Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 25 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İslam YAŞAR

Dehşetin lezzeti



Evliya Çelebi’nin teşviki ve delâletiyle gittik Diyarbakır’dan Mardin’e. Çünkü Diyarbakır’ın hikâyesi, Mardin macerası ile devam ediyordu.

Seyahatnâme’de anlatıldığına göre Hazret-i Yunus Aleyhisselâmın Nergis Mağarasında yaşadığı günlerden birinde müşriklerin ileri gelenleri yanına gelmişler ve Şahika Dağı’ndaki mağarada türeyen bir yılanın aralarında Mü’minlerin de bulunduğu pek çok insanı yediğini, eğer mucize gösterip o ejderhayı öldürürse kendilerinin de iman edeceklerini söylemişler.

Haberi duyunca, hemen Şahika Dağı’na giden Yunus Aleyhisselâm, taş atarak ejderhayı öldürüp ahâliyi büyük bir belâdan kurtarmış. Ardından da insanlara getirdiği dinin esaslarını anlatmaya başlamış.

Orada kaldığı zaman içinde hem insanların ekseriyeti inandığı, hem de dağın havası sıhhatine iyi geldiği için zirvedeki düzlüğe bir kale yaptırıp yazları orada yaşamaya karar vermiş.

O havalide yaşayan insanlar peygamberin bu kararına çok sevinmişler. Onun daha önce kavminin vefasızlığı yüzünden çektiği acıları öğrenince kendi içlerinden öyle insanların çıkmasına mani olmanın çarelerini aramışlar.

Hazret-i Yunus’un kendilerini kurtardığı büyük felâketi unutmadıkları takdirde ona karşı vefasızlık yapamayacaklarını düşünmüşler ve her söyleyişte o ejderha yılanını hatırlamak için dağa, yılan mânâsına gelen Mar Dağı adını vermişler, dağın yamacına kurdukları şehre de Maridini demişler.

Mardin’in kuruluş macerasını böyle anlatan Evliya Çelebi, o hadisenin tarihî kaynaklarda geçmemesinin, “Rum ve Yunan tarihçilerin, kendi Hıristiyan inançlarına göre birçok hayaller yazmalarından” ileri geldiğini söyledikten sonra, anlattıklarının mübalâğalı bir rivayet zannedilmemesi için tarihçi Makdisî’yi de kaynak olarak göstermiş.

Mardin hakkında yazılan kitaplarda, yazılarda, ansiklopedi maddelerinde, kuruluşundan düşman işgalinden kurtulduğu 21 Kasım 1922 tarihine kadar geçen beş bin yıllık zaman içinde şehre hakim olan yirmi beş devlet sayılıp hükümdarları anlatıldığı ve bazı eserler onlara izafe edildiği hâlde Yunus Aleyhisselâmdan bahsedilmemesi de onu teyid ediyordu.

Tarihî çehresi pek değişmediğinden Dünya Kültür Mirası listesine alınan Mardin’e giderken hep Evliya Çelebi’nin anlattığı maceraları konuşup düşündüğümüz için zihnimizde Göreme, Sürmene, Kapadokya, Ihlara, Hasankeyf gibi taş kovuklarından, mağaralardan, inlerden müteşekkil iptidaî bir yerleşim merkezi canlanmıştı.

Fakat aradaki mesafeyi aşıp dağa doğru döndüğümüzde görüş mesafemizi, dağın yamacında, boyu eninin on katı uzunluğunda beyaz kireç taşından yapma bibloyu andıran bir şehir kaplayınca şaşırdık.

İçimizden, dağın tabiî taş kütlesinin ince ince oyulup işlenmesi neticesinde yapıldığı hissi uyandıran bu taş şehri bir ucundan başlayıp adım adım gezerek bütün teferruatı ile incelemek; taş oymalara, ahşap kabartmalara el sürerek koca şehri, bir evi tezyin edercesine itina ile işleyen san’atkârların heyecanını hissetmek geçti ise de yapamadık.

Bunun üzerine ilk olarak sevimli seyyahımızın, başka yerlerin aksine hülâsaten anlattığı kaleyi gezip hâlâ Yunus Nebi Savması adıyla anıldığını söylediği mağarayı görmek istedik.

Ne var ki, askerî bölge olduğundan Mar Dağı’nın zirvesinde gümüşten bir taç gibi duran ve içinde büyükçe bir mahallenin, caminin, sarayın kalıntılarının olduğu söylenen kaleyi de, Hazret-i Yunus’un (a.s.) ejderhayı öldürdüğü rivayet edilen mağarayı da göremedik.

“Evliya Çelebi son asırlarda yaşasaydı, Mardin’i anlatırken mezkûr maceranın dışında başka hangi şahsiyetlerden ve hadiselerden söz ederdi acaba?” dedi arkadaşlardan biri, biz seyahatin seyrini tayin etmeye çalışırken.

“Elbette Said Nursî’den ve burada yaşadıklarından” dedi diğeri de.

Gerçekten de o soruya verilebilecek en makul cevap buydu. Zira Bediüzzaman 1892 yılında Mardin’e geldiğinde on beş, on altı yaşlarında, henüz bıyığı bile terlememiş bir delikanlı olmasına rağmen yaşadığı hadiseler bölge hududunu aşmıştı.

Meselâ kendisine çocuk nazarı ile bakıldığı hâlde medreselerde yapılan bütün münâzarâlarda âlimleri ilzam etmiş, bazı mollaların takındıkları hasımâne tavırlara Ulu Cami’nin minaresinde yaptığı harika bir cesaret gösterisi ile cevap vermiş, meşrûtiyeti din adına sahiplenmiş, ardından da sürgün edilmişti.

Evliya Çelebi; san’atla sadeliği, mübalâğa ile gerçeği mezcettiği o akıcı üslûbu, hisleri incitmeyen nezih nükteleri ile Said Nursî’yi ve yaşadığı hadiseleri anlatsa, kim bilir ne kadar harika bir seyahatnâme örneği meydana gelirdi.

Aslında o hadiseler; gezerken yaşadıkları kadar görüp duyduklarını da yazan her seyyah için bulunmaz bir malzeme idi. Fakat bunu ondan başkası yapmaya kalktığı zaman Çelebi’lik taslamak şeklinde telâkki edilir ve yadırganırdı.

Bu yüzden biz, haddimizi aşmamak için öyle bir şeye tevessül etmedik ve Bediüzzaman’ın Mardin maceralarını, kaldığı medreselerde ve yaşadığı yerlerde hatırlayıp hatırlatma gayreti içine girdik.

Onun gibi, Şark şehirlerine seyahate çıkan Cemaleddin-i Efganî’nin talebesi ve Şeyh Sünusî’nin müridi ile muhtemelen o medreselerden birinde tanışmış, onlarla oralarda dünya meselelerini müzakere ederek fikirlerine âşinâ olmuş.

Kendisinin “İnkılâptan on altı sene evvel, Mardin cihetlerinde beni hakka irşad eden bir zâta rast geldim. Siyasetteki muktasıd mesleği bana gösterdi. Hem tâ o vakitte meşhur Kemal’in rüyasıyla uyandım” diyerek hürriyet şairi Namık Kemal’e de atıfta bulunduğu gibi Osmanlı memleketlerinde hızla yayılan meşrûtiyet hareketlerine ilk defa o zaman muttali olmuş.

Meşrûtiyeti, mahiyetini bilmeden medreselilerin reddetmelerini de, mekteplilerin kabul etmelerini de doğru bulmamış ve bu harekete din adına sahip çıkarak inkâr veya istismar edilmesine fırsat vermemiş.

Bu tavrının yanı sıra, yaptığı bütün münâzarâlarda muhataplarını ilzam etmesinin de tesiriyle bazı mollaların, duydukları rahatsızlığı çeşitli vesilelerle izhar etmeleri üzerine, medreseden ayrılarak Ensarî sülâlesinden Eyüb Efendinin evinde kalmaya başlamış.

Bediüzzaman’ın o zaman hangi medreselerde kaldığını ve nerede kimlerle görüştüğünü bilmediğimizden; yapılış maksadının dışında kullanılan Hatuniye, Marufiye, Zinciriye, Sultan İsa, Sultan Kasım medreselerini gezerken hep o hadiseleri tahattur ettik.

Medreselerden sonra Eyüb Efendinin konağına gidemedik, ama oraya has husûsiyetler taşıyan ve mahallî eşyalarla tefriş edilen ‘Firdevs Köşkü’nü gezerek Mardin’in meşhur taş evleri hakkında umumî bir kanaat sahibi olduk.

Üstad Hazretleri, Şehidiye Mahallesi’nde, aynı adı taşıyan camide bir süre talebelere ders verip ziyaretine gelenlerin sorularını cevaplandırdığından camileri gezmeye oradan başladık.

Şehrin merkezini teşkil eden bu mahalledeki küçük, büyük bütün camilerin kendilerine has san’at değeri taşıyan mimarî özellikleri vardı ve hepsi de bediî hisleri doyuracak mükemmellikteydi.

Bazı arkadaşlar, o eserleri görüp geçmeyi san’ata saygısızlık sayarak iyice incelemek için biraz daha kalmak istedilerse de Ulu Cami’de hepsinin örneklerini göreceğimizi söyleyerek oraya gittik.

Selçukluların yaptırdığı Ulu Cami, Mardin’in en büyük mabedi. Meyilli bir araziye yapıldığından, bahçesi biraz küçükse de Sünnî ve Şâfiî cemaat yerleri, hamamı, medresesi, kütüphânesi, meşrûtası ve sair müştemilâtıyla olduğu kadar san’at, tezyinât, tefrişât cihetiyle de bölgedeki benzerlerinden pek bir farkı yok.

Lâkin minaresi müstesna...

Bir Artuklu eseri olan bu minare, iki kademeli, köşeli bir kaide üzerine oturtulmuş, silindir şeklindeki uzun gövdeden, geniş şerefeden, kemerlerle bağlı şerefe sütunlarından ve yivli taşlardan örülmüş kubbemsi alem ayağından müteşekkil muazzam bir eser.

Sade bir yapı olan caminin aksine, gövdesi bölmelere ayrılan ve her bölme geometrik şekillerden, ince desenlerden, nezih hatlardan müteşekkil taş kabartmalarla süslenen minare, dış tezyinatı itibariyle türünün en nadide örneği.

Gerçi Hasankeyf’deki El-Rızk ve Sultan Süleyman camilerinde; şekillerinden, taş işçiliklerinden, süslemelerinden, aynı ustaların elinden çıktığı anlaşılan birer minare daha varsa da bu onlardan daha geniş ve yüksek.

Hepimiz san’ata müştak mizaçta insanlar olduğumuzdan, iki namaz vaktinin arasını oraya ayırmamıza rağmen caminin içine, minarenin dışına bakmaya dolamadık.

Orada daha uzun zaman mütecessis bir nazarla bu san’at eserlerini incelemeye devam edebilirdik ve bundan da apayrı bir haz alırdık ama minarenin şerefesine de behemehal uğramamız gerekiyordu.

Çıkacağımız minare yüksek, gideceğimiz yer dar olduğundan teklifi umumîleştirmedik ve bir arkadaşla birlikte hevesle basamakları çıkmaya başladık. Hava deliklerine yuva yapan güvercinlerin kanat velveleleri arasında nefes alıp verişimiz hızlandıkça tırmanışımız yavaşladı ise de şerefeye çıkarak uzun uzun nefesledik.

Biraz kendimize gelince duvara tutunarak ayağa kalktık ama korkuluklara yaklaşamadık. Bediüzzaman’ın “Gel Kasım burada biraz dolaşalım” diyerek şerefe korkuluğunun üzerinde gezindiğini hatırlayınca biraz cesaretlenip korkuluklara tutunduk ve önümüze açılan müthiş boşluğa bakmaya başladık.

İlk defa o zaman, orada hissettik dehşetin lezzetini. Çünkü gözümüz kararmasına, başımız dönmesine ve bütün benliğimizle ürpermemize rağmen uzun süre o muazzam manzarayı temâşâ etmekten kendimizi alamadık.

Yunus Aleyhisselâm, o müthiş mağaradaki dehşetli yılanı öldürüp ovayı seyre dalınca da aynı lezzeti hissetmiş olmalı ki, o hazzı tekrar tekrar yaşamak için dağın zirvesine bir kale yaptırıp her yaz oraya gelmişti.

Minareyi yaparken, yükseldikçe lezzetin ziyadeleştiğini hisseden usta bu seviyeye ulaştığında nazarını dehşetin lezzetinden ayıramayınca kubbemsi taş külâhı takarak minareyi tamamlamıştı.

Bediüzzaman da buraya çıkıp insan ruhunda, sonsuzluğa kanatlanma hissi uyandıran o dehşetli manzaraya baktığında çok farklı bir lezzet hissetmiş ve şerefe korkuluklarının üzerine çıkıp dolaşmaktan kendini alamamıştı.

Biz değil öyle bir şey yapmak, orada durmakta bile zorluk çektiğimizden ufku temâşâ ederek şerefeyi turlayıp dehşetin lezzetini bütün benliğimizle bir daha yaşadık ve aşağıya indik.

Ulu Cami’den ayrıldıktan sonra Üstadın, hançerini almak isteyen zaptiyelere karşı koyup birini yaraladığı üstü kemerli dar sokaklardan geçtik ve onun, şehirde karışıklık çıkacağı iddiasıyla sürgün edildiği hattı takip ederek yine dehşetin lezzetini yaşadığı bir başka yere geldik.

Savur ilçesine bağlı Ahmedî Köyü yakınlarında bir pınar başıydı burası. Bediüzzaman, elleri kelepçeli, ayakları bukağılı olarak jandarma nezaretinde sürgüne giderken namaz vakti girince burada namaz kılmak istediğini söyleyerek kelepçeleri açmalarını istemiş.

Onun kaçmasından endişe eden jandarmalar bu isteğini yerine getirmeyince o kelepçeleri çözüp bukağıyı çıkararak attan inmiş ve pınardan abdest alıp namazını kıldıktan sonra tekrar takmalarını söylemiş.

Bediüzzaman’ın, sonraki yıllarda ‘namazın kerameti’ olarak izah ettiği bu hadiseye hayret eden jandarmalar “Biz şimdiye kadar muhafızınızdık, artık hizmetkârınızız” diyerek kelepçeleri takmamışlar ve yola devam etmişler.

Öyle bir hadiseyi yaşamak değil, yüz yirmi yıl kadar sonra yaşandığı yerde namaz kılmak bile dehşetin lezzetini hissetmemize yetti.

DÜZELTME:

Geçen hafta bu sayfada çıkan Diyarbakır’ın Hikâyesi yazısında geçen ‘Sünnî ve Şiî cemaate mahsus mihraplar’ cümlesinde ‘Şâfiî’ kelimesi sehven ‘Şiî’ şeklinde çıkmıştır. –Mustafa Ekinci’nin ikazıyla– düzeltir özür dileriz.

25.11.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Nurun iki mânevî kahraman fedâisi: Hâfız Ali ve Hasan Feyzi



“ÜSTADINA BEDEL ŞEHİD OLDULAR”

Hayatlarını iman ve Kur’ân hizmetine adayan, ömürlerini Üstadları Bediüzzaman’a fedâ eden Nurun iki kahramanı ve mânevî şehidlerinin kabirlerinin bulunduğu Denizli’de bugün mevlid var.

Onlar nurun iki “fidye-i mübâreki”ydi; hayatını Üstadları Bediüzzaman’a ve Kur’ân tefsiri Risâle-i Nura adamış Nurun fedâileriydi...

Bediüzzaman, Risâle-i Nur’un “saff-ı evvel” talebelerinden ve “Isparta kahramanları”ndan merhum Hâfız Ali’nin vefatı için şunu yazar: “Aziz, sıddîk kardeşlerim. Ben merhum Hâfız Ali’yi unutamıyorum. Onun acısı beni çok sarsıyor. Eski zamanlarda bazen böyle fedakâr zâtlar, kendi dostu yerine ölüyorlardı. Zannederim, o merhum benim yerimde gitti. Onun fevkalâde hizmetini eğer sizler gibi o sistemde zatlar yapmasaydı Kur’âna, İslâmiyete büyük bir zâyiat olurdu. Ben, onun vârisleri olan sizleri tahattur ettikçe, o acı gidiyor, bir inşirah geliyor.” (Şuâlar 292, 330)

Yine Bediüzzaman, “Aziz kardeşim Hâfız Ali” hitabıyla kendisine yazdığı bir başka mektubunda, “Hastalığına merak etme. Cenâb-ı Hak şifa versin. âmin. Hapiste herbir saat ibadet on iki saat ibadet yerinde bulunmasından, çok kârlısın. İlâç istersen, bir kısım dermanlar bende var, sana göndereyim. Zaten ortalıkta bir hafif hastalık var. Ben mahkemeye gittiğim gün, herhalde hasta oluyorum. Belki sen bana yardım etmek için, eski zamanda birbirinin bedeline hasta olması ve ölmesi gibi harika fedakârlık gösteren zatlar gibi, benim bir parça rahatsızlığımı aldın” ifâdeleriyle fedakârlığını haber verir. (Şuâlar, 290)

1898’de İslâmköy’ünde dünyaya gelen Hâfız Ali Ergün, 17 Mart 1944’de Denizli’de Üstad’ına bedel kendini fedâ ederek ebediyete irtihal eyler.

Denizli Hapishanesinde mevkuf iken vefat eden merhum Hâfız Ali, Denizli Ağır Ceza Mahkemesinde, “Efendim, evet ben, Risâle-i Nur’un hemen ekser parçalarını anlayarak okuduğum gibi Üstadım Said Nursî’nin de on iki seneye yakındır en gizli ve en ince esrarına kendimi vâkıf biliyorum” diye çekinmeden şu ifâdeyi verir: “Ben ne Risâle-i Nur’da ve ne de Üstadımda emniyet ve âsayişe zarar verecek bir emare, bir meyil görmediğim gibi âsayiş ve emniyetin temel taşlarını onlardan öğrenip müddet-i ömrümde mahkeme safahatını ancak bu def’a gördüğüm gibi; şu benim gibi suçlu olarak huzurunuzda bulunan cemaat-i nuraniyenin de ifâdelerinden benim gibi olduklarını da anladım.”

İslâmköy’ü kendi köyü olan Nurs gibi gören Bediüzzaman, bu beldeye ve İslâm köylü Nur talebelerine büyük bir alâka gösteriyordu. İman ve Kur’ân hizmetinin “Nur fabrikası” İslâmköy’de kurulmuştu. “Nur fabrikasının sahibi” de Bediüzzaman’ın bildirmesiyle Hafız Ali idi. Bediüzzaman mektuplarında “Nur fabrikası sahibi Hâfız Ali Kardeş” diye hitap eder; ve “Isparta kahramanı” olarak yâd eder. Bundandır ki Bediüzzaman, Denizli hapsinden tahliye olduktan sonra, ömrünü hizmetine ve mânevî şahsiyetine adayan Hâfız Ali’nin kabrini ziyaret eder ve şu ifadeleri buyurur: Mahkeme-i kübrâ-i haşirde Risâle-i Nûr talebelerinin bayraktarı şehid, merhum Hâfız Ali rahmetullahi aleyhi, ebeden dâimâ...”

Bediüzzaman’ın bu duâsı Nur talebeleri tarafından mezar taşlarına şöyle yazılır: “Haşirdeki mahkeme-i kübrada Nur talebelerinin âlemdârı’ Nur fabrikası sahibi fidye-i üstad-ı mübârek menba-i envar Hafız Ali Ağabey (Ergün)”

Merhum Hâfız Ali, “Eyyühe’l-Üstadü’l-Muhterem, hayatımın her safhasından kıymetli ve o hayatı, pervâne-misâl, bir emrinin infâzına ateşte yakmaya her an hâzır olduğum kıymetli Üstadım” başlığıyla yazdığı bir mektubunda, “Üstadım, bize emânet olarak ve ne zaman alınacağı meçhul olan hayatın ve her zaman emrine âmâde ve hazır olduğum Cenâb-ı Mün’imin, o emânet üzerine ne gibi emri vâki olsa, inşaallah, bilâ-tereddüt emânetini iâdeye hazırız” diyordu.

Peşinden de, “Evet, Üstadım, belki de boyumdan aşan ve belki dahilimin de siyah çamurlara mezc olduğu ve tefessüh etmeye başladığı bir zamanda Hızır gibi yetişip ve misl-i Lokman, Kur’ân-ı Hakîmin şifâhanesinden lemeân eden muâlecelerle (ilâçlarlarla) tedâviye başladınız. Hayat ismine lâyık bir hayat bahşına vesilesiniz. O hayatı ihsan edene ve vesile olan uğruna, o hayatı ifnâ etmemek kâr-ı akıl değildir” diye kendini fedâya hazır olduğunu bildiriyordu. İşte Bediüzzzaman, daha mektubun sonuna gelmeden bu cümleye koyduğu “hâşiye” ile, “Benim bedelime şehid olacağını hissetmiş. Kuvveti ihlâsın kerâmeti olarak haber veriyor. Haber verdiği gibi şehid oldu” diye mektubun sonuna not düşüyordu. (Barla lâhikası, 81)

“Güzel ve tam yerinde bir tâziyenâme” başlığı altında bütün Nur talebelerine gönderdiği diğer bir lâhika mektubunda, “Aziz, sıddık kardeşlerim. Ben hem kendimi, hem sizi, Risâle-i Nur’u tâziye ve merhum Hâfız Ali’yi ve Denizli mezaristanını tebrik ediyorum” diye yazıyordu.

Ardından da, “Meyve Risâlesinin hakikatini ilmelyakîn ile bilen bu kahraman kardeşimiz, aynelyakîn ve hakkalyakîn makamına çıkmak için, kabre cesedini bırakıp melekler gibi yıldızlarda âlem-i ervahta seyahate gitti ve tam vazifesini yapıp terhisle istirahate çekildi. Cenâb-ı Erhamürrâhimîn, Risâle-i Nur’un bütün yazılan ve okunan harfleri adedince defter-i a’mâline hasenat yazdırsın, âmin. Ve onların sayısınca onun ruhuna rahmetler yağdırsın, âmin. Ve kabrinde Kur’ân’ı, Risâle-i Nur’u ona şirin ve enis arkadaş eylesin, âmin. Ve Nur fabrikasına onun yerine on kahramanı ihsan edip çalıştırsın, âmin, âmin, âmin..” diye duâ ediyordu.

Akabinde de bütün Nur talebelerine, “Siz dahi benim gibi duâlarınızda onu yâd ediniz. Bin lisan onun lisanı yerine istimal edip, o kaybettiği bir hayat ve bir dil yerinde mânevî bin hayat kazandı diye rahmet-i İlâhîden ümitvarız” müjdesini veriyordu.

Merhum Hâfız Ali’yi aynen hayattaki gibi Risâle-i Nur’la meşgul olarak en yüksek bir ilimde çalışan bir talebe-i ulûm vaziyetinde ve tam şehidler mertebesinde ve tarz-ı hayatlarında biliyorum ve o kanaatle ona ve onun gibi Mehmed Zühdü’ye ve Hâfız Mehmed’e bazı duâlarımda derim” diyen Bediüzzaman mektubunu şu duâ ile bitiriyordu: “Yâ Rabbî! Bunları kıyamete kadar Risâle-i Nur kisvesinde hakaik-i imaniye ve esrâr-ı Kur’âniye ile kemâl-i ferah ve sevinçle meşgul eyle; âmin. İnşaallah.” (Şuâlar, 291, 328-329)

Denizli’nin yetiştirdiği aziz Nur talebelerinden birisi olan Hasan Feyzi Yüreğil, Hâfız Ali’nin kabrini ziyaretten sonra hislerini şöyle ifade eder::

“Şehid-i mağfur Hâfız Ali Efendi’nin kabr-i şerifini ziyaret:

“Ey nur yolunun yolcusu, ey ruh-u münevver

“Bu medfen-i pâkin ola ruhun gibi enver.

“Ey ölmeyen, ey fidye-i üstad-ı mübarek

“Razı ola Allah Teâlâ ve tebarek

“Gönderdi selâm, bak sana Hazret-i Üstad

“Hem ruh-u azizi dedi her dem ola dilşâd

“Kur’ân-ı Kerim uğruna fanideki hizmet

“Bahş eyledi şimdi sana sonsuz ebediyyet

“Yerlerde beşer, gökte bütün nurlu melekler

“Her gün sunuyor ruhun için arşa dilek

“Bu makbereler fahredecek haşre kadar hep

“Emvata okut nüsha-i enver, aç yine mektep

“Ey menba-i envâr ve ey hâfız-ı esrâr

“Ey canını canana veren zat-ı fedakâr

“Hafız diye ben namını duydum o huzurda

“Medhin okunur hem de bugün meclis-i nurda

“Sun kevser-i safi, bize sensin yine saki

“Bahş eylemiş Allah sana bir âlem-i baki

“Sormam sana bir şey ne bugünden ne de dünden

“Bir nokta okut sen bize esrar-ı ledünden”

Yine “Risâle- i Nur ‘un mânevî avukatı” Ahmed Feyzi’nin kahraman Nur kardeşi Hafız Ali’nin vefâtı üzere yazdığı ve “Âlem-i melekûta bir arîza” başlıklı “çok hakikatli bir mersiye”, “Şehid, mağfûr Hâfız Ali Efendinin ruhâniyet-i âliyelerine ithafı”yla, “Sevgili Kardeşim” başlığıyla şöyle başlar:

“Tarihî ve cihanşumul büyük dersimizi bitirip mümeyyiz heyetinin numaralarımızı okuyacağı günün arefesinde senin mübeccel varlığının aramızda bulunmamasından müteessir olarak sınıfımızın elhak birincisi olan zât-ı âlinizin son şerefli geçit resmimizde hakikat ve hidayet bayrağını önümüzde dalgalandırmak üzere, teşrifiniz için hadsizliğime rağmen bu mektubumu yüksek huzurunuza iblâğ ediyorum.”

Sonraki paragrafta da, “İçinde bulunduğumuz yüksek hakikatin hakikî manzarasını bütün azamet ve şumuliyle herkesten evvel kavramış onun hakikî mânâ ve hedefini herkesten evvel görmüş ve anlamış ve bu uğurda bütün fâni icablara elveda ederek varlığını tamamen ona vakf etmiş ve en nihayet sevgili Üstadının ve onun büyük dâvâsının uğrunda kendini onun yerine kurban etmiş olan zât-ı âlinizin bu hidayet ve Nur ordusu için hazırlanmış olan, zafer bayramında baş kumandanımızın alemdârlığını yapmak üzere ordumuzun önünde livâ-i hidayeti taşımanız elbette herkesten evvel sizin hakkınızdı...” tasdikiyle şu cümleleri mânevî âleme gönderir.

“Sen adeta bizim ızdırârımızı dergâh-ı rubûbiyete iblâğ için urûç ettin (yükseldin). Üstadın bir sefîri mânevisi oldun. Senin sevimli fatıranın unutulmasına bizim için hiçbir imkân yok. Senin beşûş ve mültefit çehren, şefkatli ve mütevâzi nazarların bizim hayalimizde daima canlı bir varlık olarak yaşayacaktır...”

“İşte sevgili kardeşim! Ben bu dersten anlıyorum ki, müdafaa edilen hakikat doğrudan doğruya hakikât-i İslâmiyenin kendisidir” cümlesiyle devam eden uzun mektup “Ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler hoş görmese de Allah nurunu tamamlayacaktır” (Saff Sûresi, 8) âyetiyle ve “merhum Hafız Ali Efendi ruhuna bir fâtiha-i şerîfe ihdâ etmesini temenni ediyorum” duâsıyla sona erer.

Yine 1895’de Denizli’de dünyaya gelen, şâir, edib, müderris, fâzıl, mutassavıf ve muallim olan Hasan Feyzi Yüreğil, 1943’te Denizli’de Bediüzzaman’ı tanıdıktan sonra hayatını iman ve Kur’ân hizmetine hasreder; ömrünü Üstadına feda eder.

Bediüzzaman’ın dünyaya geldiği senelerde, yani bir asır kadar evvel, Denizli’de büyük evliyadan Hacı Hasan Feyzi isminde bir zât, bir gün talebelerine: “Bugün Kürdistanda bir büyük evliya dünyaya geldi. Bu zât, zamanımızın sahibi, asrımızın vekilidir” diyerek müjdeler verir.

İşte bu Hacı Hasan Feyzi’den sonra sıra ile yerine iki zat geçer. Aradan uzun seneler geçtikten sonra, Bediüzzaman Denizli hapishanesine gelince, aynı ismi taşıyan muallim Hasan Feyzi, birinci Hacı Hasan Feyzi’ye imtisalen Nur Risâlelerine sahip çıkar. İman ve Kur’ân hizmetine girer.

Yüregil, Anadolu’ya gelen Oğuzlar’ın yirmi dört boyundan bir boyun ismi. Denizli’nin Yatağan beldesinin bir köyü. Buranın insanları Adana Yüregir’den geldiği için buraya da aynı isim verilir. Hasan Feyzi, 1940’tan itibaren Bediüzzaman ve talebelerini mahkemeden hapishaneye, hapishaneden mahkemeye izler. Dokuz ay sonra Bediüzzaman ve talebeleri beraat ederler. Bediüzzaman Denizli’nin Şehir Palas Oteli’nde Ankara’nın göndereceği yeni nefiy-sürgün yerinin haberini beklemeye başlar.

Horasan Alp Erenler’inden birinci Hasan Feyzi’nin yolunda olan ikinci Hasan Feyzi, her şeyi bir kenara bırakarak Bediüzzaman’a talebe olmak için çırpınır. Denizli’nin Çivril kazasının Güveçli köyünde muallimlik yapan Hasan Feyzi, bir hakikat adamı olarak artık Nur halkası içindedir.

1944’ün 15 Haziran’dan 31 Temmuz’una kadar süren bu bekleyiş sırasında Hasan Feyzi, bütün Nur Risâlelerini satır satır tâkip eder ve okur. Büyük oğlu Fikret’le Bediüzzaman’a, çay, peynir ve zeytin gönderir. Kimseden karşılıksız bir şey kabul etmeyen Bediüzzaman, Hasan Feyzi’nin ikramlarını kabul eder. “Bunlar bana Hasan Feyzi’den geliyor” diyerek gönül rahatlığıyla alır. Artık Bediüzzaman onu, “ulum-u İslâmiye’de gayet müdakkik ve kıdemli muallimlerden Hasan Feyzi” diye takdim eder, “Denizli kahramanı merhum Hasan Feyzi” diye isimlendirir. Emirdağ’ında, 1945 yılı başlarında, Ramazan-ı Şerifte, Bediüzzaman’ın pencere önündeki yemeğine, vazifeli bir bekçi merdivenle uzanıp, zehir katar. Bu Bediüzzaman’ın dokuzuncu zehirlenişidir. Bu zehirlenme hadisesi üzerine Bediüzzaman ilk “vasiyetnâmesini yazdırır.

“Vasiyetnâmemdir” başlıklı metinde “Kardeşiniz Said Nursî” imzasıyla şunlar yazılıdır: “Aziz, sıddık kardeşlerim ve vârislerim, Ecel gizli olmasından, vasiyetnâme yazmak sünnettir. Benim metrûkâtım ve Risâle-i Nur’dan olan benim hususî kitaplarım ve güzel ciltlenmiş mecmualarım ve sair şeylerimin bütününü, Gül ve Nur fabrikaların heyetine, başta Hüsrev ve Tahirî olarak o heyetten on iki* kahraman kardeşlerime vasiyet ediyorum. Onlara bırakıyorum ki, emr-i Hak olan ecelim geldiği zaman, benim arkamda o metrûkâtım, benim bedelime o sâdık ve mübârek ellerde hizmet-i Nuriye ve imaniyede çalışsın ve istimal edilsin.

“Kardeşlerim, bu vasiyetten telâş etmeyiniz. Ben, teessürattan ve dokuz defa zehirlenmekten, pek çok zayıf olmakla beraber gizli münâfıkların desiselerle müteaddit suikastları için bu vasiyeti yazdım. Merak etmeyiniz, inâyet-i Rabbaniye ve hıfz-ı İlâhî devam ediyor.”

Bu “vasiyetnâme”den büyük üzüntüye kapılan Hasan Feyzi, Milaslı Halil İbrahim Çöllüoğlu ve Zekâi ile mersiye yazarlar. (Mufassal Tariçe-i Hayat, Emirdağ Lâhikası-1)

Bediüzzaman, 31 Temmuz 1944 Perşembe günü bir komiser refakatinde Denizli’den Afyon’a hareket eder. Bu hareket esnasında Hasan Feyzi, Üstad’ına, “Hazretinize buradan ayrılırken söylemiştim” başlığını taşıyan “ayrılık şiiri”ni arz eder. 1950’lerde Emirdağ’da talebesi Mustafa Sungur’a, Hasan Feyzi’nin bu şiirini okuması için veren Bediüzzaman, “Merhum Hasan Feyzi, nurlardan aldığı hakikat dersini, nurlara işaret ederek güzel tanzim etmiş; lâhikaya girsin” der. Üstadından ayrılan Hasan Feyzi’ye göre yine “her taraf yine karanlık olacak, yine ayrılık, yine hasret, yine hüsran olacak. Ağlayan gözleri, yaş yerine kan akıtarak yine ağlayacaktı. Çünkü, ayrılıklarla dolu olan kalbi yine ayrılıklarla dolacak.

Yine “göç ve ayrılık var” diye mecnuna haber verme sakın. Yoksa yine matem, yine feryat, yine inleyiş ve yine figânlar olacak. Açılan tevhid gülü bu ayrılıktan dolayı sararıp, solacaktı. İrfan burcu, iman ocağı yine bu ayrılıktan dolayı virâneye dönecek... Hasan Feyzi feryadına, “Benim adağım, arzum ve dileğim şu ki, canım sana kurban olsun, hayatım sana feda olsun...” diye feryadın devam eder.

“Bab-ı feyzinden ırak olmayı asla çekemem / Dahi nezrim bu ki canım sana kurban olacak” mısralarıyla şunları söyler: “Ey gönüllerin sultanı Bediüzzaman, senin feyizli, bereketli kapından, dergâhından, eşiğinden uzak olmaya, ayrı kalmaya aslada yanamam. Benim adağım, dileğim ve arzum, canımın sana kurban olmasıdır. Ben senin uğrunda kendimi fedâ ediyorum. Sana gelecek belâlar bana gelsin. Sana hayatımı adak olarak sunuyorum.”

Aynen eski zamanlarda birbirinin yerine hastalanan ve vefat eden yüksek fedakârlar gibi, o da Rabbinden, Üstadına bedel ölmeyi diler.

Hasan Feyzi’nin bu samîmî ve kalbî niyâzını Cenâb-ı Hak kabul eder; bu manzumeyi yazdıktan kısa bir zaman sonra (13 Kasım 1946’da) Rahmet-i Rahmana kavuşur.

Bundandır ki Denizli kabristanındaki “Aziz Şehid Hasan Feyzi”nin mezar kitabesinde şu satırlar okunur:

“Ömrünü ilm ü irfana vakfedip mektep ve kürsülerde feryad edip, kalbleri feyz ile her an, ölmüş tenlerde hep buldular can. Bilmediler söz attılar ol ere, o da tasa rahmet olur mu diye, yaşı basarken elli bire, boyun kesip verdi canını dilbere...”

İşte bu vefat hâdisesiyle alâkalı olarak Bediüzzaman, “Risâle-i Nur hakkında parlak fıkralarında, bu biçâre kardeşine kendini kurban etmeye söz verdiğinden ve Nur vazifesini acele yapmasıyla istirahat âlemine gitti” dediği Merhum Hasan Feyzi için ise lâhika mektuplarında şunu ifâde eder:

“Merhum Hasan Feyzi kardeşimiz, aynen şehid merhum Hâfız Ali misillü, bir mektubunda dediği gibi ‘Dahi nezrim bu ki, canım sana kurban olacak!’ dediğini tasdiken Üstad’ına bedel, şehid kardeşi büyük Hâfız Ali’nin yanına gitmiş. Bu zât-ı zülcenaheyn, ehl-i kalb ve gayet yüksek bir ehl-i ilim ve hakikat, otuz sene muallimlik perdesi altında imana hizmet etmiş ve on seneden beri Risâle-i Nuru elde edip, gizli perde altında çalışmış. Sonra da iki sene zarfında doğrudan doğruya Risâle-i Nur’un yüksek hikmetlerini ve kemâlatını çekinmeyerek ruh-u caniyle herkese ilân etmiştir.”

“VEFÂT HABERİNİ ALMIŞ

GİBİ KALEMİ AĞLAMIŞ...”

Bediüzzaman, Hasan Feyzi’nin mersiyesini, “Denizli ve hapsinin ve civarının has talebelerini temsil ederek, onların namına Üstadının vasiyetnamesi ve zehirlenmeden şiddetli hasta olması münâsebetiyle yazdığı bir mersiyedir. Vefat haberini almış gibi kalemi ağlamış. Lâhikaya geçirilsin” tâlimatıyla neşreder.

“Anam ve babam ve tatlı canım sana feda olsun Üstadım” hitabı altındaki “mersiye”, “Birkaç gündür, acılarımıza zehirler katan ve ciğerlerimize şişler ve hançerler saplayan ve gözyaşlarımızı kızıl ırmaklara çeviren acı ve kara haberler almaktayız. Işığında derdimize devalar aradığımız o mübârek ay, akıbet husufa mı uğruyor. Nuruyla bu güzel vatanı aydınlatan ve parlatan Üstadımız, bir daha dönmemek ve bizlere görünmemek üzere, âkıbet göç mü ediyor. Vâ halila...” paragrafıyla başlar.

Sahifelerce Üstada hitab eden “mersiye”, şu paragraflarla son bulur: “Üstadım sen dünya lezzetini tatmadan, ömründe bir kere olsun bu fena güllerine el uzatmadan ve uzana uzana bir saat bile sıcak ve rahat döşeklerde yatmadan, akıbet bırakıp gidiyorsun. Şimdi biz Hacca’t-ül Veda’sız böyle bir ölüme nasıl inanalım. “Ey Fahr-i Âlemin nurdan incisi, Ey ehl-i İslâm’ın bir müncisi, Gel sana bir değil, bu sefer bin bedel verelim de şu rıhlet, şu hicret şu hicran daha bir kaç sene sonraya kalsın. Hep beraber arz-ı hicaza varalım. Kâ’be’ye yüzler sürelim, bizi Arafat’a çıkar...

“Mübârek nâşını Risâle-i Nur’dan yapılan ak kefene kat kat sarıp, Misk-i anberle buhurladıktan sonra, öd ağacından yapılan hususî tabuta koyup, son defa olmak üzere, bir daha ellerini öperek Kâ’be-i muazzamanın kara perdesini de üstüne çekerek, Hacer-ül Esved huzuruna çıkalım. Kâ’be avlusunda toplanan ve daireler şeklinde saf, saf dizilen yüzbinlerle ehl-i îman ve melaike-i arz ve âsumana, o aziz ruhun imam olup cenaze namazını eda edelim...”

Milâs ve havâlisi Risâle-i Nur talebeleri nâmına” Halil İbrahim, Risâle-i Nur hakkındaki parlak fıkrası”nda şunları beyân eder:

“Risâle-i Nur, Kur’ân’ül Mu’ciz’ül-Beyânın taht-ı tasarrufunda olduğundan, ona uzanan, ilişmek isteyen her el kırılır ve her dil kurur. Kur’ân’ül Mu’ciz’ül-Beyânın, ‘Hak dini açıklasınlar diye, her peygamberi Biz kendi kavminin lisânıyla gönderdik’ (İbrâhim Sûresi, 4) kavl-i şerîfinin îmâ ve işârâtından, şu devrede Türk lisânının sadmeler geçirmesine bakılırsa, Risâle-i Nur, Türkçede, lisan üzerinde de imam olacağına, yani ‘Yarın hâlis Türkçe olan Risâle-i Nur’un kesb-i imtiyaz edip, diğerlerini terk edeceklerine dâir işâret-i Kur’âniyendir’ demiş olsam, hâtâ etmemiş olurum zannederim” (Emirdağ Lâhikası, 86-87) ifâdesi, Şuâlarda, “Risâle-i Nur’un Türkçe olmasının tahsini ve takdiri”ni tasdik eder. (Şuâlar, 625)

Bediüzzaman’ın “Mekteb-i fünunda ve ulûm-u İslâmiyede gayet müdakkik ve kıdemli muallimlerden Hasan Feyzi’nin ehemmiyetli ve çok uzun bir mektubudur” diye takdir ettiği Hasan Feyzi’nin “Ey Risâle-i Nur” başlıklı mektubu, baştan sona Risâle-i Nur’un Türkçe te’lifinin mânâ ve ehemmiyetini bildirir. “Ey Risâle-i Nur! Senin Kur’ân-ı Kerim’in nurlarından ve mu’cizelerinden geldiğine, Hakk’ın ilhamı, Hakk’ın dili olup onun emri ve onun izni ile yazıldığına ve yazdırıldığına, artık şek şüphe yok. Fakat acaba senin bir mislin daha yazılmış mıdır? Türkçe olarak te’lif ve tertib ve tanzim olunan, müzeyyen ve mükemmel, fâsih ve beliğ nüshalarının şimdiye kadar bir eşi ve bir benzeri görülmüş müdür?” cümlesiyle başlayan mektupta şu cümleler, dikkat çeker:

“Öyle yazılmış ve öyle dizilmişsin ki; insanın baktıkça bakacağı, okudukça okuyacağı geliyor. En âlî bir taleben senden feyiz ve ilm ü irfan aşkı aldığı gibi, en avam bir taleben de yine senden ders duygusunu alıyor. Sen ne büyük bir eser, ne tatlı bir kevsersin. Bu hâlin Türkçemize büyük bir kıymet ve tükenmez bir meziyet bahşediyor. Senin ulviyet ve kerametin Türk dilini bütün diller içinde yükseltiyor. Kur’ândan maada hiçbir kitaba ve hiçbir kavmin lisanına sığmayan bu kadar yüksek asâlet ve fesâhatı seninle dilimizde görüyoruz....

“Sen bir şiir-i destanî değilsin. Fakat o kadar fasih ve beliğ ve edâlı ve sadâlı ve nağmeli yazılmış ve bütün harflerin birbirine dayanarak kelime ve kelâmların siyak u sibak, intizam ve insicam ile dizilmiş ve bunlar birbirine o kadar kuvvet ve kudret ve metanet vermiş ki; mensur ve Türkî ibâreli olduğun halde, yine mislin getirilemez. Senin gibi parlak bir eser bir daha kimseye nasib olmaz.

“İslâmiyet güneşinin doğuşundan tam ondört asır sonra, senin gibi ulvî ve İlahî ve arşî bir Nur’un, tekrar ve yeniden, bahusus bu son asırda hem Türk elinde ve hem de Türk dilinde doğması acaba kimin hatır u hayalinden geçerdi? Bu ne büyük nimet, bizler ve bu asır halkı için ne bahtiyarlık yâ Rabbî!..

“Türkçemiz seninle iftihar edip dolmakta, kabarıp şişmekte ve her lisan üstüne bağdaş kurup oturmaktadır. Garb dillerinin herbirisine tercüme ve nakil olunan Mevlânâ Câmî ve Mevlânâ Celâleddin’in ve Hazret-i Mısrî ve Bedreddin’lerin âsâr-ı mübârekeleri sana bakıp ‘Bârekâllah, zehî saadet sana ey Risâle-i Nur, hepimize baştacı oldun!’ diye tebrik ve tehniyelerini sunmaya ve rûy-i zeminin insanla beraber bütün zîhayat mahlûkatı dahi seni kabule hazırlanıyorlar...

“Kur’ân-ı Arabî’den Türkçe Sözler’e akan ve bugün öz Türkçeden fışkıran bu feyz ve bu nurlar, kalblerde senin bir nümune-i kudret ve nişane-i rahmet olduğuna hiç bir rayb ve güman bırakmıyor. Sen âyine-i idrake cilâ ve âlem-i kalbe safa ve ruh-u revana gıdasın.

“Allah Allah! Türk milleti seninle ne kadar iftihar etse yine azdır.

“Şimdi bir nidâ-yı nuranî ile hitab ederek: Artık ihtilâf yok, ittihad var. Cansızlar ve camidler devri geçmek üzeredir. Canlılar ve câzibler asrı geliyor. Susunuz, dinleyiniz! Şimdi Nur devridir ve Nur hâkimdir. Zulmette boğulan şu asrı ve gelecek asırları, Kur’ân’dan aldığım nurumla reyyan edeceğim diyor. Herkesi imana, her ferdi Allah’a çağırıyorsun.

“Ey Nur-u Kur’ân! Âhirzamanda bir kerre daha katmerleşerek ve sünbüllenerek, âfâk-ı cihânı Kur’ânın hakikatıyla tenvir ve tezyin ediyorsun. Şimdiye kadar dünyanın yarısını ışıklandıran ey İslâmiyet güneşi! Bugün de bütün zemin sükkânını cehl ü dalâlet ve şirk ü şekâvetleri nur-u hidayet ve emn ü emniyet ve selâmete davet ediyorsun. Bu dâvetin sana kutlu olsun...” Ve doğrudan Risâle-i Nur’a hitap eden mektup şu niyâzlarla son bulur: “(Bediüzzaman’ın), âlem-i insaniyet ve İslâmiyet ve Haremeyn-i Şerifeyn’e asırlarca hizmet eden bu kahraman Türk Milletini çok sevmesinde ve hayatının mühim bir kısmını hep Türklerle meskûn olan havalide geçirmesinde büyük hikmetler, mânâ ve mülâhazalar olsa gerektir.

“Âb-ı rûy-i Habib-i Ekrem için / Kerbelâ’da revân olan dem için

“Şeb-i firkatte ağlayan göz için / “Râh-ı aşkta sürünen yüz için

“Risâle-i Nur’a ve Üstada ve İslâm’a zafer ver yâ Rabbî!.. Âmîn!

“Ey Risâle-i Nur! Seni söndürmek isteyen bedbahtların necm-i istikbali sönsün. İzzet ü ikbali, şan ü şerefi aksine dönsün. Sen sönmez ve ölmez bir nursun...”

Mektubun altına da, “Üstadım Efendim Hazretleri! Ben, bu yazıları Risâle-i Nur’un eli ve kalemi ve dili ile bu hakir kalbime ondan sıçrayan bir kıvılcım parçasıyla yazdım. Kabulünü rica eder ve hürmetle ellerinizden öper, duâlarınızı beklerim efendim. Duânıza muhtaç talebeniz Hasan Feyzi” diye ekler. Vefatından sonra Bediüzzaman da yanına (Rahmetullahi Aleyh” ibâresini yazıp rahmet diler.

Ve Bediüzzaman, Nurun bu iki kahramanının vefâtının mânevî mâverasını lâhika mektuplarında şu müjdelerle bildirir: “Denizli’nin bir mânevî kahramanı merhum Hasan Feyzi’nin (r.h.) Isparta kahramanı merhum Hafız Ali’nin (r.h.) yanına gitmesi”ni, “O, bir cihette, ölmemiş; belki vazifesini acele bitirmiş, âlem-i berzaha istirahat için gitmiş, terhis edilmiş. Hafız Ali ile beraber, mânen, şefaatleriyle ve bıraktıkları tesirli Nur hakkındaki eserleriyle yardım ediyorlar, yine mânen Nura çalışıyorlar. Elbette mânevî şehid hükmünde olmalarından (...) merhamet-i İlâhiyeden kuvvetle ümidvârız İnşallah. Cenâb-ı Hak, onun vazifesini dünyada gördürecek, Nur dairesinde çok Hasan Feyzileri yetiştirecek....” müjdesiyle tesellî verir.

Devamında da, “Nurlar hakkında parlak fıkralarında, bu biçâre kardeşine kendini kurban etmeye söz verdiğinden ve Nur vazifesini acele yapmasıyla istirahat âlemine gitti” duâ ve müjdesini bir defa daha hatırlatır. “Kıymetli, ciddî Nur talebelerini tekrar tâziye” eder.

“Bizler gibi onlar da o merhumu hasenatlarına hissedar ederek hasenat cihetinde ölmemiş gibi, defter-i hasenatına haseneler yazdırsınlar; umum onlara binler selâm ve ona binler rahmet deriz” duasında bulunur. (Emirdağ Lâhikası, 164,166, 189)

Ruhlarına binler fâtihalar...

25.11.2007

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

Asil bir dâvâ adamı



Bediüzzaman Hazretlerinin vârisleri olan bütün ağabeylerin ortak kararıyla, Nur hizmetleri için Ankara’ya gönderildiğim 1973 yılında, ilk tanıdığım şahsiyetlerden biriydi o.

Orta boylu, kır saçlı, mütebessim yüzünün altında vakar ve ciddiyet de bulunan asil bir dâvâ adamıydı. Bulunduğu her mekânda saygı uyandıran bir duruşu vardı. Bürokrat olmasının yanında, Nur talebeliği vasfı ona ayrı bir değer katmıştı. 1964 yılında Batman’da tanıdığı Nur Risâleleri, âdetâ onun yegâne enerji ve şevk kaynağı olmuştu. Hayatını, Risâleleri okumaya ve derslere katılmaya göre plânlamış gibiydi. Şâirlik yanı da vardı. Risâle-i Nurlar ve onların telif edildiği mekânlar ile ilgili şiirleri, Nur Talebelerinin dillerinde hâlâ ilâhi ve marşlar tarzında okunmaya devam ediyor.

Ebedler memleketine yolcu ettiğimiz Hilmi Doğan Ağabey, geride büyük hizmetler, hâtıralar ve gökkubbede hoş sadâlar bırakarak gitti. Üstadın hizmetkârlarından Bayram Yüksel Ağabey ona ve fikirlerine çok değer verirdi. Otuz dört senelik beraberlik yıllarımızda hep bizlere öncülük etti. Rehber bir şahsiyetti. Muhakemeli, dengeli ve âdil karakterinden dolayı uzun yıllar meşveret heyetlerimizi yönetti. Ankara hizmetlerinin ve cemaat fertlerinin ona çok şey borçlu olduğunu düşünüyorum.

Sıkıntılı dönemlerde hep birleştirici olmaya çalıştı. Yapacak bir şey kalmadığı zamanlarda ise, hakkın ve doğrunun yanında olup dik duruşunu muhafaza etti. Herkese mavi boncuk dağıtmak gibi anonim bir yaklaşımı tercih etmedi. Hak ve doğru bildiklerini söylemekten hiç çekinmedi. Bununla birlikte, farklı anlayış sergileyen gruplarımızla irtibat kurmayı da ihmal etmedi. “Dargınlığa gerek yok. Bizim yerimiz zaten belli. Böyle durumlar, hayatın ve hizmetteki imtihanların bir cilvesidir” derdi.

1970’li yıllar anarşinin ve gençler arasındaki sağ-sol çatışmalarının had safhada olduğu yıllardı. 1978’de kurduğumuz bir vakfın başkanıydı. 1980 yılının baharında vakıf adına büyük bir organizasyonun öncülüğünü yaptı. “Anarşi, sebep ve çâreleri” adı verilen bu panele on binin üzerinde katılan olmuştu. Spor salonu gelenleri almamış, bir çoğu dışarıda kalmıştı. Hilmi Ağabey yaptığı açış konuşmasında, çok özlü ifâdelerle anarşinin kaynağını, oluş sebeplerini ve çârelerini, Nur Risâlelerinden derlediği cümlelerle beyan etmiş ve herkesin takdirini kazanmıştı. O panelde, gelen değerli konuşmacılar da önemli tesbitlerde bulunmuş, ülkeye ve devlete yol göstermişlerdi.

İstihdam edildiğimiz Tandoğan Meydanı civarındaki hizmet merkezimize yakın bir evde oturuyordu. Bir yere sohbete götürmek için ne zaman arasam “Hay hay Sami kardeş! Ben aşağıya iniyorum. Geçerken alabilirsin” derdi. Gelemeyeceğini söylediği zamanlar çok nâdir olurdu. O zaman da muhakkak meşrû bir mâzereti olduğunu söylerdi. Ders yapışı örnekti. Risâlelerdeki kelimelerin karşılığını vermeyi tercih ederdi. Kendini değil, Üstadı konuştururdu. Üstad ve Risâlelerin hayranıydı. Çok açıklama yapılmasını doğru bulmazdı.

Bir eğitim vakfının yönetiminde birlikte çalışıyorduk. Yönetim kurulu başkanımızdı. Son zamanlarında iyice yaşlanmış ve bir hastalığa yakalanmıştı. Dışarıdan görüntüsü yaşına göre çok iyiydi. “Artık eski hâlim kalmadı. Kendimi çok yorgun ve bitkin hissediyorum” diyordu. İki sene önce eşini kaybetmişti. Sık sık Bursa’ya gidiyor, çocuklarının yanında kalıyordu. Bursalı dostlarının da gönlünü ve sevgisini kazanmıştı.

Sohbetlerinde, şu minvalde tavsiyelerde bulunurdu: “Birlik ve beraberliğinizi korumaya çalışın. Fâni dünya yüzünden bâki hayatınıza zarar vermeyin. Duygularınızla asla hareket etmeyin. İnsaf ve muhâkemeyi esas alın. Bununla birlikte; ihlâstan sonra en büyük kuvvetimiz olan tesânüdü ve karşılıklı güven duygusunu sarsacak hareketlere meydan vermeyin. Âzamî dikkat prensibini elden bırakmayın. Geçmişte çıkan bir çok sıkıntılar ehak yüzünden çıktı. Haktaki ittifakınızı koruyun. Ehak için ihtilâf etmeyin. Biliyorsunuz, en iyi, iyinin düşmanıdır. Mahşer günü Allah’a hesap verme şuûruyla hareket edin. Bünye içindeki konumunuzun mesuliyetini müdrik olun. Bu tip imtihanlar kıyamete kadar sürecek. Üstadın dediği gibi, halis muhlis olanlarla, benlik ve menfaatini bırakmayanlar tefrik edilecek.”

Şeyh Edebali’nin Osman Gaziye yaptığı nasihatler gibi, altın değerinde sözler ve seksen senelik hayattan süzülmüş tecrübelerdi.

Çarşamba günü öğle namazını müteâkip kılınan cenaze namazından sonra, seksen bir senelik uzun bir ömür bitmiş, koca çınarı eller üzerinde kalabalık bir toplulukla Yeşilhisar kabristanına götürüyorduk. Sağlığında babası Hâfız Recep Efendinin ayak ucuna yaptırdığı ve eşiyle yan yana olan kabrine defnettik. Üstad’a ve Resûlullah’a teslim ettik. Arkada, ona sürekli sevaplar gönderen bir cemaat, hayırlı evlât ve torunlar bırakmıştı. Kabre mânen gülerek girenlerden oldu. Allah ona ebediyen rahmet etsin ve yakınlarına sabr-ı cemil versin. Rûhuna binler fatihalar...

25.11.2007

E-Posta: [email protected]




M. Ali KAYA

Haliliye mesleği



Bediüzzaman, Risâle-i Nur talebelerinin mesleğini bir cihette “Sahabe Mesleği”, diğer cihette ise “Haliliye Mesleği” olarak vasıflandırır. Evet, Risâle-i Nur mesleği imana hizmet noktasında “Sahabe Mesleği”dir. İmanda terakkî ve tekâmül cihetinde ise “Haliliye Mesleği”dir. Hz. İbrahim’i (as) Allah’a dost yapan ve “Halilullah” (Nisa, 4:125) unvanını kazandıran sır, “tefekkür” yolu ile Allah’ın birliğine ulaşmış ve tevhidde terakkî etmiş olmasıdır.

Bediüzzaman Hazretleri “Risâle-i Nur’un mayası ve meşrebi tefekkür ve şefkat olduğu cihetle Hazret-i İbrahim’in (as) hususî meşrebi olan tefekkür ve şefkat noktasında tam tevafuk etmesi” ifadesi ile bu hususa dikkatlerimizi çekmiştir. (Şuâlar, 723)

Yüce Allah, İbrahim’e (as) göklerde ve yerdeki mülk ve melekûta ait delilleri gösteriyordu ki kâmil bir imana sahip olsun. (En’am, 6:74-75) Kur’ân-ı Kerîm, mezkûr âyetlerde İbrahim’in (as) babası Âzer’in putları ilâh edinerek onlardan yardım istemelerini dalâlet olarak gösteriyordu. Yüce Allah da kendisine göklerin ve yerin melekûtunu göstererek akıl ve istidlâl yolu ile “yakînî” bir imanı kalbine yerleştiriyordu. İbrahim (as) “Lâ uhibbu’l-âfilîn” diyerek fani olan, kendisine bile yardım etmekten âciz olan ve bütün yardıma muhtaç olan varlıklardan yüz çevirerek bâkî olan, yaratan, rızık veren, bütün varlıklara yardım eden Allah’a yöneliyordu.

Hz. İbrahim (as) yıldızları, ayı ve güneşi görerek bunlar ile Allah’ın birliğine ve ebediyetine istidlâl yolu ile ulaşmıştı. Fani varlıkların ve sebeplerin hiçbir tesirinin olmadığını idrak ederek Allah’a tam bir iman ile teslim olmuştu. Böylece İbrahim (as) Allah’ın birliğine akıl ve istidlâl yolu ile ulaşmıştı. (En’am, 6:76-79) Daha sonra haşir ve ahirete, öldükten sonra dirilmeye de istidlâl yolu ile hakka’l-yakîn mertebesinde kalbin tatmini ile ulaşmak istemişti. (Bakara, 2:260) Bunun için yüce Allah’a şöyle münacatta bulundu: “Rabbim! Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster.” Yüce Allah ona “İnanmıyor musun?” diye cevap verdi. İbrahim (as) ise “Bilâkis inancımı delillerle kuvvetlendirmek ve kalbimi tatmin etmek istiyorum” şeklinde cevap verdi. Yüce Allah da ona “Öyle ise dört kuşu al ve onları kendine alıştır. Sonra onları öldür, parçala ve karıştır. Sonra her bir parçasını bir dağın başına bırak ve isimleri ile kendine çağır. Bak nasıl uçarak sana geleceklerini gör” buyurdu. (Bakara, 2:260)

Bu âyet de, İbrahim’in (as) zamanın şartları ve anlayışına göre tevhid ve haşre istidlâl yolu ile nasıl ulaştığını göstermesi açısından çok mühimdir. Asrımızda Bediüzzaman Hazretlerinin de, İbrahim’in (as) yolundan giderek tevhid ve haşre dair bütün meseleleri akıl ve istidlâl yolu ile ispat ederek ortaya koyduğunu görmekteyiz. Bu bakımdan Risâle-i Nur mesleğinin “Haliliye Mesleği” olduğunu anlıyoruz.

Şefkat noktasında da İbrahim (as), kendisini ateşe atanlara bile şefkat ve merhametini esirgemeyerek, Allah’a yalvarırken bedduâ etmek yerine “Ya Rabbi! Kim bana uyarsa bendendir. Kim de karşı gelirse şüphesiz Sen onların Rabbisin, Gafur ve Rahimsin” (İbrahim, 14:36) diye af ve rahmet dileğini eksik etmiyor ve şefkatini gösteriyordu. Aynı şekilde Bediüzzaman da “şefkat cihetinde masumlar zarar görmemesi için”, dahildeki asayişi ihlâl edecek her türlü hareketten şiddetle kaçınıyor ve bunun sebebini de şöyle açıklıyordu:

“Çünkü tokada müstahak dinsiz münafıklar onda iki ise; onlara müteallik yedi, sekiz masum bîçâre, çoluk çocuk, zayıf, hasta ve ihtiyarlar var. Belâ ve musibet gelse o sekiz masumlar o belâya düşecekler. Belki o münafık dinsizler daha az zarar görecekler. Onun için siyaset yolu ile idare ve asayişi ihlâl tarzında neticenin husûlü de meşkûk olduğu halde girmek, Risâle-i Nur’un mahiyetindeki şefkat, merhamet, hak ve hakikat şakirtlerini men etmiştir.” (Kastamonu Lâhikası, s. 186)

Şefkati de yanlış anlamamak gerekir. Şefkat, her şeye hoşgörü ve sessizce yaklaşmak, muhatabının her haline kayıtsız kalmak değildir. Nitekim İbrahim (as) de halka şefkatle muâmele etmekle beraber Nemrud’a taviz vermemiştir. Bediüzzaman, Hutbe-i Şamiye’de buna “Şefkatle cihazlanmış şehâmet-i imaniye” demektedir. İzahını da şöyle yapmaktadır: “Yani, tezellül etmemek, haksızlara, zalimlere zillet göstermemek, mazlûmları da zelil etmemek. Yani, hürriyet-i şer’iyenin esasları olan müstebitlere dalkavukluk etmemek ve biçarelere tahakküm ve tekebbür etmemektir.” (Hutbe-i Şamiye, s. 40) Risâle-i Nur’un “Haliliye Mesleği”ni takip etmesi, Hz. İbrahim (as) gibi “İzzet-i İslâmiyeyi” koruması ve “İ’lây-ı Kelimetullahı” gaye-i maksat etmesi yönüyledir.

Bediüzzaman, İhlâs Risâlesinde de “Haliliye Mesleğini”, “hıllet” yani samimi dost olmak ve Allah için dostluğu devam ettirmek ve dostluğun gereği olan “en fedakâr arkadaş, en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmak” şeklinde izah etmiştir. Bu hıllet olan Haliliye mesleğinin olmazsa olmaz temelinin de samimî ihlâs olduğunu, aksi takdirde bu mesleğin devam etmeyeceğini kesin ifadelerle vurgulamıştır. (Lem’alar, s. 224)

25.11.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Dest-i kudreti unutmamak kaydıyla



Çoğu zaman zâhirî sebeplere bakıp öyle hükmediyoruz. Bizce makul ve yerinde gibi görünen şartlara bakıp, neticeleri menfî veya müsbet görme yanlışlarına sapıyoruz.

Bize görünen şartlar ve sebepler güzel ise, semerenin de tam istediğimiz gibi güzel ve ahsen olacağını; sebep ve şartlar bize göre iyi değilse veya hoşumuza gitmeyen bir biçimde ise, tahakkuk edecek olan sonucun da menfî ve çirkin olacağını zannediyoruz çoğu zaman.

Vücuda gelen veya gelmekte olan her hadiseyi kendi dar görüşlerimize göre değerlendirip, öyle bir hesap içine girdiğimizden beklentilerimizin tam da tersi bir durumla karşılaşınca, karamsarlıklara ve hayal kırıklıklarına giriveriyoruz.

Mutasarrıf-ı Hakîkîyi unutup, her işi, her icraatı sebeplere havale etmenin yanlışlığına giriyoruz çoğu zaman. Sebeplerin ötesinde her şeyi istediği şekilde yönlendiren, istediği biçimde icrâ eden Sonsuz Kudret Sahibi Tek Yaratıcı’yı görememe gafletine giriyoruz çoğu zaman.

Dar ve ihatasız aklımızla kendimize göre bazı hesaplar yapıyoruz. Sebepler tahtında yaptığımız hesaplar tutmayınca da ya ümitsizliğe giriyoruz veya suçu ve suçluyu başka yerlerde aramaya başlıyoruz.

Bahçesindeki ağaçların meyve vermesi için her yıl aynı bakımı, aynı hizmeti, aynı çalışmayı yapan bahçıvan neden bazen çok kaliteli ve bol meyve aldığı halde, bazı yılda kıt ve çürük meyve alır, bazı yıl da hiç meyve alamaz. Demek ki ağaçların meyve vermesi, sebeplerin ötesinde bir dest-i kudret tarafından oluyor.

Yine işi şartlara ve sebeplere havale edecek olursak; zekî, güçlü ve çok çalışan insanların çok zengin; zayıf, gabî ve çok çalışmaktan hoşlanmayan insanların da sürekli fakir ve aç olması gerekir. Halbuki durum hiç de öyle değil. Aklına güvenen, hırsla çalışmayı âdet edinen, güçlü kuvvetli bir çok insanın fakîrü’l-hâl olduklarını; kanaat ve şükrü elden bırakmayan, vasat bir çalışmayı âdet edinen, zayıf, güçsüz bir çok insanın da küçümsenmeyecek servetlere sahip olduklarını biliyoruz.

Yine sebeplerin arkasındaki iradeyi ve gücü görmekten aciz olan mantığa göre, çok amansız bir hastalığın pençesinde kıvranmakta olan bir hastanın, görünürde sapasağlam, ayakta gezmekte olan bir insandan çok önce ahiret yurduna gitmesi gerekir. Lâkin bizce yakında ölmesi kesin olan hastanın şifa bulup ayağa kalkması; sapasağlam gibi görünen adamın düşüp ahirete intikal etmesi; şartlar ve görünen sebeplerin icraatlarda ve tasarrufta hiçbir hakikî tesirinin bulunmadığını gösteriyor.

Sebeplere takılıp kalmanın mantıksızlığı ve yanlışlığı, her yerde her alanda kendini gösterebiliyor. İnsanların çoğu maalesef dest-i kudreti göremeden, şartları ve sebepleri icad ve tasarrufta hakikî mercî ve yegâne güç olarak görüyor.

Halbuki asıl olan Yüce Allah’ın muradıdır, O’nun rızasıdır, O’nun hesabıdır... Bazan güzelliklerden çirkinlikler, çirkin gibi görünen hallerden de çok güzel neticeler çıkabilir.

Fiilî birer duâ oldukları için, elbette sebeplere teşebbüs etmeli. Ama sebeplerin arkasındaki dest-i kudreti unutmamak kaydıyla...

25.11.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Kazancın bereketlisi



“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, kişi kazandığı malın helâlden mi, haramdan mı olduğuna aldırmayacaktır.”1

Böyle buyuruyor Peygamberimiz (a.s.m.).

Ne kadar üzücü, sarsıcı! Helâl kazanmayı, bereketi, huzurlu yaşamayı hedef edinenler için gerçekten etkileyici!

Çok kazanmak değil, az veya çok ne olursa olsun helâl kazanmakla mükelleftir Mü’min. Helâl kazanç az da olsa bereketlidir, çok da olsa. Haram ise çok da olsa hayırsızdır, bereketsizdir, veballidir, büyük bir yüktür. Ne olursa olsun, nereden gelirse gelsin anlayışı, görünüşte çok kazandırsa da tatsızdır, tutsuzdur. Lezzetini, hazzını, mutluluğunu tadamaz insan onun. Saman çöpü gibi değersiz, saman alevi gibi uçup gider ve geriye günahlarını bırakır.

Her konuda olduğu gibi Mü’mine ileri hedefler gösterir Peygamberimiz (asm): Uyacağı, dikkat edeceği bir kısım kurallar vardır. Bazılarını yapma, bazılarını da yapmamada hassasiyet gösterecektir. Bunlar âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerde bir bir anlatılmıştır.

Başta gelenlerden birisi helâl lokmaysa, biri de sabahın erken vakitlerini kollamaktır. Erken vakitler çok önemlidir insanın hayatında. Çünkü erken vakitlerde bereket vardır. Sahabeden Sahra el-Gamidî der ki: “Resûlullah (asm), ‘Allah’ım, sabahın erken vakitlerinde ümmetimin yaptığı işleri bereketlendir’ diye duâ ederdi. Bir yere müfreze veya ordu göndereceği zaman da erken saatleri tercih ederdi.” Ticaretle uğraşan Sahra el-Gamidî bu öğütler gereği bir yere ticarî mal gönderecekse günün erken vakitlerinde gönderirdi. Bundan dolayı malı artmış, oldukça zengin olmuştu.2

Bazı bölgelerde hayat güneş doğduktan sonra başlayabilir. Her şey için altyapı ve temel olabilecek böyle vakitleri ister ticaret, ister normal şartlarda olsun uykuda değil, Kur’ân tilâveti, tefsirlerini mütalâa etme, zikir, fikir ve tefekkürle geçirmek yine bereketlenmeye vesile olur.

Mü’minin başta gelen özelliklerinden biri de her konuda olduğu gibi ticarette de dürüst ve güvenilir olmayı olmazsa olmazlardan görmesidir. Bir tüccar için İslâma en iyi hizmet budur. Lisan-i kalden ziyade lisan-ı hal ile ders verir o. Okumak ve anlatmaktan daha etkili olur. Birşey okuduğunda veya anlattığında da dinlenir. Efendimizin (asm), dürüst ve güvenilir tüccarın ahirette peygamberler, sıddıklar ve şehitlerle beraber olacağı3 müjdesi müjde olarak, “Allah’tan korkan, iyi ve doğru tüccarlar dışındaki tüccarlar Kıyamet gününde günahkârlar olarak diriltileceklerdir”4 tehdidi sakındırıcı olarak yetmez mi?

Dürüst ve güvenilir olmak hem dinin gereği ve hem de bereket sebebidir.

Dipnotlar:

1- Neseî, Büyu’: 3.

2- Ebû Davud, Cihad: 78; Tirmizî, Büyu’: 6; İbni Mace, Ticarât: 41.

3- Tirmizî, Büyu’: 4; İbni Mace, Ticarât: 1.

4- Tirmizî, Büyu’: 4.

25.11.2007

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Biz de sencileyin ağlasak gerek



Ey Tepelice Çam’a çıkan… Ey Gelincik Dağı’na bakan... Ey mümkün olsaydı bir ömür boyu Barla’da kalacak olan...

Ey seherde açan güllerin, çeşmindeki bülbüllerin, cennet yurdumuzdaki göllerin en güzel suyunun olduğu Barla diye yanık yanık seslenen...

Ey kara dut, Cennet Bahçesi’nde, Karakavak’ın meşesinde, Ulu Çınar’ın gölgesinde Üstadımızı arayan..

Ey Çamdağından esen yellerin, Zikir arkadaşı dalların, Belki gelir ümidiyle, hasretle Üstada muntazır olan yolların ucunda durup bekleyen..

Ey Erek Dağında, Erek Dağına karşı “Üstadımız seher demlerinde gelirse sana... Mübarek ellerinden öp kana kana” diye yalvaran..

Ey “bulutlar başında boz duman gibi, burçların yaralı bir ceylan gibi, binicisiz kalmış küheylan gibisin” diye seslenip “Gözlerinde yaş var üzgünsün Erek... Ben de sencileyin ağlasam gerek” diye Üstadının ayrılığıyla gözyaşları döken...

Ey, Zernabad suyundan abdest alanlara, yalçın doruğunda namaz kılanlara, Sine-i küfre korku salanlara müjdeler getiren; “Geldi nesl-i cedid ağlama Erek... Karlar giyin (ama) kara bağlama Erek!” diye teselli veren..

Demek sen de Üstadına kavuşmak için bizi terk ettin ha... Sen de “Zahmet, meşakkat yeri dünyadan; rahmet, mükâfat, saadet yeri, bostan-ı cinâna, cennet bahçelerine” dâvete icabet ettin ha?

“Tepelice Çama çıktım, Gelincik dağına baktım” dizelerini “Çırpınırdı Karadeniz” makamında okuya okuya Barla’da, Van’da, Isparta’da, Şanlıurfa’da nur kardeşlerimizle bölük bölük, grup grup dolaşırdık. Muhabbetle kucaklaşırdık. Şevk alıp, şevk verirdik yurdumun dört bir yanına. Her mevlit toplantısına otobüsler dolusu gidişlerde ve gelişlerde senin marşlarını dağlara taşlara dinlete dinlete, gökkubbeyi çınlata çınlata söylerdik.

Doğrusu hayatta seninle hiç karşılaşmadım, mülâkî olamadım. Nasip... Ama birimiz Şarkta, birimiz Garpta, birimiz Cenupta, birimiz Şimalde, birimiz dünyada, birimiz ahirette de olsak biz yine birbirimizle beraberdik. Kalplerimiz birdi ve birlikte atardı. Seni unutmadık ve unutmayacağız.

Nur hizmetlerindeki fedakârlığını, Medrese-i Yusufiyyeye girerken gösterdiğin metaneti, bizlere örnek teşkil eden güzel ahlâkını, cesaretini, şecaatini, sabrını, sebatını, istikametini unutmayacağız.

Bu hizmet-i imaniye ve Kur’âniyyeyi şan ve şerefle, bir bayrak gibi yere düşürmeden alnı açık başı dik olarak hüsn-ü hatime ile gelen nesillere devreden, Rahmet-i Rahmana kavuşmuş Zübeyir Ağabeylerin, Tahirî Ağabeylerin, Bayram Ağabeylerin, Ceylan Ağabeylerin ve daha nice güzide nur ordusunun serdarları gibi sen de Rabbimin daveti üzerine bayrağı devredip gittin. Ruhun şad olsun. Mekânın cennet olsun. Gönüllerimizde senin gibi muhterem ağabeylerimizin fedakârâne hizmetlerinden gelen muhabbetiniz; dillerimizde “Çam Dağından esen yeller... Zikir arkadaşı dallar... Üstad’a muntazır yollar... Gelecek deyu Barla’da...” diye sürüp giden şiirleriniz aziz bir hatıra olarak hep dolaşacak.

Muhterem Hilmi Doğan Ağabeyimiz gitti... Erek Dağı’na seslenerek “Bugün gözlerimizde yaş var üzgünüz Erek… Biz de sencileyin ağlasak gerek…” diyoruz. Allah rahmet eylesin..

25.11.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Rabb'imiz, nurumuzu tamamla!



İstanbul’dan okuyucumuz: “Tahrim Sûresi 8. âyette geçen, ‘Rabb’imiz! Bize nurumuzu tamamla!’ cümlesini açıklar mısınız? Nurun tamamlanması ne demektir?”

İlgili âyet-i kerimenin tam mânâsı şöyledir: “Ey iman edenler! Yürekten tevbe ederek Allah’a dönün. Umulur ki Rabb’iniz kötülüklerinizi örter. Ve sizi, içlerinden ırmaklar akan Cennetlere koyar. Allah’ın, Peygamberini ve onunla beraber olan Mü’minleri utandırmayacağı o gün, nurları önlerinden koşar ve defterleri sağlarından verilmiş olarak yürürler. Ve: ‘Rabb’imiz! Bize nurumuzu tamamla! Bize mağfiret et! Muhakkak Sen her şeye Kadir’sin’ derler.”1

Bu âyetin tefsiri sadedinde bir diğer âyet-i kerimeyi daha inceleyelim: “İman eden erkek ve kadınları defterleri sağdan verilmiş ve nurları önlerinde olarak giderken görürsün. O gün onlara şöyle seslenilecektir: ‘Size müjdeler olsun! Bugün içlerinden ırmaklar akan ve içinde temelli kalacağınız Cennetler sizindir.’ İşte bu büyük kurtuluştur. O gün, münafık erkek ve kadınlar, Mü’minlere, ‘Bizi de gözetin! Işığınızdan faydalanalım!’ derler. Onlara: ‘Dönün arkanıza! Işığı orada arayın!’ denilir. Münafıklarla Mü’minler arasına kapısının içi rahmet ve dışı azap olan bir sur konulur. Münafıklar, Mü’minlere çağırır: ‘Biz sizinle beraber değil miydik?’ Onlar: ‘Evet, öyle! Fakat sizler kendinizi aldattınız! Bize pusu kurdunuz! Allah’ın emri (kıyamet) gelene kadar dinde şüpheye düştünüz! Kuruntularınız sizi aldattı! Şeytanlar sizi Allah’a karşı ayarttı!’ derler.”2

Âyetlerden anlaşılıyor ki, dünyadaki halis imanımızın karşılığı, âhirette halis nurdur! Buradaki halis amellerimizin karşılığı, orada defterlerimizin sağ tarafımızdan verilmesidir. Münafıklar da, dünyada inanmış gözüktükleri için, ibret olsun diye orada bir parça sönük nura sahip olacaklar; fakat o da sönecek ve karanlıkta kalıverecekler. Bu defa dünyadan tanıdıkları yakınlarında bulunan mü’minlerden nur isteyecekler. Çünkü şiddetle nura ihtiyaçları olacak. Çünkü dünyada güneş hesapsız bir şekilde her yeri aydınlatırken; orada güneş, kalpteki halis imandır artık. Dinde yalancı olan münafığın ise, güneşinin nuru sönük olmakta ve bu sönük güneş zifiri karanlığa karşı kifayet etmemektedir. Bu durumdan dehşet alan, endişe duyan ve korkuya kapılan mü’minler de Cenâb-ı Hakk’a sığınarak, “Rabb’imiz nurumuzu tamamla!” yani “Eksiltme!”, yani “Söndürme!” diye niyaz etmektedirler.3

Orada nuru söndürebilecek unsurlar, dünyada iman zaafiyetinden başka, pervasızca işlenmiş olan günahlar ve haramlardır. Ki Mü’minler, günah ve kusurlarından Allah’a sığınmaktadırlar; “Nurumuzu tamamla!” niyazından hemen sonra, “Bize mağfiret buyur!” diye istiğfar etmektedirler. Mü’minlerin Allah’a bu ilticalarının ve sığınışlarının makbul olacağı, âyetin genel çerçevesinden anlaşılmaktadır.

***

Abdullah Bey: “Cenâb-ı Hakk’ın itaat etmemizi istediği ulü’l-emr kimlerdir? Zamanımızda bu yetki kimlerdedir?”

İlgili âyeti hatırlayalım: “Ey İman edenler! Allah’a itaat ediniz! Resûle itaat ediniz! Ve sizden olan ulü’l-emre de (itaat ediniz!) Bir şeyde çekişirseniz, eğer Allah’a ve âhiret gününe inanmışsanız, onu Allah’a ve Peygamberine bırakınız! Bu en hayırlı ve en güzel neticedir!”4

Ulü’l-emr, kelime mânâsından da anlaşılacağı üzere emir ve yönetim sahipleridirler. Yani yöneticilerdir. Yani halkı yönetenlerdir. Geçmişte olduğu gibi, zamanımızda da insanları kim idare ediyorsa, ulü’l-emr onlardır.

Fakat gözden kaçan önemli bir husus var: Âyet ulü’l-emre mutlak itaati emretmiyor. Âyet, itaatte bir öncelik sırası tayin ediyor: 1-Önce Allah’a itaat edilecek. 2- Sonra Resûl’e (asm) itaat edilecek. 3- Sonra ulü’l-emre itaat edilecektir. Başka bir ifadeyle, ulü’l-emrin, Resûlullah’ın (asm) ve Allah’ın emrine aykırı olmayan emirlerine itaat etmek farzdır. Aksi takdirde aynı âyet bu defa da, ulü’l-emre itaati farziyet kapsamından çıkarmaktadır.

Dipnotlar:

1- Tahrim Sûresi, 66/8

2- Hadid Sûresi, 5T/12,l3,14

3- Elmalılı M.H.Y., H. Dini K. Dili, s. 5129

4- Nisâ Sûresi, 4/59

25.11.2007

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Dayak ve kadın…



“TÜBİTAK’ın desteğiyle ilk kez geniş çaplı bir çalışma yapıldı. Türkiye çapında kadınlarla yüz yüze görüşmelere dayanan araştırma sonucuna göre, her üç kadından biri kocasından dayak yiyor, her iki kadından biri bu dayağı gizliyor. En fazla dayak yiyenlerin kocasından daha fazla para kazanan kadınlar olduğu ortaya çıktı. Dayak yiyen kadınların yarısından fazlası çocuklarına da şiddet uyguluyor.”

(8 Kasım 2007, Milliyet)

Geçtiğimiz hafta dayak konusu üzerinde durmuştuk.

Araştırmada, “En fazla dayak yiyenlerin kocasından daha fazla para kazanan kadınlar olduğu ortaya çıktı” neticesi ilginç değil mi?

Eve daha çok para girdiğine göre bu bereketsiz huzursuzluğun sebebi ne ola ki?

Ekonomik özgürlük, ekonomik esaret mi?

Kadının evdeki “Bu senin paran” “Bu benim param” havasına girip tartışmaya zemin hazırlaması olmasın…

Sen-ben tartışmasına girmeyip, her zaman “Biz” anlayışıyla hareket eden eşleri tenzih ve tebrik ediyoruz. Bununla birlikte, “Ekonomik özgürlük” kazanmış bir hanımın, feminizm rüzgârlarına kapılıp hele de eşinden daha fazla kazanıyorsa eşini zaman zaman rencide eder tarzda davranması da rastlanmadık bir şey değil.

Ya kimi erkeklerin hırsına ne demeli?

Şurası bir gerçek ki, günümüzde birçok erkek “Tek maaşla ev geçindirilmez!” gerekçesiyle, evleneceği eşin çalışmasını arzu ediyor, tercihlerinde bunu ön plâna alıyor. Sonrasında erkeğin “Senin paran, benim paramdır!” havası mı acaba kavgalara sebep olmakta?

Erkek eşine kuvvetini sergilemekte, eşinden şiddet gören kadın da çocuğuna dayak atmakta, çocuk da gücünün yettiğine vurmaktadır… İşte toplumsal şiddet!

Ekonomik sıkıntı, kredi kartları borçları sebebiyle birçok aile faciasının yaşandığı günümüz tablosu içinde “İktisat eden maişetçe aile belâsı çekmez!” hadisi ne büyük hikmetler ihtiva ediyor!

Hırs, şükürsüzlük ve israf şahsî yaşantılarımızda birçok probleme vesile olduğu gibi, aile yaşantımızda da problemlere sebep oluyor…

Görülen o ki, araştırma neticelerini kadının ve erkeğin “para hırsı” penceresinden değerlendirmek hata olmayacaktır!

Oysa ki, Allah’a kulluk bilincinden kaynaklanan kanaat, iktisat ve şükür ibadetlerinin hedeflendiği bir aile yaşantısı şüphesiz iki dünya mutluluğunun anahtarı durumundadır.

Kur’ân’ın eşler arasındaki vazife taksimi

Kur’ân ve hadislere göre kadın, erkek kullukta eşittir. Fark yalnız aile içindeki iş bölümünde, vazife dağılımındadır. Bu ayrım kadın ve erkeğin farklı yaratılmış olmalarından kaynaklanır. Bilimin ilerlemesiyle kadın ve erkeğin fizyolojik, psikolojik, duygusal ve beyin faaliyetleri açısından birbirlerinden farklı bir yapıya sahip oldukları bugün açıkça ortadadır.

Kur’ân’ın tabiriyle “kavvam” yani kuvvetli olan erkek, kendisine verilen bu nimeti, yaradılış itibarıyla daha zayıf olan kadını himaye edip, ona hizmette kullanmalıdır. Ona dayak atmakta değil.

İşte Kur’ân eşler arasında vazife taksimi yaparken bu yüzden erkeğe aile hayatının maddî olarak devamı sorumluluğunu vermiştir. Yani erkek, evini geçindirip, eşinin ve çocuklarının ihtiyaçlarını teminle vazifelidir. Ailenin mânevî hayatı da erkeğin gayretine bağlıdır. Eşine iyi muâmele etmek, hakkını gözetmek, darıltmamak erkeğin üzerine düşen en önemli vazifelerden biridir. Kur’ân’ın bu konudaki hükmü açıktır:

“Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız (biliniz ki) Allah’ın hakkınızda hayırlı kılacağı bir şeyden de hoşlanmamış olabilirsiniz.”

Kadınsa “iç işleri bakanı” olarak ev işlerinin düzeninden sorumludur.

Hürmet, muhabbet, himaye, sadakat, güven, iktisat, kanaat ve şükür duyguları içinde yolunda gitmeyen işlerde, yardımlaşma, birbirinin eksiğini tamamlama her zaman asıldır.

Hz. Fatma ve Hz. Ali evlendiğinde Peygamberimizin (asm) sevgili kızına “Sen Ali’ye cariye ol ki, o da sana köle olsun!” tavsiyesini bir de bu açıdan düşünmek mümkündür. Neticede kölenin de, cariyenin de yaptığı iş hizmettir…

Nüşuze kadınlar…

“Erkekler, kadınlar üzerinde idareci ve gözeticidirler. Çünkü Allah insanların bir kısmını diğerlerinden üstün kılmıştır ve erkekler, mallarından kadınları ve çocukları için harcarlar. Salih kadınlara gelince, onlar Allah’ın emirlerine itaat edip, kocalarının hakkına riayet ederler ve Allah onların hukukunu nasıl koruduysa, onlar da kocalarının malını, namusunu ve sırlarını kocalarının gıyabında korurlar. İsyankârlıklarından korktuğunuz kadınlara ise, güzelce öğüt verin. Eğer bu fayda vermezse onları yataklarında yalnız bırakın. Bu fayda vermezse onları hafifçe dövün. Eğer itaat edecek olurlarsa, siz de artık onları incitmek için bahane aramayın. Muhakkak ki Allah çok yüce ve çok büyüktür.” (Nisa Sûresi: 34. âyet)

Âyette beyine kafa tutup, üstünlük taslayan, meşrû isteklerine isyan eden hanımlar “nüşuze” olarak tâbir ediliyor. Tefsirlerde kadının “isyankârlık” hâli, eşine karşı süslenmemesi, kocasının cinsel taleplerini reddetmesi, eşinden hoşlanmaması, eşinin istediği evde yaşamayı reddedip başka bir evde yaşaması, kocasının izni olmadan gezip dolaşması, onun malını israf derecesinde harcaması olarak sıralanıyor.

“Kadınları dövün!” diye âyette genel bir hüküm bulunmuyor. Sadece meşrû istekleri isyanla mukabele bulan erkeklerin öfke duygularını kontrol edip kırmızı çizgilerini belirlemeleri söz konusu. Kaldı ki, kadınların mizaçları çok farklı. Sert bir söz ve bakıştan rencide olan hanımların yanında, “Erkek bu, döver de” diyenler de mevcut.

Affetmenin güzelliği…

Elmalılı Hamdi Yazır dayakla ilgili hükmün yer aldığı Nisa Sûresi’nin 34. âyetinin yorumunu yaparken mü’min erkeklere şöyle sesleniyor:

“Şunu muhakkak bilmeli ki, Allah pek yüksek ve pek büyüktür. Allah’tan korkunuz ve kadınlara karşı size vermiş olduğu kuvveti kötüye kullanmayınız. Allah’ın size karşı kudreti, sizin kadınlara karşı kuvvetinizden çok yüksektir. Ve sizin Allah’a karşı günahlarınız, kadınların size karşı günahlarından daha çok ve daha isyankâr olduğu halde, Allah sizin tövbelerinizi kabul ve günahlarınızı affederken size karşı itaat eden zevcelerinizin vâkî olan kusurlarını nasıl affetmezsiniz ve nasıl olur da onlara taarruz için vesile ararsınız?”

Bir psikologdan tavsiyeler…

Mesleğini uzun yıllar ABD ve İsviçre’de icrâ eden psikolog Selin Karacehennem şiddeti sınır tanımayan genel bir insanlık problemi olarak değerlendiriyor. Bakın bu konuda kadınlara nasıl “pratik taktik”ler veriyor:

“Şiddet gösteren erkeklere hiç sempatiyle yaklaşmıyorum, ama kadınlara ‘Mümkünse dayak yemeyecek şekilde davranın’ diyorum. Kocası parlamaya başlayınca kadın başka odaya gitsin. Adam bağırmaya başladığında karşısında durmamak lâzım. Ne kadar haklı olursanız olun, o sırada provoke edilmemeli erkek. Çünkü bizden daha güçlüler. Akıllı kadınlar arka planda kalırlar ve kayınvalideden devraldığı erkeği idare ederler. Tartışma sırasında ve sonrasında bir iki gün susup ardından ‘Ben senin tarafından azarlanmak istemiyorum ki…’ diye olaya girmeliler” diyor…

25.11.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Çelişki yumağı



Medyanın hâl-i pürmelâli ortada. İki yüzlülük diz boyu. İnsanı bir gün içinde linç eder, diğer gün omuzlarda taşır.

Fatih Terim olayı bunlardan biri.

Son iki maça kadar “Terim istifa” çığlıkları atanlar, Norveç ve Bosna zaferi sonrası 180 derecelik dönüş yaptı.

Buna “döneklik” denir.

Vatan gazetesi bu gerçeğe dikkat çekmiş ve önceki günkü manşetinde şöyle bir analiz yapmış:

“Türk Spor Medyası 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası Grup Elemeleri sırasında bir kez daha tartışmaya açıldı. Berabere kaldığımız Malta maçı, yine sadece 1 puan alabildiğimiz Moldova mücadelesi ve Ali Sami Yen’de Yunanistan’a 1-0 yenildiğimiz karşılaşmanın ardından son derece sert başlıklar kullanıp Millî Takıma ağır eleştirilerde bulunan ve Fatih Terim’i istifaya dâvet eden spor medyası, Norveç ve Bosna Hersek galibiyetlerinin ardından 180 derecelik dönüş yaptı.

“Kaybedilen puanların ardından aceleci davranıp “Ruhuna El Fatiha”, “Fesuphanallah”, “Futbol bitmiş”, “Terim İstifa”, “Dersler Boş Geçiyor”, “Dersi komşu verdi”, “Millî Takım nerede” gibi başlıklar atan spor sayfaları, finallere gitmeyi garantileyince, “Hepinize helâl olsun”, “Çılgın Türkler”, “Oh be dünya varmış”, “İmparator omuzlarda”, “Türkiye olmadan Avrupa olmazdı”, “Şeref Diploması”, “Öyle mutluyuz ki”, “Alın TERİMizle” şeklinde başlıklarla adeta günah çıkarttı.

“Kolay gruptan zor çıkan, son 2 maçı kazanmasına rağmen hâlâ iyi bir futbol ortaya koyamayan millîlerin EURO 2008’de bu görüntüsüyle başarılı olması zor görünürken, işte spor medyasının tam anlamıyla ofsayta düştüğü başlıkları ve yorumlar...

“Çuvaldızı önce kendimize batıralım... Moldova maçının ardından “Selâm Müthiş, Futbol Bitmiş” başlığı atmışız VATAN Gazetesi olarak. Yunanistan yenilgisinden sonra ise spor sayfamızda “ Ruhumuza El fatiha” başlığı yer almış. Finaller garantilenince ise “Hepinize helâl olsun” başlığını atmışız, ayrıca Terim’le ilgili olarak da “İstifa etmeyerek yüreklere su serpti” yorumunu yapmışız.”

***

Gazete, diğer gazeteleri de analiz etmiş:

Hürriyet:

Spor sayfasına “Dersi komşu verdi” başlığını koyan Hürriyet, Bosna maçının ardından finalleri garantileyince “Öyle mutluyuz ki” başlığı atmış ve “Bu ülke sizinle bir kez daha gurur duydu Fatih’in aslanları” demiş.

Sabah:

Kötü gidişatta Terim’e gönderme yapan üç sert başlık atmış. “Dersler Boş”, “Ruhuna Fatiha” ve “Fatih Terim İstifa…” Finaller garantilenince “Türkiye Olmadan Avrupa Olmazdı” başlığını koymuş.

Milliyet:

Moldova beraberliğinin ardından “Fesupanallah”, Yunanistan yenilgisinden sonra ise “Bu kadar fazla” başlıklarıyla spor sayfasını çıkarmış, finaller garantilenince ise “Şeref diploması” başlığı koyan Milliyet Spor Servisi “Terim’in gençleri Norveç’den sonra Bosna’yı da geçerek başarıyla mezun oldu” yorumunu yapmış.

Fanatik:

Yunanistan yenilgisinin ardından ana sayfasına “Mehmetçik Aurelio Buradaaaa, Türkiye Buradaaaa” ve iç sayfasına da “Ve Terim İstifa” başlığı atarken, Bosna karşılaşmasının ardından “Teşekkürler Türkiye” başlığı atıp, “İşte emeği geçenler” diyerek 2008 elemelerindeki bütün kadro ve teknik ekibin resimlerini koymuş.

Fotomaç:

Yunanistan maçının ardından 15 şehidin adını yazıp “burada” başlığı atıp ardından da daha büyük puntolarla “Millî Takım Neredeee” demiş. Aynı gazete önceki günkü baskısında ise “ alınTERİMizle” başlığı atıp “Türkiyem finallerde. Ne Mutlu Türküm diyene” alt başlığıyla çıkmış.

Evet, bu başlıkları okuyunca “Ne mutlu Türküm “ diyesi gelir mi?

Bir gün önce “vatan haini,” bir gün sonra “kahraman.”

Ne psikoloji ama?

25.11.2007

E-Posta: [email protected]




Abdurrahman ŞEN

Mehmet Zeki Akdağ



Türkiye Yazarlar Birliği ve Eminönü Belediyesi işbirliğiyle kısa süre önce başlatılan kültür faaliyetlerinden birinde konuşmacıydım önceki akşam. “Babıali Kültür Akşamları” başlığı altındaki faaliyetler arasında, yaşayan büyüklerimize saygı günleri de düşünülmüş. Bu sebeple; gazeteci, yazar ve kelimenin tam anlamıyla gerçek bir şair olan sevgili Mehmet Zeki Akdağ Ağabeyimi anlatma görevi bana verilmişti…

Bu sebeple, Eminönü Belediyesi Kültür Ve Sosyal İşler Müdürlüğü’nün Kızlarağası Medresesi’nde düzenlediği geceye teşrif eden bir elin parmağı kadar dostla Zeki Ağabeyi konuştuk.

Eminönü Belediyesi Kültür Ve Sosyal İşler Müdürü sevgili kardeşim Ş. Fuat İnci, Recep Arslan, Yahya Kemal Baş, Töre Yayınları’ndan Şemsettin Ermetin ve Mehmet Nuri Yardım’ın katılımıyla Zeki Ağabeyi konuşurken bir de baktık ki genelde kültürümüzün sorunlarını konuşuyoruz…

Bu vesileyle Zeki Akdağ Ağabeyim hakkındaki notlarımı sizlerle paylaşmak istiyorum.

Cemre Dergisi’ni ilk çıkardığımız zamanlar… Birinci sayıyı yayınlamışız. “Aferin” diyenler de var “Sana mı kaldı?” diyenler de… İşte öyle bir ortamda, fakülteye gittiğim bir sabah baktım kimi dostlar sarılıp kucaklıyorlar beni… “Hayrola!” diyorum… Ortadoğu Gazetesi’nin kültür sayfasını çeviriyorlar ki… Tam sayfa Cemre Dergisi tanıtılmış… Hem de çok sitayişkâr cümlelerle… Derginin kapağı da sayfanın süsü olarak kocamanca yerleştirilmiş ortaya. Hemen Ortadoğu Gazetesi’nde alıyoruz soluğu Murat Şimşek’le beraber. Sayfada imzasını gördüğüm M. Zeki Akdağ’ı görmek, teşekkür etmek için. Tanışıklık, dostluk, ağabey-kardeşlik böylece başlıyor. 25 sene önce!

Cemre’ye ve daha sonraki yıllarda yayınladığım her dergiye çeşitli biçimlerde destek olan dostların ön sıralarında bulundu hep Zeki Ağabeyim.

Sevgili Zeki Ağabeyimin kısa bir ansiklopedik biyografisini verecek olursam, şu bilgileri hatırlatmak mümkün:

Karaman’ın Ermenek ilçesinin Göktepe Kasabası’nda 28 Haziran 1929’da doğdu. Göktepe İlkokulu (1943), Veteriner Sağlık Teknisyeni Okulu (1948), Ordu Dil Okulu (1960) mezunu. 1968’deki emeklilikten sonra basına “merhaba” dedi. Milliyet, Akşam, Güneş, Yeni İstanbul, Son Posta, Hergün ve Ortadoğu gazetelerinde; muhabir, haber müdürü, yazı işleri müdürü, genel yayın müdürü olarak görevler yaptı.

Türk Dünyası Yazarlar ve Sanatkârlar Vakfı kurucu üyeliği, İLESAM İstanbul temsilciliği yaptı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Gazeteciler Sendikası üyesidir.

İlk şiiri 1947’de Erciyes dergisinde yayınlandı. Geride kalan bu 60 yıl süresince; Çınaraltı, Hisar, Türk Edebiyatı, Türk Dili, Millî Kültür, Yeni Ufuklar, Türk Yurdu, Türk Dünyası, Kültür Dünyası, Orkun, Tarla, Kızılelma, Türk Sanatı, Petek, Dokuz Eylül ve Sarmaşık Kültür gibi çok sayıda dergide kalemiyle, mısralarıyla yer aldı.

“Mızrap” isimli musiki dergisini bir grupla birlikte 6 sayı yayınladı. Gazetecilik araştırma dalında 1977’de “Yılın Gazetecisi Ödülü”nü aldı.

Kültür Bakanlığı’na yaptığı 7 bin 500 kitaplık bağışıyla, doğup ilk öğrenimini gördüğü köyünde adına kütüphane açtırdı.

Eserleri: Kırkikindi (1967), Dar Saat (1973), Uzun Hava (1991), Yağmura Duran Bulut (1999), Önce Şiir Vardı (1999), Boşa Çiğnemedim Yalan Dünyayı (2003), Gecenin Gözleri (2006)

Edebiyat ansiklopedileri yanı sıra bir çok dergi ya da kitapta da Zeki Ağabey hakkında özel bölümler bulmak mümkün.

Bu biyografiden de anlaşılacağı gibi 2007 yılı Zeki Ağabeyin san'attaki 60. yılı. Gönül istiyor ki; böylesine öz kültürüne özünden bağlı bir edebiyatçı, şair daha görkemli bir törenle taltif edilsin!

Temennimizin gerçek olabilmesi umuduyla, Zeki Ağabeyin san'at anlayışına, eselerine hâkim olan duygulara da biraz eğilelim.

Malûm… Bu topraklarda asırlardan beri önce “şiir” vardı… Sözün hası “şiir”… Kışın soğuğundan donan kalplerimizi ısıtan bir “şiir” vardı önce… Yazın sıcağında kavrulan gönüllerimizi serinleten “şiir” vardı önce…

Sonra ortalığı “şiir gibi” bir şeyler kapladı birden! Ve “şiir” geri çekti kendini: Edebinden!

Bu toprakların kültür ve dil imbiğinden süzülmüş bizim şiirdi, has şiirdi azalan, kendini geriye çeken…

İşte böylesi bir ortamda; bir çok şiirinde ilmik ilmik Anadolu’nun sesini işleyen Zeki Ağabey, dilim dilim dilinen dilimizin halini mısralarıyla ağıtlaştıranlardan bir “şair” olarak çıkıverdi…

Türkülere sarıldı… Türküleri türkü gibi şiirlerinde yaşattı hep. Zeki Ağabeyin bir çok şiirinde türkü sevdasını görmek mümkün. Türküleri öylesine sevmiş ki Zeki Ağabey; “Türkülerimiz” isimli şiirinde “Türkülerle Gömün Beni” bile diyor…

Yer yer tasavvufa uzanan bir manevî dünyayı da Zeki Ağabeyin mısralarında bulmak mümkün. Bunun yanı sıra; tarihine, diline, geçmişine, “bizi biz yapan” özelliklerimizin tümüne sevdalıdır Zeki Ağabey… Ve her biri için hissettiklerini farklı zamanlarda, farklı biçimlerde mısralara dökmüştür.

Yitirdiğimiz özelliklerimizin kıymetini her fırsatta mısralarında ören, Türkçe’mizi nasıl zayi etmekte olduğumuza dikkat çeken, buram buram Anadolu’yu, İstanbul Türkçe’siyle hem yaşıtlarına hem de genç nesle aktarıp sevdiren bir şair Zeki Ağabeyim…

Otuzu aşkın şiiriyle TRT repertuarına girmiş ve Zeki Müren, Ahmet Özhan, Bilge Pakalınlar gibi san'atçılar tarafından seslendirilen şarkıların şairi olan Zeki Ağabey; mısralarında kendini gösteren “gönül adamı” özelliğini yaşantısında da çevresine hissettiren, tam bir Anadolu efendisidir.

Hece vezninden bazı şiirlerinde vazgeçse de sağlam kâfiyeden, şiirin ritminden, âhenginden asla ayrılmaz. Bir çok şiirinde hicivden örnekler de sunan Zeki Ağabey, “Millî şiir” tanımının, yaşayan ender ustalarından biridir.

Merhum Ahmet Kabaklı büyüğümüzün; “…. Türkü, koşma havasına girdiği, aşkını ve tabiatı eski bir Toroslu gibi söylemek gereği duyduğunda Karacaoğlan’ın şenlik ve renkliliğinden pek ayırt edilemiyor…” sözleriyle tanımlamaya çalıştığı…. Merhum ağabeyim Ahmet Tufan Şentürk’ün ifadesiyle de; “…. Tam mânâsıyla ve tek kelimeyle günümüzün yaşayan Karacaoğlan’ıdır” diyebileceğimiz Mehmet Zeki Akdağ Ağabeyime bundan sonra da bol şiirli, az hasretli, “ballı Türkçe” ile örülmüş nice şiirler, şiir kitapları diliyorum…

Sağlık dolu ömürlerle elbette…

Böyle bir şairden bahsedip de şiirinden tatmamak olur mu?

Sevgili Zeki Akdağ Ağabeyimin, “Ayrılık” isimli şiiriyle baş başa bırakıyorum sizleri:

“Bir ananın ikiziydik / Bizi bile ayırdılar / Duâya dönen dillerden / Sözü bile ayırdılar…

Yaprağı yitirdi köken / Yetiş artık ulu hakan / Rahlenin dibine çöken / Dizi bile ayırdılar.

Cümle kine selâ verdik / Dönülmez bir yola verdik / Son umudu tele verdik / Sazı bile ayırdılar…

Kurşunu inkârda fişek / Göze geldi bizim kuşak / Dilsiz mermere döndü aşk / Nazı bile ayırdılar…

Büyü öksüz kuzum büyü / Ninniledik her türküyü / Alafladık yolsuz köyü / Közü bile ayırdılar…”

25.11.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Buluşma noktaları



Faslıların Bediüzzaman hakkındaki hüsnü kabullerinin ve şehadetlerinin gerisinde elbetteki son reçete olması yatıyor. Fikri ve dini hastalıklarına tiryak arayanlar elbetteki son reçeteye de muhtaçtırlar. Bediaüzzaman’ın sunduğu reçetenin birkaç önemli ayağı ve özelliği var. Bunlardan birisi, sunduğu reçetenin tarihte kalmamış olması. Pratik değeri olması ve günümüze hitap etmesidir.

Dolayısıyla anakronik değil ve kullanım tarihi ve miadı geçmemiştir. Günümüze hitap ediyor. Bununla birlikte bazı reçeteler günümüze hitap etmesine rağmen fildişi kulelerinden inemiyor ve halka malolamıyor. İşte Risale-i Nur, camiiyyet ve tekâmülcü vasfıyla onlardan ayrılıyor. Veya ayrıldığı reçeteler parçalıdır ve onun gibi camiiyyet ve bütüncüllüğü temsil etmiyor. Sözgelimi, Seyyid Kutup gibi isimler vakıayı tahlil ve teşhisde başarılı oluyorlar ama reçete yazmada ve mualecede aynı başarıyı gösterimiyorlar. Veya reçeteleri kısmi kalıyor. Sözgelimi, (zannediyorum ki) Celal Celalizade temas etti; Gazali ‘Mizanu’l amel’ gibi kitaplarında adalete vurgu yapıyor ama bunu ideal zeminde ele alıyor ve halka yansımıyor. Yani alem-i gaybdan alem-i şehadete inemiyor. Gazali, ‘Mizanu’l amel’de bunu günlük ve gündelik dile tercüme edemiyor. Belki reçetetü’l havass makamında kalıyor. Miskeveyh de yine ahlak kitaplarında konuya temas ediyor ama bunu avamın diline aktaramıyor.

Burada şöyle bir taksime gitmekte fayda var. Ahlak ve mev’ize kitapları bir kaç grubu ayrılıyor. Takrirci ve tanzirci anlayış: Bu anlayış ahlakı ve dini hakaiki tecridat suretinde ele alıyor ve avama ulaşması mümkün değildir. Miskeveyh’in kaleme aldığı ve benzeri ahlak kitapları bu türdendir. Bir de nazariyatın dışına çıkarak temsil makamında ahlakı ve dini hakaiki anlatan tarz ve yöntemler vardır. Bunların en sonuncusu Bediüzzaman’dır. Kelile ve Dimne sahibi Beydaba, Sadi-i Şirazi’nin Bostan ve Gülistan kitabı Ahmed İbni Yusuf’un El Mükafaa ve Hüsnü’l ukba kitapları bu tarzı temsil etmektedir. Bediüzzaman da gerçekleri temsili hikayelere bezemiştir. Ama maksadı hikâye anlatmak edğildir. Hikâaye üzerinden hakaiki anlatmaktır. Yani anlatım da bir nevi sanat ve ‘ahbuke’ dedikleri kurgu sanatı vardır. Bediüzzaman temsillerinden bir kısmını kendisi kurgalamış bir kısmını da Muzaffer Can gibilerin de temas ettiği gibi seleflerinden almıştır.

***

Kurgu da olsa anlattıkları bir nevi canlı hayattandır ve yaşayan kıssa ve hikâyeler hükmündedir. Bediüzzaman’ın yöntemlerinden birisi de nazarını Kur’ân’a vererek tevhidi kıble etmesidir. Bunun somut ve muşahhas sonuçlarından birisi de insanları teşettütü’l fikri’den (fikri dağınıklık) kurtarmasıdır. Dağınıklıktan kurtarma çok önemli bir ihtiyaçtır. Çünkü aksi taktirde, mesailer boş yere harcanacak ve enerji yanlış adreslerde tüketilecektir. Sempozyum hadimlerinden Kenan Demirtaş’a göre, Faslı ilim adamlarının ikbal ve hüsnü kabulünün gerisinde yatan temel saik ve faktörlerden birisi de budur. Fas da, şark ile garp arasında kimlik buhranı yaşayan ülkelerdendir. Hâlâ topraklarından bir kısmı (Sebte ve Melile) İspanyol işgali altındadır. Ve Avrupa üzerinden Batı’nın fikri etkilerine maruzdur. Türkiye ile Fas da Avrupa Birliği’ne girmek isteyen ülkelerdendir. Daha doğrusu sadece Türkiye ile Fas Avrupa Birliği’ne girme imkân veya ihtimaline veya istitadına sahip olan iki ülkedir. Bu itibarla, jeopolitik ve jeostratejik konumları birbirine benzemektedir. Bu açıdan ihtiyaçlar da birbirine benzer.

***

Bu ortak illetler ortak çare ihtiyacını da beraberinde getiriyor. Bu itibarla, ortak jeopolitik vasıf veya Batı ile Şark arasında köprü olmak teşhis beraberliğinin yanında tedavi beraberliğini de yanında getirmektedir. Yani reçeteler ortaktır. Elbette zamani olarak İslâm dünyası ortak bir reçeteye muhtaçtır. Ama mekânî olarak bu reçeteye en yatkın olanlar Türkiye ve Fas gibi ülkelerdir. Fas ilim ve fikir erbabının Risale-i Nurlara olan alakası buradan ileri geliyor olmalı. Ortak ihtiyaçlara nazaran Fas Risale-i Nur açısından münbit bir iklimi temsil ediyor.

25.11.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Hilmi Doğan



Eski Yönetim Kurulu üyelerimizden ve bir ara gazetemizde idare müdürlüğü de yapmış olan muhterem Hilmi Doğan’ın rahatsızlığından, 8 Nisan’daki yazımızda bahsetmiştik.

Mehmet Emin Birinci’nin vefatı sonrasında, rahmetli Bekir Berk’i de yad ettiğimiz o yazıda, tedavi altında olan bir başka muhterem zattan, Mustafa Türkmenoğlu’dan da söz etmiştik.

Türkmenoğlu Temmuz’da rahmete kavuştu.

Yönetim Kurulu üyemiz Ali Vapur, geçtiğimiz 3 Kasım’daki Temsilciler Toplantısında Doğan’ın durumunun ağırlaştığı bilgisini vermiş ve dolaylı bir helâlleşmeye vesile olmuştu. Ve bu helâlleşmeden iki buçuk hafta sonra Hilmi Doğan berzaha göçtü. Allah rahmet eylesin.

Hilmi Doğan’ı ilk kez 1976 yılında Ankara’da Yeni Asya bürosunda, üniversite öğrencilerinin burs ihtiyacını temin için çabalayan müşfik ve gayretli bir bürokrat olarak görüp tanımıştım.

1990’dan sonra Yönetim Kurulu üyemiz oldu. 1970’li yıllarda kısa bir müddet gazetemizde idare müdürlüğü yaptığını ise, yazarımız Nuriye Çevik’in hazırlayıp “Nurlu Hatıralar” adıyla kitaplaştırdığı ve Yeni Asya Neşriyat arasında yayınlanan hatıralarından okuyup öğrendik.

Zaman zaman nur sohbetlerinde ve Üstadı anma toplantılarında karşılaştığımız Hilmi Doğan’ın en son, 2005’te Konya’da yapılan, Mustafa Sungur, Mehmet Fırıncı, rahmetli Mehmet Emin Birinci ve Mustafa Türkmenoğlu’nun da katıldığı o muhteşem ve unutulmaz buluşmada, paneli yöneten Halil Uslu’nun daveti üzerine sahneye çıkarak “Erek Dağı” şiirini okuduğunu hatırlıyoruz.

Doğan’ın en çok bilinen ve “Çırpınırdı Karadeniz” makamında söylenen şiiri ise “Tepelice çama çıktım/ Gelincik dağına baktım/ Mümkün olsa kalacaktım/ Bir ömür boyu Barla’da” dörtlüğüyle başlayan o unutulmaz mısraları.

Doğan, Risale-i Nur hizmetinin geride hoş bir sada ve derin izler bırakmış çok önemli emektarlarından biriydi. Mekânı Cennet olsun.

Ailesinin ve Nur camiasının başı sağ olsun.

***

Aktüel dergisinin gazetemize yönelttiği eleştiriyi cevaplamaya çalıştığımız yazıyla ilgili olarak Barbaros Balaban şu mesajı iletmiş:

“Aktüel dergisinde çıkan eleştiri standart maddeci ve dünyevî görüşün, insanın ilimleri sadece geçici dünya hayatında geçimini temin etmek için bir vasıta olarak kullanma anlayışının bir dışavurumu olmuş bence.

“Onlara göre, çalışmayacaksan ve bunu paraya çevirmeyeceksen, okumanın da bir anlamı olmayacaktır.

“Halbuki biz Nur talebeleri dünyevî ilimleri geçim vasıtası olmakla birlikte esasında Cenab-ı Hakkın Esma-i Hüsnasının kâinattaki tecelliyatını kavrayıp ubudiyetimizdeki kaliteyi arttırmak için kullandığımızdan, bacılarımızın da derunî ilme nüfuzunu ve hatta allâme olmalarını isteriz ve dünyevî fenleri de en iyi şekilde öğrenmelerine canı dilden taraftarız.

“Bence hadisenin hem orada, hem bizim tarafta sadece “çalışabilirlik veya çalışamamazlık” noktasından değerlendirilmesi eksik olur.

“Bu hususta, esas olarak fen ilimlerini ve dünyayı, ahireti kazanmaya bir araç olarak gören temel anlayışımızı vurgulamamız gerekir.”

25.11.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

İki futbolcu, iki gerçek



“İki futbolcu, iki gerçek” başlığını görünce, bu yazının bir ‘futbol/spor’ ile ilgili olduğunu düşünenler var ise, hemen ifade etmek isterim ki bu yazı bir spor/futbol yazısı değildir. İki ‘ünlü’ ikisi de ‘yabancı’ olan bu futbolcuların dile getirdiği ‘iki doğru’dan bahsetmek istiyorum.

Bu ‘efsane’ futbolculardan biri, Brezilyalı Pele. Efsane futbolcu Pele, İstanbul Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayında düzenlenen “Perakende Günleri”nde iş dünyasına seslenirken şöyle demiş: “Takımınıza güvenin, başarının tek anahtarı budur. Ben 1282 gol attım, ama yalnız olsam hiçbirini atamazdım.” (Sabah, 23 Kasım 2007)

Futbolcuların, medyayla fazla ilişkileri ve çok para kazanmaları sebebiyle sadakatlerini kaybettiklerini belirten Pele, günümüz futbolunu değerlendirirken de şöyle konuşmuş: “Evet, biz de iyi paralar kazandık ama bizim 20 yılda kazanmaya çalıştığımızı şimdi 1 yılda kazanmaya çalışıyorlar. Kendi hayatları da ellerinden alınıyor. Meselâ, Fenerbahçe ile anlaşma imzalıyorlar. ‘Fenerbahçe’yi çok seviyorum’ diyorlar. Real Madrid’e gidiyorlar, aynı şeyi söylüyorlar. Bu, gelecek için endişe verici.”

“Hep ‘ben’ derseniz olmaz” diyen Pele, kendi hayatından örnek vererek ‘ekip çalışması’na ve işbirliğine vurgu yapıyor. Günümüzde ise, her fırsatta “Ben, ben, ben” diyen ve bunu “ideal hayat anlayışı” haline getirenlere rastlıyoruz. Bu yanlış kanaate sarılanları, Pele’ye kulak vermeye çağırıyoruz.

Malûm olduğu üzere, Kur’ân’ın hakikatli bir tefsiri olan Risâle-i Nur eserlerinde de ‘ekip çalışması’na atıf yapılır. On ustanın ayrı ayrı çalışarak günde üç adet ‘iğne’ yapabildiği, ancak ‘taksîm-i a’mâl düsturuyla’ bir araya gelen on ustanın her birinin bir günde 300 iğne yaptığı anlatılır. (Lem’alar, s. 169)

“Efsane futbolcu” Pele de bu sırrı anlamış görünüyor...

İkinci futbolcu ve dile getirdiği ‘gerçek’ de şu: Bilenler bilir, Fenerbahçe’nin 103 golle şampiyon olduğu kadronun 1 numarası Alman kaleci Toni Schumacher, bir turnuva vesilesiyle geldiği Antalya’da “Burada her zaman olduğu gibi kendimi mutlu ve huzurlu hissediyorum. Ezan sesini duymak beni mutlu etti, bu sesi özlemişim” demiş. (Akşam, 19 Kasım 2007)

Şükürler olsun ki; beş vakit duyduğumuz ezan sesi, ‘yabancı’ları da derinden etkiliyor ve çoğu zaman Müslüman olmalarına bile vesile oluyor. Alman kaleci Toni Schumacher’in, “Türkiye’nin kebabını özledim” demek yerine “Ezan sesini özledim!” demesi hem çok dikkat çekici, hem de ibret vericidir. “Türkiye gerçekleri”nden habersiz kimileri, ‘kebap’ımızı “ihraç ürünü” kabul ederken; çoğu yabancı nezdinde, ‘Ezan-ı Muhammedî’miz sebebiyle farklı ve ‘özel’ bir ülke olarak kabul ediliyoruz.

Sahip olduğumuz gerçek değerlerin farkına varalım ve ‘merkezî ezan’ gibi yanlış uygulamalardan da kaçınalım. İnşallah ünlü kaleci Toni ve onun gibi milyonların ‘ezan’ sevgisi ve saygısı, onların İslâma teslim olmalarıyla neticelenir. Âmin.

25.11.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Öğle zirvesi



Bedenin zirve enerjisi, günü ortalarken insan ruhunun yarım günlük yorgunluğuna bir öğle arası ihtiyacı doğar. Günün sabahın bereketiyle başlayan yoğunluğu ve başlanan işleri veya sarkan gündemleri toparlama ve yoluna koyma noktası en iyi anını yakalarken, bir istirahat, bir yemek ve bir dua dolusu ibadet arzusu, öğleyi dinlendirir.

Öğle, gün ortası bir canlılık prizmasıdır. Enerji deposudur. Hayatın olgunluk meyvesidir. Tadımlık lezzetlerin tadına varma zevkidir.

Öğle namazı, kıyam halidir. Eller bağlı, ayakta dik ve dilinin kalbine tasdik ettirdiği duâlarla huzur-u İlâhiye çıkma saati, günün tam eksenidir. Arkasına aldığı sabah ve önüne kattığı öğle sonrası ile merkezde, kendi odağında meşguliyetin merkezinden kulluğun merkezine bir yöneliştir öğle saati.

Öğle vakti, bir moladır iş hayatında. Dünyanın telâşından, işin gaflete götürecek kadar hırslandıran gayretinden ve çevrenin ortasına/ortamına düşmüş bir kapsamdan, bir çemberden vicdanen çıkma talebidir.

Ruhun tenezzühü, en çok bu zaman ölçeğinde şiddetli ihtiyaç duyar bu manevî istirahata ve kulluğu hatırlatan namaza.

Öğleyin, güneş tam tepede iken, kıyam halindeki namaz anına düşen insan gölgesi, bizzat kendisidir. Gölge sıfır noktasındadır. Nefsin kendini erittiği andır. Kırılma ve yana yıkılan yönde bir doğuş veya batış simetrisinde oluşan gölgeler yoktur.

Onun için, gölgesi kendi gerçeğinde, hayatı kendi kemalinde, hedefleri hayatın içinde ve yaşayışı ömrünün keyfiyetinde bir andır öğle saati.

Öğle namazı; gençliği, olgunluğa geçişi, zamanın kıvam dilimini ve dünyanın yaratılış safhasında insana ait sonuçları ifade eder.

Yüzü zeminle paralel bir şekilde önü açık bir ufkun derinliğinde, kâinatı kucaklarcasına iştiyaklı bir halin tercümesi var kıyamdaki öğle vaktinde. Dik duruşun, emaneti tam göğüslemiş sorumluluğu var kulluk omuzlarında.

“Allahu Ekber” diyerek iftitah tekbiri ile başlayan namazın girişine, niyetine ve okunacak dualara kucak açarcasına kendini hazırlayan bir kıyam hali var ki, bunun öğle aydınlığında, rızkın peşinde bir kalbî molanın ibadete tahsis edilmiş saatinde yaşamak, öğleyi kıldıran, öğleyi öğle yapan ve can damarını yakalayan bir namazla kendini bulur.

Öğle, mevsimin yaz ortasına, kâinatın merkezine, zamanın zirvedeki geçiş çizgisine ve insan ömrünün kendi rüştünü ispatlamış en istekli ve iddialı periyoduna denk gelir.

Namazın öğlesi, öğlenin namazında hayatın en önemli dersinin ve görevinin ibadet olduğunu hatırlatan ve öğreten bir “inkılâp başı”dır. En köklü değişim ve en kalıcı tekâmül basamağının balık sırtı gibi tepe noktası diyebileceğimiz, günü taçlandıran anıdır öğle saati. Öğle ibadeti ve huşuyla, huzurla arayan ruhun en çok istekli ve muhtaç olduğu bir namaz vaktidir.

İçindeki kaynağı, değişik hisleri ve günün teslim almaya aday çabalarından bir an için çıkmak, kendini huzura atmak, huzura çıkmak ve toparlanmasına vesile olmak, ibadet etme iradesinin en çok gerektiği bir dönemdir.

Hayatı, meşguliyetleri, öncelikleri ve farklı mekân ve programları karşımıza çıkaran akıcı zaman tuzağına ve vakit geçme riskine girmeden, hayat sefinesini bir an için durdurmak, namazı karşılamak ve onunla güneşlenmek, öğlelenmek, öyle olmak ve “kul”lanmak, ruha nefes aldırmaktır öğle.

Namazda olmak, gafleti dağıtacak en öldürücü darbedir nefse. Vaktin doruğunda namazı merkez yapmak, bir şuur takviyesi, bir idrak aşısı ve rızkın peşindeki günün geri kalanına bir yeni “Bismillah” deme kamçısıdır.

Günün en önemli merasimidir öğle namazı. Bir aydınlık zikri ve ferahlık fikridir. Tefekkürün zihni hareketlendirdiği, kıymetli zaman aralığının namazla değer kazandığı ve mertebelendiği, derecesini yükselttiği bir fırsattır.

Namaza, zimmetlendiğimizin farkında olarak, borcumuzu zamanında ödeme, öğleyi nuranîleştirme, dinç bedene ve güçlü niyete bir ibadet kalitesi katmaktadır.

Zamanın üstüne çıkıp, günü rahmetlendiren, mekânların, olayların ve insanların nüfuz alanından kurtaran bu ibadet zevki, günün manidar sermayesidir.

25.11.2007

E-Posta: [email protected].


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri