göre de mevcutlara üç-beş tane daha ilave etmenin bir sakıncası yoktu. Gerçekte de şirk, şirktir; azı çoğu fark etmez.

Yunan ve Roma’nın istediği; vergi, itaat, şan ve şöhret idi. Onlar için bunları sağlayacak felsefe önemliydi. İskender Ortadoğu’ya girdiğinde semavî dinlerin etkisinde olan Lübnan ve Filistin büyük bir direniş göstermişken güçlü Mısır, hemen teslim olup İskender’i firavun ilân etmiştir. Firavun-meşrep anlayışa göre kuvvetli olan haklıdır, kim güçlüyse firavun odur. Kökenleri derinlerde olan bu felsefe, Risâle-i Nur’daki tabir ile “nokta-i istinadı kuvvet, hedefi menfaat” bildiği için aynı felsefede buluşmaları hâkimiyetlerinin devamı için önemli bir faktör olmuştur. Roma gibi yaşayan, Roma gibi tüketen ve israf edenler kısaca aynı felsefeyi benimseyenler Romanın gönüllüleri olacaktır.

Zamanımıza baktığımızda, Birinci Dünya Savaşı ve devam eden bazı savaşlara da haçlı savaşı demek mümkün. Fakat savaşçılar tıpkı İskender gibi, yalnız değil. Liderlerin yanında “Medeniyetler çatışması” tezlerini işleyen felsefecileri var. Ayrıca askerin hem öncü hem de artçı kuvvetleri olan farklı bir yaşantı, farklı bir hayat tarzı ve artık sınır tanımayan küreselleşmeyle birlikte, medya ve eğitim ile tüketiminden giyimine ve tersine dönmüş ahlâkî değerlerle daha istilâcı bir saldırı devam ediyor. Roma garnizonları bugün askerî üsler şeklinde devam ediyor ancak bundan daha tehlikelisi çeşitli vasıtalarla evlere giren Roma ve Yunan tarzıdır, onun “nefis ve hevâyı ilâh edinen” sefih medeniyetidir.

30.09.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Şehit olmanın faziletleri



Abdullah Bey:

*“Şehitlerin yüksek mertebe kazanmalarının hikmetleri nelerdir?”

Şehitler dünya hayatlarını hak yolda fedâ etmişlerdir. Hak yolun hatırı ve üstünlüğü için, herkesin tutkun olduğu dünya hayatından geçmişlerdir. Allah’tan daha üstün bir hayat umarak, hakkın galebesi ve zaferi için ve Allah’ın rızası için, gözlerini kırpmadan dünya hayatlarından vazgeçmişlerdir.

Herkes hak için bir şeyler fedâ eder. Allah için oldukça, hepsi makbuldür. Fakat hak için hayatın fedâ edilmesi hiç şüphesiz en makbul bir fedakârlıktır.

Şüphesiz bu fedakârlığın Allah katındaki karşılığı büyüktür. Hayata karşı hayattır! Üstelik fani hayata karşı ebedî hayattır! Çünkü Cenâb-ı Hak Kerim’dir, Şekûr’dür, Vehhâb’tır, Müşfik’tir, Lâtif’tir, Rahîm’dir. Yani cömerttir, karşılık vericidir, severek verendir, şefkat sahibidir, lütfedendir, merhamet sahibidir. Allah yolunda hayatını veren bir kulunu, dünya hayatından daha üstün bir hayatla kucaklaması Allah’ın lütuf ve keremindendir, şefkat ve merhametindendir, hayra ve iyiliklere karşılık verici olmasındandır.

Hayatı beş mertebede inceleyen ve şehitlerin dördüncü hayat mertebesinde bulunduklarını bildiren Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, şehitlerin ölmediklerini ve kabir hayatının üstünde bir hayat tabakasında yaşıyor olduklarını kaydediyor.

Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretlerine göre, şehitlere derhal dünya hayatından hiç de geri kalmayan, dünya hayatını hiç de aratmayan, dünya hayatından daha yüksek, daha canlı, daha diri ve her zerresi hayat ve şuur dolu, kedersiz, acısız, dertsiz, zahmetsiz, capcanlı bir hayat bahşediliyor. Öyle ansızın bahşediliyor ki, şehit olan birisi âdeta neye uğradığını şaşırıyor. Birden bire kendisini olağanüstü yüksek dereceli bir hayat ortamında buluveriyor. Birden bire hayat şartlarının değiştiğini, her şeyin birden bire lehine döndüğünü görüyor. Az önceki çetin vuruşmalardan hiçbir eser, hiçbir üzüntü, hiçbir korku, hiçbir kaygı kalmamıştır artık. Düşman kılıcından ve kurşunundan tamamen himaye altına alınmıştır.

Oysa diğer yandan, cesedi parçalanmış, kan revan içinde yerde yatıyor olabilmektedir. Fakat o, bir başka hayatın çiçeklerini çoktan koklamaya başlamıştır. Onu yerlerin ve göklerin nurlu ve faziletli sakinleri, âlem-i berzahın feyizli yetkilileri çoktan karşılamıştır. O çoktan kucaklarda dolaşmaya, tebrikler almaya, taltif görmeye başlamıştır. Öyle ki, düşmanların ne olduğunu düşünmeyecek, dostların nerede kaldığını bilmeyecek derecede yeni, olağanüstü, korumalı ve sıra dışı bir hayata girivermiştir. Öyle ki, dünyada bıraktıkları dostları için, “Bu dostlar da bir tuhaf oldu! Nereye gittiler? Nereye saklandılar?” diyecek derecede... Ya da, “Ben bu yeraltı sığınağını nasıl da bulup sığındım! Çatışmalar ne kadar da şiddetliydi! Neredeyse ölecektim!” dercesine bir hayata girmişlerdir.

Şehitler kendilerini ölmüş bilmiyorlar. Ölümün ayrılık acılığını hissetmiyorlar. Bilakis, az önce yanında yer alıp, şimdi olmayan asker arkadaşlarının ve komutanlarının öldüğünü zannediyorlar.1

Şehitler kendi ayrılık ve ölüm acılarını hissetmemekle birlikte, dünyada kalan çok sevdiği eşlerinden ve dostlarından ayrıldıklarını bilirler. Bu ayrılığın tatlı ateşini hissederler. Fakat bu ayrılık ateşini onlar, çekilmez bir acı olarak değil, tatlı bir şefkat ve rahmet içinde hissederler. Çünkü

1- İçinde bulundukları âlem acı çekmeye müsait değildir.

2- Allah’a yakın olduklarından, Allah’a yakın bildikleri salih dostlarını rahmet dolu bir ümit içinde merak ederler.

3- Bu ayrılık ateşinde, dünyevî acılarda olduğu gibi ümitsizlik ve isyan yoktur.

Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuştur ki:

* “Allah yolunda yaralanan bir kimse–ki Allah kendi rızası uğrunda yaralanan kişiyi en iyi bilendir—muhakkak kıyamet gününde yarası kan akarak, rengi kan renginde, kokusu misk kokusu olduğu halde gelecektir.”2

* “Müslüman’ın Allah yolunda aldığı her yara, kıyamet gününde yeni açıldığı andaki heyeti üzere kan fışkırıyor gibi görünür. Rengi kan rengi, fakat kokusu misk kokusudur.”3

* “Cennete giren hiçbir kimse, yeryüzündeki her şeye sahip olmak üzere dahi olsa, tekrar dünyaya dönmeyi istemez. Ancak şehit böyle değildir. Şehit, görmekte olduğu yüksek ikram, izzet ve şereften dolayı tekrar tekrar dünyaya dönmeyi ve on defa öldürülmeyi temennî eder.”4

Dipnotlar:

1- Bedîüzzaman, Mektûbât, s. 12. 2- Müslim, İmâre, 28/105. 3- Müslim, İmâre, 28/106. 4- Müslim, İmâre, 29/109.

30.09.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Mescid-i Nebevîde huzurda huzur



(Umre günlüğü- 6)

19 Eylül / 22:45 Teravih namazından sonra, 15 dakikadan beri Mescid-i Nebevîden cemaatin dağılması, dışarıya çıkışı devam ediyor. Bir rahatlama bir huzur hakim. Hava çok sıcak. Ancak Nebevî makamın gönülleri serinleten havası çok ılıman. Bir esinti var ki, makama has bir letafette.

Mescid çıkışını seyretmek, yedi kıtadan müminlerin o nuraniyet kesbeden yürüyüşlerine, simalarına şahitlik etmek bile bir lütuf ve bahtiyarlık, şükür sebebi. Medine’nin akşamları, aydınlık, parlak zekâları, ihlâs ve mülâyemet veren bir şehir.

Rahat, ferah, sakin ve kasavetten uzak bir iklim hakim. Ensar ruhu, sahiplenme idraki, kıymetli misafirlerini mutlu etme şuuru ve fedakârlığı Medinelilere nasip olmuş.

Mescid-i Nebevînin avlusunda bu satırları yazarken, cemaat dağılmaya devam ediyor. Yine nesimî bir hava. Bu nesimî halden, secde gören alınlara ferahlık ve tebessüm veren bir muhabbet eli hissediliyor.

20 Eylül / 04:55 Mescid-i Nebevîde sabah namazı. Kabr-i pür nuruna, belli bir mesafede, yakın denecek bir yerde, titremenin olduğu bir haşyetle, hürmetle ve edeple bakıyorum.

Sünnetleri kılarken, zaman geriye gidiyor. Ağır okuyorum fatihayı, zamm-ı sûreyi.

Secdeye kapanırken, kalkmak istemeyen ağır bir yoğunluk, kabul ve teslimiyet halesi sarıyor. Oldukça mutmain, huşu ve iç titrekliğin en hassas dokunuşu ile Makam-ı Mahmud’a, şefkat makamına arz olunacak, çaresiz ve sermayesiz, hacaletli bir halin etkisiyle ve derinleşen nefesin, her şeyin durduğu ana emanet selametiyle.

Farza henüz başlanmadı. Bu satırlar, o misafir bekleyişin başı eğik ve önünde satırlara geçen, küçük kâğıda düşen zaif vurgular.

Tarifsiz bir huzurun bütün huzmeleri üstümüzde. Mümince, omuz omuza, sık saflarla kalbi hüşyar binlerce, uhuvvet dairesindeki sarılış ve kavrayışla birlikte mahcupkâr bir halde, huzura yakın bir huzurda, Zişan Efendimize salavat getiriyorum.

Duamla başbaşayım…

Yâ Rab, huzur-u kibriyana lâyık kıl… Allahu Ekber…

05:06 kamet getirildi... İmamın Medine sadası, huzur dalgasını bütün kalpleri ihtizaza getirecek kadar davudî ve yaşarak okuyan bir ruhaniyatta…

05:34 Mescidden Bab-ı Selâma geçmek için avludan tekrar giriyoruz.

Oldukça kalabalık, izdiham derecesinde talepkâr gönüller Ravza-i Mutahhara’dan geçecekleri an kilitlenmişler. Görevliler, akışın aksamaması için sağlı sollu hem yönlendiriyorlar, hem de koridor oluşturmuşlar.

20 Eylül / 15:57 Mescid-i Nebevîde ikindi namazının sünnetlerini kılıp, kameti beklemekteyiz. Dışarı 40 derece sıcakken içeri oldukça serin ve ferah.

Ezan okunalı 15 dakika olmasına rağmen, cemaat gelmeye devam ediyor.

Gözüm yukarılara kayıyor. Belli tavanların kubbesinin seyyar olduğunu gördüm.

Tam bu anda seyyar bir kubbe güneşin etkisini azaltmak üzere yerine kaydırıldı.

Oruç ağzı ve rahatlamış mide ile maddi ve manevi organizma tam kıvamında. Öğle uykusunu almış olmanın verdiği beden sükuneti ve akıl dinlenmesi de var.

16:02 Cemaat akmaya devam ediyor. Her taraf dolu. Her namaz, gerçekten, Bediüzzaman’ın diliyle “Bir inkılap başı” olarak bizzat yaşanıyor. Her vakit, ayrı bir öneme haiz. Her iş, program ve dünyevi hal bu vakitlere göre ayarlanıyor.

Ezan öncesi hazırlık, her an süren temizlikler binlerce görevlinin cemaat akışını yönlendirmesi, ezanla birlikte kılınan sünnet sonrası yeni gelenleri ve gelecekleri yeterince bekleme müddeti ile namazın tadil-i erkanı.

Şimdi kamet okundu 16:05. Namaz selamı verildi saat 16:18. Şimdi “selat-ü tekbir” söylendi. Cenazeler için. Bu mukaddes yolculukta vefat eden manevi şehitler için.

Namaz tesbihatı, bizdeki gibi topluca yapılmıyor. Herkesin kendisine kalıyor. Zikr-i hafi yaşanıyor. Herkes kendi dünyasında, duasını, Kur’ân’ını ve iç muhasebeni yapıyor. Disiplin, herkesin ruhuna bahşedilmiş. Organizasyon kalabalığı yok. Her şey fıtri ve Nebevî bir makama göre. Yerliler, Araplar, farzlardan sonra özellikle daha rahat bir vaziyete ve dinlenmeye geçiyorlar. Ekseriyette bir rahatlama başlıyor.

Bir kısmı uzanıyor. Bir kısmı bağdaş, bir kısmı ise bir sütuna yaslanıp ayaklarını uzatıyor. Ya da Kur’ân okuyor. Bu anlamda dışarıdan gelenler, bizim öğrendiğimiz kültürle daha disiplinli.

Şu anda iki üst kubbe yine açıldı. Bu arada yarım metre eninde uzun, ince naylon sofralar serilmeye başlandı. İkindiden takriben yarım saat geçmişken.

İçerde kalanların kahir ekseriyeti Kur’ân okuyor.

Tam bu anda Kur’ân okuyan muhtemelen Endonezyalı bir mümin kalemimi istiyor. O da yazmaya başlıyor. Bilahare nöbet devri yapıyoruz.

30.09.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Canlı kitap



‘Sudaki Kitap’ın hikayesi Mevlânâ’nın babası Sultanu’l Ulema’nın Maarif adlı kitabının hikayesidir. Şems Konya’ya geldiğinde Mevlânâ’nın elinde bu kitap vardır. Meşhed veya sahne şöyle anlatılır: Mevlana Konya’da bir pınar başında oturmuş öğrencileriyle sohbet etmektedir. Pınarın kenarındaki Bahaeddin’in Maarif’i açıktır. Şems, Mevlânâ’nın sözünü keser ve bu arada bu kitapla birlikte diğer değerli metinleri de suya atar. Esasında zahiren Şems’in yaptığıyla Moğolların Bağdat’ta yaptıklarının hiçbir farkı yoktur. Burada önemli ve hikmetli bir sembolizm vardır. Bu sembolizmi Coleman Barks ve John Moyne şöyle yorumlarlar: “Marifet Mevlânâ’nın ve Şems’in yüzyüze geldikleri bir dönüm noktasıdır. Sina’da Allah ile yüz yüze gelmek isteyen Hz. Musa marifetten sûfiyata ve sâfiyata geçişi temsil etmektedir. Aynen Hz. Muhammed’in miracı ve Hz. İsa’nın son yemeği gibi.

Şems Mevlânâ’nın babasının kitabını pınara atmasının amaçlarından birisi de onun yazılı metinlere olan güvenini kırmak istemesidir (Sudaki Kitap, s: 21, Doğan Kitap)...” Buradaki gizli amaçlardan birisi Mevlânâ’nın kitap hamallığından “kitab-ı natık” makamına geçmesidir. Amaç kitabın kendisi veya ikizi olmaktır. Aksi taktirde kitap taşımanın bir ehemmiyeti yok. Hatta yük olarak bedeli var. Bu makama paralel bir makamda sufiler ‘men lem yezuk la yarif/tatmayan bilmez ‘ derler. Dolayısıyla yaşanmayan kitap sinede bir yüktür. Kur’ân-ı Kerim bu tarz kitap hamallarını yerer. ‘Kelhimari yahmili esfara’ ayet-i celilesinde kitap-ı natık olmadan kitap hamalları sifr (kitap) taşıyan eşeklere benzetilmiştir. Kitap kurtları olduğu gibi bir de kitap hamalları vardır. Filhakika öyledir de. Taşınan şey insanı kemalata erdirmiyorsa o sırtta ve sinede bir yüktür. Bundan dolayı eskiler bu ilişkiyi vecizeleştirmişler: Satır ilminden, sadır ilmine geçmek. Sadır ilmine geçen sadârete layık olur. Bu yüzden Mevlânâ’nın nabası ulemanın sultanı olmuştur. Mevlânâ da fahru’l evliya.

Satır ilmi akıl gibi, istidlal gibi öğrenilmesi ve akabinde de aşılması gereken geçiş mertebeleridir. Mevlânâ, Şems’le buluşmasına kadar ilimlerin ve kitapların yüklenicisi ve taşıyıcısı pozisyonundadır. Sonra Maarif’i suda kaybettikten sonra kendisi canlı bir maarif olur. Başka bir aşamaya geçer. Artık o kitab-ı natıktır ve ağzından ma-i zülal ve ab-ı hayat akmaktadır. Kaynak gözden ve zihinden gönüle inmiştir. Artık gönülde çağlayan ve kurumayan bir pınar vardır. Maarif’i sulara atarak Şems Mevlana’yı irşad etmiştir.

Abdulkadir Geylani veya İmam-ı Gazali’yi de irşad eden bir eşkiya başıdır. Horasan’dan Bağdat’a gelirken yolunu kutta-ı tarik keser ve nesi varsa yoksa alırlar. Zaten bir molla olan Geylani veya Gazali’nin kitabından başka bir şeyi yoktur. Ve kitaplar eşkiya başının eline geçer. Bunun üzerine ilmi sıfırlanan Geylani veya Gazali eşkiya reisine müracaat ederek ‘benim tek sermayem budur, bunlar giderse mahv olurum. Nasılsa sizin işinize yaramaz, bunları bana iade edin...” diye istirhamda bulunur. Sanki eşkiya tam burada irşad makamını temsil etmektedir ve fiilen de öyledir ve şöyle mukabele eder: “Bu kitapları veya müsveddeleri aldığımda bütün sermayen tükeniyor ve gidiyorsa o zaman benimle senin arandaki fark nedir? Bunlar bana geçtiğinde bütün sermayeni tüketiyorsun ve benim oluyor. Bu kitapları almakla bütün marifetin bana geçti. Benimle eşitlendin...”

***

Bu artık Gazali veya Geylani’ye hayatı boyunca unutmayacağı bir derstir. Artık satırdan sadra geçmek gerektiğini idrak eder ve bundan sonraki hayatını buna göre tanzim eder. Şii kültüründe kitab-ı natık olmanın farklı bir boyutu vardır. Onlar Ehl-i beyt imamlarını bir nevi ‘adil el kitap’ yani Kur’ân-ı Natık olarak görürler. Veya canlı Kur’ân. Bu durumda masumiyet halesi de kuşanmış olurlar. Ağızlarından çıkan her şey dane-i hakikat haline gelir. Vahiy mahsülüdür. İşte bu noktada İmam Gazali Şiilerin ve bilhassa Batinilerin bu teorisine itiraz eder ve masum imamın Hazreti Peygamberle birlikte hitama erdiğini ve beşer içinde adil-i kitapların da bulunmadığını söyler.

Gerçekten de bu benzetme problemli bir benzetmedir. Kelimetullah olan Hazreti Mesih’i, kelamullah olan Kur’ân-ı Kerim’in doğasına ve tabiatına benzeten İsviçreli Hıristiyan ilâhiyatçı Hans Küng, Şiiler gibi Hazreti İsa’ya bir nevi “adil el kitap” nazarıyla bakar ve bu payeyi verir. Halbuki kelimullah ve kelimetullah ve kelamullah farklı makamları ve boyutları temsil ederler. Kelimullah olan Musa Aleyhisselam Halilullah gibidir ve keyfsiz yani tanımsız bir şekilde Allah’ın kelamına mazhar olmuştur. Kelimetullah ise, ruhullah tabirine benzer şekilde Cebrail vasıtasıyla Meryem’e ilka edilen Hazreti İsa’nın canıdır. Ama Hazreti İsa aynen safiyyullah Adem gibi bir beşerdir. Tevrat, İncil ve Kur’ân Kelamullahtır ve mütekellim sıfatının tezahürüdür. Dolayısıyla da ne kelimullah ne de kelimetullah ittihad boyutunda değildir. Aksi halde, kelamcıların dediği gibi Cenab-ı Hakk teslisten ibaret bir terkip veya eczalardan mürekkep olurdu. Halbuki Hıristiyanlık dışındaki bütün dinler bunu reddetmektedir.

***

Kitab-ı natıkın içtimai boyutu şehr-i natıktır ve Bağdat’ın sıfatı olan Darusselam bir zamanlar böyleydi. Ümmet bazında ise medeniyet-i natıkadır. Medeniyet olarak da şehir olarak da Bağdat havi olduğu kitapları hayata geçiremediği için ‘el cezau min cinsi’l amel/ceza amelin çeşidindendir ve eyleme göredir’ sırrıyla cahil Moğol çerilerinin altında çiğnendi. Bizim dinimiz ve ondan münbais olan medeniyetimiz kitap eksenli bir medeniyettir. Kitabı canlı kuşananlar kitab-ı natıktır ve hamele-i Kur’ân’larda muhtevasını iç alemine yansıttığı nisbette böyledir. Bu açıdan Hazreti Aişe validemiz Peygamberimizin yüce ahlakı sorulduğunda: ‘Onun ahlakı Kur’ân’dı’ diye tarif etmiştir.

30.09.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Hedef “birey”



Son dönemde insanı “birey” olarak öne çıkaran yaklaşımın revaçta olduğu mâlûm. Buna göre, kişinin temel hak ve hürriyetleri, onun öncelikle birey olarak varlığını geliştirebilmesi açısından büyük önem arz ediyor.

Bu hak ve hürriyetlerin önündeki baskıların kaldırılması da aynı bağlamda önem taşıyor.

Baskı deyince ilk akla gelen, tabiî ki devlet. Ama bunun yanında aileyi, mahalleyi, toplumu, çevreyi ve cemaatleri de önde gelen baskı kaynakları olarak niteleyen yaklaşımlar var.

Burada son derece girift ve çetrefilli sorunlar ve adım başı kurulmuş tuzaklar söz konusu.

Türkiye örneğinde ele alacak olursak:

Mâlûm, cumhuriyetin başından beri devlet, belli bir ideolojiyi ve ona dayalı bir hayat tarzını topluma dayatıyor. İnsanlar buna pasif direniş gösterince aile, mahalle, toplum ve cemaat baskısından dem vurularak, “bireyi biçimlendirme” hedefinde odaklanan kavga kızıştırılıyor.

Başörtüsü ve din dersi üzerine yıllardır süren yoğun tartışmalar bunun çok tipik örnekleri.

Başörtüsü yasağını savunanların gerekçesi, kızları aile ve cemaat baskısından kurtarma iddiası. Din dersini devlet tekeline alıp resmî ideolojinin propaganda aracı haline getiren dayatmacı anlayış da çocukları bilhassa cemaatlere “kaptırmama” telâşıyla böyle davranıyor.

Bu bağlamda, tek parti dönemi profesörlerinden birinin “İnkılâba muhalefet ruhu aileden geliyor” deyip, aileyi zehir olarak nitelemesi çok ilginç bir anekdot oluşturuyor.

Cumhuriyetin başında özellikle Bediüzzaman’ın devletle uğraşmak yerine milletin irşadında yoğunlaşan ve talebelerince devam ettirilen hizmetleri neticesinde ortaya çıkan şuurlu toplum yapısı devlet kaynaklı dayatmaları büyük ölçüde tesirsiz kıldı. Dünyadaki gelişmeler de devletin etkileme alanını küçültüp sivil alanı genişletti. Ve bu durumda bireyi istenen şekilde biçimlendirmek için yeni stratejiler geliştirildi.

Bunlarda, artık ahı gitmiş vahı kalmış devlet dayatmalarına karşı çıkarak suret-i haktan görünürken, aile ve toplum yapısı ile cemaatleri çökertme hedeflerine yönelindiği gözleniyor.

Toplumun hassas noktalarını ve boşluklarını tesbit amacıyla yapılan kamuoyu araştırmalarının ortaya çıkardığı bilgilerden hareketle, yeni toplum mühendisliği projeleri hazırlanıyor.

Uzun zamandır alttan alta fısıldanan ve son dönemde açık şekilde ve giderek yükselen bir tonla seslendirilen “Cemaatler birey kimliklerine hayat hakkı tanımıyor” ya da “Aile baskısı kadının birey kimliğini yok ediyor” gibi iddialar, hiç şüphe yok ki, bu projelerle bağlantılı.

Aile ve cemaat gibi yapıların özellikle hedef alınmasında, bu fıtrî birlikteliklerin birey kimliğinin oluşmasındaki çok önemli rolleri ve ayrıca bu yapılarda dinî ve manevî değerlerin büyük ağırlık taşıması da çok belirleyici bir etken.

Aile ve cemaatle bağları zayıflatılmış, hattâ koparılmış bireyin, içine düşürüldüğü boşlukta önüne konulan “hazır kurtuluş reçeteleri” ise, doğrularla yanlışların ustalıkla iç içe geçirildiği kişisel gelişim programları türünden formüller.

Oysa bu tür programlar, “kişisel” boyutla sınırlayarak “ene”lerini tahrik ettiği insanların aile, cemaat ve çevreyle ilişkilerini tahrip edip onları daha da sorunlu bireyler haline getiriyor.

30.09.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

“Bizimkiler”in gariplikleri



Türkiye’yi ‘dışarı’da temsil edenlere her zaman büyük görevler düştüğü malûm. Bürokratlardan işçisine, ilim adamından sanatçısına kadar her sahada hizmet verenlerin Türkiye’nin imajına ‘katkı’ yapması beklenir. Bu cümleden olarak, ‘gurbetçilerimiz’in omuzlarında büyük bir yük olduğunu hatırlayalım.

Ülkemizi en iyi şekilde temsil etmesi beklenen ‘dışişleri bürokratları’nın davranışları, çoğu zaman tartışma konusu olmuştur. Bilhassa yurt dışındaki bürokratlar, bulundukları ülkelerde kendi vatandaşlarına ‘tepeden bakmak’la itham edilmişlerdir. Bu davranışlara bir örmek olması bakımından, bir iki yıl önce Almanya’da yaşanan hadiseyi hatırlayabiliriz. Almanya’daki ‘bürokrat’lar, başörtülü Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına ‘pasaport’ vermemiş, konu bir toplantı esnasında Başbakan’a ‘şikâyet’ edilmişti. Hadise doğruydu ve tam anlamıyla bir skandaldı. Ama bunun hesabını verenin olduğunu duymadık. Bu arada, hazır söz açılmışken; benzer uygulama Almanya yada başka ülkelerde yaşayan başörtülü Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına karşı devam ediyor mu, merak ediyoruz.

Belki de yüzlercesi tekrarlanan garip bürokrat davranışlarına bir örnek de Vatikan’da yaşanmış. İmam hatip lisesi mezunu, başörtülü bir öğrenci Vatikan’da lisansünsü eğitim alırken yaşadığı hadiseyi şöyle anlatıyor: “En çok yabancılık hissettiğim kişiler, oraya gelen ya da orada olan Türk bürokratlarıydı. Örneğin, Ankara’dan bir üniversitenin rektörü Gregoriana’da bir toplantıya davet edilmişti. Adamın benim Türkiye’den gelen bir öğrenci olduğumu öğrendiğinde sorduğu iki veciz soru: ‘Nerelisin?’ ‘Baban ne iş yapıyor?’ Yine bir toplantıda Vatikan Elçilik görevlisi bir Türk beni ve diğer başörtülü iki arkadaşımı görünce ‘Aa, siz Müslüman mısınız, ben sizi kıyafetinizden dolayı Süryani falan sanmıştım’ demişti. Oradaki insanların bizlere alıştığını, bizleri sevdiğini gördük; ama bizimkilerin garipliklerine şahit olduk.” (Yeni Aktüel, 30 Ağustos-5 Eylül 2007)

Evet, maalesef bilhassa yurt dışındaki ‘bizimkiler’ Türkiye ve dünya gerçeklerinden çok uzak. Düşünün, başörtülü bir öğrenci Vatikan’da üniversite eğitimi alıyor. Onunla karşılaşan bir Türkiye Cumhuriyeti dışişleri bürokratı, öğrenci sırf başörtülü olduğu için garip karşılıyor! Asıl garip olan; Vatikanlı bürokratların garip karşılamadığını, ‘Ankara’lı her hangi bir bürokratın garip karşılaması değil mi?

Gariplikler oluyor, ama Vatikan’da eğitim alan öğrencimiz yine de ümitvâr: “Ben ümitvarım. Gelecekte ülkemin daha güzel olacağına inanıyorum. Dışarıda eğim gören, başarılı grafik çizen binlerce Türk genci var. Bunların eğitim aldıktan ve dünyayı tanıdıktan sonra ülkelerine gelmelerini isterim. Çünkü neticede kaybeden Türkiye oluyor.” (agd.)

İnşallah ‘son kaybeden’ yasak savunucuları olsun ve olacak...

30.09.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri