Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 19 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Nimetullah AKAY

Zorbalar da ölecek



Hz. Âdem’den (as) bu yana dünyaya gelmiş olan bütün insanların meslekleri var olmuştur. Bir meslek sahibi olmak, bir zihniyete mensup olmak, bir yol takip etmek insan fıtratının bir gereğidir. Belki insan sayısınca meslekler, yollar bulunmaktadır bu dünyada. Ama bazı meslekler meşhurdur. Bazıları haddini bilerek kendilerine bir yol seçmişler ve bununla iştihar etmişlerdir. Böylelerinin dünyası aydınlanmış, yollarındaki engeller kalkmış, hayatlarında insan olmanın tatlı lezzeti hâsıl olmuştur.

Karanlıklara aday olanlar da sınırları tanımamış, kayıt ve kuralları çiğneyerek, aydınlanmamış yolları tercih etmişlerdir. Bunlar, böylece kolayı seçtiklerini düşünmüş, ama bin bir zahmetlerle yol almak zorunda kalmışlardır. Tercih ettikleri yollar hiçbir zaman onlara yâr olmamıştır. Bu şekilde de meşhur olmuş ve hatta kendilerinden sonraki bir çok insanlara örnek olmuşlardır.

Haddini bilenlerin yolundan gidenler olduğu gibi, haddini aşanların yolunu takip eden insanlar da eksik olmamıştır bu fani dünyada. Elbette Âdem (as) ile başlayan kulluk mesleğini takip eden insanlar var olagelmiştir günümüze kadar. Ama bunun karşısında olanlar, yani Kabil ile başlayan isyan mesleğini tercih edenler, Firavunlardan olup Mûsâlarla mücadeleyi kendilerine meslek seçenler, Nemrutları takip edip de İbrahimleri ateşlerde yakma arzusunu taşıyanlar da eksik olmamıştır bu dünya hanında.

Kulluk mesleğini seçenleri görünce, onların pişdarları olan nebîleri hatırlamaktayız. Kâinatın yüce Yaratıcısına kul olmanın hazzını hayatlarına katanlar ruhlara serinlik vermiş, kalplere sükûnet kazandırmışlardır. Akıllar onlarla kâinattaki harika san’at eserlerini tefekkür etmiştir. Yüzler gülmüş, gözler görmekten zevk almış, kulaklar güzel nağmeleri duymanın lezzetini hissetmişlerdir. Dünya onların yaşantısıyla şenlenmiş, varlıklar onların Hakkı zikreden nağmelerine kulak vermekten büyük zevk almışlardır.

Ancak dünya hayatını Firavunâne, Nemrudâne mesleklerle karmaşaya çeviren insanlar da var olagelmiştir tarih boyunca. Acizliklerini ve fakirliklerini görmeyecek kadar körleşen insanlar, Yaratıcıya kafa tutacak kadar ahmaklaşan, divane olan insanları kendilerine rehber seçmişlerdir. Ağababaları gibi kendilerinde bir güç ve kuvvet vehmetmişlerdir. Ellerindeki kılıçlarla masum mahlûkatı katletmiş, zalimce zulmün en denisini dünyada icrâ etmişlerdir. Ölümü akıllarına getirmemiş, dünyada ebedî kalmanın yollarını bulacaklarına kendilerini inandırmışlardır. Böylece şeytanların oyuncağı olan zavallı insan sûretindeki varlıklar haline gelmişlerdir.

Bir gün ölüme yenik düşeceğini düşünmeyen zavallılar, kendileri için korkunç olan ölümün pençesinde zavallı duruma düşmüş, son çırpınışları kendilerine hiçbir fayda vermemiştir. Firavunlar zulmün akıttığı kanlarda boğulmaktan kendilerini kurtaramamış, Nemrutların eceli gelince bir topal sineğe oyuncak olmuşlardır.

Günümüze gelince hem kulluk mesleğinin gereklerini yerine getirme azminde olanları görebilmekteyiz, hem de gururun oyuncağı olup zalimlik ve cebbarlık mesleğini seçenleri müşahede edebilmekteyiz. İkinci gruptakilerin vurup-kırmaları, asıp-kesmeleri devam etmektedir. Sırtındaki libaslardan dolayı acizliğini unutanlar, bir gün bir pijamaya, diğer bir günde de bir kefene mahkûm olacağını akıllarına getirmemektedirler. Bir gün, şimdi zirvede gibi görünen itibarlarının yakında yok olacağını, ellerindeki yetkilerini devretmek zorunda kalacaklarını ve daha sonra da gözle görünmeyen bir mikroba bile mağlup olabileceklerini hatırlamaktan aciz kalmış olanların haykırışları bizlere Firavunları, Nemrutları hatırlatmaktadır.

“Gururlanma, bir gün sen de öleceksin”, “Vücudun taştan, demirden değildir, bir gün tâkattan düşeceksin”, “Parana, makam ve mevkiine güvenme bir gün onlar elinden çıkacak, yalnız kalacaksın”, “Zalimliği bırak, nefsine güvenme, bir gün bu dünyada yaptığın haksızlıkların cezasını çekeceksin” şeklindeki ikazlara muhtaç çok zavallılar bulunmaktadır çevremizde. Ne yapalım, alikıran başkesenlerin tarihteki âkıbetlerini düşünmeyen gururlu nâdânların çokça bulunduğu bir dünyada yaşamak da varmış kaderimizde.

19.11.2007

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Sivil toplum anlayışı



Geçtiğimiz hafta sonuna doğru Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı’nın organize ettiği Sivil Toplum Kuruluşları Fuarı, Kudüs Buluşmaları adı altında düzenlendi. Katılan kuruluşların önemli bir kısmı dünya genelinde faaliyet gösteren İslâmî düşünce ekseninde odaklanmış kuruluşlardı. Tesettür problemi, Filistin problemi, Afrika ülkelerinde başta olmak dünya genelinde açlık gibi pek çok farklı meseleyi ele alan sivil toplum kuruluşu olduğu gözleniyordu. Bu da artık İslâm dünyasında sivil toplum anlayışının önemli bir noktaya geldiğini gösteriyordu. Bu konuda özellikle ülkemizde öncülük eden gazetemizin de sponsorlar arasında olması çok uygun düşmüştü. Yeni Asya standı hemen fark edilen bir güzellikte tanzim edilmişti. Ayrıca hizmet organizasyonumuz içinde yer alan sivil toplum kuruluşları da ayrı bir standa yerleşmişti. SETÜD, ADAG, YENİSİAD, Yeni Eğitimciler Derneği, Kültürlerarası Köprü Derneği, Demokrat Hukukçular Derneği ve Demokrat Gençlik Derneği ortak bir broşür ve stant ile temsil edildi.

İslâm ve demokrasi konusunda ortaya koyduğu tezler ile öncülük eden cemaatimiz sivil toplum anlayışında da öncülük edeceğinin işaretlerini ortaya koyuyor. Bu da Kur’ân medeniyeti ışığında İslâmî toplumun şekillenmesi ve demokrasi, cumhuriyet ve katılımcılık gibi konulara farklı bir açılım getireceğe benziyor.

Cumhuriyet, cumhurun yönetimde ve kendi geleceğinde söz sahibi olduğu rejimin adıysa, cumhurun başında olanlar, bu topluluğun değer yargılarını yönetime taşımakla ve kamu oyunun genel eğilimlerini idareye yansıtmakla yükümlü olmalıdırlar. Bu noktada idarecinin kendi inançları, inandığı değer yargıları ve zevkleri bir tarafa bırakılmalıdır. Temsil makamında olanlar, temsil konumlarında şahıslarını değil, temsil ettikleri topluluğun değer yargılarını yansıtmalıdırlar. Bu her şeyden önce sağlam bir demokrasi kültürünün gelişebilmesi için elzemdir. Toplumun genel eğilimlerinin idareye yansıtılması problemine ise seçim formülü bulunmuştur. Bu formülün uygulamada olan şekli beğenilebilir ya da beğenilmeyebilir. Ancak, yine demokratik kurallar çerçevesinde değişimi yolunda gayret gösterilirken yürürlükte olduğu sürece herkesi bağlamalı ve sonuçları saygı ile karşılanmalıdır. “Kural öyle ama…” “Orası doğru ancak…” “Hukukî olarak bir engel olmamakla birlikte…” gibi cümlelerle konulmuş kurallara saygı duymadıkça işimize geldiği noktaya kadar kuralları geçerli kabul etmek eğiliminde oldukça gerçek bir cumhur olma ve ideal bir hukuk devleti olma imkânı kalmaz. Bu mânânın yerleşmesinde de sivil toplum anlayışına ve kuruluşlarına önemli bir görev düşüyor.

Milletimizin genel kültür mozaiğini teşkil eden unsurlar içinde manevî ve dinî değerler çok önemli bir yer tutmaktadır. Bayrağımızı teşkil eden kırmızı renk hürriyet, namus, iffet, şeref gibi değerler uğruna akıtılmış kanı sembolize etmektedir. Bu durum söz konusu olduğunda herkesin zihninde çağrışan isimler ise Nene Hatun’lar, Sütçü İmam’lar, yani namusu ve manevi değerleri için hayatını ortaya koyabilmiş insanlardır. Onların kanıyla sulanmış bir bayrağı aynı zamanda iffet ve namusumuzun da temsili olarak algılamalıyız. Aslında tesettürlü olsun ya da olmasın, tesettür herkesin meselesidir. Ailesinde tesettürlü olmayan kimse hemen hemen yok gibidir ve bu mesele siyaset üstü bir meseledir. Milletin iradesinin tecelli yeri mecliste sergilenen bu manzara aslında milletin genel yapısına da tercüman olmaktadır. Milletin asıl değerlerinin ayaklar altına alınmasından bu milletin hiçbir ferdi fayda göremez ve mânevî değerlerin sarsılması topyekûn toplumun sarsılması anlamına gelir. Hayat tarzı, fikri yapısı ne olursa olsun herkesin toplumun temel mânevî değerlerine sahip çıkması bir vatandaşlık borcudur. Bu anlamda ne din ne de millî değerler belli bir kesimin malı gibi kabul edilmelidir. Bunlar toplumun ortak değerleridir. Ne bir zümre buna sahip çıkmalı ne de diğer kesim kendi öz değerini toplumun sadece bir kesimine münhasır algılamalıdır.

Şunu artık anlamamız gerekiyor: Farklı düşüncede, farklı kültürel yapılarda, farklı felsefeleri olan insanlar olarak bir arada ve huzur içinde yaşamamızın tek yolu herkesin demokrasiyi samimî olarak yaşatmaya çalışmasıdır. Şahsî değerlerini veya mensubu olduğu grubun değerlerini dayatmak yerine milletin genel iradesine boyun eğmesidir. Bunu neden yapamadığımızı, neden aziz milletimizin hep problemlerle yüz yüze bırakıldığını anlamak mümkün değil. Cumhurun temsil edildiği makamlar da dahil olmak üzere her makama gelişte değerlendirme kriteri eşinin tesettürlü olup olmaması yerine, o makamın gereklerini yerine getirip getirememe olsun. Toplumumuzun her kesimini ailenin içindeki ayrı fikirler olarak ve biz olarak kabul edelim. Şu kısa dünyada huzur dolu ve her kesimin toplumun geneline hizmet ettiği bir düzen kuralım. Gereksiz ve anlamsız kavgalarla dünyayı kendimize dar hale getirmeyelim. Sivil Toplum anlayışının dünya genelinde yaygınlaşması ile Filistin , Afganistan, Irak, başörtüsü, açlık gibi dünya genelinde olan ve özellikle İslâm toplumlarını ilgilendiren konularda çok daha sağlıklı çözümler ortaya konacağına inanıyorum.

19.11.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Düşünceye yasak, müstehcenliğe destek!



“Türkiye ve dünya gerçekleri”ne aykırı uygulamalar sebebiyle ülkemiz, “gariplikler ve çelişkiler ülkesi”ne dönmüş durumda. Meselâ, bir yandan ‘Aman, gençleri kötü alışkanlıklardan kurtaralım’ diye kampanyalar açılır; öte yandan gençliği ‘yol’dan çıkaran hal ve hareketler teşvik edilir...

Ülkemizin yaşadığı bu çelişki, ‘yabancı’ları da şaşırtmış durumda. Brüksel Film Festivalinde birinci seçilen bir Türk filmi, barındırdığı ‘müstehcen görüntüler’ sebebiyle ‘yabancı’lardan oluşan jüriyi de şaşırtmış. Haberler doğru ise jüri üyeleri, “Sizde sansür yok mu?” diye sormuş.

18 yaşından küçüklerin izlemesine (Türkiye’de) müsaade edilmediği ifade edilen ‘çirkin/müstehcen film’in oyuncularından biri de, “Neden sansürlensin? Türkiye’de böyle bir sansür artık yok” diye cevap vermiş. (Sabah, 17 Kasım 2007)

Tesbit olarak doğru, Türkiye’de ‘artık sansür yok’ ama bu serbestlik müstehcenlik için uygulanıyor! Düşünce açıklamak ise hâlâ sansürlü, hem de en ağır şekilde!

Peki, ‘ölçü’sü tartışılsa bile; müstehcenliğin en başta gençleri mahvettiği tartışılabilir mi? “Alıştıra, alıştıra” verilen ‘müstehcen doz’lar; son yıllarda ‘barajı aşmış’ durumda. Gerek gazeteler ve gerekse televizyon ekranları ise adeta birbiriyle yarışarak saniye başı müstehcen mesajlar yayınlıyorlar. Yayınlanan ‘büyük gazete’ler, evlere sokulamayacak seviyede ‘müstehcen fotoğraflar’la doldurulmuş. Bu durum, geçen yıllarda, TEMA Başkanlığı da yapan “Toprak Dede” Hayreddin Karaca’nın da dikkatini çekmiş ve “(Müstehcen yayın yapan) Bu gazete ve dergiler için harcanan kâğıtlara, kesilen ağaçlara yazık” demişti.

Müstehcen yayınları ‘san’at’ adı altında pazarlayanlar büyük vebal altında. Düne kadar müstehcenliği teşvik eden ülkeler ve toplumlar, nesiller kaybetme pahasına yaptıklarının yanlış olduğunun farkına vardılar ve “zararın neresinden dönülse kârdır” anlayışıyla yanlışı terk etmeye çalışıyorlar. Türkiye’nin de bu yanlış yolda ısrar etmesi mümkün değildir, etmemelidir.

Üzücü olan başka bir nokta da, ‘duyarlı medya’ organlarının da kısmen müstehcenliğe kapı açmış olmasıdır. Gerek reklâmlar ve gerekse ‘magazin haber’ bahanesiyle hassasiyetler törpülenmekte ve müstehcenliğe bakış değiştirilmeye çalışılmaktadır. Asıl tehlike de bu noktadadır.

Türkiye; bir yandan düşünceyi ve düşündüğünü ifade etmeyi cezalandırarak, öte yandan da müstehcenliği teşvik ederek bir yere varamaz. İfade hürriyetini sınırlandırarak; yazanı, konuşanı cezalandırarak sadece sıkıntıların birikmesine sebep olunur. Hele hele, müstehcenliği teşvik ederek ‘huzur’a kavuşmak mümkün değildir.

Ne yazık ki bazı ‘aydın’lar, müstehcen yayınları ‘san’at’ adı altında teşvik etmeye devam ediyor. Bir yazar, ‘müstehcen’ bir filmi ‘tavsiye’ ederken şöyle demiş: “Görülmeye gerçekten değer.. Ama fazla muhafazakârsanız tavsiye etmem.. Hele çocuklar kesinlikle götürülmemeli.. Son bir not.. Bu filme izin veren sansürümüzü de kutlarım.. İfade özgürlüğünün ne anlama geldiğini yavaş yavaş anlamaya başlıyoruz. Tabular yıkılıyor!” (Hıncal Uluç, Sabah, 10 Kasım 2007)

“Tabu”lar mı yıkılıyor, yoksa “aileler/dünyalar” mı? Türkiye’yi ‘idare edenler’ de bu tuzağa düşüp, “Aman, karşı çıkarsak bize irticacı derler” diye düşünüp tuzak karşısında sessiz kalıyorlar.

Toplum olarak daha ağır bedeller ödememek için müstehcenliğe verilen gizli ve açık desteklere son verilsin...

19.11.2007

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Ordunun ticaret içinde olduğunu söylemek çok şey!



Meclis komisyonlarında sık sık ilginç diyaloglar yaşanıyor. Bunlardan biri de OYAK üzerine cereyan eden tartışma. Bir milletvekili OYAK’ı eleştirirken savunmak da diğer milletvekiline kalmış gibi.

Hasip Kaplan (DTP Şırnak Milletvekili): Meclisin egemenliğinin halka devrini istiyorsak, çok açık söylüyorum, asker ve polis, sivil otoritenin emri altında olacak. Hiçbir demokraside asker bu kadar çok konuşmaz. Bir kışlaya siyaset ve ticaret girerse o orduda ne birlik olur ne dirlik olur ne de hukuk devleti olur.

Mustafa Özyürek (CHP İstanbul Milletvekili): Ticaretten kastınız ne Sayın Kaplan? Siyaseti anladık da…

Hasip Kaplan: OYAK Bank’tan bilmem nereye kadar ekonomistlerimize sorarsanız size cevap verirler artık…

Mustafa Özyürek: OYAK, çok eskiden beri kurulmuş bir yardımlaşma, kooperatif, dayanışma örgütüdür. Buradan hareketle ordunun ticaret içinde olduğunu söylemek çok şey. Onun kendi kuralları var. Kendi kuralları içinde siviller tarafından yönetilen bir örgüttür.

Türk hariciyesinin övüncü

Türkiye’de özellikle bazı kesimlerde Araplara ve Arapçaya olan alerji her fırsatta kendini gösterir. Suudi Arabisan Kralı’nın son ziyaretinde de bu görüldü. Fakat bu alerjinin devletin işleyişini etkileyecek durumda olması anlaşılır gibi değil. Durum o kadar vahim ki...

Bir dönem CIA’nın Ulusal İstihbarat Kurulu Başkan Yardımcılığı’nda da bulunan ve yıllarca Türkiye’de görev yapan

CIA’nın eski Ortadoğu İstasyon şefi Graham Fuller bile Arap alerjisine bir anlam verememiş.

Eski Dışişleri Bakanı, AKP Düzce Milletvekili Yaşar Yakış, dışişlerinin önemli eksikliklerinden birinin çevre ülkelerin dillerini bilen uzman yetiştirmemiş olmasına dikkat çekti ve Graham Fuller’in şu sözlerini aktardı: “Türk hariciyesi Arapça bilen uzman yetiştirmemiş olmakla âdeta övünür.”

Yakış’ın bu sözleri hatırlattığı toplantıda eski hariciyeci CHP’li Onur Öymen’in de ayrı bir şikâyeti vardı: “Suudi Arabistan Kralının ziyareti bizi çok rencide etti. Atatürk’ün Anıtkabir’ine gitmeyen ve Atatürk’ün ölüm yıldönümünde bayrağını yarıya indirmeyen bir devlet başkanına üstün hizmet madalyası veriyorsunuz. Doğru bir iş mi olmuştur?”

Unakıtan’ın kulağı çınlamış mıdır?

Dışişleri Bakanlığı ve Avrupa Birliği Genel Sekreterliği bütçelerinin sunulduğu Plan ve Bütçe Komisyonunda Dışişleri’nin Maliye’den oldukça muzdarip olduğu ortaya çıktı.

Tartışmanın konusu Maliye Bakanlığı’nın Dışişleri Bakanlığı bütçesine gereken ehemmiyeti vermediğiydi. En çok şikâyet edenler arasında yıllarca bu kurumda çalışmış yeni milletvekilleri var. MHP’li Gündüz Aktan, “Dışişleri Bakanlığının ahlâkı bozulmasın diye bütçesinin arttırılmadığını” ileri sürerken yüklendi: “Maliye Bakanlığı, acaba, Türk dış politikasının önemini tam olarak kavramış mı? Maliyenin Dışişleri bütçesine ilişkin tavrı, ciddî sorunlar oluşturacak boyuttadır.”

Aynı partiden Deniz Bölükbaşı da olaya farklı bir benzetmeyle yaklaştı: “Dışişleri Bakanlığına ilişkin konularda Maliye Bakanlığımızı insafa dâvet ve imale etmek neredeyse deveye hendek atlatmaktan daha güç bir görevdir.”

CHP’li Mehmet Akif Hamzaçebi de bu tartışmaya katıldı. Maliye’nin Dışişlerinin istediği bütçeyi vermemesinin arkasındaki gerekçenin “Maliye elit Dışişlerini çekemiyor” olmasına karşı çıkan Hamzaçebi, “Maliye sadece Dışişlerine değil hiçbir bakanlığa para vermiyor, kendisine de vermiyor” dedi.

Bu tartışmaların yaşandığı sırada Maliye Bakan Kemal Unakıtan’ın kulakları epey çınlamıştır herhalde.

Ecevit nurlu bir Türkiye için çalışmış-mış!

DSP, 22. kuruluş yıldönümünü çeştili faaliyetlerle kutladı. Genel Başkan Zeki Sezer ve parti yöneticileri önce Anıtkabir’i sonra Ecevit’in kabrini ziyaret etti. Çelenk koyup saygı duruşunda bulundular.

Sezer yaptığı konuşmada Ecevit’in bilinmeyen bir yönünü de kamuoyuna faş etti (!): “Ecevit hep nurlu bir Türkiye için, ışıklı bir Türkiye için çalıştı. Demokratik Solcular, Atatürk’ün yolunda, Ecevit’in ışığıyla, Türkiye’yi mutlaka hakettiği yere taşıyacaktır. Hepimiz Atatürkçü’yüz, Ecevitçi’yiz.”

Anlaşılan Zeki Sezer “nurlu Türkiye” ifadesini kullanırken Rahşan Hanım yanında değildi.

Danışmanlar dolgu malzemesi

Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ile İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in Meclis’te konuşacakları gün adeta sıkıyönetim uygulanıyordu. Aynı gün partilerin grup toplantısı da vardı. Ziyaretçi girişlerinin de yasaklanması partileri sıkıntıya sokmuştu. Çünkü salonlar dolmayacaktı.

Özellikle AKP grubu bazen miting alanına dönüşüyor. Parti yetkilileri de bu alışkanlıklarından olsa gerek bütün danışmanlara haber salmış ve grup toplantısında hazır bulunmalarını istemişti.

Danışmanlarda bu isteğin arkasındaki gerekçeyi bilememenin şaşkınlığı vardı. Herkes birbirine bu soruyu soruyordu. Ancak tecrübeli bir danışman olayı bütün gerçekliğiyle açığa çıkardı.

“Bugün ziyaretçi gelemediği için dolgu malzemesi olarak bizler çağrıldık.”

19.11.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Helâl daire



“Helâl dairesi geniştir. Keyfe kâfî gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. Ferâiz-i İlâhiye [Allah’ın farz kıldığı şeyler] ise hafiftir, azdır. Allah’a abd ve asker olmak öyle bir şereftir ki, tarif edilmez. Vazife ise, yalnız bir asker gibi Allah namına işlemeli, başlamalı. Ve Allah hesabıyla vermeli ve almalı. Ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusur etse istiğfar etmeli: ‘Ya Rab, kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Âmin’ demeli ve Ona yalvarmalı.”1

Sözler’de yer alan bu ifadeler helâl dairenin ne kadar geniş olduğunu ve ölçülerini gayet özlü olarak gösteriyor bize. Demek Allah namına, Onun hesabına, bir asker gibi izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli. Bu aslında her şey için geçerli. Ticaret söz konusu olunca da elbet helâl dairede kalınacak, meşrû ölçüler içerisinde hareket edilecektir.

İnsan hayatını sürdürebilmek için ister istemez çalışacak, kazanacak, ticaret yapacak. Ama haddi aşmadan, harama kaçmadan, helâl ve meşrû dairede kalarak…

Rızkı veren Allah’tır. Yarattığı her mahlûkun rızkına kefil olduğunu garanti etmektedir. İnsana düşen ise harama girmemek, ona ihtiyaç duymamak, geniş helâl dairesi içinde kalarak kazanç yollarına başvurmaktır. Mü’mine daha dükkânını açarken sünnet olan şu duâ öğretilmez mi? “Ey kapıları açan Allah’ım, bize en hayırlı kapıyı aç. Bize helâl ve bol rızıklar ihsan eyle, ey merhamet edenlerin en merhametlisi! Sen rızık verenlerin en hayırlısısın.”2

Dikkat edilirse mü’min daha işe başlarken helal rızka odaklanıyor. Helâl olmak kaydıyla bol ve hayırlı rızıklar istiyor.

Mal ve kan bakımından kimseye haksızlık yapmadan Allah huzuruna çıkmayı isteyen Allah Resûlü (a.s.m.), “Fiyatları tesbit eden, darlık ve bolluk veren, rızıklandıran ancak Allah’tır” buyurarak da gönülden inanmamız gereken bir hususa dikkat çekiyor.3

Rızıklandıran, daraltan, bollaştıran Allah olduğuna göre mü’min eli, ayağı hangi işte olursa olsun aklını ve gözünü bu noktadan ayırmayacak. Sebeplere sarılmak tevekkülün gereği, rızkı ve bolluğu ise Allah’tan bekleriz.

Rızık taahhüt altında olduğu kadar takdir de edilmiştir. Hırsla değil kanaatle istenmelidir ki çok gelsin. Sevgili Peygamberimiz (a.s.m.) bu noktaya parmak basmış: “Ey insanlar! Allah’a karşı gelmekten sakınınız, emirlerini tutunuz. Hırsla değil kanaatla güzel şeyler isteyiniz. Hiçbir kimse kendisi için takdir edilen rızka kavuşmadıkça ölmez. Öyleyse Allah’tan korkunuz, hırsla değil kanaatla güzel şeyler isteyiniz. Helâl olanı alınız, haram olanı da terk ediniz.”4

Ne güzel bir ölçü, ne muazzam bir hakikat: Helal dairede kalmak, hırsla değil kanaatle istemek!

Dipnotlar:

1. Sözler, s. 33.

2. Tirmizî, Daavat: 39.

3. Tirmizî, Büyu’: 73; Ebû Davud, Büyu’: 51.

4. İbni Mace, Ticarât: 2.

19.11.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Meşverete/hürriyete kimler cephe alır?



Hz. Âdem’in (as) Mekke’de oturan oğlu Şit’e (as), verdiği beş altın öğütten sonuncusunun şöyle olduğu nakledilir ahlâk kitaplarında:

“Ey Şit, oğullarına söyle! Doğruluk ve isabet derecesini kesin olarak bilmedikleri işlerde istişare etsinler. Dürüstlüğüne inandıkları kimselerle yaptıkları istişare kararına göre hareket etsinler. Eğer ben meleklerle istişare edip, işimi onlarla müzakereden sonra karara bağlasaydım, başıma gelenlere müstahak olmayacak, musibetlere maruz kalmayacaktım.” (Peygamberler Tarihi)

İnsanlar peygamber olan Hz. Şit’i (as) ne kadar dinlediler; bilemiyoruz. Ne var ki, günümüzde bile kibir, istibdat ve tahakküm zebunu bazı Ademoğulları, meşveret (danışma, fikre saygı, başkalarının görüşüne değer verip alma) ve hürriyetle pek barışık değil. Meşverete, kamuoyuna, çok sesliliğe karşı olanlar kimlerdir?

Kimi dindar çevreler bile; mahiyeti meşveretle yoğrulmuş gerçek cumhurî sisteme, demokrasiye; taassubunun gereği olduğu halde din adına cephe alıyor. Etkisini kaybetmekle beraber “siyasal İslâmcı” zihniyet de, “meşrûtiyeti/demokrasi ile, hürriyete dayalı “cumhurî” sistemi “küfür rejimi” görür.

Bediüzzaman bunları cehalet ağa, inat efendi, garaz beyi, intikam paşa, taklit hazretleri, mösyö gevezeliğin emri altında insan milletinden mutluluk kaynağımız olan meşvereti inciten bir cemiyettir.1 diye teşhis eder. Kısaca açarsak;

* Ağa, bey, paşa, şeyh görüntüsü altında hakimiyetini devam ettirmek isteyenler,

* Şahsî çıkarını milletin menfaatinden üstün tutanlar (Özelleştirmeye karşı olanlar gibi)

* Şahsî çıkarlarını milletin zararında görenler. (Müstebit devletçilik anlayışından makam, mevki elde edip, kamu binaları, lojman, tatil beldeleri, uyuşturucu, fuhuş, silâh mafyası, hatta alkol/içki ve sigara üreticileri, kamu vasıtalarından istifâde eden silâhlı-silâhsız bürokrasi, KİT’lere yapışan asalaklar, vesâire)

* Basit, sathî, şahsî görüşlerini kabul ettirmek için dengesiz düşüncelere sapanlar,

* Şahsî garaz ve intikamını terk etmediği halde, “fedakârlık ve hâmiyet” dâvası güdenler,

* Fiilen diktatör, baskıcı olduğu halde, demokrasi ve cumhuriyeti savunur görünenler,

* Hürriyet ve demokrasinin gereği olan çok seslilik, hoşgörü, müsamaha ve fikirlere saygıyı beceremeyip, herkesin kendisine saygı göstermesini isteyenler,

* Müstebit, zorba, diktatör ruhlular,

* Affetmeyi bilmeyen hâin yürekliler,

* Herkesin istirahatini intikamcı rûhuna yediremeyenler,

* Hürriyetin, gerçek demokrasinin kıymetini takdir edemeyen cahiller,

* Dinde hassas olup, aklî muhakemesi kısa olanlar,

* Ve hürriyetin İslâm’a zıt olduğunu sanan kıt fehimliler.

Bu listeye; bâzı cezâ-i sezâsını (yakıcı cezâsını) hazmetmeyen, bir kısım da başkasının etini yemekten dişi çıkarılan ve bâzı bir meşhur Bektâşi gibi mânâ verenler, yol üzerine çıkıp, gasp edip yağmalayanları,

* Daha onların öte tarafında da bir kısım gevezeleri;

* Bazı bahane ile, parça parça etmek isteyenleri2 de eklenir.

Çoğu zaman bunları teşhis etmek zordur: Çünkü, hiçbir bozguncu ben müfsidim demez. Daima hak suretinde görünür. Yahut yanlışı hak görür.3 Ancak, alkol alanları ölçen âlet gibi, bunları da dereceye vurabiliriz. Mihenge vurabiliriz: Hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra fedâ etmez. Zîrâ, hakkın hatırı yüksektir; hiçbir hatıra fedâ edilmemek gerektir. Fakat şu hüsn-ü zannınızı kabul etmem. Zira bir müfside, bir dessasa hüsn-ü zan edebilirsiniz. Delil ve sonuca bakınız.4

Ziya Paşa’nın, “Ayinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz”, dediği gibi, lâfa değil, netice, meyve ve uygulamaya bakmak gerekir.

Dipnotlar: 1- Münâzarât, s. 47-48.; 2- Age, s. 29.; 3- Age, s. 49.; 4- Age, s. 49.

19.11.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Elazîz ve Diyârbekir (70 yıl önce)



Geçtiğimiz hafta, askerler tarafından plânlı, silâhlı, sloganlı iki önemli yürüyüş yapıldı.

Birincisi Diyarbakır'da, ikincisi ise Elazığ'da yapılan bu yürüyüşler esnasında şu sloganlar atıldı:

"Tek bayrak, tek devlet, tek dil."

"Bayrak inmez, vatan bölünmez."

Bu gelişmeyle ilgili değişik yorumlar yazıldı, söylendi.

Özellikle zamanlama hususuna ve sloganlar eşliğindeki yürüyüşlerin yapıldığı yörenin hassasiyetine, dolayısıyla tahrik unsuruna dikkat çekenler oldu.

Biz burada fazla bir yoruma girmekten ziyade, önemli bulduğumuz iki–üç noktayı dikkat nazarlarına sunmayı tercih ediyoruz.

Bir: Atılan sloganların anlamından kimsenin bir rahatsızlık duymaması lâzım.

Elbette ki, bayrak inmemeli, vatan bölünmemeli.

Hakikatte ise, bu değerlerin elden gitme tehlikesi, söz konusu dahi değil.

Dolayısıyla, atılan sloganlara da bir nev'î "saygı ve kararlılık" mânâsı yüklenmeli.

Ayrıca, bir nüansı hatırlatmakta fayda var. Aynı saygı ve kararlılığın bir ifadesi olarak, 70'li yıllarda şu slogan revaçtaydı: "Bayrak inmez, ezan susmaz."

Bilinmeli ki, ezanın sustuğu, yahut susturulduğu bir yerde, diğer kudsî değerler de ciddî tehlikelere mâruzdur.

İki: Bir diğer slogan olan "Tek bayrak, tek devlet, tek dil"in de, tahrikkâr olmayacak ve kimseyi rahatsız etmeyecek bir mânâda anlaşılması lâzım. Her insanın bir devlete ve onu temsil eden bir bayrağa ihtiyacı var.

"Tek dil"e gelince... Eğer bundan maksat "resmî dil" ise, yine bir sıkıntı olmaz. Gayet normaldir.

Ancak, bu sloganla, tek dilin dışındaki dillere red ve inkâr nazarıyla bakılıyorsa, yaratılıştan gelen diğer anadillerin özel hayatta ve resmiyet dışında kullanılmasına da müsaade edilmez mesajı verilmek isteniyorsa, bu son derece tehlikeli ve rencide edici bir durumdur.

Unutmamalı ki, insanlar ebeveynleri gibi, anadillerini de kendileri tercih etmiyor. Bunlar yaratılıştandır ve İlâhî takdir altındadır.

Dolayısıyla, başkasının lisanına ve milliyetine muhalefet edenler, aslında İlâhî takdire muhalefet ediyor demektir.

Böyleleri, başlarını örse vurur, kırar; örse birşey olmaz.

Üç: Her iki merkezde yapılan silâhlı, sloganlı törenler, M. Kemal'in bu şehirleri ziyaret edişinin 70. yıldönümü vesilesiyle, planlı olarak yapılmış.

Bu itibarla, şunu da hatırlatmakta yarar var: Bu iki şehrimizin 70 sene önceki isimleri farklıydı: Birincisi Diyarbekir, diğeri ise Elaziz idi.

Şehir isimleri 1937'nin aynı günlerinde (15–17 Kasım) değiştirildi: Birincisi Diyarbakır, diğeri ise Elazık yapıldı.

Diyarbakır aynen kaldı. Fakat Elazık, halk dilinde kazık gibi sert geldi. Bu yüzden, bilâhare yumuşatıldı ve hiçbir mânâsı olmayan "Elazığ"a dönüştürüldü.

Hâsılı, ne eski "Diyâr–ı Bekir" değişip/gelişip "bakır diyarı" oldu, ne de o "Azîz Belde" anlamındaki şehir "El"deki "Azık"a dönüştü.

Yöre halkı, mutlak ekseriyetle hâlâ "Diyârbekir" diyor, "Elazîz" diyor.

GÜNÜN TARİHİ 19 Kasım 1923

Tek parti diktası fiilen kuruldu

İsmi "tek parti dikta rejimi" ile özdeşleşen İsmet Paşa, M. Kemal'in emriyle Halk Fırkasının (CHP) başına geçti.

Genel Başkan Vekili sıfatıyla partinin başına geçen İsmet Paşanın ilk emir ve icraatı, Anadolu ve Trakya'nın her tarafındaki Müdafaa–i Hukuk Cemiyetlerini parti bünyesinde toplamak ve bu cemiyetlerin tamamını Halk Fırkasına dönüştürmek oldu.

Paşanın yazılı emrinde şu ifadeler yer aldı: "Bütün vatana kurtuluş ve bağımsızlığı getiren Anadolu ve Rumeli Müdafaa–i Hukuk Cemiyetleri, bugünden (20 Kasım) itibaren Halk Fırkasına dönüşecek ve cemiyetin bütün idare kurulları Halk Fırkası idare kurulları olarak vazifeye devam edeceklerdir." (Türkiye'de Siyasî Partiler, s. 582.)

* * *

9 Eylül 1923'te kurulan Halk Fırkasının (bilâhare CHP'nin) Genel Başkanı M. Kemal idi. Onun genel başkanlık sıfatı ölümüne kadar da devam etti.

Ancak, 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet'in ilân edilmesinin ardından, fiilen iki reisliği birlikte yürütmesi zor oldu.

Bu sebeple, parti işlerini 19 Kasım'dan itibaren İsmet Paşaya devretti.

M. Kemal'in İsmet Paşaya gönderdiği yazının metni şöyle: "Halk Fırkası Umumî Reisliği ile fiilen meşgul omaya bugünkü vazifem müsait olmadığından, zât–ı devletlerini vekil tayin ediyorum." (İ. Ansiklopedisi, s. 770)

* * *

M. Kemal'in ölümünden sonra, CHP'nin Genel Başkanlığına Cumhurbaşkanı İsmet İnönü getirildi.

27 yıl müddetle hem Cumhurbaşkanı olup, hem de bir partinin genel başkanı sıfatını taşıması, kuvvetli ihtimalle sadece ve sadece Türkiye'ye mahsus bir durumdur.

19.11.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet C. GÖKÇE

Aile içi diyalog



İnsanın hakiki huzur, rahat ve saadeti duyduğu yerlerin başında aile yuvası gelir. İnsanın kendi aile bireyleri arasında duyduğu mutluluğu başka bir mutlulukla mukayese etmek mümkün değildir.

Kuşkusuz, bu kutsal kurumdaki huzur ve saadet, karşılıklı anlayış ile pekiştirilir. Bu yüzden söz konusu huzur ve saadeti gölgeleyecek her türlü yaklaşım ve davranıştan uzak durmak gerekir.

Genellikle iç işlerin bakanı ve sorumlusu hanımefendi; dış işlerin bakanı ve sorumlusu ise beyefendidir. Dolayısıyla her birey rolüne uygun ve uyumlu davranmak durumunda ve bunu bir zorunluluk olarak algılamak mecburiyetindedir. Aksi takdirde sorun ve sıkıntıların sonu gelmez.

Sıkıntıya sebebiyet veren noktaların başında aile kurumunu temelini oluşturan üyelerin birbirlerini dinlememeleri veya karşılıklı önyargıya kapılmaları hususu gelir.

Bazen de –özellikle beylerin- aile fertlerine vakit ayırmaması, sevgisiz ve ilgisiz kupkuru bir ortamın oluşmasına sebebiyet vermekte ve huzursuzlukları beraberinde getirmektedir. Bilhassa, gereksiz bir biçimde eve geç saatlerde dönme alışkanlığı, aileyi derinden yaralamakta; özellikle çocukların başıboş ve sevgisiz kalmalarını netice vermektedir. Bu durumda -zorunlu olarak- bütün yük ev hanımının sırtına binmekte ve hayattan bezmesine neden olmaktadır. Üstelik bu durumu beyiyle paylaştığında azar işitmekte ve “yetki” sorunuyla karşılaşmaktadır. Beyefendi, evin tek hâkimi, tek yöneticisi, tek sahibi, tek amiri ve tek reisi olduğunu rahatlıkla söyleyebilmekte ve “işine karışılmamasını” tehditle ileri sürmektedir.

Gerçekten, kahvehane köşelerinde vakit öldürüp eve geç gelme alışkanlığı hem ev hanımının hem de çocukların maddi-manevi çöküntülerine sebebiyet vermektedir. Ayrıca bu alışkanlık, sahibini de mutlu etmemekte; aksine huzursuzluğuna “huzursuzluk” katmakta ve sağlığını bile tehdit eder hale gelmektedir. Başta, masum gibi görünen “takılmalar” zamanla “çok büyük” kötü alışkanlıkları beraberinde getirebilmektedir.

Hâlbuki gün boyu ev işleri ve çocuklarla uğraşmış olan hanımefendinin, beyefendiden destek görmesi, yalnızlığının paylaşılması, hal-hatırının sorulması en doğal beklentisidir. Bunu görmediği takdirde yaptığı işlerden zevk duymaya, hatta yaptıklarını angarya gibi görmeye başlar.

Öte yandan, mümkün olduğunca iş yeri problemlerinin eve taşınmaması; bitmeyen işlerin eve getirilmemesi tavsiye edilir. Eve, çoluk-çocukla ilgilenmek; onlara vakit ayırmak, beklentilerini karşılamak ve dolayısıyla huzur ve saadeti yakalamak için gelinmeli; aksi takdirde çocukların başarısızlığı dahil her türlü problem söz konusu aileyi bekler.

Aile yönetiminin karşılıklı anlayış ve istişareyle sürdürülmesi pek çok sıkıntının ortadan kalkmasını sağlar.

Karşı pencereden olaya bakıldığında ise bazen, beylerin gereği gibi karşılanmaması, gerekli hazırlıkların yapılmaması, bir tebessümün dahi esirgenmesi beyleri rahatsız etmekte ve huzurlarını kaçırmaktadır. Oysa eve yorgun-argın dönen beyefendinin en azından tebessümlü bir ‘hoş geldin, kolay gelsin’ cümlesini duyması en tabii hakkıdır. Böyle bir karşılama bütün yorgunluğunu unutturur. Özellikle, sabahleyin ailesiyle kahvaltısını yapıp güzel bir edayla uğurlanmışsa, bu durum beyefendinin başarısını katlayacağı gibi; huzur ve saadetini de ziyadeleştirir.

Ancak, hanımlar evlerin hizmetçileri değildir. Ağır yükleri ve sorumlulukları vardır. Rollerine uygun bir biçimde gördükleri hizmetler ‘hizmetçi’ olduklarını ortaya koymaz.

Maalesef, toplumumuzda genellikle terazinin kefesi hanımların aleyhine bozulmakta ve bir takım dengesizlik ve huzursuzluklar meydana gelmektedir.

Oysa beyefendi ve hanımefendiler birbirlerini tamamlayan, birbirlerine destek veren, huzur ve sevinçlerini; keder ve sıkıntılarını paylaşan iki temel unsurdurlar…

Kısacası, aile mutluluğunu sağlamanın en önemli faktörü iletişimi kuvvetlendirmektir. Bu bakımdan, iletişimi engelleyen veya gölgeleyen her türlü unsuru ortadan kaldırmak aile kurucularının ortak görevidir.

19.11.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

İki söz



Tercihin olduğu yerde iki yol vardır. Sağ yol ve sol yol. Sözün başında iki kelime vardır: Hayır veya şer. Kabul veya reddetmenin mesajında yine iki ifade geçerlidir: Evet veya hayır.

Dürbünün anlamlandırdığı iki bakıştır: Uzak veya yakın. Gece ve gündüzün işaret ettiği iki sonuç vardır: Aydınlık veya karanlık. Diğer tabirle nur ve zulmet. Görünür kılan veya gizleyen. Açığa kavuşturan veya ketmeden, kapatan, öldüren.

Düşüncenin ayrıştığı iki yön vardır: Menfi veya müsbet. Yani pozitif veya negatif. Ya da yakınlaştırıcı veya uzaklaştırıcı. Sevgi aşılayan ya da nefret veren. Olumlu/olumlulaştıran bir de tersine olumsuz/olumsuzlaştıran.

Necip Fazıl’ın “Oluklar çift” dediği hayat haznesinden akan iki temsil ve güruh: Birinden nur, diğerinden kir akar. Hayat kaynağımız elinde olan Rabbimizin emanetleri, bu akışın iki yönüne de yönlendirilebilecek bir serbestlik ve sınavla karşı karşıya bırakılmış.

Faaliyet yolunda iki kelime bizi karşılar: Devam ya da yeter. Biri sürekliliğin işaret alan kılavuz fişeği ve heyecanın gayreti kamçıladığı huzur yolculuğu. Diğeri ise yeknesaklığın ve durağanlığın yorgunluk psikolojisi ve bitap düşmüş hali.

Hedefin iki boyutu vardır: Gerçek ve hayal/sanal. Gerçeğinde, halis niyetin hakikati açığa çıkaran sevimli resmi, hayali ve gerçek dışı olan sanallıkta ise üstü örtülmüş içeriksizliğin yanıltıcılığı vardır.

İki kural vardır; Emre uymak veya isyan. Biri itaatin mabuda götüren kulluğu ile bezenir ve anlam bulur. Diğeri ise fıtratı bozan, keşmekeşliğe dâvetiye çıkaran ve beşerin fesadına yol açan, İlâhî emre uymamanın sefaletine götürür.

İki psikoloji vardır: Mutlu olmak ya da mutsuzluk. Bahtiyar ya da bedbaht. “To be or not to be” vurgusunda “olmak ya da olmamak” denen ve üstüne basa basa “bütün mesele bu” diyen İngiliz şair Sheakspare, vücut ile adem, yani varlıkla yokluk gerçeğini en çıplak bir şekilde göz önüne sermektedir.

Mağfiretin bir derste hatırlattığı bu mânâlar, güneşin zuhurundan evvel zihin güneşine açılan ve açan nur huzmelerinden tevarüs etti.

İkinci sözü okurken, ikilemden uzaklaşmak ve iki sözden birini tercih edip yolumuza devam etmek gerektiğini anladım. İki cihet var. Mülk ve melekût. Biri, eşyanın kendi varlığı, diğeri sahibi adına bir değer ifadesi Birincisinde sahibiyet kalitesi ve amaca uygunluk, diğerinde korunması imkânsız bir fanilik ve sebepler dünyası.

Mânâyı harfi, melekûtun insicamını eşyaya dokurken, yaratılışın sırrına vakıf bir kulluğun nazar ve niyetini adına düşündüğü Allah’a rapteder. Mânây-ı ismi ise isimden ibaret bir resmin hakikatsiz benliğinde ubudiyetten uzaklaşan bir enaniyetin pençesine atar. Bediüzzaman, 80 yıllık hayat hâsılatının ve tefekkür zembereğinin temel dört kavramından ikisi mânâyı harfi ve mânâyı ismidir.

Yaratılanların kimyasını ve gerçeğini farklı okuyan ve ona göre algılayan iki temel yaklaşımın iki başlı, iki felsefeli, iki görüşlü yol levhalarıdır.

İkinci sözdeki iman ve küfür; yukarıdaki izahlarımızın ana umdesi. İki yolun yolcuları, iki ayrı okyanusa akan iki kolun iki neticesidir.

Nefsin ve şeytanın ikilemde bıraktığı, vesvese verdiği halden çıkmanın yolu, sıddikler yetiştiren sıdkın/doğruluğun kaynağı olan imandır.

19.11.2007

E-Posta: [email protected].




Yeni Asyadan Size

Bediüzzaman Seti



Yeni Asya Prodüksiyon, Risale-i Nur Enstitüsü tarafından başlatılan emek mahsülü bir çalışmayı yayın hayatına kazandırdı.

“Bediüzzaman Seti” ismiyle piyasaya çıkan bu önemli çalışma, Said Nursî ve Risâle-i Nur’la ilgili birçok bilgi ve dokümana farklı ortamlarda aynı anda ulaşma imkânı sağlıyor.

Bediüzzaman ve Risâle-i Nur ile ilgili çalışmalar süreklilik arz ettiğinden set, belli bir tarihe kadar olan dönemi içine alıyor.

9 cd, 1 kaset ve 1 kitap olmak üzere toplam 11 parçadan oluşan setin muhtevası şöyle:

1- Bediüzzaman Said Nursî’nin Genel Biyografisi (interaktif cd): Tamamı interaktif olan ve Bediüzzaman Said Nursî ile Risâle-i Nur hakkında çok detaylı bilgileri ihtiva eden bu cd, 10 bölümden oluşuyor.

* Bediüzzaman Said Nursî kimdir?

a) Bediüzzaman’ın biyografisi.

b) Fotoğraflarla Bediüzzaman

c) Bediüzzaman bibliyografyası (Bediüzzaman ile ilgili kitaplar, makaleler, tezler, yabancı dilde yapılan çalışmalar)

* Bediüzzaman’ın eserleri (Risale-i Nur Külliyatında bulunan eserlerin listesi ve hakkında açıklamalar)

* Risale-i Nur’un telif kronolojisi (Her risâlenin yazıldığı tarih ve dil tablo olarak gösterilmekte.)

* Tarihî gelişim ve olaylar içinde Bediüzzaman Said Nursî (Bu bölümde aynı tarihte; dünyadaki, Osmanlıdaki ve Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatındaki olaylar karşılaştırmalı olarak tablo halinde sunulmakta.)

* Bediüzzaman’ın tarihçe-i hayatı ve yaşadığı olaylar. (Bediüzzaman’ın hayatı özet olarak sunulmaktadır.)

* Bediüzzaman için ne dediler?

* Şiirlerle Bediüzzaman (Risale-i Nur’daki şiirlerden seçmeler)

* Basında Bediüzzaman (1935-1967 yılları arasında, gazetelerde Bediüzzaman ve Nurculuk hakkında çıkan haber ve makalelerin resimleriyle metinleri yer almaktadır.)

* Risale-i Nur ve Nur talebeleri hakkında açılan dâvâlar (Harita üzerinde hangi ilde kaç dâvâ açıldığını gösteren bir tablo mevcuttur.)

* Tanıtım filmleri (Bu bölümde; Risale-i Nur Külliyatının yeni tanzim çalışmasının anlatıldığı tanıtım filmi ve Nur talebeleriyle Risale-i Nur hakkında yapılan görüntülü röportaj bulunmaktadır)

2- Dört Dönemde Said Nursî (Belgesel cd, interaktif film) Dört tarihî dönem olarak, hem yazı, hem film ortamında izlenebilir.

3- Ekmeksiz Yaşarım, Hürriyetsiz Yaşayamam (belgesel cd.)

4- Zamana Düşen Işık (Belgesel cd., int. film)

5- Veda Yolculuğu (Belgesel cd., (int. film)

6- Tarih ve mekânlarla Bediüzzaman Said Nursî (belgesel cd.)

7- Risale-i Nur Külliyatı (PDF formatında dijital kitap, cd)

8- Risale-i Nur’dan Şiirler; ses cd’si

9- Risale-i Nur’dan kasîdeler; ses cd’si

10- Risale-i Nur’dan şiirler ve kasîdeler, ses kaseti.

11- Bediüzzaman Said Nursî biyografisi (kitap, 128 sayfa)

Üzerinde uzun zamandır çalışılan ve geçtiğimiz günlerde piyasaya sunulan bu eserin, kendi sahasında mühim bir boşluğu dolduracağına inanıyoruz. Mevcut haliyle bir başlangıç ve temel çalışma olarak gördüğümüz Bediüzzaman Seti’nin önemli bir ihtiyaca cevap vereceğini ümit ediyor, muhtemel eksiklikler için hoşgörünüzü ve değerli uyarılarınızı bekliyoruz.

***

Bizim Radyo’da yeni yayın dönemi

Bizim Radyo yeni yayın dönemine bugün başlıyor. Tematik ve kültürel yayıncılıkta yeni bir ses olan Bizim Radyo yepyeni programları ve yeni programcılarıyla dinleyicisinin beğenisini kazanmaya çalışacak.

Yeni yayın döneminde, toplamda 30’u bulan ve bunların 10’dan fazlası yeni olan programlarıyla, haber, kadın, aile ve ekonomi içerikli yapımlarıyla, büyüyen ekibiyle Bizim Radyo dinleyicisiyle buluşuyor.

Başta İslâm Yaşar, Dr. Hakan Yalman, Mustafa Özcan, Kubilay Aktaş, Şaban Döğen gibi 30’u aşkın programcısıyla Bizim Radyo sizleri, frekansınızı 104.4’te sabitlemeye çağırıyor.

19.11.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

İsrail’le işbirliğinin akıbeti...



Geçtiğimiz hafta Ankara’nın gündeminden geçen lâkin yeterince tartışılmayıp salt “hükûmetin başarısı” olarak propaganda edilen bir başka husus da, İsrail ve Filistin Cumhurbaşkanlarının buluşmalarıydı.

Asırlarca Osmanlı idâresinde kalmış, Anadolu’daki Müslümanların “Kuds-ü Şerif” dediği Kur’ân’da övülen ilk kıblesi ve üçüncü mukaddes beldesindeki Mescid’ül Aksa’yı ve havalisi Filistin’i işgal eden İsrail’in Cumhurbaşkanın, Ankara’da ağırlandı, TBMM’de konuşturuldu.

Ne var ki mâlum medyanın bir “barış güvercini” olarak lanse ettiği Peres’in “barış vurgusu”na kimse inanamadı. Çünkü İsrail daha önce de buna benzer birçok söz vermiş, lâkin ardından bunu işgal ve zulmün dayatılmasının devamına bir taktik olarak kullanmıştı...

Nitekim, TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklığlu, İsrail’in, “Ankara Forumu” çerçevesinde Filistin’in Batı Şeria’da yerini tahsis ettiği ve Türkiye’nin inşa edeceği “Erez organize sanayi bölgesi”nin güvenliğini sağlaması hususundaki tereddüdünü Peres’in yüzüne karşı açıkça ifâde etti. Bu tereddüdü İsrail’de iş yapan işadamları da taşıyorlar. Bunun bir oyalamadan ibâret kalıp neticeye ulaşamayacağı hususundaki endişelerini izhâr ediyorlar...

* * *

Aslında İsrail şimdiye kadar ahdettiği diğer hususlarda da bir güven vermedi. Her defasında olduğu gibi, yine ahdini bozacağı intibâını verdi. Mesela Peres, geçtiğimiz 6 Eylül’de, Suriye’deki tesisleri “nükleer enerji hazırlığı” olabileceği ihtimali üzerine bombalayan İsrail savaş uçaklarının yakıt tanklarını niçin Türkiye topraklarına attıkları konusunda hiçbir izâhât yapmadı. Yine İsrail uçaklarının neden daha kestirme yol varken Türkiye hava sahasını kullandığı ve bu kısacık mesâfe için niçin yakıt tanklarını aldıkları hakkında hiçbir açıklayıcı bilgi verilmedi.

Türkiye topraklarının resmen ihlâli anlamına gelen bu olay, sâdece İsrail Başbakanı Ehud Olmert’in, Başbakan Erdoğan’ı arayarak “özür dilediği” haberiyle geçiştirildi. Dışişleri’nin “izâhât istemesi”ne aylar sonra medyaya yansıtılan bir iki cümleyle cevap verildi.

Keza İsrail’in 7 Şubat’ta başlattığı Harem-i Şerif’teki kazıların “İslâm izlerini silme ameliyesi” olduğunu bildiren Türk heyetinin raporu da, Peres gittikten sonra bazı basın organlarında yer aldı. Tıpkı, daha önce de İsrail’in Kuzey’deki Kürt yönetimi ile pek çok alanda işbirliği içerisinde bulunduğu, İsrailli işadamlarının buradaki malî sisteme önemli yatırımlar yaptığı, İsrailli subayların peşmergeleri eğittiğine dair belgeli ciddî tespitlere dair her iki taraftan da uzun süre resmî bir yalanlama gelmemesi gibi...

Peres “Ankara forumu”nda bunlara hiç değinmedi; Kuzey Irak yönetimiyle İsrail işbirliğinin başta Türkiye olmak üzere İran ve Suriye gibi komşulara ve hatta Irak’a karşı kullanıldığı iddialarına da herhangi bir açıklık getirmedi. İşin gerçeğine bakılırsa Peres, Filistin’le barış için geldiği Ankara’da, sâdece Aralık başında Annapolis’te Amerika’nın düzenleyeceği Ortadoğu Konferansında barış sürecinin canlandırmasını ümit ettiğini söylemekle yetindi. Başka bir şey söylemedi.

Dahası, Türkiye parlamentosunda Türkiye’nin Müslüman komşularını suçladı. Bölgede sahip olduğu yüzlerce nükleer başlıklı silâhtan söz etmeden İran’ın nükleer enerjiye sahip olmasını bölge ve dünya barışı için tehlikeli buldu.

Suriye’nin gasbedilen Golan tepelerini istemesini, barış sürecini bozmak olarak sundu. Yine gerçekleri ters yüz etti. Bakanların ve milletvekillerinin gözünün içine baka baka...

* * *

Doğrusu, Türkiye İsrail ilişkilerindeki bu çelişkilere, bir bakıma AKP hükûmetlerinin İsrail ve ABD eksenli politikaları sebebiyet verdirdi. AKP hükûmeti, öncelikle 15 Temmuz 2004 tarihli “Türkiye Cumhuriyeti ile İsrail Devleti arasındaki karma ekonomik komite 2. dönem toplantısı mutâbakat zaptı”yla İsrail’le çok geniş kapsamlı bir ekonomik ve ticarî işbirliği anlaşmasını yürürlüğe koydu.

Dönemin İsrail Başbakan Yardımcısı Ehud Olmert’le Ankara’da yapılan anlaşmaya göre, sığır ve koyun geliştirilmesinden sera sebze tohumculuğu yetiştirilmesi ve pazarlanmasına, bitki ve hayvan hastalıklarına karşı biyolojik mücadeleden, sınai alanda araştırma ve geliştirmeye kadar; tarımdan sulamaya, kimyadan enerjiye, telekomünikasyondan turizme, güvenlik ve çevre teknolojilerinden danışmanlığa kadar oldukça geniş alanda işbirliği ve ticaretin gelişmesini imzaladı.

GAP ve KOP’u (Konya Ovası Sulama Projesi) içine alan bu işbirliği projesine göre, Türk tarafı, Tuz gölü yakınlarında seçilmiş Orta Anadolu köyleri civarındaki kuru bölgelerde damlama ve diğer modern sulama tekniklerinin fizibilitesi konusunda ortak çalışma önerdi. İsrail tarafı, bu teklifi incelemeyi kabul etti.

AKP hükûmetinin en son 5-7 Mart 2007’de Kudüs’te imzaladığı “Türkiye-İsrail karma ekonomik komitesi III. dönem toplantısı mutâbakat zaptı”yla İsrail’le başlatılan ticarî ve ekonomik işbirliğini daha da derinleştirdi... Buna karşılık, İsrail Türkiye’nin endişelerini giderici ciddî bir tedbir almadı. Hâlâ “Ankara forumu” çerçevesindeki anlaşmanın akıbetinden herkes endişeli.

İsrail’in işgal ve zulmü devam ediyor. Peres’in Ankara’da ayrıldığının ertesi gününde İstanbul’da 58 ülkeden binlerce katılımcının iştirak ettiği, Kudüs Hıristiyanlarının da temsilcilerinin bulunduğu “Uluslararası Kudüs Bulaşması”nda, İsrail işgali ve zulmüne karşı “Kudüs için birleşme çağrısı” bu açıdan büyük önem taşıyor...

19.11.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Geleceğin Endülüs’ü



Emperyalizm ile hakikî Hıristiyanlığın birbirinden ayrışması geleceği de şekillendirecek. Bu da Filistin üzerinden gerçekleşecek. Emperyalizm Filistin’de Hıristiyanların ve Müslümanların pahasına Siyonizmi destekliyor. Bunu İkrime Sabri şöyle açıklıyor: “İslâmiyet’ten intikam almak isteyen kimi Batılılar bu maksatla Yahudileri araç ve maşa olarak kullanıyorlar...” Yahudiler için Filistin’de millî vatan projesinin aslında bir Napolyon projesi olduğunu biliyoruz. Onun başaramadığını İngilizler başardı. Halbuki Yahudileri dinen ve siyaseten desteklemek Hıristiyanlığın tabiatına aykırıdır! Böyle olduğu halde tarihî kırılmalar ve sapmalar özellikle Hıristiyan Siyonistler denilen cereyanların oluşmasına zemin hazırlamıştır. Makyavelist bir anlayışla ve ‘düşmanımın düşmanı dostumdur’ fehvasıyla Yahudileri Müslümanlara karşı cephe önüne sürmüşlerdir. Bununla birlikte, belki de tarihte Mesih düşmanları olarak da ünlenen Yahudileri siyasî ve dinî olarak desteklemek Hıristiyan vicdanında büyük helecanlara ve ihtilâçlara sebep olacak bu da onlarda tasaffi ve durulma çığırını açacaktır. Bu gelişme olmazsa Hıristiyanlık yok olacaktır. Hıristiyanlığın tek şansı Filistin üzerinden kendisini toparlamasıdır. Bu gelişme, Hıristiyanları intibaha getirecek bu da Batı’da emperyalist anlayış ile gerçek Hıristiyan anlayış arasında ayrışmaya sebep olacak. Atallah Hanna ve konuşmaları bunu gösteriyor. İkrime Sabri’nin tesbitleri noktasında Atallah Hanna da Batı Hıristiyanlarının kendilerini yüzüstü bıraktığını ve özellikle de ABD gibi ülkelerin emperyalist projeyi desteklediklerini söylüyor. Dolayısıyla Siyonizm bir emperyalizm projesidir. Bu anlamda emperyalizm Siyonizmden ayrılamaz ama Hıristiyanlık Siyonizmden ayrılmak zorundadır. Zira Siyonist proje Hıristiyanlığın ruhuna aykırıdır ve ruhunu öldürmektedir.

***

Esasen II. Vatikan Konsili’nin Müslümanlar hakkında ilk defa dolaylı da olsa olumlu ifadeler kullanması Kutsal Topraklar konusunda tarafların ortaklığı sonucudur. Özellikle de Filistinli Hıristiyan din adamları yakınlaşma akımının başını çekmişlerdir. Mimarı olmuşlardır. Haçlı Savaşları’ndaki gibi Filistin doğrudan Hıristiyanların işgali altında olmaması ve aksine yerel Hıristiyanların da bu işgalin narıyla kavrulması tarafların yakınlaşması açısından büyük bir tarihî fırsattır. Siyonizm meselesinde Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında ortak noktalar yeterince keşfedilememiştir. Atallah Hanna’nın dediği gibi işgal hem Müslüman hem de Hıristiyanların tarihî kutsal nişanelerini silmek ve tanınmaz hale getirmek istemektedir.

Kimi tarihçilerin de belirttiği gibi Yahudilerin altın çağı Müslümanlarla birlikte mesut günleri idrak ettikleri Endülüs’tür. Bu anlamda, Osmanlı da Endülüs’ün bir devamı olmuştur. Zira Ortaçağ’da ve Haçlılar döneminde Müslümanların müttefikleri Yahudilerdi. Şimdi ise tam zıt bir çağı yaşıyoruz. Müslümanlara karşı Hıristiyan geçmişi olan kimi emparyalist ülkelerin Siyonistlerle ittifak ettiklerini görüyoruz. Müslümanlığı da tarihî Hıristiyanlık gibi başkalaştırmak ve iğdiş etmek arzusundadırlar. Geleceğin dünyası ise, bu ittifakın çözülmesi ve Siyonistlerin dışlanması üzerine Hıristiyan-Müslüman ittifakı kurulması üzerine şekillenecek ve yükselecektir.

***

Müslüman ve Yahudilerin bahtiyar günleri nasıl Endülüs’te geçti ise Hıristiyan ve Müslümanların bahtiyar geleceklerini de Filistin dâvâsı şekillendirecektir. Bu yapı üzerine şekillenecek geleceğin Endülüsü de Filistin üzerinde kurulacaktır. Gerçek Mesih’in misyonu burada emperyalizmin kurduğu sahte Mesih devletini yıkmak olacaktır. Atallah Hanna ve benzerlerinin konuşmaları ve tavırları bize bunu müjdeliyor.

19.11.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri