Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 25 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Cevher İLHAN

Nurun iki mânevî kahraman fedâisi: Hâfız Ali ve Hasan Feyzi



“ÜSTADINA BEDEL ŞEHİD OLDULAR”

Hayatlarını iman ve Kur’ân hizmetine adayan, ömürlerini Üstadları Bediüzzaman’a fedâ eden Nurun iki kahramanı ve mânevî şehidlerinin kabirlerinin bulunduğu Denizli’de bugün mevlid var.

Onlar nurun iki “fidye-i mübâreki”ydi; hayatını Üstadları Bediüzzaman’a ve Kur’ân tefsiri Risâle-i Nura adamış Nurun fedâileriydi...

Bediüzzaman, Risâle-i Nur’un “saff-ı evvel” talebelerinden ve “Isparta kahramanları”ndan merhum Hâfız Ali’nin vefatı için şunu yazar: “Aziz, sıddîk kardeşlerim. Ben merhum Hâfız Ali’yi unutamıyorum. Onun acısı beni çok sarsıyor. Eski zamanlarda bazen böyle fedakâr zâtlar, kendi dostu yerine ölüyorlardı. Zannederim, o merhum benim yerimde gitti. Onun fevkalâde hizmetini eğer sizler gibi o sistemde zatlar yapmasaydı Kur’âna, İslâmiyete büyük bir zâyiat olurdu. Ben, onun vârisleri olan sizleri tahattur ettikçe, o acı gidiyor, bir inşirah geliyor.” (Şuâlar 292, 330)

Yine Bediüzzaman, “Aziz kardeşim Hâfız Ali” hitabıyla kendisine yazdığı bir başka mektubunda, “Hastalığına merak etme. Cenâb-ı Hak şifa versin. âmin. Hapiste herbir saat ibadet on iki saat ibadet yerinde bulunmasından, çok kârlısın. İlâç istersen, bir kısım dermanlar bende var, sana göndereyim. Zaten ortalıkta bir hafif hastalık var. Ben mahkemeye gittiğim gün, herhalde hasta oluyorum. Belki sen bana yardım etmek için, eski zamanda birbirinin bedeline hasta olması ve ölmesi gibi harika fedakârlık gösteren zatlar gibi, benim bir parça rahatsızlığımı aldın” ifâdeleriyle fedakârlığını haber verir. (Şuâlar, 290)

1898’de İslâmköy’ünde dünyaya gelen Hâfız Ali Ergün, 17 Mart 1944’de Denizli’de Üstad’ına bedel kendini fedâ ederek ebediyete irtihal eyler.

Denizli Hapishanesinde mevkuf iken vefat eden merhum Hâfız Ali, Denizli Ağır Ceza Mahkemesinde, “Efendim, evet ben, Risâle-i Nur’un hemen ekser parçalarını anlayarak okuduğum gibi Üstadım Said Nursî’nin de on iki seneye yakındır en gizli ve en ince esrarına kendimi vâkıf biliyorum” diye çekinmeden şu ifâdeyi verir: “Ben ne Risâle-i Nur’da ve ne de Üstadımda emniyet ve âsayişe zarar verecek bir emare, bir meyil görmediğim gibi âsayiş ve emniyetin temel taşlarını onlardan öğrenip müddet-i ömrümde mahkeme safahatını ancak bu def’a gördüğüm gibi; şu benim gibi suçlu olarak huzurunuzda bulunan cemaat-i nuraniyenin de ifâdelerinden benim gibi olduklarını da anladım.”

İslâmköy’ü kendi köyü olan Nurs gibi gören Bediüzzaman, bu beldeye ve İslâm köylü Nur talebelerine büyük bir alâka gösteriyordu. İman ve Kur’ân hizmetinin “Nur fabrikası” İslâmköy’de kurulmuştu. “Nur fabrikasının sahibi” de Bediüzzaman’ın bildirmesiyle Hafız Ali idi. Bediüzzaman mektuplarında “Nur fabrikası sahibi Hâfız Ali Kardeş” diye hitap eder; ve “Isparta kahramanı” olarak yâd eder. Bundandır ki Bediüzzaman, Denizli hapsinden tahliye olduktan sonra, ömrünü hizmetine ve mânevî şahsiyetine adayan Hâfız Ali’nin kabrini ziyaret eder ve şu ifadeleri buyurur: Mahkeme-i kübrâ-i haşirde Risâle-i Nûr talebelerinin bayraktarı şehid, merhum Hâfız Ali rahmetullahi aleyhi, ebeden dâimâ...”

Bediüzzaman’ın bu duâsı Nur talebeleri tarafından mezar taşlarına şöyle yazılır: “Haşirdeki mahkeme-i kübrada Nur talebelerinin âlemdârı’ Nur fabrikası sahibi fidye-i üstad-ı mübârek menba-i envar Hafız Ali Ağabey (Ergün)”

Merhum Hâfız Ali, “Eyyühe’l-Üstadü’l-Muhterem, hayatımın her safhasından kıymetli ve o hayatı, pervâne-misâl, bir emrinin infâzına ateşte yakmaya her an hâzır olduğum kıymetli Üstadım” başlığıyla yazdığı bir mektubunda, “Üstadım, bize emânet olarak ve ne zaman alınacağı meçhul olan hayatın ve her zaman emrine âmâde ve hazır olduğum Cenâb-ı Mün’imin, o emânet üzerine ne gibi emri vâki olsa, inşaallah, bilâ-tereddüt emânetini iâdeye hazırız” diyordu.

Peşinden de, “Evet, Üstadım, belki de boyumdan aşan ve belki dahilimin de siyah çamurlara mezc olduğu ve tefessüh etmeye başladığı bir zamanda Hızır gibi yetişip ve misl-i Lokman, Kur’ân-ı Hakîmin şifâhanesinden lemeân eden muâlecelerle (ilâçlarlarla) tedâviye başladınız. Hayat ismine lâyık bir hayat bahşına vesilesiniz. O hayatı ihsan edene ve vesile olan uğruna, o hayatı ifnâ etmemek kâr-ı akıl değildir” diye kendini fedâya hazır olduğunu bildiriyordu. İşte Bediüzzzaman, daha mektubun sonuna gelmeden bu cümleye koyduğu “hâşiye” ile, “Benim bedelime şehid olacağını hissetmiş. Kuvveti ihlâsın kerâmeti olarak haber veriyor. Haber verdiği gibi şehid oldu” diye mektubun sonuna not düşüyordu. (Barla lâhikası, 81)

“Güzel ve tam yerinde bir tâziyenâme” başlığı altında bütün Nur talebelerine gönderdiği diğer bir lâhika mektubunda, “Aziz, sıddık kardeşlerim. Ben hem kendimi, hem sizi, Risâle-i Nur’u tâziye ve merhum Hâfız Ali’yi ve Denizli mezaristanını tebrik ediyorum” diye yazıyordu.

Ardından da, “Meyve Risâlesinin hakikatini ilmelyakîn ile bilen bu kahraman kardeşimiz, aynelyakîn ve hakkalyakîn makamına çıkmak için, kabre cesedini bırakıp melekler gibi yıldızlarda âlem-i ervahta seyahate gitti ve tam vazifesini yapıp terhisle istirahate çekildi. Cenâb-ı Erhamürrâhimîn, Risâle-i Nur’un bütün yazılan ve okunan harfleri adedince defter-i a’mâline hasenat yazdırsın, âmin. Ve onların sayısınca onun ruhuna rahmetler yağdırsın, âmin. Ve kabrinde Kur’ân’ı, Risâle-i Nur’u ona şirin ve enis arkadaş eylesin, âmin. Ve Nur fabrikasına onun yerine on kahramanı ihsan edip çalıştırsın, âmin, âmin, âmin..” diye duâ ediyordu.

Akabinde de bütün Nur talebelerine, “Siz dahi benim gibi duâlarınızda onu yâd ediniz. Bin lisan onun lisanı yerine istimal edip, o kaybettiği bir hayat ve bir dil yerinde mânevî bin hayat kazandı diye rahmet-i İlâhîden ümitvarız” müjdesini veriyordu.

Merhum Hâfız Ali’yi aynen hayattaki gibi Risâle-i Nur’la meşgul olarak en yüksek bir ilimde çalışan bir talebe-i ulûm vaziyetinde ve tam şehidler mertebesinde ve tarz-ı hayatlarında biliyorum ve o kanaatle ona ve onun gibi Mehmed Zühdü’ye ve Hâfız Mehmed’e bazı duâlarımda derim” diyen Bediüzzaman mektubunu şu duâ ile bitiriyordu: “Yâ Rabbî! Bunları kıyamete kadar Risâle-i Nur kisvesinde hakaik-i imaniye ve esrâr-ı Kur’âniye ile kemâl-i ferah ve sevinçle meşgul eyle; âmin. İnşaallah.” (Şuâlar, 291, 328-329)

Denizli’nin yetiştirdiği aziz Nur talebelerinden birisi olan Hasan Feyzi Yüreğil, Hâfız Ali’nin kabrini ziyaretten sonra hislerini şöyle ifade eder::

“Şehid-i mağfur Hâfız Ali Efendi’nin kabr-i şerifini ziyaret:

“Ey nur yolunun yolcusu, ey ruh-u münevver

“Bu medfen-i pâkin ola ruhun gibi enver.

“Ey ölmeyen, ey fidye-i üstad-ı mübarek

“Razı ola Allah Teâlâ ve tebarek

“Gönderdi selâm, bak sana Hazret-i Üstad

“Hem ruh-u azizi dedi her dem ola dilşâd

“Kur’ân-ı Kerim uğruna fanideki hizmet

“Bahş eyledi şimdi sana sonsuz ebediyyet

“Yerlerde beşer, gökte bütün nurlu melekler

“Her gün sunuyor ruhun için arşa dilek

“Bu makbereler fahredecek haşre kadar hep

“Emvata okut nüsha-i enver, aç yine mektep

“Ey menba-i envâr ve ey hâfız-ı esrâr

“Ey canını canana veren zat-ı fedakâr

“Hafız diye ben namını duydum o huzurda

“Medhin okunur hem de bugün meclis-i nurda

“Sun kevser-i safi, bize sensin yine saki

“Bahş eylemiş Allah sana bir âlem-i baki

“Sormam sana bir şey ne bugünden ne de dünden

“Bir nokta okut sen bize esrar-ı ledünden”

Yine “Risâle- i Nur ‘un mânevî avukatı” Ahmed Feyzi’nin kahraman Nur kardeşi Hafız Ali’nin vefâtı üzere yazdığı ve “Âlem-i melekûta bir arîza” başlıklı “çok hakikatli bir mersiye”, “Şehid, mağfûr Hâfız Ali Efendinin ruhâniyet-i âliyelerine ithafı”yla, “Sevgili Kardeşim” başlığıyla şöyle başlar:

“Tarihî ve cihanşumul büyük dersimizi bitirip mümeyyiz heyetinin numaralarımızı okuyacağı günün arefesinde senin mübeccel varlığının aramızda bulunmamasından müteessir olarak sınıfımızın elhak birincisi olan zât-ı âlinizin son şerefli geçit resmimizde hakikat ve hidayet bayrağını önümüzde dalgalandırmak üzere, teşrifiniz için hadsizliğime rağmen bu mektubumu yüksek huzurunuza iblâğ ediyorum.”

Sonraki paragrafta da, “İçinde bulunduğumuz yüksek hakikatin hakikî manzarasını bütün azamet ve şumuliyle herkesten evvel kavramış onun hakikî mânâ ve hedefini herkesten evvel görmüş ve anlamış ve bu uğurda bütün fâni icablara elveda ederek varlığını tamamen ona vakf etmiş ve en nihayet sevgili Üstadının ve onun büyük dâvâsının uğrunda kendini onun yerine kurban etmiş olan zât-ı âlinizin bu hidayet ve Nur ordusu için hazırlanmış olan, zafer bayramında baş kumandanımızın alemdârlığını yapmak üzere ordumuzun önünde livâ-i hidayeti taşımanız elbette herkesten evvel sizin hakkınızdı...” tasdikiyle şu cümleleri mânevî âleme gönderir.

“Sen adeta bizim ızdırârımızı dergâh-ı rubûbiyete iblâğ için urûç ettin (yükseldin). Üstadın bir sefîri mânevisi oldun. Senin sevimli fatıranın unutulmasına bizim için hiçbir imkân yok. Senin beşûş ve mültefit çehren, şefkatli ve mütevâzi nazarların bizim hayalimizde daima canlı bir varlık olarak yaşayacaktır...”

“İşte sevgili kardeşim! Ben bu dersten anlıyorum ki, müdafaa edilen hakikat doğrudan doğruya hakikât-i İslâmiyenin kendisidir” cümlesiyle devam eden uzun mektup “Ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler hoş görmese de Allah nurunu tamamlayacaktır” (Saff Sûresi, 8) âyetiyle ve “merhum Hafız Ali Efendi ruhuna bir fâtiha-i şerîfe ihdâ etmesini temenni ediyorum” duâsıyla sona erer.

Yine 1895’de Denizli’de dünyaya gelen, şâir, edib, müderris, fâzıl, mutassavıf ve muallim olan Hasan Feyzi Yüreğil, 1943’te Denizli’de Bediüzzaman’ı tanıdıktan sonra hayatını iman ve Kur’ân hizmetine hasreder; ömrünü Üstadına feda eder.

Bediüzzaman’ın dünyaya geldiği senelerde, yani bir asır kadar evvel, Denizli’de büyük evliyadan Hacı Hasan Feyzi isminde bir zât, bir gün talebelerine: “Bugün Kürdistanda bir büyük evliya dünyaya geldi. Bu zât, zamanımızın sahibi, asrımızın vekilidir” diyerek müjdeler verir.

İşte bu Hacı Hasan Feyzi’den sonra sıra ile yerine iki zat geçer. Aradan uzun seneler geçtikten sonra, Bediüzzaman Denizli hapishanesine gelince, aynı ismi taşıyan muallim Hasan Feyzi, birinci Hacı Hasan Feyzi’ye imtisalen Nur Risâlelerine sahip çıkar. İman ve Kur’ân hizmetine girer.

Yüregil, Anadolu’ya gelen Oğuzlar’ın yirmi dört boyundan bir boyun ismi. Denizli’nin Yatağan beldesinin bir köyü. Buranın insanları Adana Yüregir’den geldiği için buraya da aynı isim verilir. Hasan Feyzi, 1940’tan itibaren Bediüzzaman ve talebelerini mahkemeden hapishaneye, hapishaneden mahkemeye izler. Dokuz ay sonra Bediüzzaman ve talebeleri beraat ederler. Bediüzzaman Denizli’nin Şehir Palas Oteli’nde Ankara’nın göndereceği yeni nefiy-sürgün yerinin haberini beklemeye başlar.

Horasan Alp Erenler’inden birinci Hasan Feyzi’nin yolunda olan ikinci Hasan Feyzi, her şeyi bir kenara bırakarak Bediüzzaman’a talebe olmak için çırpınır. Denizli’nin Çivril kazasının Güveçli köyünde muallimlik yapan Hasan Feyzi, bir hakikat adamı olarak artık Nur halkası içindedir.

1944’ün 15 Haziran’dan 31 Temmuz’una kadar süren bu bekleyiş sırasında Hasan Feyzi, bütün Nur Risâlelerini satır satır tâkip eder ve okur. Büyük oğlu Fikret’le Bediüzzaman’a, çay, peynir ve zeytin gönderir. Kimseden karşılıksız bir şey kabul etmeyen Bediüzzaman, Hasan Feyzi’nin ikramlarını kabul eder. “Bunlar bana Hasan Feyzi’den geliyor” diyerek gönül rahatlığıyla alır. Artık Bediüzzaman onu, “ulum-u İslâmiye’de gayet müdakkik ve kıdemli muallimlerden Hasan Feyzi” diye takdim eder, “Denizli kahramanı merhum Hasan Feyzi” diye isimlendirir. Emirdağ’ında, 1945 yılı başlarında, Ramazan-ı Şerifte, Bediüzzaman’ın pencere önündeki yemeğine, vazifeli bir bekçi merdivenle uzanıp, zehir katar. Bu Bediüzzaman’ın dokuzuncu zehirlenişidir. Bu zehirlenme hadisesi üzerine Bediüzzaman ilk “vasiyetnâmesini yazdırır.

“Vasiyetnâmemdir” başlıklı metinde “Kardeşiniz Said Nursî” imzasıyla şunlar yazılıdır: “Aziz, sıddık kardeşlerim ve vârislerim, Ecel gizli olmasından, vasiyetnâme yazmak sünnettir. Benim metrûkâtım ve Risâle-i Nur’dan olan benim hususî kitaplarım ve güzel ciltlenmiş mecmualarım ve sair şeylerimin bütününü, Gül ve Nur fabrikaların heyetine, başta Hüsrev ve Tahirî olarak o heyetten on iki* kahraman kardeşlerime vasiyet ediyorum. Onlara bırakıyorum ki, emr-i Hak olan ecelim geldiği zaman, benim arkamda o metrûkâtım, benim bedelime o sâdık ve mübârek ellerde hizmet-i Nuriye ve imaniyede çalışsın ve istimal edilsin.

“Kardeşlerim, bu vasiyetten telâş etmeyiniz. Ben, teessürattan ve dokuz defa zehirlenmekten, pek çok zayıf olmakla beraber gizli münâfıkların desiselerle müteaddit suikastları için bu vasiyeti yazdım. Merak etmeyiniz, inâyet-i Rabbaniye ve hıfz-ı İlâhî devam ediyor.”

Bu “vasiyetnâme”den büyük üzüntüye kapılan Hasan Feyzi, Milaslı Halil İbrahim Çöllüoğlu ve Zekâi ile mersiye yazarlar. (Mufassal Tariçe-i Hayat, Emirdağ Lâhikası-1)

Bediüzzaman, 31 Temmuz 1944 Perşembe günü bir komiser refakatinde Denizli’den Afyon’a hareket eder. Bu hareket esnasında Hasan Feyzi, Üstad’ına, “Hazretinize buradan ayrılırken söylemiştim” başlığını taşıyan “ayrılık şiiri”ni arz eder. 1950’lerde Emirdağ’da talebesi Mustafa Sungur’a, Hasan Feyzi’nin bu şiirini okuması için veren Bediüzzaman, “Merhum Hasan Feyzi, nurlardan aldığı hakikat dersini, nurlara işaret ederek güzel tanzim etmiş; lâhikaya girsin” der. Üstadından ayrılan Hasan Feyzi’ye göre yine “her taraf yine karanlık olacak, yine ayrılık, yine hasret, yine hüsran olacak. Ağlayan gözleri, yaş yerine kan akıtarak yine ağlayacaktı. Çünkü, ayrılıklarla dolu olan kalbi yine ayrılıklarla dolacak.

Yine “göç ve ayrılık var” diye mecnuna haber verme sakın. Yoksa yine matem, yine feryat, yine inleyiş ve yine figânlar olacak. Açılan tevhid gülü bu ayrılıktan dolayı sararıp, solacaktı. İrfan burcu, iman ocağı yine bu ayrılıktan dolayı virâneye dönecek... Hasan Feyzi feryadına, “Benim adağım, arzum ve dileğim şu ki, canım sana kurban olsun, hayatım sana feda olsun...” diye feryadın devam eder.

“Bab-ı feyzinden ırak olmayı asla çekemem / Dahi nezrim bu ki canım sana kurban olacak” mısralarıyla şunları söyler: “Ey gönüllerin sultanı Bediüzzaman, senin feyizli, bereketli kapından, dergâhından, eşiğinden uzak olmaya, ayrı kalmaya aslada yanamam. Benim adağım, dileğim ve arzum, canımın sana kurban olmasıdır. Ben senin uğrunda kendimi fedâ ediyorum. Sana gelecek belâlar bana gelsin. Sana hayatımı adak olarak sunuyorum.”

Aynen eski zamanlarda birbirinin yerine hastalanan ve vefat eden yüksek fedakârlar gibi, o da Rabbinden, Üstadına bedel ölmeyi diler.

Hasan Feyzi’nin bu samîmî ve kalbî niyâzını Cenâb-ı Hak kabul eder; bu manzumeyi yazdıktan kısa bir zaman sonra (13 Kasım 1946’da) Rahmet-i Rahmana kavuşur.

Bundandır ki Denizli kabristanındaki “Aziz Şehid Hasan Feyzi”nin mezar kitabesinde şu satırlar okunur:

“Ömrünü ilm ü irfana vakfedip mektep ve kürsülerde feryad edip, kalbleri feyz ile her an, ölmüş tenlerde hep buldular can. Bilmediler söz attılar ol ere, o da tasa rahmet olur mu diye, yaşı basarken elli bire, boyun kesip verdi canını dilbere...”

İşte bu vefat hâdisesiyle alâkalı olarak Bediüzzaman, “Risâle-i Nur hakkında parlak fıkralarında, bu biçâre kardeşine kendini kurban etmeye söz verdiğinden ve Nur vazifesini acele yapmasıyla istirahat âlemine gitti” dediği Merhum Hasan Feyzi için ise lâhika mektuplarında şunu ifâde eder:

“Merhum Hasan Feyzi kardeşimiz, aynen şehid merhum Hâfız Ali misillü, bir mektubunda dediği gibi ‘Dahi nezrim bu ki, canım sana kurban olacak!’ dediğini tasdiken Üstad’ına bedel, şehid kardeşi büyük Hâfız Ali’nin yanına gitmiş. Bu zât-ı zülcenaheyn, ehl-i kalb ve gayet yüksek bir ehl-i ilim ve hakikat, otuz sene muallimlik perdesi altında imana hizmet etmiş ve on seneden beri Risâle-i Nuru elde edip, gizli perde altında çalışmış. Sonra da iki sene zarfında doğrudan doğruya Risâle-i Nur’un yüksek hikmetlerini ve kemâlatını çekinmeyerek ruh-u caniyle herkese ilân etmiştir.”

“VEFÂT HABERİNİ ALMIŞ

GİBİ KALEMİ AĞLAMIŞ...”

Bediüzzaman, Hasan Feyzi’nin mersiyesini, “Denizli ve hapsinin ve civarının has talebelerini temsil ederek, onların namına Üstadının vasiyetnamesi ve zehirlenmeden şiddetli hasta olması münâsebetiyle yazdığı bir mersiyedir. Vefat haberini almış gibi kalemi ağlamış. Lâhikaya geçirilsin” tâlimatıyla neşreder.

“Anam ve babam ve tatlı canım sana feda olsun Üstadım” hitabı altındaki “mersiye”, “Birkaç gündür, acılarımıza zehirler katan ve ciğerlerimize şişler ve hançerler saplayan ve gözyaşlarımızı kızıl ırmaklara çeviren acı ve kara haberler almaktayız. Işığında derdimize devalar aradığımız o mübârek ay, akıbet husufa mı uğruyor. Nuruyla bu güzel vatanı aydınlatan ve parlatan Üstadımız, bir daha dönmemek ve bizlere görünmemek üzere, âkıbet göç mü ediyor. Vâ halila...” paragrafıyla başlar.

Sahifelerce Üstada hitab eden “mersiye”, şu paragraflarla son bulur: “Üstadım sen dünya lezzetini tatmadan, ömründe bir kere olsun bu fena güllerine el uzatmadan ve uzana uzana bir saat bile sıcak ve rahat döşeklerde yatmadan, akıbet bırakıp gidiyorsun. Şimdi biz Hacca’t-ül Veda’sız böyle bir ölüme nasıl inanalım. “Ey Fahr-i Âlemin nurdan incisi, Ey ehl-i İslâm’ın bir müncisi, Gel sana bir değil, bu sefer bin bedel verelim de şu rıhlet, şu hicret şu hicran daha bir kaç sene sonraya kalsın. Hep beraber arz-ı hicaza varalım. Kâ’be’ye yüzler sürelim, bizi Arafat’a çıkar...

“Mübârek nâşını Risâle-i Nur’dan yapılan ak kefene kat kat sarıp, Misk-i anberle buhurladıktan sonra, öd ağacından yapılan hususî tabuta koyup, son defa olmak üzere, bir daha ellerini öperek Kâ’be-i muazzamanın kara perdesini de üstüne çekerek, Hacer-ül Esved huzuruna çıkalım. Kâ’be avlusunda toplanan ve daireler şeklinde saf, saf dizilen yüzbinlerle ehl-i îman ve melaike-i arz ve âsumana, o aziz ruhun imam olup cenaze namazını eda edelim...”

Milâs ve havâlisi Risâle-i Nur talebeleri nâmına” Halil İbrahim, Risâle-i Nur hakkındaki parlak fıkrası”nda şunları beyân eder:

“Risâle-i Nur, Kur’ân’ül Mu’ciz’ül-Beyânın taht-ı tasarrufunda olduğundan, ona uzanan, ilişmek isteyen her el kırılır ve her dil kurur. Kur’ân’ül Mu’ciz’ül-Beyânın, ‘Hak dini açıklasınlar diye, her peygamberi Biz kendi kavminin lisânıyla gönderdik’ (İbrâhim Sûresi, 4) kavl-i şerîfinin îmâ ve işârâtından, şu devrede Türk lisânının sadmeler geçirmesine bakılırsa, Risâle-i Nur, Türkçede, lisan üzerinde de imam olacağına, yani ‘Yarın hâlis Türkçe olan Risâle-i Nur’un kesb-i imtiyaz edip, diğerlerini terk edeceklerine dâir işâret-i Kur’âniyendir’ demiş olsam, hâtâ etmemiş olurum zannederim” (Emirdağ Lâhikası, 86-87) ifâdesi, Şuâlarda, “Risâle-i Nur’un Türkçe olmasının tahsini ve takdiri”ni tasdik eder. (Şuâlar, 625)

Bediüzzaman’ın “Mekteb-i fünunda ve ulûm-u İslâmiyede gayet müdakkik ve kıdemli muallimlerden Hasan Feyzi’nin ehemmiyetli ve çok uzun bir mektubudur” diye takdir ettiği Hasan Feyzi’nin “Ey Risâle-i Nur” başlıklı mektubu, baştan sona Risâle-i Nur’un Türkçe te’lifinin mânâ ve ehemmiyetini bildirir. “Ey Risâle-i Nur! Senin Kur’ân-ı Kerim’in nurlarından ve mu’cizelerinden geldiğine, Hakk’ın ilhamı, Hakk’ın dili olup onun emri ve onun izni ile yazıldığına ve yazdırıldığına, artık şek şüphe yok. Fakat acaba senin bir mislin daha yazılmış mıdır? Türkçe olarak te’lif ve tertib ve tanzim olunan, müzeyyen ve mükemmel, fâsih ve beliğ nüshalarının şimdiye kadar bir eşi ve bir benzeri görülmüş müdür?” cümlesiyle başlayan mektupta şu cümleler, dikkat çeker:

“Öyle yazılmış ve öyle dizilmişsin ki; insanın baktıkça bakacağı, okudukça okuyacağı geliyor. En âlî bir taleben senden feyiz ve ilm ü irfan aşkı aldığı gibi, en avam bir taleben de yine senden ders duygusunu alıyor. Sen ne büyük bir eser, ne tatlı bir kevsersin. Bu hâlin Türkçemize büyük bir kıymet ve tükenmez bir meziyet bahşediyor. Senin ulviyet ve kerametin Türk dilini bütün diller içinde yükseltiyor. Kur’ândan maada hiçbir kitaba ve hiçbir kavmin lisanına sığmayan bu kadar yüksek asâlet ve fesâhatı seninle dilimizde görüyoruz....

“Sen bir şiir-i destanî değilsin. Fakat o kadar fasih ve beliğ ve edâlı ve sadâlı ve nağmeli yazılmış ve bütün harflerin birbirine dayanarak kelime ve kelâmların siyak u sibak, intizam ve insicam ile dizilmiş ve bunlar birbirine o kadar kuvvet ve kudret ve metanet vermiş ki; mensur ve Türkî ibâreli olduğun halde, yine mislin getirilemez. Senin gibi parlak bir eser bir daha kimseye nasib olmaz.

“İslâmiyet güneşinin doğuşundan tam ondört asır sonra, senin gibi ulvî ve İlahî ve arşî bir Nur’un, tekrar ve yeniden, bahusus bu son asırda hem Türk elinde ve hem de Türk dilinde doğması acaba kimin hatır u hayalinden geçerdi? Bu ne büyük nimet, bizler ve bu asır halkı için ne bahtiyarlık yâ Rabbî!..

“Türkçemiz seninle iftihar edip dolmakta, kabarıp şişmekte ve her lisan üstüne bağdaş kurup oturmaktadır. Garb dillerinin herbirisine tercüme ve nakil olunan Mevlânâ Câmî ve Mevlânâ Celâleddin’in ve Hazret-i Mısrî ve Bedreddin’lerin âsâr-ı mübârekeleri sana bakıp ‘Bârekâllah, zehî saadet sana ey Risâle-i Nur, hepimize baştacı oldun!’ diye tebrik ve tehniyelerini sunmaya ve rûy-i zeminin insanla beraber bütün zîhayat mahlûkatı dahi seni kabule hazırlanıyorlar...

“Kur’ân-ı Arabî’den Türkçe Sözler’e akan ve bugün öz Türkçeden fışkıran bu feyz ve bu nurlar, kalblerde senin bir nümune-i kudret ve nişane-i rahmet olduğuna hiç bir rayb ve güman bırakmıyor. Sen âyine-i idrake cilâ ve âlem-i kalbe safa ve ruh-u revana gıdasın.

“Allah Allah! Türk milleti seninle ne kadar iftihar etse yine azdır.

“Şimdi bir nidâ-yı nuranî ile hitab ederek: Artık ihtilâf yok, ittihad var. Cansızlar ve camidler devri geçmek üzeredir. Canlılar ve câzibler asrı geliyor. Susunuz, dinleyiniz! Şimdi Nur devridir ve Nur hâkimdir. Zulmette boğulan şu asrı ve gelecek asırları, Kur’ân’dan aldığım nurumla reyyan edeceğim diyor. Herkesi imana, her ferdi Allah’a çağırıyorsun.

“Ey Nur-u Kur’ân! Âhirzamanda bir kerre daha katmerleşerek ve sünbüllenerek, âfâk-ı cihânı Kur’ânın hakikatıyla tenvir ve tezyin ediyorsun. Şimdiye kadar dünyanın yarısını ışıklandıran ey İslâmiyet güneşi! Bugün de bütün zemin sükkânını cehl ü dalâlet ve şirk ü şekâvetleri nur-u hidayet ve emn ü emniyet ve selâmete davet ediyorsun. Bu dâvetin sana kutlu olsun...” Ve doğrudan Risâle-i Nur’a hitap eden mektup şu niyâzlarla son bulur: “(Bediüzzaman’ın), âlem-i insaniyet ve İslâmiyet ve Haremeyn-i Şerifeyn’e asırlarca hizmet eden bu kahraman Türk Milletini çok sevmesinde ve hayatının mühim bir kısmını hep Türklerle meskûn olan havalide geçirmesinde büyük hikmetler, mânâ ve mülâhazalar olsa gerektir.

“Âb-ı rûy-i Habib-i Ekrem için / Kerbelâ’da revân olan dem için

“Şeb-i firkatte ağlayan göz için / “Râh-ı aşkta sürünen yüz için

“Risâle-i Nur’a ve Üstada ve İslâm’a zafer ver yâ Rabbî!.. Âmîn!

“Ey Risâle-i Nur! Seni söndürmek isteyen bedbahtların necm-i istikbali sönsün. İzzet ü ikbali, şan ü şerefi aksine dönsün. Sen sönmez ve ölmez bir nursun...”

Mektubun altına da, “Üstadım Efendim Hazretleri! Ben, bu yazıları Risâle-i Nur’un eli ve kalemi ve dili ile bu hakir kalbime ondan sıçrayan bir kıvılcım parçasıyla yazdım. Kabulünü rica eder ve hürmetle ellerinizden öper, duâlarınızı beklerim efendim. Duânıza muhtaç talebeniz Hasan Feyzi” diye ekler. Vefatından sonra Bediüzzaman da yanına (Rahmetullahi Aleyh” ibâresini yazıp rahmet diler.

Ve Bediüzzaman, Nurun bu iki kahramanının vefâtının mânevî mâverasını lâhika mektuplarında şu müjdelerle bildirir: “Denizli’nin bir mânevî kahramanı merhum Hasan Feyzi’nin (r.h.) Isparta kahramanı merhum Hafız Ali’nin (r.h.) yanına gitmesi”ni, “O, bir cihette, ölmemiş; belki vazifesini acele bitirmiş, âlem-i berzaha istirahat için gitmiş, terhis edilmiş. Hafız Ali ile beraber, mânen, şefaatleriyle ve bıraktıkları tesirli Nur hakkındaki eserleriyle yardım ediyorlar, yine mânen Nura çalışıyorlar. Elbette mânevî şehid hükmünde olmalarından (...) merhamet-i İlâhiyeden kuvvetle ümidvârız İnşallah. Cenâb-ı Hak, onun vazifesini dünyada gördürecek, Nur dairesinde çok Hasan Feyzileri yetiştirecek....” müjdesiyle tesellî verir.

Devamında da, “Nurlar hakkında parlak fıkralarında, bu biçâre kardeşine kendini kurban etmeye söz verdiğinden ve Nur vazifesini acele yapmasıyla istirahat âlemine gitti” duâ ve müjdesini bir defa daha hatırlatır. “Kıymetli, ciddî Nur talebelerini tekrar tâziye” eder.

“Bizler gibi onlar da o merhumu hasenatlarına hissedar ederek hasenat cihetinde ölmemiş gibi, defter-i hasenatına haseneler yazdırsınlar; umum onlara binler selâm ve ona binler rahmet deriz” duasında bulunur. (Emirdağ Lâhikası, 164,166, 189)

Ruhlarına binler fâtihalar...

25.11.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (24.11.2007) - “AB sözü”ne ne oluyor?

  (23.11.2007) - Okullardaki şiddetin tedbiri...

  (22.11.2007) - “Beşerin yeryüzünü öldüren ifsadı”

  (21.11.2007) - Kur'ânî çâre...

  (20.11.2007) - Saptırma

  (19.11.2007) - İsrail’le işbirliğinin akıbeti...

  (17.11.2007) - Gündem kayması

  (16.11.2007) - “Birbirine muhtaç komşu kardeşler”

  (15.11.2007) - Kuzey Irak perspektifi...

  (14.11.2007) - “Özerklik talebi” ya da “meyl-i iftirak” fitnesi...

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri