Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 30 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Cevher İLHAN

Eylül, ey Eylül!



Eylül’e “kara Eylül” diyenler demek boşuna dememişler. Zira birçok kanlı darbe ve katliamlar hep Eylül’de olmuş...

Evvela 6-7 Eylül 1955 olayları, Türkiye’nin yüzüne sürülmüş kara bir leke idi. Amaç, Demokrat Parti iktidarını asayişi temin edememekle suçlamak, sıkıyönetim ilânına mecbur etmekle demokratik zaafa uğratmak ve Türkiye’yi içte ve dışta sıkıntıya sokarak tâvize zorlamaktı.

Yerli ve yabancı gizli servislere hizmet veren gazetecilerin servis ettiği yalanlarla tutuşturulup alevlendirilen olaylar, İstanbul’da yetmişi aşkın kilisenin tahribiyle, milyonlarca dolarlık hasarla kalmadı, yirmiye yakın vatandaşın ölümüyle sonuçlandı.

Ne garip ki, yıllar sonra Yassıada'da, bu tertibin hedefi olan Başbakan Menderes ve Demokrat Partililer suçlandı; ihtilâlcilerin emrindeki istihbarat mensuplarının tanık olarak dinlenmesi talepleri reddedildi. Çünkü tezgâh su yüzüne çıkacaktı; bundan korkuldu.

Yassıada Mahkemeleri, sadece demokrasiyi katleden kanlı bir darbeyi “meşrulaştırmak”, zâlime ve zulme arka çıkmakla kalmadı, hâricî mihrakların tahrikiyle başlatılıp körüklenen bu olaylar Demokrat Parti’nin üzerine yıktı...

11 EYLÜL, “KÜRESEL TERÖR” TERTİBİ...

11 Eylül 2001’de Amerika’daki olayların da tamamen bir tertip olduğu anlaşıldı...

Amerikan başkan adaylarından LaRouche, Amerika’yı şaşırtan güçlerin yine Amerika’nın içinde Amerikan devletine dadanan fesad şebekelerinin olduğunu daha baştan nazara vermişti. Daha o günden 11 Eylül’ün fâillerinin bizzat Amerika’nın içinde olduğunu söylemişti.

“11 Eylül hâdisesi, bir makyaj operasyonudur” diyen LaRouche, “Bunu yapan, asla ABD dışındaki güçler değildir, ABD içindeki güçlerdir. Hedef, ABD’yi savaşa sürüklemektir” demişti.

11 Eylül’ün maskesi düştü. İsrail’in bölge egemenliği ve çıkarları uğruna Afganistan’ın baştan sona tahrip edilip yüzbinlerce mâsun insanın öldürülmesi; Irak’ta bir milyon insanın katliamı, zulüm ve barbarlıkla açığa çıktı...

Ve aradan geçen altı yılda bütün gelişmeler, 11 Eylül’ün de, bahane edilen uydurma “küresel terör”ün de tamamen bir tertip olduğunu ortaya koydu. Uluslar arası sermayenin elindeki medyayla pompalan “terör sendromu”, “yeni düşman” İslâmı ve Müslümanları karalamada kullanıldı.

11 Eylül’ün türevleri, ufak denemeleri dünyada ve Türkiye’de hiç eksik olmadı. İfsad şebekelerinin, gizli servislerin oyunlarının ardı arkası kesilmedi. Hep demokrasiye, inanca, insan haklarına provokasyonlar tertiplendi, komplolar kuruldu, darbeler vuruldu.

“İrtica” furyasıyla okyanuslar ötesinden yerli işbirlikçileriyle dayatılan 28 Şubat “postmodern darbesi” gibi...

Ya da 11 Eylül’ün yıldönümünde, 602 kilogramlık gübre bombası ve kimyasal malzeme yüklü minibüsün Ankara’nın ortasına kadar sokulmasının, El Kaide üzerine atılıp saptırılması gibi...

12 EYLÜL, DEMOKRASİNİN KATLİ...

Demokrasiye ve hukuka darbe vuran bir diğer darbe, 12 Eylül 1980’de dayatıldı. Dönemin Başbakanı Demirel’in tâbiriyle, “büyük bir devlet bunalımı ve müdâhalesi” olan 12 Eylül de, dışarıdan tezgâhlanmıştı. Kasten önlenmeyen “anarşi” bahane edilmişti.

11 Eylül’deki küresel terör komplosu” ise yıllar önce 12 Eylül’de nice canlara mal olan bir “yerel terör komplosu” idi.

Bu komplo artık darbecilerce dahi itiraf edilmekteydi. Dış tertip, tiyatro seyreden Amerikan Başkanının kulağına fısıldanan, “Türkiye’de bizim çocuklar işi bitirmiş” “müjdesi”yle(!) kendini daha ilk günden ele vermişti.

Millet irâdesinin temsilcisi Meclis lağvedilmiş, meşru hükûmet alaşağı edilmiş, siyasî partiler kapatılmış, Anayasa ilga edilmiş; kısacası demokrasi katledilmişti...

“Sıkıyönetim idâresine her türlü silâh, malzeme ve mevzuat desteği tam verildiği halde neden bir türlü anarşi önlenemedi; 11 Eylül günü akan kan, nasıl oldu da 12 Eylül’de birden kesildi?” sorusunun cevabı hâlâ verilemedi...

Son yüzyılda, Türkiye gibi dünyada da bir dizi “kara Eylül” darbesi, Sovyet Ekim darbesini tetikledi. Bu aydaki kargaşa ve karışıklıklar, kaos ve anarşist ayaklanmalarının başlangıcı oldu. Eylül 1917’de başlayan Rusya’nın Komünist devrim süreci, yüzmilyonlarca insanın inanç ve mânevî hayatını tahriple birlikte 70 yılda 70 milyon insanın hayatını söndürdü....

Polonya’nın işgali (1 Eylül 1939), Libya sosyalist devrimi (1 Eylül1969), Barzani’nin her yıl onur duyup büyük bir hevesle kutladığı ve Marksist - Leninist devrimden ilhâm alan Peşmerge Eylül Devrimi (11 Eylül 1961) bunlardan sâdece bir kaçı...

VE 16-17 EYLÜL ZULMÜ...

Lâkin Türkiye Cumhuriyetinde darbelerin anası ve “demokrasinin kerbelâsı” 11-12 Eylül zulmünü netice veren 27 Mayıs 1960 kanlı ihtilâli oldu. Ne garip ki bu darbeye de kan ve zulmün en dehşetlisi yine Eylül ayında bulaştı.

1961’in 15 Eylül’ü 16 Eylül’e bağlayan gece, Demokrat Parti’nin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Mâliye Bakanı Hasan Polatkan; 17 Eylül öğle vakti ise Başvekil Adnan Menderes asılarak katledildi.

Demokratların vatana, millete ve mânevî değerlere hizmetleri bir yana, merhum Menderes ve arkadaşlarının Yassıada’daki asil direnç ve izzetli duruşları bile, yakın tarihte demokrasi mücadelesinin şeref levhası oldu. Yassıada’daki yüzlerce hâdise bunun birer örneği....

Emirsubayı Arif Çakez’in “Biz ona ‘Neron’ derdik; aramızda hep ‘Neron geldi’, ‘Neron gitti’ diye konuşurduk” dediği, Menderes ve arkadaşlarına her türül ezâ ve hakaretlerde bulunan, zulmün baş aktörlerinden Yassıada Kumandanı Albay Tarık Güryay, Zorlu’nun son anlarını Garnizon Komutanlığı’na gönderdiği resmî kayıtlarda şöyle anlatmaktadır:

“Fatin Rüştü Zorlu, salona bambaşka bir insan gibi geldi. Salona gardiyanların önünden giderek, rahat adımlarla bize doğru yürüdü ve hepimizi selâmladı. Kendisine okunan idam kararını, bütün heyecanları kenara itebilmiş kesin bir metânetle dinledi. Ondan sonra âilesine mektup yazması için Başsavcıdan müsaade istedi. Kâğıt ve kalem verdiler. Oturdu, âilesine mektup yazdı. Ben ellerine dikkat ediyordum, hiç titremiyordu. Yazdığı mektubu bitirdikten sonra Başsavcıya verdi ve yine abdest almak için müsaade istedi. Abdest bitince çoraplarını giydi. Gömleğinin sıvadığı kollarını indirince kol düğmelerini takmayı unutmadı.”

“Bir ara Başsavcıya döndü: ‘Özür dilerim, bekletiyorum’ dedi ve ilâve etti: ‘Mahkeme müddetince biz suçlu, siz de savcı mevkiinde bulunduğunuz için istemeyerek birbirimizi incittik. Buna rağmen sizden özür diliyorum’ sözleriyle Egesel’le karşılıklı helâlleşti.

“Sonra bana döndü: ‘Kumandan Bey, sizden, hatırlarsınız ya, son bir ricam olacağını söylemiştim: Benden evvel asılmış olanların ölüme nasıl gittiklerini bilmiyorum. Fakat ben, işte gördüğün gibi, gâliba bir insanın olabileceği kadar sakin ve metinim. Senden bunu âileme ve bilhassa anacığıma bildirmeni isterim!’

“ALLAH MEMLEKETİ KORUSUN,

HAYDİ ALLAHAISMARLADIK!”

“Ardından devam etti: ‘Kumandanım bir ricam daha var: ‘Ben asılanların kaçıncısı oluyorum?’ ‘Ne baştasın, ne sonda’ dedim. Bunu üzerine gülümseyerek; ‘Elhayrû evsatuha!’ (Hayır vasat -orta- olandır) dedi.

“Zorlu, ölüme gerçekten zorlu bir metânetle gitti. O kadar ki, hatta mahut gömleğin üzerine giydirilişinden sonra, kendisine dinî telkinde bulunan hocanın, Arapça kelimeleri telâffuzda düştüğü hataları düzeltti. Kollarını arkadan bağlarken Başsavcıya son bir ricada bulundu: Ellerinin önden bağlanmasını istedi. Fakat bunun kanunen imkânsızlığı kendisine anlatıldı.

“Beraberce sehpaya doğru yürüdük. Ne masaya, ne de masa üzerindeki sandalyeye çıkarken yardım istemedi. Hatta, heyecandan eli titreyen Cellâda; ‘Oğlum, ne titreyip duruyorsun? İlmik senin değil, benim boynuma geçecek’ dedi. Sonra âdeta kendini uçsuz bucaksız bir boşluğa atar gibi; ‘Allah memleketi korusun, haydi Allahaısmarladık!’ dedikten sonra ayaklarının altındaki sandalyeyi itmek işini de kimseye bırakmadı. Boyu uzun olduğu için ayakları masaya basmıştı...” (Bayar Gerçeği, Süleyman Yeşilyurt, 388, 389)

Doğrusu, cellâtlarının dahi takdir ettiği böylesine mert, beyefendi ve Londra ve Zürih anlaşmalarıyla Kıbrıs dâvâsını Türkiye’ye kazandıran örnek bir diplomatın Yassıada’da dövülüp hırpalandığı yetmiyormuş gibi ihtilâlciler tarafında İmralı’da kurulan darağacında asılması, tek başına 16 ve 17 Eylül’le sonuçlanan 27 Mayıs darbesinin dehşetli zulmünün içyüzünü deşifre etmekte.

Yazar’ın sorduğu gibi, mahut gömleğini giydiği anlarda bile, idam fermanını hazırlayanlara insanlık dersini veren Zorlu’nun en acımasız kalpleri bile sızlatacak idam sahnesi karşısında, Başsavcı Altay Egesel acaba insanlıktan bir nebze olsun nasibini almış mıdır?

FIRTINAYLA BİRLİKTE

GELEN GÖK GÜRÜLTÜSÜ...

Merhum Menderes’in asılarak katledilişi ise yine cellatlarının ifâdesiyle, tam bir iman, vatanperverlik, cesâret ve asâlet örneğiydi. Yassıada Başsavcısı Egesel infaz anını şöyle anlatıyor:

“İmralı’da usûlen, bir arzusu olup olmadığı soruldu. Dinî telkin için bir hoca, karşıdaki odada hazır olarak beklemekteydi. Menderes, evvela hocayla yalnız kalarak konuşmak istedi. Buna kanunlar müsaade etmemekteydi(!) Bunun üzerine heyetin huzurunda hocanın tövbe duasına katıldı. Hoca bu duanın kelimelerini ayrı ayrı ve yavaş yavaş sıraladı....

“Menderes’in son sözleri ise şunlardı: ‘Hayata veda etmek üzere olduğum şu anda, devletim ve milletime ebedî saadetler dilerim.’ (age, 397)

Kayıtlar, Menderes’in katledilişinin 17 Eylül günü öğleden sonra saat ondört yirmialtıda tamamlanmasından sonra, fırtınayla birlikte gelen gök gürültüsünün ardından yağan şiddetli yağmurun yağmaya başladığını yazar. Bu yağmur, zâlimlere bir “işâret”, hayatını ülkesine ve milletine adamış merhum Menderes’in tertemiz ruhuna rahmetti...

“Türk milleti Müslümandır ve İslâmiyetin icâplarını elbette yaşayacaktır” diyerek, Ezân-ı Muhammedi’yi aslına çeviren, yüzlerce Kur’ân kursunu, imam hatip okulunu, yüksek İslâm enstitüsünü, İlâhiyat fakültesini hizmete açan, din eğitimini ve öğretini yaygınlaştıran, din derslerini mekteplerde okutan Menderes ve arkadaşlarına, Bediüzzaman’ın “İslâm kahramanı” ve “İslâmiyete ciddî taraftar zatlar” diye takdirinin anlamı bu idi...

Ruhlarına rahmet rahmet fâtihalar...

30.09.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (28.09.2007) - Dili dejenere

  (26.09.2007) - AB yasağa karşı...

  (25.09.2007) - “Özal formülü” olmaz

  (24.09.2007) - Başörtüsüne anayasal tuzak

  (23.09.2007) - Bediüzzaman ve din dersleri

  (22.09.2007) - Din dersleri

  (21.09.2007) - Demokratik eğitim

  (20.09.2007) - Din öğretimi ve devlet

  (19.09.2007) - Kültür kırılmasına karşı ahlâkî eğitim…

  (18.09.2007) - Eğitimde terbiye tedbiri...

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri