Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 23 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Davut ŞAHİN

Spor yorumcusu mu kahvehane muhabbeti mi?



Bosna Hersek -Türkiye maçında galip olan taraf biz olduk. Ne mutlu. Stresli geçen maçın ardından böyle bir galibiyete sahip olmak kolay değildi.

Ancak spor yorumcuların üslûpları tartışıldı bu günlerde.

Özellikle Türkiye-Norveç maçında Rıdvan Dilmen’in yorumları… Yorumları isabetli ve doğru… Analizleri cuk oturan bir yorumcu…

Ancak Dilmen Norveç maçın yorumlarını yaparken hayal kırıklığı yaşattı.

Diyaloglara bakar mısınız. Dilmen yerinde duramıyor: “Vuralım, vuralım bu kaleciye vuralım.”

İlker Yasin zaten ondan aşağı kalmıyor: “Vurucaz vurucaz, golü böyle bulucaz!”

Yasin durur mu, devam ediyor: “Hegan yılan gibi kafasını uzatıyor.”

Dilmen’in sahadaki futbolculara uyarıları devam ediyor: “Dön Gökhan’a oğlum… Sakla oğlum sakla! Arda sevdiğin yerler, geçersin onları… Aferin Servet… Affferin beee!... At taca at taca… Vur oğlum. Kaleee! Faul yapma, rahatsez et. Bas Tuncay, stop stop!” (Kanal D)

Bu sözleri bir başka spor yorumcusu yapsa yadırganmaz emin olun. Ama Rıdvan Dilmen gibi kendini kabul ettirmiş bir yorumcunun bu ifadeleri, yadırgandı.

Yorum yaparken duyguları karıştırmamalı. Kahvehane muhabbetine çevirmemeli… Desek çok mu şey söylemiş oluruz?

“MARABA” PELE

Brezilyalı ünlü eski futbolcu Pele, Türkiye’ye gelince ilk şaşkınlığı basın ordusunu görmekle yaşadı. “Perakende Günleri 07, Sürdürebilir Başarı” için İstanbul’a gelen Pele’nin havaalanında gözleri faltaşı gibi açıldı:

“Bu kadar gazeteci, benim için mi toplanmış?” diye sordu.

Yazık… Bilmiyor ki, ona da mikrofon tutup “Maraba televole” dedirtecekler. .

Maradona böyle bir hata yaptı, yıllardır “Maraba televole” dedirterek programı bedavaya getirdiler.

Pele’yi uyarıyoruz. Sakın bu “ayağa” gelme!

ŞAHİN DÖNEMİ

İbrahim Şahin resmen atandı. TRT Genel Müdürlüğü koltuğuna artık nihayet birileri oturacak.

Şahin’in sözleri ilginç. TRT çalışanlarının “motive”ye ihtiyaç duyduğunu hatırlatarak:

“Bu kurumla 40 özel kanal yönetirim” diyor.

Haksız sayılmaz. Çünkü Şahin “Kamu reformu” ve “e-devlet” projelerinde tecrübe ve donanıma sahip… Özellikle “kriz yönetimi” konusunda makaleleri de bulunuyor.

2003’ten bu yana, başta elektronik haberleşme olmak üzere, Türkiye’deki bilişim ve iletişim alanında gerçekleştirilen projelerin tamamında aktif olarak yer almış.

Bakalım, Şahin’in yaptıkları yapacakların teminatı olacak mı?

23.11.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Çözüm planı



Hadiseyi “Kürt sorunu” diye adlandırıp mevziîleştirmeden, şimdiye kadar yapılmış hatalardan ders alıp onları tekrarlamama kararlılığı içinde, iyiniyetli, yapıcı, samimî bir yaklaşımla hazırlanmış, “efradını câmi, ağyarını mâni,” kapsamlı, herkesi kucaklayacak bir çözüm planını yürürlüğe koymanın tam zamanı.

Bu planın içinde askerî operasyon da caydırıcı bir unsur olarak yer alabilir. Nitekim tezkerenin Meclisten geçmesinin ve sınırötesi harekât için yapılan vurgulu açıklamaların, ilgili tarafların konuya daha ciddî şekilde eğilmelerine önemli bir katkı sağladığı herhalde gözardı edilemez.

Ancak asıl mesele, bu işin bütün boyutlarıyla ve ahenkli bir şekilde ele alınıp takip edilmesi.

Askerî seçeneğin masada muhafaza edilmesi, yürütülen diplomasiye ilâve bir güç ve katkı sağladığı oranda anlam ve değer taşır. Ekonomik kozların “terbiye aracı” olarak kullanımı da.

Hadisenin, Kuzey Irak’ı dışlamayan, ama esas itibarıyla içe yönelik kapsamlı bir çözüm paketi çerçevesinde ele alınması ise, asıl önem ve önceliğe sahip en birinci mesele olsa gerek.

Burada, demokrasiye, hukuka, hak ve özgürlüklere öncelik veren; ülkedeki herkesle beraber bölge insanını da şefkatle kucaklayan bir yaklaşım herşeyin önünde geliyor. Siyasete de, sosyal hizmetlere de, ekonomiye de bu yaklaşımın damgası vurulmalı.

Bu çerçevede, yeni AKP hükümetinde ekonomi politikalarının koordinatörü olarak görev alan Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı Prof. Dr. Nâzım Ekren’in, geçtiğimiz günlerde GAP bölgesine yaptığı ziyaret ve burada verdiği mesajlar çok önemli.

Bölgenin ekonomik ve sosyal kalkınması için son derece stratejik bir değer taşıyan GAP’a sahip çıkılması, terör sorununun aşılmasına katkısı yönüyle de asla ihmal edilmemesi gereken kesin bir zorunluluk.

Ve AKP’nin, ilk beş yıllık iktidarında bu projeyi sahiplenmeyen bir görüntü vermesi, kolay kolay mazur görülemeyecek vahim bir yanlış.

Temennî edelim ki, Ekren’in GAP atağı bu ihmal ve gecikmeyi telâfi kararlılığının ifadesi olsun ve sür’atle projeye sahip çıkılarak, bir an önce sonuçlandırma iradesi ortaya konulsun.

Tabiî, sadece ekonomiyle de iş bitmiyor.

Olayın sosyal ve kültürel boyutları da çok önemli. Bu meyanda, bilhassa üniversiteler başta olmak üzere eğitim kurumları, bölge insanının inanç ve duygu dünyasına hitap edecek bir zihniyet temeline oturmalı. Pozitivist ve ırkçı felsefeden kaynaklanan ve gönüllerde derin yaralar açan dışlayıcı ve dayatmacı uygulamalara son verilmeli. Eğitim müfredatları dinle bilimi kaynaştıran bir fikir zemininde yoğurulmalı.

Kısaca, atılacak adımlarda Bediüzzaman’ın Medresetüzzehra projesi esas ve örnek olmalı.

Çözüm planının başarısı, kendi vatandaşlarımızla birlikte bölge insanının da gönlünü kazanmayı öngören akılcı ve gerçekçi bir kucaklaşma hamlesini içinde barındırmasına bağlı.

Başarılırsa, her alanda önümüz açılır.

***

Vatan gazetesi, manşet yaptığı “THY sponsorluğu” olayının bir CHP’li tarafından Meclis gündemine getirilmesine hiç değinmedi bile. Ama tetikçi yazarı şimdi de savcılığa soyunmuş.

Utanmazlığın bu kadarına pes doğrusu...

23.11.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Ortak zemin



Endülüs ve onun varisi Fas ile Anadolu’nun ortak bir zemin ve fay üzerinde olduğunu söylemiştim. Gerçekten de Fas Arap olmasına rağmen diğer bütün Mağrip ülkelerinden ve Araplardan farklıdır. Kendisine has bir tarihi geçmişi, kültürü ve kimliği vardır. Farklı bir dokunun ve dokumanın ürünüdür. Bu yönüyle özel bir Arap ülkesidir. Bununla birlikte, İslâm tarihinde tayin edici bir mevkii ve yeri vardır. İki ülkenin manevî tarihine de alperenler damgasını vurmuştur. Bu derin zemin, Kerramiye ile aynı noktada buluşan İbni Teymiyye’nin etkilediği atmosfer tarafından gölgelenmemiştir.

Bediüzzaman, sufilere ait vahdet-i vücut hatta vahdet-i şuhud mesleklerini reddetse de tasavvufun hakaikine sahip çıkmıştır. Aynı dönemde yaşamış olan Hasan el Benna da öyle yapmıştır. Bundan dolayı Hasan el Benna için kimileri ‘sufi selefi’ tabirini kullanmıştır. Esasen Şah Veliyyullah Dehlevi’den Senusilere ve oradan da Hasan el Benna’ya kadar intikal eden bir ara damar var. Bu damara sufi-selefi damar denilebilir. Bunlar kelâmda ve fıkhiyyatta müteehhirin devresini aşarak yeniden selef anlayışına ve yaklaşımına ulaşmak isteyen bir damar veya çizgiyi temsil etmektedir. Müteehhirine ait yolun bir nev'î tıkanmış olduğunu gördüklerinden selef damarıyla onu takviye ve by-pass etmek istemişlerdir. Bu by-pass etmek onu tedavülden veya teamülden kaldırmak anlamında değildir. Dolayısıyla müteehhirin yolunu aynen devam ettirmek isteyenler bir nev'î muhafazakâr çizgiyi temsil ediyorlar.

Bediüzzaman bu meyanda, Şeyhülislam Mustafa Sabri’ye işaret ederek ‘kavaid-i ehl-i sünnete taassup cihetiyle bağlı’ diyor. Bediüzzaman vahdet-i vücud ve vahdet-i şuhudu reddetmesine rağmen yine de İslâm kültürü ve geleneği içinde İbni Arabi’ye yer verir ve tümden onu reddetmez. Mesleğini reddetse de kendisini reddetmez. Bu damar kendisini kadimci olarak veya muhafazakâr olarak tanımlamadığı gibi yenilikçi olarak da tanımlamaz. Tecdide sahip çıkar ama bu tecdit ittibayı esas alan tecdittir. Zamanın ihtiyaçlarıyla ittibayı buluşturan zeminin genel adıdır. Yenilikçi olması tercihten değil, mecburiyettendir. Eskiyi tümden reddetmediği gibi yeniyi de tümden kabul etmez. Bu yenilikte yenilikçilik yani zorlama yoktur. Bu mânâda Şah Veliyyullah Dehlevi ve benzerlerinin çizgisi Muhammed Abduh veya Fazlurrahman çizgisine bağlanamaz. Belki bağlansa bağlansa Nedvetü’l ulema, Ebu’l Hasan en Nedevi ve Bediüzzaman gibi şahsiyetlerin çizgisine bağlanır. Hasan el Benna da siyasi tarzını bir tarafa bırakırsak bu ekol içindedir.

***

Yenilikçilerle kadimciler arasında bu yol itidal yoludur. Bu yolun pencereleri uygulamalı olmasa da (tarikat şeklinde) fikren ve hakaik olarak tasavvufa açıktır. Esasen burada İbni Teymiyye’nin de tasavvufa açık olduğunu hatırlatmalıyız. O daha ziyade şathiyat ve vahdet—i vucud gibi anlayışlara ve büyük oranda da tevile açık olan işari tefsir ekolüne karşıdır. Nitekim George Makdisi’nin bu meyanda yazdıklarını bir İbni Teymiyye uzmanı olan Thomas Michel de doğrulamaktadır. İbni Teymiyye’nin üç tarikattan hırka giydiğini söylemiştir. Bununla birlikte, İbni Teymiyye İslâm fikriyatı içinde İbni Arabi gibilerine hakkı hayat tanımak istemiyor. Bediüzzaman ise bu meseleye daha etraflıca bakıyor. Samir Boudinar adlı Faslı uzman da Fas ile Türkiye arasındaki telaki/lika yani buluşma zeminlerinden birisinin bu anlayışta yattığını söylüyor. Bediüzzaman İbni Teymiyye ve talebesi İbnü’l Kayyim el Cevziyye için ‘Vehhabilerin azim imamlarından ve acip dehaları taşıyan meşhur, dehşetli dahilerden “derken İbni Arabi için ‘hadi ama muhdi değil’ ibaresini kullanıyor. Şeyhülislam Mustafa Sabri çizgisini tefrit İbni Arabi’ye dayanan yenilikçi Musa Beküf (veya Fazlurrahman gibilerin) çizgisini de ifratla suçluyor. Bediüzzaman’ın tasavvufun hakaikine kapalı olmayan bu mutedil yaklaşımı işte Fas ikliminde hüsnü kabule mazhar oluyor. Bediüzzaman’ın temsil ettiği fikriyatın kökleri Fas da bu yönüyle münbit bir zemin buluyor.

***

Fas ile Anadolu arasında ortak zemini temsil ve teşkil eden hususlardan birisi de Ehli Beyt bağıdır. Fas’da İdrisiyye devletini kuranlar Ehl-i Beyt mensupları olmuştur. Kettaniler ve diğer meşhur ilim hanedanları da bilebildiğim kadarıyla Ehl-i Beyte mensupturlar. Bediüzzaman’ın İttihad-ı İslâm bağına ve bu meyanda İbni Haldun’un deyimiyle İttihad-ı İslâm’ın asabiyesi, omurgası ve bir nevi şahs-ı manevisi olan Ehl-i beyt’e işaret etmesi de çok önemlidir. Faslı uzmanlar ortak damarı teşkil eden meselelerden birisinin de Bediüzzaman’ın derinliği olduğunu söylediler. Vüs’at yani ihata ve derinlik Bediüzzaman’ın mümeyyez vasıflarından biridir. Bu derinlik aynı zamanda bir reçete mesabesindedir. Dağınık vaziyette bulunan değerler, reçeteler bütününü ve mecmuasını bir şekilde Risâle- i nurlar toparlıyor ve hazır hale getiriyor. Faslıların ilgisinin bir nedeni de bu.

23.11.2007

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Artistler dönemi



Artist, sinemalar için yazılmış senaryolarda rol alan kişilere denilirdi. Önceden yaşanmış veya yaşanması muhtemel hayal ve hikâyelerin yeniden canlandırılışında rol alanlara verilen bu isim, zamanla hakikat, doğruluk ve gerçekçilik dışında konuşan veya iş görenlere de verilmeye başlandı.

Bediüzzaman Hazretleri Ruslarla savaşırken, at üstünde kaleme aldığı tefsirinde nübüvveti izah eden âyetin yorumunda “Fıtrî karagözlülük sun’î kara gözlülüğe benzemez” derken, mânâ itibariyle hadisenin hakikî kahramanının senaryosunda oynayan artistten nasıl ayrıldığını izah eder.

Senaryoların vermek istedikleri bir mesaj ve ulaşmak istedikleri belli bir netice vardır. Bu hedefi belirleyen kişi veya şahs-ı manevîler, ya bizzat yazar ve icra ederler, veyahut büyük paralarla başkalarına yazdırır ve kiralık oyuncularla gerçekleştirirler. Hedefi belirlenmiş ve büyük menfaatlere kilitlenmişlerin malî güçlerine göre büyük filmler çevrilir, oyunlar oynanır. Bazen de senaryo ve film yerine “proje” kelimesi kullanılır. Artistlerin buradaki isimleri “çalışma grupları ve ekipler” olarak öne çıkar. Yüksek vizyonlu ve düşük vizyonlu projeleri genellikle prodüktörler idare eder, oyuncu, malî destek, haberleşme ve ulaşımını organize eder.

Bilhassa maddî menfaatlerde, iktidar mücadelelerinde ve diğer dünyevî maceralarda çoklukla kullanılan artistlik ve artistlerin siyasette zirveye çıkışları Amerikan siyasetindeki başkan Ronald Reagan ile resmîleşir. Daha sonra Batı siyaset ve idaresinde önemli görev alırlar. Musevi kökenli California Valisi Arnold Schwarzgeneger’i de kategoriye dahil ettiğimizde, bu artistlerin beyaz perdedeki başarılarını reel hayatta gösteremedikleri görülür.

Bediüzzaman Hazretleri Avrupa ile Asya’yı özellikleri itibariyle mukayese ederken, tiyatroculuğun Doğu için geçerli olmayacağını belirtir. Zaten bu husus, Grek, Roma ve Latin medeniyetlerinin kalıntılarında da ortaya çıkar. Avrupa’nın artistliği yeni değildir. Bizde sinemadaki artistliğin reel hayata aktarılışı menfîdir. Takiyye, ikiyüzlülük, gizli maksad, münafıklık ve iğfal gibi kulağa hoş gelmeyen kelimelerle ifade edilir. Bizde kerih görülen bu tarz senaryo ve artistliğin, içimize Avrupa zalim kafirleriyle irtibat içinde bazı münafıklarca sokulduğunu iddia edenler haklı olabilirler. Bu halin, İran ve İsrail kültürlerinden de esinlenerek bazı dindarlarca benimsenmesi millî ahlâk ve bünyeyi tehdit eder duruma getirdi.

Tarihin siyaset boyutunda karşı tarafa kullanılmış artistliğin, günümüzde aile içinde, tebaaya ve sevenlerine karşı oynanması ahlâken mutlaka sorgulanması lâzım bir husustur.

Tüccarın, siyasetçinin, yazar, gazeteci, öğretim üyesi ve idarecilerin zaman zaman artistik yaptıkları Türkiyemizde, emniyet ve paylaşımın cemiyette yok olmaya yüz tuttuğunu görüyoruz. Kur’ân-ı Kerim, “yapmadıklarını” konuşanları tehdit eder. Genel insanî değerlere de zıt olan artistlikle ülkenin idare edildiğini kabul ettiğinizde, bu sıfatın bulaşıcı bir hastalık gibi en alt kademeye indiğini görüyoruz. Bu arada ahiret hayatını esas maksad edinmeleri gereken dinî cemaatlerin de bu hastalıktan nasiplendiklerini söyleyebiliriz.

Artistler toplumda rolleri icabı bazen kahraman kesilirler, bazen mütevazı ve müşfik bir baba olurlar. Rakiplerini etkilemek için hüngür hüngür ağladıkları çok görülür. Menfaat mukabili çevresindeki figüranlarla gerçek olmayan bir kamuoyu oluştururlar. Senaryoyu hazırlayanların küresel bir cemaate dönüşmeleri, maddî şirketlerin ittifak ederek “dev şirketlere” dönüşmeleri gibi, menfaat ortaklığında birleşmiş senaryo sahiplerinin maddî güçleri, medyada oluşturdukları yalancı kamuoyu ve hakikati hissedenlere empoze ettikleri korku, artistlerin ömrünü uzatıyor.

Artistlerin üslubu da önemlidir. Beyanatlarına, kükreyişlerine, ümit dolu vizyon ve vaadlerine inandığımızda, iğfalin ilk seansını yaşamışız demektir. Dinsiz Batı felsefesinden alınmış yalancı bir dil, muhatabı etkilemek üzere oluşturulmuş prensipler, gösteriyi icra ettiğinde başvurduğu vücut dili ve farklı sesler, hep artistik mektebinin öğrettikleridir. Avrupa’da bu terbiye, maalesef son zamanlarda anaokullarına kadar indirildi.

Lisan-ı hal, lisan-ı kaalden daha üstün olduğundan, artistlerin gözlerinin içine ferasetle bakanlar, icraatlarını tetkik ve çevre münasebetlerini tahkik edenler, ekseriyetle artistlerin iğfaline uğramazlar.

23.11.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Terörü alt ederken



Türkiye kalkınan, büyüyen bir ülke. Ancak sağlıklı ve bütünlük içinde büyümek zorunda.

Bu ise büyümemizi istemeyenlerin hoşuna gitmeyecek, ayakbağı olabilecek olaylarla bizi uğraştıracak, sıkıntıya sokacaklar.

PKK olayına bu gözle bakın.

Ülkemizin her şeye rağmen büyümek zorunda olduğuna inanıyor muyuz? Bunda kararlıysak bünyemizi sağlam tutmak zorundayız. Yapılacak iş ise öncelikle bu ayakbağı olan PKK’yi üreten zemini ortadan kaldırmak, kökünü kazımak.

Uzmanlar, düşünen kafalar terör ateşinin sadece maddî güçle söndürülemeyeceğini açık açık belirtiyorlar. Öncelikle bataklığın kurutulması lâzım. Bunun da yolu insana yatırımdan, eğitimden, ekonomik kalkınmadan geçiyor. Değer verilen, insanî muâmele gören; aşını, işini bulan, eğitilmiş insanların teröre bulaşmaları imkânsız.

Tabiî ki eğitimin temelinde insanı insan yapan değerler yer alacak. Sevgi, saygı, şefkat, özveri, diğergamlık öğretilecek. Tâ ki kişi kendi hak ve hukukuna saygı gösterilmesini istediği kadar başkalarının hak ve hukukunu da gözetsin.

Bunda gecikirsek daha çok kan kaybederiz. Analar ağlar, çocuklar yetim kalır, ülke yoksullaşır.

Asırlardır Doğu ve Güneydoğu halkıyla bizi etle tırnak gibi kaynaştıran; Balkanlarda, Çanakkale’de, İstiklâl Savaşında omuz omuza çarpıştıran duygu neydi? Bizi biz yapan değerler değil mi?

Sultan Abdülhamid, zamanın fitneci, bozguncu, bölücü devletlerinin Arapları kışkırtıp Osmanlıdan koparma planlarını gördüğü zaman kolları sıvamış, hatırı sayılır kabile ve tarikat şeyhlerini Anadolu’ya göndererek halka kardeşlik telkinlerinde bulunmalarını sağlamış ve zamanında bölücü güçler göz açamamışlardı.

Doğu ve Güneydoğu bu potansiyelden mahrum değil. Birçok medrese mezunu âlim var, ilim-irfan görmüş, yüksek okul okumuş, yetişmiş, vatanperver insan, dinî lider var. Bunlardan birlik, beraberlik, kardeşlik konusunda istifade edemez miyiz? Risâle-i Nur gibi birleştirici, bütünleştirici, kaynaştırıcı eserlerden faydalanamaz mıyız? Bir zamanlar yöre halkına helikopterlerden âyetli hadisli broşürler atan idareciler nerede?

Bu ülkede, memleketin dört bir yanında devletin dahi yaptıramadığı okulları açacak, yöre halkının medenice yetişmelerini sağlayacak eğitim gönüllüleri var. Bunların önü açılamaz mı?

Kararlı olduktan sonra terörün kökünü kurutmak mesele değil.

23.11.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Asırlık saldırılar



Hemen her vesileyi bahane ederek Üstad Bediüzzaman'a, eserlerine ve talebelerine saldırmayı alışkanlık haline getirenlerin ortak bir özelliği var: CEHALET.

Meselâ, Said Nursî'nin bir sözünü olduğu gibi okuyamazlar, kavrayamazlar, dolayısıyla da yansıtamazlar.

Bir bakıyorsunuz, köşelerden, ekranlardan kasıntılı bir edâ ile "İşte Said Nursî'nin söyledikleri" diyerek, yüksek perdeden ahkâm keserler. Adeta, "Mal bulmuş Mağribî gibi" o sözün üstüne atlarlar. Ardından da âleme nizamat vermeye yeltenirler.

Bunların bir kısmı da, muhbirlik yapmayı, savcıları göreve çağırmayı mârifet bilir. Tabiî, bu da yine aynı cahilliğin bir başka vechesi.

Zira, Nurcular ve Risâle–i Nurlar kadar mahkemede aklanmış ve beraat kararı (1500'den fazla) almış bir başka dâvâ gösterilemez.

İşte, bu çarpıcı gerçeğe rağmen, yine de yazarın biri çıkıyor ve "Nurculuk suçtur, Risâle–i Nurlar yasaktır" diye, tevil götürmez zırvaları peşpeşe dizebiliyor.

Evet, bütün âdil mahkemelerin beraat kararı vermiş olduğu bir dâvâ için, bu cahiller, maalesef herbir vesileyle "Yasaktır, suçtur, zararlıdır..." diye, tekrarlayıp dururlar.

"Suçtur" öyle mi?

Haydi biz de, bu vâdide malzeme arayanlara bir kıyak geçelim; canları isterse bizi ihbar da edebilirler.

Efendiler! Bakın, sizin çok zararlıdır diyerek ihbarda bulunduğunuz o "suç"u biz her gün işliyoruz. Allah'ın her günü, sizin "Yasaktır" dediğiniz Nur Risâlelerini okuyoruz.

Ayrıca, şunu da ilâve edelim ki, bizi ihbar edip hapse dahi attırsanız, yine de değişen birşey olmaz. Orada da hem okur, hem okuturuz. Tıpkı, 1930–1980 yılları arasındaki yarım asırlık zaman diliminde olduğu gibi...

Ancak, şunu da bilin ki, bu imânî eserleri okuyanların bir tek sâbıkasını, vatana millete karşı işlenmiş bir tek suçunu gösteremezsiniz. Yani, bu meyânda elinizde koz olarak kullanabileceğiniz en ufak bir malzeme yok.

* * *

Evet, Said Nursî ve Nurculuğa yönelik saldırıların çoğu cehaletten kaynaklanıyor. Haliyle, insan bilmediği şeyin düşmanı olabiliyor; dahası, hasmâne bir tutum izleleyebiliyor.

Ancak, şunu da gayet iyi biliyoruz ki, saldırıların tamamı cahillikten kaynaklanmıyor. Bir kısım saldırılar var ki, bilerek ve kasten yapılıyor.

Akıllarının sesini, vicdanlarının hissiyatını dinlemeyen, dolayısıyla başkasının sesi durumunda olanlar, siz ne yaparsanız yapın, ne derseniz deyin, onlar yine aynı teraneyi okur, aynı nakaratı tekrarlayıp durular.

Yani, önlerine ne konulduysa, hangi tür bilgiler servis edildiyse, sırf onu yansıtırlar.

Nitekim, bu halin örneklerine de şahit olmaktayız: Meselâ, tâ 27 Mayıs İhtilâli sonrasında Said Nursî ve Nur Risâleleri hakkında yazılmış birtakım yalan–yanlış raporlar vardır ki, bazı kimseler 40–50 senedir, kasten çarpıtılmış o sözleri temcit pilavı gibi ısıtıp duruyor.

Oysa, kişilikleri gibi Nursî'ye olan düşmanlıkları da mâlum olan Turan Dursun ve Neda Armaner gibi kimselerin sipariş üzerine hazırlamış oldukları o raporlar, baştan sonra bir düzmecedir ve bir iftiranâmedir.

Bu iftiranâmede Said Nursî'ye yakıştırılan sözleri ise, kimisi cehaletinden, kimisi de husûmetinden dolayı, tutup medya organlarından halka yansıtmaya çalışıyor.

Buna mukabil, biz de kesin ve bağlayıcı bir dille buradan bir kez daha ilân ediyoruz ki, Said Nursî ve eserleri, asla onların anladığı ve yansıttığı gibi değildir.

Meselâ, Said Nursî'ye şu veya bu sebepten dolayı hasın ve muarız olanların, zaman zaman saldırıya geçerek şu tür iftiralarda bulunduklarına şahit olmaktayız: "Said Nursî, işgal döneminde Yunan ve İngiliz gibi düşmanlarla birlikte hareket etmiş. İstiklâl Harbinde Kuvâ–yı Milliyenin aleyhinde bulunmuş. O bir cumhuriyet ve demokrasi düşmanıdır. Kürtçülük yapmış, ülkeyi bölmeye çalışmıştır. İsyana teşebbüs etmiş, devletin nizamını yıkmaya çalışmış ve bu sebeple mahkûm olmuştur." Vesâire...

İşte, tıpkı Said Nursî'nin eserlerinden yalan–yanlış şekilde, hatta kasdî çarpıtma sûretiyle alıntı yapanlar gibi, yukarıdaki tarzda ipe sapa gelmez iddialarda bulunanları da iki kategoride toplamak mümkün: Cahiller ve hasımlar. Zira, bu kimseler bir türlü mert olamıyorlar. Karşımıza merdâne bir şekilde çıkmıyorlar.

Şayet böyle olmasaydı, Said Nursî'nin sözlerini olduğu gibi, yani orijinal şekliyle alıp öyle yansıtırlardı.

Açıkça ifade edelim ki, ne aktarmış oldukları sözler orijinaldir, ne kitapların sayfa numaraları birbirini tutuyor ve ne de iddia ettikleri gibi ortada bir suç durumu veya mahkûmiyet kararı var.

Evet, yaklaşık bir asırdır Said Nursî ve talebelerine yönelik çeşitli akla hayale gelmedik saldırılar olmuştur. Şeytanın aklına gelmeyecek isnatlar yapılmış, iftiralar uydurulmuştur. Bu meyandan yapılmış olan ihbarların ise, haddi hesabı yoktur.

Ancak, bunca saldırı ve taarruzun hiçbiri delile, ispata dayanmadığı gibi, neticesi de iddia edildiği gibi mahkûmiyet olmamıştır. Artık "kaziye–i muhkeme" haline gelen mütün mahkemeler beraatle neticeleenmiştir.

Bununla beraber, ortada ilim heyetlerinin hazırlamış olduğu bilirkişi raporları ile Diyanet dairesince hazırlanmış olan müsbet raporlar var.

Hakikat–i hal böyle iken, şimdi burada kalkıp hangi bir iddiaya cevap verelim, hangi iftiraya mukabele edelim?

Öncelikle, iddia sahibinin iddiasını ispat etmek gibi bir mecburiyeti var.

Fakat, heyhat ki, bizim karşımızdaki müddeilerin delil ve ispat gibi dertleri yok. Dolayısıyla, hakikate, doğruya değil de, yalana yanlışa itibar ediyorlar. Nursî'nin orijinal eserlerine bakmak yerine, iftiranâmelere bakmayı mârifet sayarlar.

Böylelerine karşı ne denilebilir ve ne yapılabilir ki?

Gerçi, cahil olanları bir şekilde aydınlatmak mümkün... Ancak, bize öyle geliyor ki, 50–100 senedir tekrarlanıp duran aynı iftiraların arkasında bir "kast–ı mahsus" var. Birileri kasten düşmanlık ediyor ve milyonların imanını kurtarmaya vesile olan Nur'lu hakikatleri söndürmeye çalışıyor.

Ama, şükürler olsun ki, bir türlü muvaffak olamıyorlar. Bilâkis, onlar üfürdükçe Nur'un parlaması daha da ziyadeleşiyor. Bu sayede, pekçok insan Nur'dan nasipdar oluyor.

Evet, karanlığın en ziyade koyulaştığı bir zamanda, Üstad Bediüzzaman şöyle diyordu: "Kardeşlerim! Merak etmeyiniz; o Nurlar parlayacak." (Şualar, sayfa: 273)

23.11.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Abdestin hikmetleri ve faziletleri



Sakarya’dan Emel Akay:

*“Abdest almanın hikmetleri, faziletleri, farzları ve sünnetleri nelerdir?”

Abdest kendi içinde maddî temizlik ile mânevî temizliği birlikte barındıran; maddî temizliği sağlamakla beraber, Müslüman’a gönül huzuru ve manevî güç veren bir mahiyete sahip vazgeçilmez bir ibadet adımıdır. Müslüman, abdest almak sûretiyle ruhen ve cismen kendisini ibadete hazırlamış olmaktadır.

Abdest; eller, yüz, ağız, diş, burun, baş ve ayaklar gibi kirlenmeye en açık ve dışarıyla sürekli temas halinde bulunan uzuvların temizlenmesini sağlamak sûretiyle sıhhî bir değer de taşımaktadır. Vücudun dışarıdan alabileceği mikrop yolları, abdest vesilesiyle günde en az beş defa temizlenmiş olmakta; böylece birçok hastalığın önü alınmış; vücudun sinir sistemi ve kan dolaşımı daha düzenli hâle gelmiş olmaktadır.

Abdest öfkeyi dindirir, kızgınlığı giderir, ruhu yatıştırır. Bundan dolayı Peygamber Efendimiz (asm) öfkelenen kimsenin abdest almasını tavsiye buyurmuştur.1 Abdest Mü’minin manevî bir silâhı, görünmeyen tehlikelere karşı manevî bir kalkanıdır.

Abdest alan bir Müslüman, maddî kirlerden temizlendiği gibi, manevî kirlerden de arınmış ve temizlenmiş olur. Her yıkadığı abdest azası ile birlikte günahları dökülüp gittiği gibi, mahşer gününde abdest azalarının her birinin ayrı ayrı parlayacağı müjdelenmiştir.

Abdestin faziletlerini konu alan hadis-i şeriflerden bazıları:

1- Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Abdest alan bir Müslüman, ağzına ve burnuna su verdiğinde ağzı ve burnu ile işlemiş olduğu günahları dökülür gider. Yüzünü yıkadığında yüzünden, hatta iki göz kapakları arasından günahları dökülür gider. Başını meshettiğinde hataları başından, hatta kulaklarından dökülür, gider. Ayaklarını yıkadığı zaman ayakları ile işlediği hataları ayaklarından, hatta tırnaklarının arasından çıkar gider. Böylece o kul, günah ve hatalarından temizlenmiş olur.”2

2- Ebû Hüreyre (ra) rivayet etmiştir: Resûlullah Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Dikkat edin! Size, Allah’ın hataları sildiği ve dereceleri yükselttiği amelleri haber vereyim mi? Meşakkatli de olsa abdesti tam ve adabına riayet ederek almak, uzak yerden camiye gitmek ve bir namazdan sonra diğer namazı beklemektir.”3

3- Ömer bin Hattâb (ra) anlatmıştır: Allah Resulü (asm) şöyle buyurmuştur: “Kim güzelce abdest alır, abdestinde kuru yer kalmaz, sonra da ‘Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve resûlüh’ derse, ona Cennet’in sekiz kapısı açılır! Dilediğinden girsin!”4

4- Ebû Hüreyre (ra) der ki: Peygamber Efendimiz’e (asm): “Yâ Resûlallah! Senden sonra gelecek ümmetini nasıl tanırsın?” diye soruldu. Allah Resulü (asm):

“Düşünün, bir adamın siyah atlar arasında alnı beyaz, ayaklarında seki olan bir atı olsa, o atını tanımaz mı?” buyurdu. Oradakiler: “Evet, tanır” dediler. O zaman Resul-i Kibriya Efendimiz (asm):

“İşte benden sonra gelecek kardeşlerim, abdest sebebiyle kıyamet günü alınları ve abdestte yıkadıkları uzuvları parlayarak gelecekler. Ben ise onları Kevser havuzu başında bekleyeceğim” buyurdu.5

5- Ebû Hüreyre’den (ra) demiştir ki: Allah Resûlü (asm) şöyle buyurmuştur: “Benim ümmetim kıyamet gününde abdest eserinden dolayı yüzleri nurlu, elleri ve ayakları özel işaretli olarak geleceklerdir. Artık bu parlaklığını daha ziyade artırmak hanginizin elinden gelirse yapsın.”6

Abdest esnasında Allah’ın hangi uzuvları yıkamamızı emir buyurduğunu beyan eden âyeti yukarıda zikretmiştik. Buna göre, abdestin farzları şöyledir: Yüzü yıkamak, iki eli dirseklerle beraber yıkamak, başın dörtte birini meshetmek, iki ayağı topuklarla beraber yıkamak.

Dipnotlar:

1- Ebû Dâvud, Edep, 3; Müsned, 4/226

2- İbn-i Mâce, Tahâret, 6; Müslim, Tahâret, 32; Nesâî, Tahâret, 108

3- Nesâî, Tahâret, 107

4- Nesâî, Tahâret, 109

5- Nesâî, Tahâret, 110

6- Müslim, Tahâre, 246

23.11.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Rusya da pişman olacak



Geçtiğimiz hafta sonu (18-20 Kasım 2007) İstanbul’da yapılan “8. Bediüzzaman Sempozyumu” bir noktayı daha ortaya koymaya vesile oldu. İnsan fıtratına aykırı hiç bir düşünce insanlık nezdinde taraftar ve temel bulamazken; fıtrata hitap eden düşüncelerin temel bulmasını engellemek de mümkün değildir.

Rusya’da 70 yıl devam eden ve temelini de ‘Din öldürülecek’ diyenlerin attığı komünist sistem, dertlere çare olmadığı gibi; insanlara huzur ve saadet de getirememiştir. Nihayetinde ‘inançsızlık’ üzerine kurulmuş olan bu sistem çöktü ve ‘Din öldürülecektir’ diyenler; fikirleriyle birlikte öldü!

Malûm olduğu üzere Risâle-i Nur’da, “Rus da dinsiz kalamaz. Geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa, küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikate dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur'ân ile bir musalâha veya tâbî olabilir” tesbiti vardır. Komünizmin ‘dip diri’ olduğu dönemde yapılan bu tesbitlerin, son yıllarda tahakkuk ettiği görüldü. Kur’ân’ın bu asra bakan hakikatli bir tefsiri olan Risale-i Nur’un okunmasını yasaklayan Rusya, attığı bu adımdan dolayı çok çok pişman olacak; ama bu pişmanlığı fayda vermeyecek. Çünkü Risale-i Nur, sadece ülkemizde yaşayanlara hitap eden bir Kur’ân tefsiri değil, insanlığa hitap eden ve onları ikna eden hakikatli bir tefsirdir. Nitekim, “Adalet” konulu sempozyumda yapılan konuşmalar ve bilhassa sempozyuma Rusya’dan katılan ‘ekip’in tesbitleri bunu gösterdi.

Evet, Rusya’da Risale-i Nur mahkeme kararıyla yasaklandı; ancak bazı ayrıntıları da görmek gerekir. Bir defa son ‘yasak’ kararının bir üst mahkemesi, itiraz hakkı var ve ayrıca işin AİHM safhası da bulunuyor. Aslında alınan ‘yasak’ kararı da sınırlı. Çünkü sadece ‘Rusça’ya çevrilen 13 küçük/cep boy kitap ile yine Rus diline çevrilen ‘Asa-yı Musa’ adlı eser ‘yasak’ kapsamında. Yani, bu gün itibarıyla Risale-i Nur’ların İngilizce, Türkçe ya da başka bir dil ile basılan nüshaları Rusya’da yasak kapsamında değil. Bu durum bir bakıma Fransa’da uygulanan ‘başörtüsü yasağı’ gibi sınırlı. Nasıl ki Fransa’daki durumu abartıp, “Başörtüsü Fransa’da da yasak oldu” diye sevinenler haksız ise; “Rusya’da Risale-i Nurlar yasak, darısı başımıza” diye sevinenler de haksız. (Tekrar edelim: Fransa’daki yasak sadece devlete ait ilk öğretim/lise seviyesindeki okullarda uygulanıyor. İlk okullar dahil, hiç bir özel okulda ve devlet dahil hiç bir üniversitede başörtüsü yasağı yok.)

Genelde İslâmın, özelde de onun hakikatli bir tefsiri olan Risale-i Nur’un aleyhinde çalışan ‘uluslar arası ifsat şebekeleri’ bu eserlerin okunmasını engellemek için ‘yasak’lama yolunu seçtikleri için pişman olacaklar. Çünkü güneş üflemekle sönmez ve gündüz de göz kapatarak geceye dönmez. Risale-i Nur, insanların vicdanına ve kalbine hitap ettiği için tesirini Allah (cc) halk ediyor. Yoksa, Risale-i Nur’un Rusya gündemine gelmesi ve tartışmaların bu noktaya ulaşması mümkün olur muydu?

Nasıl ki 11 Eylül ‘İkiz Kule’ saldırıları ve ‘karikatür krizi’ni bahane ederek İslâmın bilinmesini, yayılmasını engellemek isteyenler; ‘netice’den pişman oldular, aynı şekilde Risale-i Nuru yasaklamak için ‘tuzak’ kuranlar da pişman olacaklar. Çünkü Risale-i Nur yasaklanmak istendikçe parlar ve daha çok taraftar bulur. Bunun en güzel örneği Türkiye’de yaşanmış ve yaşanmaya devam ediyor. Rusya’da da üflenerek söndürülmek istenen ‘nur’lar parlayacak inşallah.

23.11.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Okullardaki şiddetin tedbiri...



Gündem karmaşasında eğitimdeki ciddî aksaklıklar tartışılmıyor. Oysa ilkokul seviyesine kadar inen şiddet ve kötü madde bağımlılığı “imdat!” işâretleri veriyor.

Türkiye’de eğitim sistemi bu yönüyle de büyük bir tehditle karşı karşıya. Giderek artan şiddet olayları, uyuşturucu ve “keyif verici” haplar, “iddia” türü talih oyunları, sanal kumar ve şiddeti telkin eden internet oyunları, eğitim yuvalarını âdeta kuşatmış; manevî çöküşün tehlike zilleri çalıyor...

Haraç toplayan, şiddet uygulayan “mahalle çeteleri”, “okul çeteleri”yle buluşuyor. Okullarda kesici ve delici âletlerin artması, öğrenciler arasındaki bıçaklı kavgalar, silâhlanma ve vandalizmin yaygınlaşması, sadece öğrenciler arasında kalmıyor; öğretmene yönelik tehdit hakaretlerle tartaklanma ve saldırılara kadar varıyor.

Son yıllarda ortaöğrenimde tehlikeli bir biçimde tırmanan yaralanma ve hatta ölümle sonuçlanan şiddet olayları, uyuşturucu kullanımının yaygınlaşması, topyekûn maddî ve mânevî köklü tedbirlerin âcilen alınmasını gerekli kılıyor.

Bütün bunların önlenmesi için ekonomik nedenlerden, okullarda polis noktalarının kurulmasına kadar bir yığın sebep ve buna bağlı çözüm önerileri ortaya atılmakta. Ne var ki problemin temeline ve gerçek çözüme yanaşılmamakta...

* * *

Bundandır ki her eğitim yılı başında Millî Eğitim Bakanlığının “tavsiyeleri”yle İçişleri Bakanlığı’nın “çocuklara şiddet ve kötü alışkanlık” genelgeleri, “okullar ve çevresinde alınacak tedbirler” türü genelgeler çok zayıf ve yetersiz kalmakta. Çocukları ve gençleri şiddete, kötü alışkanlıklara ve suça iten yerlerin denetiminden öteye geçmemekte.

Şüphesiz bunlar, caydırıcılıkta vazgeçilemeyecek inzibatî tedbirlerdir. Lâkin denetim ve uyarıların bir noktaya kadar etkili olduğu, suçun illegal alanlara kaydığı gerçeği, bütün bu maddî tedbirlere rağmen dejenerasyonun gün geçtikçe daha da artmasından ve azmasından anlaşılmakta...

İşin aslına bakılırsa, inançsız felsefenin elindeki küresel sermaye, kitlelere sâdece bir pazar ve tüketim kaynağı nazarıyla bakıyor.

Uluslararası uyuşturucu kaçakçılığından, elindeki medya ve sinema sektörünü inançları zayıflatıp insanlığın mâneviyat ve ahlâkını tahribinde istimal ediyor. “Popüler kültür” perdesinde, televole ve piyasa kültürü enjekte ediliyor.

Çocukları ve gençleri dejenere eden çoğu hâriçte hazırlanan ithal mâlı ahlâk bozucu zehirli müstehcen filmler ve diziler, bu menhus maksatla dış kaynaklı tahribatın başını çekmekte.

Bu “kültürsüzlük kültürü” ve başıboş “boşvermişlik”, bilhassa gençleri ve çocukları etkilemekte. Popüler medyanın da sansasyonuyla sürekli şiddet, sefâhet, eğlence kültürü enjekte edilmekte; her şeyi boşveren “hippi”liğini yeni türü “ipod gençliği” türetmekte...

Özetle, iman ve manevî terbiye eksikliği ve âhiret inancının zâfiyetiyle gençler ve çocuklar korkunç boşluğa sürükleniyor. Ve ortalığı boş bulan ifsat şebekeleri, özellikle kalabalık şehirlerde, okul ve sokak çocuklarını “suç unsuru” ve “âleti” olarak istismar ve istimal ediyor.

Bu yüzdendir ki “zehirli bir bal hükmündeki sefâhetkârâne zevkler”in gençliği ve dolayısıyla milleti içine ittiği uçuruma karşı uyaran Bediüzzaman’ın ifâdesiyle, “taşkınlık sâikasıyla gayr-ı meşru dairedeki harekâtın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüfleri” okullarda ve sokaklarda yankılanıyor... (Emirdağ Lâhikası, 176,177)

* * *

Gerçek şu ki okullardaki “şiddet raporları”, şiddetin farklı dinamiklerden tetiklendiğini ortaya koyuyor. Dövme, işkence, yaralama, öldürme, darp, küfür, kötü söz, aşağılama ve benzerî davranışlar, sadece okulda değil, âile ortamından sokaklara, stadyumlardan internet kafelere kadar çocukların ve gençlerin gittiği mekânlarda türetiliyor.

Belli ki âilenin tek başına verdiği terbiye, televizyon, sokak ve okulda desteklenmeyince tahribatla baş edilemiyor. Bir an evvel okullar, bu tehlikeli gidişten kurtarılmalı, artık günü birlik demeçlerin ötesinde, köklü tedbirlerle probleme tehlike bertaraf edilmelidir...

Topyekûn tahribata karşı mücadele de topyekûn olmalı. Bunun içindir ki tedbirler, okul ve âile birliği içinde sokağı ve medyayı kapsayan bir gerçeklikle ele alınmalı. Millî Eğitim, okul idarecileri, öğretmenler, eğitim kurumlarında salt polisiye ve maddî tedbirlerle yetinmeyip “manevî tedbir”e yönelmeli.

Aksi halde, hâlâ “rejim kaygısı,” “laiklik elden gidiyor” paranoyası ve “irtica tehlikesi” uydurmasıyla bin yıldır toplumu huzur içinde yaşatan, gençliğe inancı, ahlâk ve edebi, saygı ve vefa duygularını veren manevî eğitimden yoksunluk, çocukları ve gençleri tuzaklara düşürmeye devam edecek...

Asıl çâre, bu mânevî tahribata karşı mânevî tamirattır. Bütün bu sinsî oyun ve desîselere karşı, inancı tahkim eden, ahlâkı önceleyen mânevî terbiye ve eğitimin müfredata konulmasıdır.

Bu maksatla altı bin sayfalık Kur’ân tefsiri müellifi Bediüzzaman, Gençlik Rehberi’nde, ahlâkı ve mâneviyat bozgunculuğuna karşı, iffet ve ahlâk dersini verir. “Eğer terbiye-i İslâmiye ile, o gençlik nîmetine karşı bir şükür olarak, iffet ve nâmusluluk ve tâatte sarf etseniz, o gençlik mânen bâkî kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak” diye gençliğin kurtuluş yolunu bildirir. (Sözler, 134)

23.11.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Yeni anayasa



Yapılan kamuoyu baskısı ve eleştiriler neticesinde AKP nihayet yeni anayasa çalışmaları ile ilgili hazırlıklarını kamuoyu ile paylaşmaya başlıyor.

Terörle mücadele ve sınır ötesi operasyon tartışmaları sebebiyle gündemin gerisine düşen sivil anayasa tartışmaları, yeniden hız kazanıyor. AKP’de bugün başlayacak üç günlük kamp süresince milletvekillerinin taslakla ilgili görüşlerinin alınması bekleniyor, son kararın da burada verileceği dile getiriliyor. Erdoğan’ın Aralık ayı içerisinde buradan çıkacak taslakla ilgili siyasî parti liderlerine bilgi vereceği, katkı ve desteklerini isteyeceği de belirtiliyor.

Bu arada hükümetin Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği ile Türkiye Barolar Birliği gibi bazı kuruluşlarında hazırladığı anayasa teklifleri de beraber kamuoyuna açıklayacağı bildiriliyor.

Yapılan anketler hükümetin sivil anayasa yapmak için yürüttüğü çalışmalardan halkın yüzde 53’nün habersiz olduğunu ortaya koyuyor. ANAR tarafından yapılan araştırmaya göre, Türkiye’nin “sivil anayasaya ihtiyacı olduğunu” söyleyenlerin oranı yüzde 53.5 civarında… Sivil anayasa halka anlatılırsa, bu oranın çok daha yüksek çıkacağı da kesin.

* * *

Temel sağlam olursa yapı da sağlam olacağından, anayasanın temelinde neler olmalı? Anayasa’da, olmazsa olmaz denilebilecek maddeleri şöyle sıralamak mümkündür:

Öncelikle sivil olmalı. 12 Eylül 1980 ihtilâlinin izlerini taşıyan 1982 anayasasında ilgili maddeler ayıklanmalıdır. Siyasî partiler için “sivilleşme kriteri” haline gelen geçici 15. madde kaldırılmalıdır. Birçok mağduriyete yol açan ve hukuk devletinin de gereği olarak Yüksek Askerî Şûrâ ve HSYK kararları yargı denetimine açılmalıdır.

Özgürlükçü olmalı. Mevcut anayasa birçok özgürlüğü kısıtladığı için pek çok eleştiri sonucunda bazı maddeleri değiştirilmiş ancak bir türlü düzeltilememiştir.

İnsan hak ve hürriyetlerini dikkate almalı. Bunun için inanç, din, vicdan, düşünme, ifade özgürlükleri alabildiğince geniş tutulmalı.

Net ifadeler yer almalı. Yürürlükte olan anayasada yoruma açık ifadeler olduğu için herkes kendisine göre yorum getirmiş, bu da pek çok sıkıntılar meydana getirmiştir. Bu yüzden muğlâk, karmaşık ifadeler kullanılmamalıdır.

Kısa ve öz olmalı. ADAG Vakfı Başkanı Prof. Dr. Gürbüz Aksoy’un tesbitine göre, üniversitelerle ilgili Alman Anayasasında 10 kelime, 1961 anayasasında 260 kelime, 1982 anayasasında ise 500 kelime yer almış. Yani, kelimeler arttıkça mesele daha iyi anlaşılmıyor, daha da çetrefilli hale geliyor.

Demokrasi tam hâkim kılınmalı. Moda tabirle yeni anayasada sözde değil, özde demokrasi olmalıdır.

İfade özgürlüğü alabildiğine geniş tutulmalı. İnsanlar ifadelerinden dolayı yıllardır sıkıntı çekiyor. Bu özgürlük alanı anayasa ile teminat altına alındığında kanunlarda bunu uygun hale getirilmelidir.

Evrensel insan hakları yeni anayasada yer almalı. AB kapısındaki Türkiye’nin, AB’ye entegrasyonunu sağlayacak bütün özgürlükleri kapsamalıdır.

Devleti değil, kişiyi koruyan anayasa yapılmalı. 1982 Anayasası, millete karşı devleti güçlendirme ve korumayı hedeflemiştir. Anayasalar millet için yapılmalıdır. Herkesin benim diyebileceği bir anayasa hazırlanmalıdır.

Anayasanın ideolojisi olmalıdır. Prof. Dr. Eser Karakaş’ın dediği gibi, anayasanın ideolojisi insan hakları ideoloji olmalıdır.

Kurumların tarifleri doğru yapılmalı. Yasama, yürütme ve yargı birbirlerini engelleyen değil, vatandaşa hizmeti ön plânda tutan bir yapıya kavuşturulmalıdır.

Meclis tarafından hazırlanmalı. Sivil anayasa taslağını hazırlayan altı kişilik bilim heyetinde bulunan Prof. Dr. Yavuz Atar, “insan haklarını gözeten bir anayasadan hiçbir şekilde vazgeçilemeyeceği”ni söylerken, Anayasa değiştirme yetkisinin Meclis’e ait olduğunun altını çiziyor. “Meclis bir maddesini değiştirebiliyor, 10 maddesini değiştirebiliyorsa, yeni bir anayasa da hazırlayabilir” diyor.

* * *

Artık Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı olduğu anlaşıldı. Yeni anayasa yapılırken de başta partiler, sivil toplum kuruluşları, üniversiteler, hatta başkanlığa veya bakanlıklara gelen kişisel mailler, mektuplar dikkate alınmalı.

Yeni anayasa hazırlanırken, kısır çekişmeler bırakılıp, geniş perspektiften ve demokrasi penceresinden bakılmalı. Tartışmalar, eleştirilen yapıcı ve verimi arttırıcı yapılmalı.

Özetle, Türkiye yamalı bohça haline gelmiş mevcut anayasadan bir an önce kurtulmalı. Bu artık net şekilde ortaya çıkmıştır. Özgürlükçü, sivil, temel hakları gözeten yeni bir anayasa kısa zamanda hazırlanmalıdır. Bu değerlerden de kesinlikle geri adım atılmamalıdır.

23.11.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri