Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 09 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Mustafa ÖZCAN

Türk fobisi



Recep Tayyip Erdoğan, Oval Ofis çıkışında ve öncesinde sürekli olarak bazı Batılıların teröre terör demediklerinden yakındı ve bazılarının da teröre terör dedikleri halde icabını yapmadıklarını ve önlem almadıklarını söyledi. Dışişleri Bakanı Babacan şark seferinde de aynı şeyden yakınmıştı. Özellikle de Bağdat’ta ‘ teröriste terörist demiyorlar’ diye kuzeydeki Kürt bölgesi yönetimine çıkışmıştı. Bu yakınmaların haklı gerekçeleri var. Bu gerekçeleri başkaları da paylaşıyor. Sözgelimi Today’s Zaman’ın bir haberinde, Sosyalist hükümet döneminde alınan bir karar nedeniyle PKK militanlarının Türkiye’ye iade edilmediği ve aksine serbest bırakıldıkları hatta Rıza Altun gibilerin serbest bırakıldıktan sonra Kuzey Irak’a giderek PKK unsurlarına iltihak ettikleri yer aldı. Ahmet Gülabi Dere ve Canan Kurtyılmaz gibi isimler Türkiye’nin ısrarla taleplerine ve haklarında İnterpol tarafından kırmızı bülten çıkartılmasına rağmen ellerini kollarını sallayarak Fransa’dan ayrılmışlar ve kendilerini PKK’nın üslerine atmışlar. Bu işbirliğinden kaçınmanın nedenlerini en iyi izah edenlerden birisi de Milliyet’te Kadri Gürsel oldu. Bunu şöyle izah etti: “PKK karşısında pasif davranan batılıların şuuraltında PKK’nın hedeflerinin meşruiyeti yatmaktadır. PKK’nın hedeflerini meşru addedince; silâhlı yöntemini de meşru görüyorlar...” Yani Türkiye’yi bölme hedeflerini meşru görünce onun bir vesilesi ve aracı olarak silâhlı eylemlerini de meşru görmüş oluyorlar. Fiiliyat da bunu ortaya koymaktadır. İşbirliğinden kaçınmalarının ve istinkaf etmelerinin başka anlamı olabilir mi, bilemiyorum ama tarihi vetire ve süreç Kadri Gürsel’in analizini doğrular niteliktedir. Nitekim, birçok internet sitesinde de yayınlanan James Carroll’un ‘ABD Türkiye’nin umutlarını bitirdi’ yazısı da bunu açıkça ortaya koymaktadır. Batı hâlâ Türkiye’nin bölünmesine ideolojik olarak yaklaşıyor.

***

Bunun gerisinde Türk fobisi var. Türk fobisi de son sıralarda yükselen İslâm fobisinin sadece bir parçasıdır. Hatta büyük dilimidir. Türk fobisi Türkiye’ye medeniyetler arası köprü misyonu atfeden yaklaşıma da terstir. Ve gerekirse bunu da rafa da kaldırabilir. Tarihi perspektiften Prof. Mustafa Soykut da aynı vurguyu yapmaktadır. Türk fobisi aslında İslâm fobisinin alt basamaklarından birisi veya büyük parçasıdır (Sunday’s Zaman 4 Kasım 2007). Onu yeniden böldüğünüzde aslında İslâm dünyasının son aktörünü de ortadan kaldırmış olursunuz. Yahya Kemal Beyatlı’nın vurguladığı gibi hâlâ Türkiye’nin ruhu hâlâ İslam’ın son ordusudur. James Carroll’un açıkça yazmasa da ima ettiği husus da budur. Türk fobisi depreştiğinde bu onu hedef alan teröre destek olarak geri dönmektedir. Bu anlamda, PKK’nın enternasyonalist bir yapı ve çekim merkezi olması da bunun ispatıdır. El Hayat gazetesinde Kandil’de PKK temsilcileriyle gerçekleştirilen bir mülakatta itiraf edildiği gibi, Kürtlerin dışında gayri müslim unsurlar da PKK cephesine eleman devşirmektedir. Demek ki, İslâm fobisinin bir parçası olarak Türk fobisine karşı enternasyonalist bir hamle var. Buna şer ittifakı da diyebiliriz. Umran dergisinin Kasım 2007 sayısında D. Mehmet Doğan ‘Tarih dersleri’ adlı makalesinde de bunun tarihi ayaklarını gayet vazih ve net bir şekilde ortaya koymuştur. Dolayısıyla Ermeni meselesinin yerine PKK meselesi ikame edilmiştir. Tek fark, PKK’nın dayandığı tabanının Müslüman kitle olmasıdır. İslâmî kimlik sorununu aşabilmek için de onu asli ve temel kimliğinden uzaklaştıracak yöntemler takip edilmektedir. İslâmın birleştirici unsuruna karşı kullanılan yöntemlerden birisi beynelislâm yabancılaşmayı temin eden milliyetçilik zehirlenmesidir. Milliyetçilik zehirlenmesi İslamın üzerine kapatıyor ve örtüyor. Mehdi Zana gibiler zaten bunu açıkça dile getirdiler. Onun ötesinde İslâmî kesimler Kuzey Irak da dahil olmak üzere bölgede milliyetçi unsurların mevzii de olsa misyonerlerle işbirliği yaptığını ve İslâmî tebliğ faaliyetleri ön izne tabi iken misyonerlerin bundan muaf tutulduklarını söylüyorlar.

***

Demek ki, iki yüzyıldan beri devam eden Osmanlı’nın tasfiyesi sürecinde kullanılan malzemelerden birisi Ermeni milliyetçiliği idi. Bu Hıristiyanlık asabiyetine bulandırılmış idi. Bunda araç olarak Hıristiyanlık kullanılmış ve bu yolla Batı ve Rusya imdada çağrılmıştır. Onun yerini alan ve PKK aktörlüğünde devam eden tasfiyenin bugüne bakan yüzünde ise Ermeni milliyetçiliğinin veya ‘Hıristiyanlığın’ yerini milliyetçi zehirlenmenin aldığını görüyoruz. Ama Aytaç Yalman ve Kenan Evren’in de itirafında olduğu gibi burada Türk tarafının da benzeri hataları olmuştur. Dileriz bu hatalar öldürücü olmamıştır. Netice itibarıyla, milliyetçilik zehirlenmesi Kürtlerin ana ve asli kimliğini aşındırıyor. 30 yıl öncekiyle günümüze bakmak kâfi. Bunda kabahatlardan biri de Türkiye’yi yanlış idare edenlerindir. İtiraflar da bunu göstermiştir.

09.11.2007

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

AB hedefi



Türkiye’nin AB’ye bakışının ve karşısındaki konumunun sair Avrupa ülkeleriyle mukayese edilmeyecek derecede farklı olduğunu bilmeyen var mı? Coğrafyasından, kültüründen, tarih ve dininden kaynaklanan farklılığı zaman zaman şeffaf düşünenlerden işitiyoruz.

Evvelâ AB’nin Türkiye için bir gaye ve hedeften ziyade asıl maksada ulaşmaya bir vasıta olduğunu belirtmemiz yanlış anlaşılabilir. Toprağa atılan çekirdeğin filizlenip nihalleşmesini ve sonra meyveye durup kemalini tamamlamasını bilmeyenler, yani onu ilk defa ve bir kez görenler o çekirdeğin her merhalesini “Kemal” olarak değerlendirebilirler. Fakat olayın bütünlüğü içindeki “teki” görenler, çekirdeğin “tekâmül” sırrıyla takdir edilmiş hedefe etap etap ilerlediğini rahatlıkla tesbit edebilirler. Vahşet, kölelik, esaret ve ücretlilik devirlerini geçirip hürriyet mevsimine ulaşan insanlığımızın ömrünü bir bütün olarak görenler Batının, sair dünya ülkelerine karşı bir “rüçhaniyet” unsuru olarak göstermeye çalıştığı garp medeniyetindeki hak ve hürriyetlerin insaniyet ağacının fıtrî ömrünün merhaleleri olduğunu daha iyi anlarlar. Avrupa veya Amerika’nın buradaki üstünlüğü; ilim ile bu süreci hızlandırması, uzun mesafeleri kısaltması ve Asrı Saadetteki “hürriyet, adalet ve müsavat (eşitlik)” zamanına giden yoldaki engelleri kısmen kaldırmasıdır.

Avrupa Birliğine düne kadar müstağni kalan toplumumuzun bugünkü şiddetli arzusu, oradaki hürriyet, adalet ve eşitlik olduğunu herkes biliyor. Çok küçük bir zümre teşkil eden sefih ve dinsizlerin anladığı anlamda milletimiz “ekmek, dans ve sefahat” için yönünü batıya çevirmiş değil... Hem toplumun, hem de bireyin haklarını detaylarıyla tesbit edip koruma altına alarak insanlığı medeniyet ve refahın zirvesinde yaşatan saadet asrının AB kriterlerinin de hedefi olduğunu söylememiz mübalâğa olmaz. Batılı yazar, düşünür ve hakperest din adamlarına kulak verdiğinizde; bu mânânın değişik şekillerdeki telaffuzunu duyarsınız. Türk milletini “millet” yapan bin yıllık değerlerinin mânâsını bilmeyenler, AB’yi “cennet” telâkki edebilirler. Fakat, Asrı Saadetin ulaştığı medeniyet zirvesinden bugünkü Avrupa’nın ne kadar uzaklarda bulunduğunu yine Batılı araştırmacılar eserlerinde itiraf ediyorlar...

Düne kadar dünyalarında demokrasi ile İslâm arasında köprü kuramayan dindarlarımızın bile bu gün AB’yi “kurtuluş” telâkki etmelerinin sebebi elbetteki Avrupa demokrasisindeki hakk ve hürriyetlerdir. Kısmen de olsa “insanca” yaşamaktır. Yalnız günümüz Avrupalısı mevcut halin—üçüncü dünyadan iyide olsa—meselelerini çözemeyeceğini, çözümün, her ferdin hak ve hürriyetlerinin tam mânâsıyla teminat altına alındığı, fert ile birlikte toplumun da saadetine vesilenin sistemde olduğunu düşünüyor. Avrupa’da bugünkü değerlerin “mutlu hedefe” giden yoldaki merhalelerden yalnızca birisi olduğunu söylerken, bizim tarihimizde yaşadığımız “saadet asrını” gözardı ederek “mutlu hedefe” yönelmemiz medenî Avrupa karşısında ayıba kaçmaz mı? Doğrusu mazinin karanlıklarından henüz kurtulamamış Avrupa’dan, gündüzü yaşamış güneşin çocuklarının aydınlığı beklemesi, Avrupalıyı da şaşırtan bir mantıksızlığa benziyor.

Büyük Fransız İhtilâli, Avrupalı’ya “hürriyet” yolunu açtı. Birinci Dünya Savaşı’nda hürriyetin yalnızca kendisine ait olduğu zehabına kapılan Avrupa, materyalizmin getirdiği belâyı ancak İkinci Dünya Savaşı’nda elli milyon insanın kanıyla def edebildi. Ama tamamen değil. Fakat İkinci Dünya Savaşından sonra Avrupalılar hak ve hürriyetlerin egoizm ile tahsisinin zararını görerek “tüm insanlık için hürriyet” mücadelesi başlattı. Halbuki biz, Avrupa’dan önce 1900’lerin başında bu süreci başlatmıştık. Bu tarihlerde Selanikliler hanedanı Osmanlı hanedanının yolunu desise ve nifaklarla kesmemiş olsaydı, Anadolu’ya demokrasi Avrupa’dan önce yerleşecekti. Zira demokrasinin dayandığı köklerin üzerinde hayat bulmuş bir medeniyeti vardı...

Bediüzzaman Hazretlerinin Münâzarat ve Hutbei Şamiye eserlerindeki temel insanlık prensiplerini o günkü Avrupa keşfedebilseydi, birinci ve ikinci cihan harpleriyle bin yıllık medeniyetini zir ü zeber etmezdi, diye düşünüyorum. Bizden alacağı ışıkla insanlığa daha hızlı, geniş ve aktif yardıma koşacaktı. Hürriyetin veya kâmil mânâsıyla demokrasinin Avrupanın malı olmadığını, Allah’ın Rahman isminin bir tecellisi olarak Asrı Saadette en geniş ve yüksek mânâsını yaşadığını ilim adamları haykırıyor. AB’deki “hak ve hürriyetlerin” daha geniş ve kapsamlı şeklini Kur’ân’da ve İslâmın pratiği olan sünnette bulamayan, muhakemesi zayıf, nazarları geçmişe takılı, dindar geçinen insanımızın da en az Kemalistler kadar şu AB yolunda bizi engellediklerini bilvesile vurgulamak istiyoruz. Hürriyet ile şeriat, demokrasi ile meşrutiyet arasındaki ilişkileri dünyamıza oturtmadan AB’yi anlamak bizim için kolay olmayacak.

Doğrusu AB süreci “hürriyetin” bir merhalesidir. Çeşitli desise, ihtilâl ve münâfıklarla geciktirilebilir, fakat engellenemez. 12 Eylül cuntasının neslimize hediye ettiği “takiyye” veya “münafıklığı” bir tarafa bırakarak, Avrupa’nın insanlığın barışı için savunduğu değerlerle Kur’ân’ın esas aldığı prensipler arasındaki ilgi ve farklar üzerinde çalışmamız gerekiyor. Pusulası Asrı Saadet pratiği olanlar için AB mahfili, ulaşılması güç bir hedef olmadığı gibi, fazlaca içinde durulupkalınacak bir mekân da değil. Zira insanlık saadet asrını tekrar yaşamak üzere mecrasında akıyor. Kanaatimizce, mebde ile müntehayı (başlangıç ve sonu) bir noktada toplamış Peygamberimizin(asm) saadet asrında sevdikleriyle yaşadığı mutluluğa yakın bir mutluluğu görmeden, insanlar bu fani gezegeni terk etmeyecekler. Bu süreç, insanlığı fıtri sürecidir. Avrupa ilim ve fen ile bu sürece katkıda bulunurken, esas yol haritasının Kur’ân’a tâbi olanlarda olduğunu unutmamamız gerekiyor...

Zira biliyoruz ki; ilim ve fennin hükmettiği gelecekte, her meselesini akıl ve mantığa tasdik ettiren Kur’ân hükmedecektir...

09.11.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Öyle bir ilim aşkı ki



O bir ilim âşıkıydı. Allah ve Resûlü’nden (a.s.m.) sonra sevilmesi gereken birşey varsa ve nasıl sevilecekse o kadar seviyordu onu. Küçük yaşta okuma yazma öğrenmişti. Öğrendiklerini kaydedecekti. Ancak kâğıdın kıt ve pahalı olduğu bir dönemde imkânsızlıklar sebebiyle bulduğu deri parçalarına ve saksılara yazıyordu öğrendiklerini. Gün geliyor, hükûmet konağına gidiyor, ilgililerden kullanılmış müsvedde evrakları istiyor, boş taraflarına yazıyordu.

Zekâ ve hafızası harikaydı. Bir yeri bir defa okuması, ezberlemesi için yeterliydi. İmam-ı Malik’in meşhur Muvatta’ını birkaç gecede ezberleyivermişti.

Öyle bir aşk ve şevkle ilme yöneldi ki, ferasetle ilgili kitapları elde etmek Mekke’den tâ Yemen’e götürecekti onu. Onları çok geçmeden elde edecek, toplayacak ve kaleme alacaktı.

Ve kısa bir zamanda parmakla gösterilir hâle gelecek, bir bilgin onun hâlini görünce, “İlim için kalbi kahve gibi fokurdamayanlar bu dereceye ulaşamaz” diyecekti. Bizzat kendisi şu ifadeleri kullanır: “Nefsini yücelten, rahata düşkün hiçbir kimse ilim aramada başarılı olamaz.”

Kur’ân’ı, hadis-i şerifleri, Sahabenin fetvalarını ve âlimlerin ihtilâf ettikleri meseleleri çok iyi öğrendi. Sünnete mutlaka uyar, Ensar ve Muhacirin ittifak ettiği meseleleri aynen kabul ederdi. Çok geçmeden fıkıhta dehâ oldu. Daha 15 yaşındayken fetva verecek hâle geldi. Süfyan bin Uyeyne kendisine tefsir ve fetvayla ilgili bir mesele sorulduğunda, onu gösterecek, “Bu çocuğa sorun!” diyecekti.

“Nasih ve mensuhu ondan öğrendim” diyen Ahmed bin Hanbel de Mekke yolunda karşılaştığı İshak bin Raheveyh’i kolundan tutup, “Gel, seni öyle birinin yanına götüreyim ki, hayatında hiç böyle birini görmemişsindir” diyerek dersini dinleyeceklerdi. Namazlarında ona hep duâ ederdi.

Yaptığı münâzarâlarda da rakiplerini mutlaka yenerdi bu yetenekli bilgin. “Kiminle münâzarâ etsem, mutlaka nasihat için tartışırdım” demeyi de bir görev bilmişti. Sözün en güzelini, en sonunu söyler, sonradan daha iyisiyle değiştireceği bir söz sarf etmezdi. O kadar da güzel, veciz ve fasih konuşurdu ki konuşmaya başlayınca Kur’ân okuduğu zannedilirdi. Son derece etkiliydi de. İkna kabiliyeti alabildiğine kuvvetliydi. Gecesini üçe bölmüştü: Birinde yazıp çizer, birinde namaz kılar, birinde de uyurdu.

Bütün hedefi Sünnete uymaktı. Hılye sahibi Ebû Nuaym’ın ifadesiyle hüküm çıkarmakta bir dehaydı. Usûl-u fıkhın esaslarını koymuştu.

“Bu gözler onun gibisini görmedi. Ondan daha akıllı birini bilmiyorum” diyecekti ilim erbabı onun için.

Bu büyük âlimi tanımakta herhalde gecikmediniz. İmam-ı Şafiî’den başkası değil.

09.11.2007

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Kocaeli'den esintiler



Yeni ilimler ve yeni teknoloji ile dünya bir şehir, bir köy haline geldi, bir mânâda dünya bir mektep ve bir üniversite hüviyetine girdi. İşte aziz Türkiye’miz de bu mânâda bir şehir, bir mektep ve bir üniversitedir. Yaptığımız ve yapılan hizmetlerle bunun böyle olduğu tebeyyün etmektedir. Bunun en canlı ve muhkem misâli, geçtiğimiz hafta Körfezin şirin ve bahtiyar şehri Kocaeli ilimizde, yani İzmit’teydik ve dört tane program icra ettik. Bir güzel ve anlamlı düğün, diğer çalışmalarımıza vesile odu.

Cumartesi günü saat 14.00’te Kocaeli’nin 100 bini aşkın Derince ilçesinde Sağol ve Yalçın ailelerinin düğünlerine konuşmacı olarak katıldım. Düğün konuşmalarımız bir mini konferans sadedindedir. Bazı düğünlerde çok gürültülü olur, fakat bizim konuşmamızı hiç etkilemez, çünkü biz nereye ve kimlere hitap ettiğimizi, yaptığımız karşılıklı diyaloglarla görmekteyiz. Genç damadımız Ahmed Yalçın kardeşimin düğünü, geçmiş düğünlere nispeten çok sade ve sessiz idi ve dikkatle dinleyenlerin sayısı fazla idi. Celil Hocanın Aşr-ı Şerif kıraatından sonra “resmî nikâh” kıyıldı ve ardından da bizim konuşmamız. Dâvetli olduğum bu mekândaki konuşmamın özeti “Aile hayatı ve Hz. Peygamber (asm)”. Aile hayatının dünü, bugünü ve geleceğini kıyaslayarak “Efendim” şiiri ile noktaladım.

Aynı günün akşamı, yıllardır Kocaeli’de çok hizmetlere imza atan, bir çok öğrencinin üniversitelerde okumalarına maddî-mânevî katkılarda bulunan ve hiç istikrarını bozmayan “Çamlık Eğitim-Kültür ve Çevre Vakfı” seminer salonunda “Ülkenin bölünmez bütünlüğü ve ittihad-ı İslâm” üzere 40’ar dakikalık iki hitabım ve sohbetim oldu. Salonun tamamen dolduğu böyle bir gecede, konuşma ve sahbetimizin özetinde;

Hucurat Sûresi 10. âyeti serlevha yaparak, Kâinatın Serveri Efendimizin (asm) hadis-i şeriflerinden, Bediüzzaman Hazretleri’nin Uhuvvet Risâlesi’nden, 26. Mektub’dan, Emirdağ Lâhikası’ndan, Hafız-ı Şirâzî’nin tesbitinden, Hz. Mevlânâ’dan, Yunus Emre’den, İttihad-ı İslâma bakan ve aziz ülkemizin bölünmez bütünlüğünü koruyan ve yıllar önce merhum Ali Uçar kardeşimizle şark bölgelerinde “Vatan için, Allah için” müşterek yaptığımız hizmetlerden paragraflar ve kesitler sundum.

Pazar günü konferans günümüz idi ve bir anda hava değişti, her yer yeşil ve güneşli ve bahar havası. Vakfın başkanı muhterem Muammer Çelik, bizleri böyle bir muhteşem havada Derince Belediyesi tarafından inşâ edilen körfez sahilinin yeni şeklini ve harikalar parkını gezdirdi. Böyle alkolsüz bir yerde hakikaten inşirah buldum. Kocaeli ve çevresi bir bütün haline gelmiş, depremin izleri yeni güzel tesislerle ortadan kalkmış.

Aynı günün saat 12.00-14.00 arası ve yine “Çamlık Eğitim-Kültür ve Çevre Vakfı” tarafından organize edilen, Kuruçeşme Belediye konferans salonunda Saffet Hocanın Kur’ân-ı Kerim tilâveti, Vakıf Başkanı Muammer Çelik Beyin açış konuşması ve konferansımız... Konferansımızın konusu “Barış, hoşgörü, sevgi ve eğitim” idi. Çevreden gelen can dostlarının da iştirakiyle bir saatlik bir zaman diliminde, barışın, hoşgörünün, eğitimin ve sevginin gerçek çıkış yolunun âyetler, hadisler ve gönül sultanlarımız olduğuna değinerek; konferansımızı âyetlerden, hadislerden, Hz. Mevlânâ, Hz. Yunus Emre ve Bediüzzaman Hazretleri’nden çarpıcı, rakamsal misâl ve belgelerle ve merhum Mehmed Akif’in şiiriyle noktaladık. Benim gözlerim de yaşarmıştı, bizi alkışlayanların da.

Pazar akşamında ise üniversiteli kızlarımıza “Vakıf ve dershane hizmetleri” başlıklı bir sohbetimiz oldu ve çeşitli suâllerine muhatap olduk. Onların da gözleri yaşlarla doldu. Bir şehir haline gelen Türkiye’mizin Kocaeli durağında böyle gün ve saatlerimize vesile olan muhterem kardeşlerimi, Muammerleri, Ahmetleri, Necdetleri, Oraları, Ercanları, Nureddinleri, Çökrenleri, M. Ali’leri ve emsâli bütün bay ve bayanları tebrik ve teşekkür ediyorum. Yarınlar sizindir inşaallah.

09.11.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Meclis'te "Hoşâmedî" merasimi



Başta M. Kemal olmak üzere, Anadolu'da yeni kurulan millî hükümetin temsilcileri tarafından vaki olan ısrarlı dâvete icabet etmek üzere Ankara'ya gelen Bediüzzaman Said Nursî için Meclis'te resmî "Hoşamedî" merasimi yapıldı. (9 Kasım 1922)

Bazı mebusların Meclis Başkanlığına önerge verip teklifte bulunmaları üzerine Meclis Kürsüsüne gelen Üstad Bediüzzaman, burada hem kısa bir konuşma yaptı, hem de İstiklâl Harbinde elde edilen muzafferiyet için duâ ve niyazda bulundu.

Bu tarihî hadise, aynı günkü resmî tutanakta (Zabıt Ceridesi) kayda geçildi. (9 Kasım 1922 Perşembe, 135. içtima/oturum.)

Bu zabıt ceridesinin orijinalleri, Meclis arşivinde ve Ankara'daki Millî Kütüphanede bulunmaktadır.

Dâvet için önerge

Açık oturum şeklinde gerçekleşen o günkü Meclis toplantısında, Üstad Bediüzzaman da dinleyici salonunda (kendi ifadesiyle "sami'în locası"nda) oturmakta idi.

Zaten, özel dâvet ile İstanbul'dan Ankara'ya gelmişti. Onu gören bazı milletvekillerinin teklifleri Meclis Başkanlığınca da kabul edilerek, duâ için kürsüye dâvet edildi.

Bu konuyla ilgili resmî tutanakta kayda geçen metin şöyledir:

"Ulemadan Bediüzzaman Said Efendi Hazretlerine beyan-ı hoşamedi.

Reis: Efendim, Bitlis mebusu Arif Bey'le rüfekasının (arkadaşlarının) takriri (önergesi) vardır:

"Riyaset-i celileye!:

"Vilâyât-ı Şarkiyye Ulema-i benamından olup, Anadolu gazilerini ve Meclis-i Âli'yi ziyaret etmek üzere, İstanbul'dan buraya gelerek, Sami'în Locasında bulunan Bediüzzaman Molla Said Efendi Hazretlerine 'Hoşamedî' edilmesini teklif eyleriz."

Takriri (önergeyi) veren mebuslar:

Bitlis mebusu Arif

Bitlis mebusu Derviş

Muş mebusu Kasım

Muş mebusu İlyas Sami

Siirt mebusu Salih

Bitlis mebusu Resul

Ergani mebusu Hakkı

Ve şiddetli alkışlar..."

Tarih farkının sebebi

Üstad Bediüzzaman'ın o tarihteki Ankara seyahatinden bahseden, hatta detaylı bilgiler aktaran birçok eser ve hatıra notları var.

Bunların bir kısmında, özellikle Meclis'teki "Hoşamedî" merasiminin yapıldığı günün tarihi, birbirinden farklı şekilde zikredilmiş.

Sebebi şudur: O zamanki resmî belgelerde (Resmî Ceride, Zabıt Ceridesi, vs.) kullanılan ve esas alınan takvim Rumî takvimdir. Meselâ, ilgili meselenin tarih kaydı şöyledir: 9 Teşrinisâni 1338.

Rumî "Teşrinisâni"nin Kasım ayı olduğu, 1338'in de Milâdî 1922 yılına denk düştüğü hususunda herhangi bir ihtilâf yok.

Asıl farklılık ise, 9 Teşrinisâni'nin 9 Kasım'a tekabül etmediği noktasında çıkıyor.

Zira, hemen herkesin bildiği ve halen de yürürlükte olan tatbikata göre, Rumî tarih, Milâdî tarihin tam 13 gün gerisindedir.

Meselâ, Milâdî 13 Nisan 1909'da yaşanan "31 Mart Vak'ası"nın ay ve gün itibariyle kayda geçen tarihlerine bakıp bir karşılaştırma yapabilirsiniz.

İşte, "genel geçerlilik" hüviyetine sahip olan bu durum, bizi asıl konumuzun tarihi hakkında bir yanlışa, yanılgıya düşürmemeli.

Zira, o olağanüstü dönemde birçok meselede olduğu gibi, tarih ve takvim itibariyle de bir "geçiş dönemi" yaşanmış ve Milâdî takvim ile Rumî takvim arasındaki ay ve gün farkı ortadan kaldırılmış, yani her iki takvimin ayları ile günleri eşitlenip aynileştirilmiş. Açıkçası, iki takvim arasındaki gün farkı tamamen "sıfırlanmış"tır.

Bahsini ettiğimiz bu olağandışı uygulama, 1 Mart 1917 ile 26 Aralık 1925 tarihleri arasında geçerli olmuş.

Sonra tekrar eski usûle dönülmüş. Bugün de geçerli olan usûl, yöntem aynıdır: Milâdî takvim, Rumî takvimin 13 gün ilerisindedir.

Mühim birkaç nokta

Beyannâme: Üstad Bediüzzaman için yapılan "Hoşamedî" tarihini karıştıranlar, aynı mantıktan hareketle mebuslara dağıtılan 19 Ocak 1923 tarihli 10 maddelik "Beyanname"nin tarihi hakkında da yanlışa düşüyor. Doğru tarih, burada da aynen yazıldığı gibidir.

Hüseyin Avni: Üstad Bediüzzaman için resmî "Hoşamedî"nin yapıldığı aynı gün (6 Kasım 1922), dost ve "dindar demokrat" bir şahsiyet olan Erzurum mebusu Hüseyin Avni (Ulaş) Bey, TBMM Birinci Reis Vekilliğine seçildi. Beş ay sonra katledilen Trabzon Mebusu Ali Şükrü Beyin de en yakın arkadaşı olan Hüseyin Avni Bey, 1924'ten sonra siyasetin dışına itildi, daimî baskı ve tarassut altında tutuldu.

Rıza Nur ve İsmet Paşa: Bediüzzaman Said Nursî'nin Ankara'da bulunduğu, özellikle Meclis kürsüsüne çıkıp konuşmalar yaptığı ve bilâhare mebuslara hitaben Beyanname neşrettiğine dair, muhtelif şahsiyetlerin şahitliği ve hatıra notları var. Fakat, İsmet Paşanın ve bilhassa hatıratıyla meşhûr Rıza Nur'un bu hususlarla ilgili bir tek cümlesine dahi rastlayamadık. Bu tuhaf durumun izini sürerken, bu iki şahsiyetin de o tarihlerde Ankara'da bulunmadığını, barış konferansı için aynı günlerde Lozan'a doğru yola çıktıklarını tesbit etmiş olduk.

163 mebus: Medresetüzzehra'nın inşası için Üstad Bediüzzaman'ın yardım teklifini kabul eden 163 mebus (M. Kemal de içinde), bütçeden tahsisat (ödenek) ayrılması için imza verdi. Bazı müfteriler, Bediüzzaman'ın hem işgalci İngilizler ile istilâcı Yunanlılarla birlikte çalıştığını, buna rağmen Ankara hükümetiyle de iyi geçindiğini iddia ediyor. O tarihde, böylesine ikili oynamak imkânsız olduğu gibi, 200 mebustan 163'ünün desteğini almak da, her babayiğidin harcı değildir. Said Nursî'nin bütün bu mebusları kandırdığını iddia etmek ise, iftiranın ötesinde, Millî Mücadele ruh ve idrakini karalamak ve o şahsiyetlerin tamamını zan ve töhmet altında bırakmak demektir.

09.11.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Ya hacı, sabır!



Bu sene de herhalde, hac mevsimi Kurban Bayramına denk gelecek! Şaka bir yana, ‘din danışmanları’nın çalışmadığı medya dünyasında, din, İslâm, hac, kurban, namaz, Cuma gibi konularda genellikle yanlış/eksik haberler yer alır. Bu cümleden olarak; cemaatle namaz kılanlar hakkında ‘toplu namaz kıldılar’, Cuma günleri cemaatin camilere sığmaması sebebiyle sokaklara taşmasını da “Gösteri olsun diye sokaklarda namaz kıldılar” şeklinde değerlendiren medya vasıtalarına her zaman rastlamak mümkün.

Önümüzdeki günlerde ilk hacı kafilesi mübarek topraklara hareket edecek. Son yıllarda hac konusundaki sıkıntılar gündemden düşmüyor. Tabiî bununla bağlantılı olarak da kurban derisi, eti vs. Kurban derisi konusunda yaşananlar bir yana, hacca gitme konusunda yaşanan sıkıntılar da insanların canını bezdirmiş durumda. Bunun iki sebebi var. Birincisi Türkiye, Müslüman bir ülke olduğu için hacca gitmek isteyenlerin sayısı her geçen yıl artıyor. (Bunda, insanların daha ‘zengin’ olması da etkili.) İkincisi de hacca gitmek isteyenlerin sadece hava yolu ile gidebiliyor olması.

Geçmiş yıllarda hacca gitmek için ‘ihtiyar olmak gerektiği’ gibi yanlış bir kanaat vardı. Genç yaşta hacca gitmek isteyenler garip karşılanırdı. Yanlış hatırlamıyorsam 1980’lerde şahit olduğum bir ‘hacı uğurlaması’nda o yıl Rize’den hacca gidenlerin en genci 30 yaşlarındaydı ve bu durum herkesin gözünü yaşartmıştı. “Maşallah, bu yaşta hacca gidiyor” diye övülmüştü. O günden bu günlere doğru geldikçe, hacca gitme yaşının iyice gençleştiği görülüyor. Elbette bu durum sevinilmesi gereken bir gelişme. Bunda, hacca gidip gelen ‘ihtiyar’ların, ‘hacca genç yaşta gitmek lâzım’ şeklindeki telkinlerinin de rolü olmuştur elbet.

Karayolu ile hac yasağı da herhalde “1. Körfez Savaşı” bahanesiyle 1990’lı yıllarda başladı. Aradan yıllar geçti ve ‘Önümüzdeki yıl bu yasak kalkar’ dedikçe, yasak iyice muhkemleşti. Öyle bir hâl aldı ki, bu günlerde konuyu gündeme getirmek bile adeta ‘ayıp’ karşılanıyor. Neymiş, karayolu ile hacca gitmek zahmetli imiş, varsın herkes hava yolu ile gitsinmiş. İyi de herkesin hava yolu ile hacca gitmeye imkânı olmayabilir. “Fakir ise evinde otursun” demek de meseleyi halletmez. Bu konunun da gündeme alınması ve arzu edenin karayolu ile hacca gitmesi temin edilmelidir.

Gerek karayolu ile hac ve gerekse kurban derisi konusu hükûmetin çözebileceği problemlerdir. Geçmişte bu uygulamaları başlatanlara kızan ve kalkmasını isteyen bugünkü iktidar mensuplarının bu konuda susmaları, hiçbir şey yokmuş gibi davranmaları ibret vericidir. Bugünden hatırlatıyoruz: Hükûmet bu konuya bir açıklık getirsin ve bu yıl kurban derilerine el koyma âdeti sona ersin. İsteyen istediği yere verebilsin ve hatta tek bir kurumun deri toplama ‘tekel’i sona erdirilsin. Geçmişte bu uygulamaları yapanları haklı olarak eleştirenler, bugün niçin aynı yanlışı sürdürüyorlar?

Hac için 600 bin kişinin sırada beklediği ve bu yıl en fazla 100 bin kişinin hacca gidebileceği de düşünülürse, hacca gitmek isteyenlerin iki üç yıl önceden ‘sıra’ alması gerektiği ortaya çıkıyor. Bir şekilde bu ‘izdihamı’ önlemek lâzım.

Geçmiş yıllarda niyetlenip sırada bekleyenlere ve önümüzdeki yıllarda hacca gitmek isteyenlere şimdiden sabırlar diliyoruz: Hacı sabır, hacı sabır!

09.11.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Ve AB çarpıtması...



Avrupa Birliği Konseyi’nin Türkiye İlerleme Raporu ve uzun vadeli yol haritasını belirleyen Strateji Belgesinde bir defa daha görüldü ki, AB ve Türkiye’nin çelişkileri var. Sıkıntı, büyük oranda bu çelişkili çarpıtmalardan çıkıyor...

Türkiye’deki “AB karşıtları”yla, “AB içindeki AB ve Türkiye karşıtları” karşılıklı tezatlarla bu çelişkileri kışkırtıyorlar.

Evvelâ, AB’nin, özellikle “Müslümanları tehdit unsuru” ve “potansiyel suçlu” sayan Bush hayranı Selânikli Fransız Sarkozy gibilerinin şahsında görülmesi büyük bir yanlışlık.

“Akdeniz ülkeleri birliği” perdesinde, AB’ye alternatif olarak İsrail’in aktif rol alacağı organizasyonlar peşindeki Sarkozy’nin Fransa’da yaptığı antidemokratik uygulamalar, AB’ye de uymuyor. Müslüman vatandaşlarının dinî özgürlüklerini sınırlayıp okullarda başörtüsünü yasaklaması, başta AB temel değerleriyle bağdaşmıyor.

Zira, AB’nin demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları temelindeki değerler manzumesi, inanç hakkını yasaklamaz; eğitim hakkının engellenmesine müsaade etmez...

* * *

Bu durum, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS), “Hiç kimse eğitim hakkından yoksun bırakılamaz. Devlet, eğitim ve öğretim ile ilgili üzerine aldığı görevleri yerine getirirken, anne ve babaların çocuklarına, kendi dinî ve felsefî inançlarına uygun eğitim ve öğretimin verilmesini isteme haklarına saygı gösterir” esasını vazeden, 20 Mart 1952 tarihli Ek Protokole de aykırıdır.

AB’nin Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendik’in “Öğrenciler, çoğulcu ve demokratik bir yapının gereği olarak okula başörtülü girebilme haklarına sahipler” beyânı, bunun bir göstergesi.

Alman Göç Bakanı Marieluise Beck’in “Başörtüsü yasağı, anayasadaki eşitlik ilkesine aykırı düşüyor, Müslümanlığı dışlamak okul huzurunu ve uyum çabalarımızı zehirliyor” uyarısı, demokratik eğitimin nicelik ve nitelik itibarıyla geliştirilmesi ve demokratik değerlerin zenginleştirilmesinin ifâdesi.

Yine Hessen Yabancılar Meclisi Başkanı Manuel Parrando’nun “Başörtüsüne yasak getirecek yasal düzenlemeler AB hukukuna aykırı” tepkisinden, İtalya İçişleri Bakanı Guuseppe Pisanu’nun “Başörtüsü İslâmî ve kültürel kimliği temsil ediyor, saygıyı hak eden bir semboldür” tesbitine kadar AB sözcülerinin temel referansları bunun belgesi...

Şu var ki, AB temsilcilerinin başörtüsünü dinî inanç gereği olarak nazara vermeleri ve ibâdet hürriyetini alabildiğine öncelemelerine karşılık, son “Leyla Şahin dâvâsı”ndaki “AİHM sapması”, Türkiye’nin hatasından türedi.

Ankara’nın, Mahkemeye ilettiği “hükûmet savunması”nda, Kur’ân ve Sünnet’in başörtüsünü emreden hükmü, devletin anayasal bir kurumu olan Diyanet’in âyet ve hadislere dayanarak “dinî bir vecîbe” gören fetvaları nazara alınmadı.

Dahası, yasakçıların hukuk ve yasadışı indî yorumlarıyla başörtüsünü “gerginlik sebebi”, “laikliğe aykırı” ve “siyasî sembol” şeklinde lanse eden uydurmaları, “Türkiye’nin resmî görüşü” olarak Strasbourg’a bildirildi. Şaşırtılan AİHM’in, sonradan hatasını düzeltmeye yöneldiği yasadışı yasağı “uygun” gören söz konusu kararına sebebiyet verildi.

Aslında son İlerleme Raporunda, Türkiye’nin demokrasi ve insan hakları kriterlerindeki uyum ve uygulamaya dikkat çekilmesi oldukça yerinde.

Komisyonun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn’in, hiçbir Avrupa demokrasisinde herhangi bir vatandaşın şiddet ihtiva etmeyen fikirleri sebebiyle yargılanmasının kabul edilemeyeceği açıklaması, bunların başında gelmekte...

* * *

Gerçekten AB’nin güncelleştirdiği Katılım Ortaklığı Belgesinde yer alan demokratikleşme taleplerinin çoğuna Türkiye’nin ihtiyacı var:

Yargının bağımsızlığının sağlanması, insan hakları ve temel özgürlüklerle ilgili yargı yorumlarının AB standartlarıyla uyumu; basın ve ifâde özgürlüğünün açık ve kendine güvenen bir demokrasiyle geliştirilmesi, bu çerçevede 301. maddenin kaldırılması ya da bir an önce değiştirilmesi; “depremi İlâhî ikaz” görmeyi yargılamada istismal edilen yeni ceza yasasındaki 312’nin “yasakçı” işlevini gören maddelerin tâdili bunların başında gelmekte...

Keza, yerel yönetimlerin yeterli kaynaklarla güçlendirilmesi, ombudsmanlık sisteminin oluşturulması, kapsamlı bir yolsuzlukla mücadele stratejisinin hazırlanması ve ahlâkî ilkelerin uygulanmasının genişletilmesi ile siyasî partilerle ilgili düzenlemelerin AB üyelerindeki uygulamalarla uyumlu hale getirilmesi, bu hususta önem taşıyor.

Bütün bunlar, Türkiye’nin âcilen yapması gereken kısa vadeli ev ödevleri...

Ne var ki, cem evlerinin bütün Müslümanların ortak ibâdet mekânı olan camilere mukabil “ibadet yeri” olarak yorumlanması ve “dinî özgürlükler”in salt Türkiye’de dinlerinin gereğini yaşamada hiçbir problemleri olmayan gayr-ı müslimlere hasredilmesine benzer, kısmen de olsa Türkiye’nin ve İslâm dininin gerçekleriyle uymayan bazı ciddî çarpıtmalar da rapora sokuşturulmuş.

AB’nin, AİHM’in “başörtüsü yasağı” çelişkisinde olduğu gibi, bu tür yanlış algılama ve çarpıtmalardan kurtulması, yine Ankara’nın kararlı ve doğru bilgilendirmesine bağlı...

Türkiye, AB yoluna takoz edilen içteki ve dıştaki çelişki ve çarpıtmaları bir'an önce ortadan kaldırmalı...

09.11.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Pozitif duygular ve “hamdolsun”!



Başbakan Tayyip Erdoğan ile ABD Başkanı George W. Bush’un Oval Ofis’teki görüşmeleri tartışılmaya devam ediyor. Gözler o görüşmeye kilitlenmişken, oradan “operasyon” kararı çıkacağını söyleyenlerin yanında, bir sonucun alınamayacağını söyleyenler de vardı. Öylesine iddialar dillendiriliyordu ki, Türkiye saatine göre akşam 20.15’deki görüşmenin bitiminde operasyonun yapılacağı dahi söylendi.

Önce Şırnak’ın Beytüşşebap İlçesi’nde 12 vatandaşımız, ardından Gabar Dağı’nda 13 askerimiz ve son olarak da Hakkâri’nin Dağlıca Bölgesi’nde 12 askerimiz şehit olmasından sonra, TBMM’de kabul edilen tezkerenin ardından sabırsızlananlar bir an önce Kuzey Irak’a girilmesini bekliyorlardı. Ancak yaşanan gelişmeler, ABD’nin süre istemesi gibi gerekçelerle bütün gözler Oval Ofis’teki görüşmeye çevrilmişti.

Erdoğan ile Bush görüşmesinden bir gün önce, rehin alındıktan 14 gün sonra 8 askerimizin serbest bırakılması kimilerine göre, “ABD’nin görüşme öncesi kararlılık göstergesi” olarak görüldü. Kamuoyu bu görüşme öncesi “ABD’den operasyon için ya yeşil ışık, ya kırmızı ışık” beklentisine sokuldu.

İşte böyle bir atmosferde Erdoğan, Beyaz Saray’da Bush’la yapacağı görüşmeye “Ben, görüşme öncesinde pozitif duygular içindeyim” diyerek girdi.

Dışişleri Bakanı Ali Babacan, Millî Savunma Bakanı Vecdi Gönül, İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Ergin Saygun olduğu görüşmede Başbakan Erdoğan, Beyaz Saray’da, Başkan Bush’un yanında ortak mücadelenin “somut hedefleri”ni “Irak’ın kuzeyindeki PKK kampları dağıtılacak. PKK liderleri yakalanıp teslim edilecek. PKK’nın lojistik yolları kesilecek. Sesli ve görsel anlık istihbarat paylaşımı olacak” şeklinde saydığı belirtildi.

1.5 saatlik görüşmeden sonra ise, PKK ile mücadele için generallerin katılımıyla yeni bir yapı oluşturulduğu açıklandı. Bush, “PKK bir terör örgütüdür. Türkiye’nin düşmanıdır, özgür Irak’ın düşmanıdır, ABD’nin düşmanıdır. PKK’dan kendimizi korumak için birlikte nasıl çalışacağımıza değindik” derken, Erdoğan, “Bölücü terör örgütüne karşı uluslararası hukuktan gelen hakkımızı kullanma noktasına gelmiş bulunuyoruz. Bu uluslararası hukukun vermiş olduğu yetkidir ve bu yetkiyi kullanacağız” diye görüşmeyi özetlediler.

“Pozitif duygular”la Bush’la görüşmeye giren Erdoğan, görüşmeden sonra, “Hamdolsun istediğimizi aldık…” açıklamasını yaptı.

Bu görüşmelerden sonra, pek çok şey açıklandı gibi görünse de, birçok nokta da belirsizliğini koruyor. Elbette bazı konuların gizli kalması gerekir, ancak “anlık istihbarat” dışında pek de bir şey açıklanmadı. Bakalım, ABD tarafından yapılan vaatler, Türkiye’nin öfkesini dindirmek için mi verildi, yoksa samimiler mi? ABD’nin karnesinin samimiyetsizliklerle dolu olduğunu hatırlatmakta fayda var. Önümüzdeki günlerde bu görüşmenin neticesinde nasıl bir sonuç çıkacak, bekleyip göreceğiz.

* * *

Bu arada başka bir konuya da temas etmek istiyorum.

Son günlerde oluşturulan hava sebebiyle, aileleri dışında, 8 askerin kurtarılmasına kimse sevinemedi. Çünkü, rehin askerlerimizin serbest bırakılmasında yaşananları “utanç verici” olarak değerlendiren de oldu, “kahreden bir burukluk” diyenler de…

Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in, “TSK’nın hiçbir mensubu bu duruma düşmemeliydi. Dolayısıyla kurtulmuş olmalarından fazla bir sevinç duymadım” demesi, sevineceklerin bile sevinçlerini kursaklarında bıraktı. Bakan sonrasında “yanlış anlaşıldığı”nı söyleme gereği duydu.

Geçen hafta içinde bütün gözler DTP’nin grup toplantısındaydı. DTP Grup Başkanvekili ve Van Milletvekili Fatma Kurtulan’ın eşinin PKK üyesi olduğu yolundaki haberler sebebiyle hem onda, hem de 8 askerimizi PKK’lardan alırken “teslim tutanağı” imzalayan diğer iki milletvekili ablukaya alınmıştı.

MHP ile aynı grup salonunu kullanan DTP’li milletvekilleri, bir basın ablukası ile salona girerken, yüzlerinde şaşkınlık görülüyordu. Grup salonunun önünde sandalyelere çıkan kameramanlar ve foto muhabirleri görüntü alma telâşı içindelerdi. Aynı görüntü, Grup Başkanı Ahmet Türk’ün yerini almasından sonra da devam etti. Gruba adeta basının “psikolojik baskısı” havası hâkimdi.

Milletvekilleri genelde soruları cevaplandırmazken, DTP Diyarbakır milletvekili Akın Birdal’ın sözleri çok tartışılacak türdendi: “Kimsenin yapamadığını arkadaşlar yapmıştır. İnsanî boyutuyla yapılmıştır. En iyi Kürt ölü Kürt’tür, diye bir lâf vardır. Şimdi, en iyi asker ölü asker mi demek lâzım…”

DTP’liler, üzerlerindeki baskıları hafifleteceklerine, adeta ateşe körükle giderek tartışmalarının daha da hararetlenmesine sebep oluyorlar. Daha önce de buna benzer açıklamalar, farklı milletvekillerinden gelmişti. Gözlerin onlarda olduğu bir ortamda, DTP’li milletvekillerinin sözlerine dikkat etmeleri gerekiyor. Yoksa demokratik bir fırsatı tepmiş olurlar…

* * *

Türkiye, önümüzdeki günlerde terörle mücadelede sıkı bir döneme giriyor. Öyle görülüyor ki, operasyon yapılacak. Operasyonun nasıl yapılacağı ise belirsiz. Umarız ki, bu operasyon, terörün bitirildiği son operasyon olur ve Türkiye, Kuzey Irak bataklığına sokulmadan da atlatılır.

09.11.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

AB aynası



Bize aslî gündemimizi hatırlatmak gibi bir işlev de üstlenen AB ilerleme raporundaki kapsamlı tesbitler içinde “Güvenlik güçlerinin sivil denetimi” başlıklı bölüm bilhassa önemli.

Çünkü demokrasimizin en kritik ve duyarlı alanını, asker-sivil ilişkilerinin işleyişi oluşturuyor.

Rapor, bu işleyişin son haline ayna tutuyor.

İşte bu aynaya akseden bazı görüntüler:

* MGK’daki revizyona rağmen TSK hatırı sayılır siyasî ağırlık koymayı sürdürdü. Kıbrıs, laiklik ve Kürt meselesi gibi iç ve dış politika sorunlarına dair açık yorumlarını arttırdı. Bazı durumlarda hükümetin açıklamalarına ve kararlarına tepki gösterdi. İnternetteki bildirisiyle cumhurbaşkanı seçimine doğrudan müdahale etti.

* Özellikle güvenlik ve azınlık haklarıyla ilgili konularda akademik araştırma ve açık tartışmaları sınırlama yönünde bazı girişimleri oldu.

* Çeşitli defalar basını hedef aldı. Orduyla ilgili konularda haberler yapan Nokta dergisi, sahibinin kararıyla yayınını durdurdu. Bu karar, Genelkurmay Askerî Savcısı adına hareket eden cumhuriyet savcısının talimatıyla derginin binasına yapılan polis baskınından sonra geldi.

* Askerî konulardaki gazetecilik özgürlüğü, Genelkurmay’ın iç talimatnamesiyle kısıtlanıyor; orduya yönelik eleştirileriyle bilinen gazetecilere ordu resepsiyonları ve brifingleri için akreditasyon verilmiyor.

* 1997 tarihli gizli EMASYA protokolü hâlâ yürürlükte. Protokol, belli şartlar altında sivil yetkililerden izin almadan iç güvenlikle ilgili askerî operasyonlar düzenlenmesine izin veriyor.

* Türk ordusunun rolünü ve görevlerini tanımlayan, orduya geniş bir millî güvenlik tarifi üzerinden büyük bir manevra alanı sağlayan TSK İç Hizmet ve MGK kanunlarında hiçbir değişiklik yapılmazken, jandarmanın sivil denetimi konusunda da hiçbir ilerleme olmadı.

* Ordu bütçesi ve harcamaları üzerinde Meclis denetimi konusunda da ilerleme yok. Plan ve Bütçe Komisyonu, ordu bütçesini sadece genel tarzda denetliyor; program ve projeleri incelemiyor. Ek bütçe fonları denetimden muaf.

* Ordu harcamalarının dışarıdan ve geriye dönük hesap denetimini yapabilen Sayıştay, ordu mülklerini hâlâ denetleyemiyor. Çünkü bu kurumla ilgili yasa Mecliste bekliyor. Güvenlik kurumlarının iç hesap denetimini düzenleyen 2003 tarihli Kamu Maliyesi Yönetim ve Denetimi Yasası doğru dürüst uygulanamıyor.

* Sonuç: Hepsi toparlandığında, ordu üzerinde sivil idarî kontrolün de, savunma harcamasına yönelik Meclis denetiminin de sağlanması konusunda herhangi bir ilerleme sağlanamadı. Tam tersine, yetki alanının ötesine geçen meselelerde—reformlar dahil—ordunun açık yorumlarda bulunma eğilimi güçlenmiş durumda.

Evet, AB aynasından görünenler bunlar.

Hükümet ise bu tesbitlerin ortaya koyduğu tablodan rahatsızlık duymak bir yana, bilhassa terör ve sınırötesi operasyon konularının öne çıkmasından bu yana, tam tersine, “Millî güvenlik deyince akan sular durur, bütçenin tamamı askerimize feda olsun” mesajları veriyor.

Sonra da, fâhiş ÖTV zamlarıyla akaryakıta yüklenerek faturayı milletin hesabına yazıyor.

Bakalım, bu gidişin sonu nerelere varacak?

Umarız, on buçuk yıl önceki gibi olmaz...

09.11.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Popstar cezası



Bir seyirci mafyası eksikti hani. Evet, “Olmaz bu kadar” dedirten ve “yurdum insanı”na örnek çalışmalardan bir tanesi önceki gün gazetelere yansıdı.

Adamlar hem televizyon programlarına seyirci götürüyor, hem de konuklardan ve program yapımcılarından para alıyor, iyi mi?

İranlı ve Azerbaycanlı bir turist kafilesi Ebru Gündeş ve İbrahim Tatlıses’i izleme vaadiyle M. Kemal Kültür Merkezine getiriliyor. Kafile, bakıyor ki ortada ne İbo var, ne de Gündeş… Şaşkına dönüyorlar. Muhatap da olmayınca, ortalık karışıyor. Çünkü ellerinde sadece tur şirketinin kartviziti mevcut.

Dolandırıcılar seyircilerden 35 dolar almış. Mağdurların bazıları ise kişi başı 120 dolar ödemiş. Getirildikleri program ise; Popstar Alaturka!

Adamlar hangi birine dert yansın. Paraların havaya uçtuğuna mı, yoksa Popstar Alaturka programına getirildiklerine mi! Düşünebiliyor musunuz cezanın büyüklüğünü: Bülent Ersoy’u izlemek gibi bir zorunluluğa katlanmak, her babayiğidin harcı değil!

*

Kiralık seyirci duymuştuk. Ama seyircinin mafyasını ilk kez duyuyoruz.

Burada şu nüansa dikkat...

Bizim yerli izleyicimiz uyanık; kendini “kiralıyor.”

Yabancılar bu işin “racon”unu bilmedikleri için tabir yerindeyse “yolunuyor.”

Dünya Dolandırıcılar Birliği diye bir örgüt varsa ve yılda bir kez olsun “ödül” veriyorsa, işte bu parmak ısırtan olayı “madalya” ile onurlandırmalı!

Pes yani.

09.11.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri