Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 19 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Nejat EREN

Adsız kahramanlar ve özellikleri



Her alanda ve her işinde, her hareket ve tavrında dobra dobra bir iman ve Kur'ân hizmeti anlayışı taşıyan...

Tâbi olduğu önderinin Kur'ân ve sünnete dayanan metotlarını örnek alarak, şahsî, ailevî ve toplum hayatını ona göre tanzim eden...

Müsbet hareket düsturları içerisinde, dosdoğru, sade, temiz ve dürüst bir hayat yaşayan...

Aksiyoner, hareketli, gayretli, Allah rızasını hedefleyen bir hamiyet ve cehdle günlerini değerlendiren...

Aile fertleri başta olmak üzere, akrabalarıyla, komşularıyla, dostlarıyla ve hemcinsleriyle, medenî münasebetlerin yanında onlara yönelik faydalı münasebetler kurabilen...

Afâkî boyutlar yerine nefsini ve ferdleri baz alarak iman ve Kur'ân nurlarını ümitle seslendiren...

Ehl-i imanın tamamıyla susturulmaya çalışıldığı bir zamanda, susmadan her yönüyle şeâir-i İslâmiyeyi yaşamayı ve yaşatmayı devam ettirme sevdasında olan...

Güzelliği, doğruluğu, samimiyeti, ciddiyeti yaşayan ve yaşatma gayretinde olan...

Teknolojinin bütün imkânlarını kullanarak, özellikle de matbuât lisanıyla iman ve Kur'ân hakikatlerini susmadan seslendirmeye çalışan...

İktisadı, tasarrufu, sadeliği, paylaşımı ve makul aklı kullanıp savunan...

Nurlara ve Üstada her yönüyle sadakat ve teslimiyetle bağlanıp çağın gereklerine göre hareket eden...

Demokrasiye ve demokratlığa, cesaret ve medeniyete, adalet, hak ve hukuka sürekli sahip çıkıp savunan...

Sosyal, siyasî, kültürel, içtimâî faaliyetlerle, toplumun önünü açmaya çalışan...

Dâvâ arkadaşlarıyla samimane ve müfritâne irtibatı hiç gündeminden çıkarmayan...

Birlik ve beraberliği, kardeşlik ve samimiyeti, hasbîlik ve sadeliği hiç terk etmeyen...

Nezaket ve inceliği, anlayış ve hoşgörüyü bir hayat tarzı haline getiren...

Kâinatta var olan bütün varlık, vasıta ve sebebleri, onları yaratanın gösterdiği amaçlar doğrultusunda kullanan ve kullanılmasını savunan.

Ehl-i imanın birlik ve beraberliğinin önemini ve buna götürecek yolları temine çalışan...

Kimseye kini ve garazı olmayan...

Nur hakikatlerini hiçbir dünyevî maksada âlet etmeyen...

Gerektiği zaman doğruyu ve hakkı en yüksek perdeden dillendiren...

Şahsî mizaç ve huylarını Kur'ânî esaslara ve iman dâvâsına gölge yapmayan ve karıştırmayan...

Kur'ân, Sünnet ve Risâle-i Nurlar konusunda, nefsine değil oradaki hakikatlere ayna olmaya çalışan...

Hizmet konusunda kendinden ziyâde, inananlar başta olmak üzere, insanlığa hizmeti öne çıkaran...

Dâvâsı ve toplum için çok şeylere katlanmaya hazır olan...

İnandığı mukaddesler için fedakârlık ve tahammülün en zirvelerini zorlayan.

Bütün bunları icra eden birilerine ne ad verilir?

En zor şartlarda çözüm üretme becerisi gösterebilen...

Her türlü menfîlik ve haramdan uzak yaşamayı hayatının bir parçası haline getiren...

Semâvîliği, arzîliğe daima tercih eden...

Maddî ve şahsî menfaat yerine, mânevî ve toplumun menfaatini öne çıkaran...

Böyle birilerini tanıyor musunuz?

Bu örnek insanlar yaşadı mı?

Her gününü hizmet heyecanıyla yanıp tutuşarak yaşama gayreti içinde geçiren. vb.

Hâlâ bu güzel örnekleri tam olarak yaşayan insanlar var mı?

Varsa onlara karşı bir vazifemiz var mı?

Bunlara karşı bize düşen nedir?

Onlara selâm olsun!

Nefsimizi bunlara ikna edebilme şansımız nedir?

Rabbim, lâyık olanlara nasip ve müyesser etsin inşallah. (Âmin)

TAZİYE: Gazetemiz Yönetim Kurulu Üyesi muhterem Yakup Erdoğan'ın ağabeyi Servet Erdoğan ve Dış Haberler Müdürümüz Mustafa Özcan'ın babası Ahmet Özcan'a Cenâb-ı Hak'tan rahmet ve mağfiret, yakınlarına, dostlarına sabr-ı cemil niyaz ederim.

19.01.2008

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Uzağı görüp de tuzağı göremeyenler



Gözlerinin keskinliği ile övünen akbaba, çaylağa şöyle seslenir: "Benim kadar gözleri keskin bir kuş daha yoktur. Çok uzak mesafelerdeki çok küçük yemleri dahi görürüm" der. Çaylak da, "İspat et öyleyse" deyince, birlikte havalanırlar. Yüksek mesafelerden uçarken akbaba, "Şu ovanın ortasında bir buğday tanesi görüyorum, bak şimdi onu kapıp geleceğim" diyerek, aşağı doğru süzülür. Buğday tanesini almak için konduğunda, ayağına bir ilmiğin geçtiğinden haberi yoktur. Tekrar havalanmak isteyince, ayağından aşağıya doğru çekildiğini fark eder. Akbaba, çocukların kurduğu bir tuzağa yakalanmıştır. Kurtulmak için kanat çırpıp çığlık atarken, üzerinden geçen çaylak şöyle seslenir: "Hey, dostum, uzağı görüyorsun ama tuzağı göremiyorsun."

Çok uzakları görmek marifet değildir. Marifet, hayat yolu üzerindeki tuzakları fark edip, onları boşa çıkarmaktır. Aklının keskinliği ve ilminin yüksekliği ile övünen nice insanlar var ki, gözlerinin önündeki tuzakları göremezler. Hatta, ayaklarına dolanan ilmiklerin bile farkına varamazlar. Uzaklaşmak için hamle yaptıklarında yere kapaklanınca tuzağa düştüklerini anlarlar ama, çok defa da iş işten geçmiş olur.

Dünya hayatı, tuzaklarla dolu bir yola benzer. Attığımız her adımda, ayağımızın bir ilmiğe takılma ihtimali vardır. İnsan aklı ne kadar keskin, ilmi de ne kadar yüksek olursa olsun, bunlarla her tuzağı görüp her tedbiri alamaz. Çünkü akıl, cüz'î iradenin eline verilmiş bir el feneridir. Işığı pek az, istidâdı pek kısadır. Akıl fenerine güvenerek, uzun, ince, karanlık ve karmaşık olan hayat yolunda, emniyetle yol almak mümkün değildir. Küllî bir iradenin güneş gibi parlak olan ışığı ile yolunu aydınlatmayanlar, her an bir vartaya düşme korkusu içinde yol almak zorunda kalırlar. Önlerine çıkan her engelden korkar, her hâdiseden titrerler. Bundan kurtulmak için kendisini sarhoşluğa vuranlar ise, sarhoşluğun zehirli bir bal olduğunu çabuk fark ederler. Çaresizlik sancısı ile kıvranırken, çok güvendikleri akılları ve ilimleri, onları bu azaptan kurtaramaz.

Hayat yolu üzerindeki tuzakların en tehlikeli olanları, nefis ve şeytanın kurduğu gaflet ve dalâlet tuzaklarıdır. İnsan dünya nimetlerinden istifade edip hayatını yaşarken, şeytan kendisine yol arkadaşı olur, o hayatı veren, nimetleri önüne seren Rabbini unutturur. Sahip olduğu nimetleri kendi aklı ve gayreti ile kazandığını telkin eder. Nefis de, ebedî dünyada kalacakmış gibi insanı dünyaya çağırır. Ölüm ve ötesini hiç hatıra getirmez. İşte bu telkinlere kanan ve hayatını ebedî sanan insan, tuzakların en büyüğüne yakalanmış demektir. Bir gün ecel, ensesinden yakalayıp, "Dünyadaki yolculuğun sona erdi, haydi bakalım hayatının hesabını vermeye" dediği zaman, nasıl bir tuzağa düşürüldüğünü fark eder. Ondan sonra da, "Eyvah, aldandık, şu hayat-ı dünyevîyeyi sabit zannettik. O zan sebebi ile bütün bütün zâyî ettik" diyerek çırpınması da bir işe yaramayacaktır.

Sadece aklına ve ilmine güvenen, uzak görüşlü ve vizyon sahibi olmakla övünen insan, ileriye dönük planlar yaparken, önündeki tuzakları da göremiyorsa, hikâyede geçen akbabadan farksız bir duruma düşer. Planlarını sadece bu dünya ile sınırlı tutmayan, yolculuğun kabirden sonra da devam edeceğini düşünüp ona göre kendisini hazırlayan insan, gerçekten uzak görüşlüdür. Çok cüz'î bir kâbiliyeti olan, akıl ve iradesinin ışığına itimat etmekle yetinmeyip, kabirden sonrasını da aydınlatacak olan iman nurundan istifade eden insan, hem uzağı hem de tuzağı gören, feraset ve basiret sahibi insandır.

19.01.2008

E-Posta: [email protected]




S. Bahattin YAŞAR

İnsan, sevgisi kadardır



Sevmek insana yakışıyor

İnsan taşıdığı ve yaşadığı duygularla değer kazanmaktadır. Sevmek duygusu da insana verilmiş en güzel ve anlamlı duygulardan bir tanesidir. Sevgi, sadece insana mahsus bir duygudur. Bu duyguyu, en mükemmel şekliyle yaşayabilen sadece insandır.

İnsana sevmek yakışıyor. İnsan, sevince ve sevilince insandır.

İnsan, her şeye karşı taşıdığı sevgisiyle âlemin her tarafıyla alâkadardır. Sevgisi ne kadar büyükse, insan o kadar büyüktür. İnsan, sevgisiyle anlam kazanıyor. İnsanı insan yapan değerlerdendir sevgi.

Sevgi kapasitesi yoğun insanlardan oluşan bir toplum, hayatın yaşamaya değdiği, insan olmanın lezzet verdiği, insanlar arası ilişkilerin kaliteli olarak icrâ edildiği bir dünyanın kapılarını açacaktır.

Sevgiyi taşımak ve yaşayabilmek her insanın harcı değildir. Bu san'atı herkes güzel icrâ edemiyor. Sevmek gerçekten san'attır.

Dünyanın yaşanabilirliği, sevginin insanlardaki oranıyla alakalıdır. Nitekim sevgisizler yüzünden her geçen gün dünya neşesini, sevincini, heyecanını kaybetmektedir. Sevgisizler dünyaya daha çok hükmettiğinde, dünya ömrünü tamamlamış olacaktır. Onun için dünyadaki insanları, sevenler ve sevmeyenler diye ikiye ayırmak mümkündür.

Ama tabiî neyi seviyor insan, neden seviyor, bu sevgi ona ne kazandırıyor asıl belirleyici olan da bu noktadır.

İnsana bu duyguyu Veren, onun kullanım sınırlarını da belirlemiştir. Onun için meşrû sevmekler yani sınırlarını Yaratıcının belirlediği sevmekler, ibadet hükmündedir.

Sevgi, taşıyanı sevimli kılar

İnsan, taşıdığı duygularla anlam kazandığı için, güzel duygular taşıyan insan haliyle güzelleşeceklerdir. Sevgi, taşıyanda etkisini gösterir. İnsan, bedeni içinde taşıdığı duygular ile değerlendirilir. İnsanı bir duygu kabı olarak düşünürsek, bu kabın içinde olanlar dışa da yansıyor. Bu kapta sevgi taşıyan seviliyor.

İnsan bedenine iskân edilen ruh, ancak sevgi ile nefes alıyor.

Sevgi, ruhun gıdasıdır. Bütün varlık sevildikçe anlamlıdır. İnsan böyle bir sevgi gıdasından haz duyar. Bedende yaşayan ruh, sevgiyle beslenirse güzelleşir.

Sevgi, ruhun da genişlemesine vesiledir. Her şeyin sevilecek tarafına yönelen ruh, sevginin her şeyi kapsadığını görecektir.

Ruh sevgili ise, ruhun istimal ettiği organlar da sevgili olacaklardır.

Böylece göz, sevgi gözlüğüyle hayata bakacaktır. Görülen, varlıklardaki güzellikleri görecektir ve gösterecektir. Sevgi kulağı, işitme organına dokunan bütün seslerin sevgi melodisini hissedecek ve terennümünü böylece idrak edecektir. Sevginin hakim olduğu vicdan, kendisine dokunan bütün olaylardan sevgiyi öz olarak çıkaracaktır.

İçinde sevgi taşımayan bütün davranışlar, hem taşıyanı, hem de taşınanı rahatsız edecektir. Sevgisiz vermek, almak, ilgilenmek, gitmek, gelmek, düşünmek, hissetmek, dokunmak, hasılı onsuz ne kadar fiil varsa, ruhsuz olacaktır.

Zaten davranışın, sözün etkisi, davranışın kendisi kadar, içinde taşıdığı sevgidedir. Sevgi, davranışa nitelik kazandırmaktadır.

İnsan sevgisi kadardır

İnsan sevgisi kadardır. İnsan, önce kendisini sever ve sevmeli. Sonra akrabalarını, çevresini, köyünü, kasabasını, şehrini, ülkesini sever ve sevmeli. Sonra sonra daire genişler gider. Gittiği ülkeleri, hayal ettiklerini, bütün yeryüzünü, semavatı, öte alemleri sever ve sevmeli. Böylece âlemde ne varsa, insan onlara sevgi besler.

Nihayetinde her şeyi Yaratan'ı, sever ve sevmeli. Çünkü O yaratmasaydı, sevgiyi de bilmezdi insan. Onun için her şeyden önce ve her şeyden çok, Cemal ve Kemal ve İhsanı Kendisinde noksansız bulunduran sevilmelidir.

Sevgi, sevilenin taşıdığı değerdedir.

İnsan kendisini severken, kendisine yüklenmiş cihazatı sevmektedir. Bedenine takılan cihazatı severken, onlardaki san'atı sevmektedir. Yoksa beden denen şey, et ve kemikten ibarettir. Et ve kemiğe anlam katan, ruh katan şey; bu cihazatın duygu ile kullanılmasıdır.

İnsandaki cihazlar (akıl, kalp, göz, kulak vb.) insanın kullanımına göre mahiyet kazanmaktadır. İnsan, bu cihazları kullanımına göre değer kazanmaktadır. Akıllı, vicdanlı; vicdansız, kalpsiz gibi tanımlamalar, cihazların kullanımının sonucu oluşan tanımlamalardır.

Tabiî maddî olan bu cihazlar, aynı zamanda maddî yönüyle birlikte manevî yönü olan kalbin emrine sunulmuştur.

İnsan, kendisine yüklenen cihazlardaki san'atı okuması oranında, doğru okuma yapmış olur. İnsanın kendisine sayısız nimetler yükleyen Yaratıcı, bunları da oldukça sanatlı olarak yüklemiştir. Bu kadar sevilmeye muhatap sanatlı cihazat, haliyle Vereniyle akla gelmektedir. O zaman bunları kim yaratmışsa, kim san'atlı yaratmışsa ve kim bu san'atlı cihazatı insana takmışsa, asıl O sevilmeye layıktır.

Kendisini böyle okuyan insan, alemi de aynı tarzda okumalıdır.

Âlemde her şey, bir düşüncenin, bir iradenin, bir sevginin ürünüdür. Yaratan sevgiyle yarattığı için, okuyan da, sevgiyle okuyacaktır. Böylece her bir yaratılmış mahlûk; san'atın, hikmetin, idarenin, güzelliğin, yüceliğin, hayrın, ihsanın izlerini üzerinde taşıyacaktır.

Haliyle nerede Cemal, Kemal, İhsan varsa, orada olan her şey sevilmeye matuftur.

Sevgi, sözde kalmamalıdır

Âlemde yaratılmış her şey, birer sevgi tezahürüdür. Sevgi, şu kainatın varlık sebebidir. İçinde sevgi var olduğu için yaratıldı her şey. Her şeyi sevgiyle yaratan, sevginin somutlaşmış halini mevcudat olarak yaratmıştır.

Böylece sevgi sözde kalmamıştır. Sevgi, önce ruhumuza dokunmuştur. Sonra bedenimize, beden ihtiyaçlarımıza, nefesimize dokunmuştur.

Onun için, şimdi var olmamız, sevgidendir. İhtiyaçlarımızın anbean karşılanması, sevgidendir. Mevsimlerin imdadımıza koşturulması, sevgidendir. Akılsız hayvanların yardımımıza katılması, sevgidendir. Uçup giden kuşların, deniz diplerinde yüzen balıkların, zehirli sineğin bal vermesinin altında hep sevgi tezahürleri vardır. Güneşin her sabah doğuşu, apaçık bir sevgi tezahürüdür.

Yaratan, yarattığını seviyor. Sevdiğini fiili olarak gösteriyor.

Peki ya yaratılan Yaratan'ı sevdiğini nasıl gösteriyor?

Onun için insanın ibadeti, duâsı, kelâmı, zikri, fikri anlamlı. İnsan bedenine takılmış bulunan bütün cihazat, sevgiyle Yaratan yaratıcının izni ve isteği doğrultusunda kullanılınca anlamlı. O zaman, insan da sevgisini somutlaştırmalıdır.

İbadette olmalıdır sevgi. Duâda olmalıdır. Namazda olmalıdır. Oruçta olmalıdır. Zekâtta olmalıdır. Hasılı İslam olmalıdır insan.

İçinde bilgi olmayan, sevgi olmayan ibadet olmaz. Onun için marifetullah, muhabbetullahın öncüsüdür.

İnsanda sevgi ancak İslâm'la somutlaşır. İçinde İslâm olmayan sevgi, özde değildir.

Kıyameti sevgisizlik koparacaktır

Sevgiyi kendi dünyasında yaşayan insan, önce bunun etkisini kendisinde görür. Sevgi dolu bir dünya kurar kendine. Kendi içinde sevgili, kendi dışında sevimli olur böylece insan.

Var olan her şey, Var edenden ötürü sevgi doludur.

Âlemden, âlemi Yaratan'a sevgi bittiği gün, âlemi Yaratan'ın da âleme olan sevgisi bitmiş olacaktır. Beşer, kıyametini kendisi koparacaktır. İşte, kıyamet de böylece kopacaktır.

Kıyameti, sevgisizlik koparacaktır.

19.01.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Özgürlük ve terör



Hatırlayanlar olacaktır; MHP lideri, sırf Apo da öyle diyor diye "demokratik cumhuriyet" sözünün kullanılmasına karşı çıkmış ve bu konuşmalarında bu ifadeye yer verenlere mâlûm üslûbuyla çok sert tepki göstermişti.

Bundan bir ay önce Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt da bu yaklaşımla örtüşen son derece ilginç bir "itiraf"ta bulunarak şöyle dedi:

"1984'ten bu yana ortaya çıkan mücadelede bazı imkânları elimizden kaçırdık. İnsan hakları, demokrasi, özgürlük, barış gibi. Şimdi bunları terör örgütü kullanıyor. İnsan hakları terör haklarına dönüştü. Bu kavramlar elimizden çıktığı için kendimizi savunmaya çalışıyoruz. Bizi insan haklarını dikkate almayan, barıştan nefret eden bir konuma sokuyorlar." (Sabah, 12.12.07)

Bu anlaşılması çok zor ve tuhaf yaklaşımın tezahürlerini, Genelkurmay'ın değişik zamanlarda yaptığı açıklamalarda da görmek mümkün.

Asker, demokrasi, özgürlük, barış taleplerinin arkasında hep terör örgütünü ve iç tehdit olarak değerlendirdiği diğer unsurları görme kompleksine kapıldığı şeklinde bir görüntü veriyor.

Bu yanlış değerlendirme yüzünden, neredeyse demokrasi, özgürlük, insan hakları, barış gibi kavramlardan bahsetmek dahi yasaklanacak!

Böyle birşey olabilir mi? İnsanlığın en temel, en haklı, en fıtrî taleplerini seslendirmekten daha normal ne olabilir? Ve bu ulvî kavramlar kimsenin tekeline alınamaz. Hele kanlı ve vahşi bir terör örgütünün asla ve kat'a!

Terör örgütü ve başka karanlık yapılanmalar, kendi hesapları için bu kavramları istismara kalkışıyorlarsa, buna verilmesi gereken cevap, söz konusu kavramlardan vazgeçmek değil, tam tersine bunlara daha fazla sahip çıkmak; hak ve özgürlükler alanını onlara bırakmamak olmalı değil mi?

Birileri demokrasiyi, barışı, insan haklarını kendi emelleri için kalkan olarak kullanmak istiyorsa, o kalkanı ellerinden alıp gerçek yüzlerini deşifre etmek çok daha akılcı bir yol değil mi?

Büyükanıt diyor ki: "Bu kavramlar elimizden çıktı. Bizi, insan haklarını dikkate almayan, barıştan nefret eden bir konumda gösteriyorlar."

Niye öyle olsun? Öyle olmak zorunda mı? Bu kavramlar niye bizim askerimizin elinden çıkıp terör örgütünün malı haline gelsin? Ve neden asker "demokrasi, insan hakları, barış düşmanı" olarak gösterilsin? Bunun anlamı var mı?

Büyükanıt'ın teröre karşı yürütülen psikolojik harekâttaki başarısızlığın en önemli sebeplerinden biri olarak gösterdiği bu anlaşılmaz kompleks mutlaka aşılmalı. Ve askerimiz demokrasinin de, hak ve özgürlüklerin de, barışın da samimî ve güçlü koruyucusu olduğunu göstermeyi hedefleyen yeni bir konsept geliştirmeli.

Bu kavramlar, mücadele edilen karşı tarafa bir çırpıda hediye edilebilecek değerler değil.

Tam tersine insanlık tarihi, bir bakıma, hak, özgürlük ve barış için verilen mücadelenin tarihi. "Elimizden çıktı, düşmanımızın eline geçti ve bize karşı kalkan olarak kullanılıyor" diyen bir yaklaşım bu tarihi iyi okuyamamış demektir.

Terörü yok etmenin de, demokrasiye, hak ve özgürlüklere ve barışa samimiyetle ve kararlılıkla sahip çıkmaktan başka sağlam bir yolu yok.

Ki, terörün en düşmanı da demokrasi, hak ve özgürlükler ve barış gibi kavramlar değil mi?

19.01.2008

E-Posta: [email protected]




Nurettin HUYUT

İslâm Birliği için ticarî anlaşmalar önem arz ediyor



AB'nin oluşumunda geçen süreç bize bir şeyi çok net bir şekilde göstermiş oldu. O da şudur: Bundan sonra devletleri birleştirmek suretiyle büyük medeniyetler kurmanın yolu büyük çaplı ve derin anlaşmalardan geçecektir. Din birliği, dil birliği, ırk birliğinin bu kabil medeniyetleri kurmakta kolaylık sağladığı söylenebilir. Ama, asla tek başına yeterli olmayacaktır.

Sanayide, ekonomide, ticarette işbirlikleri kalkınmada önemli rol oynamasının dışında, ülkelerin birleşmesine veya ayrışmasına önemli katkı sağlıyor. Kimse kimsenin kaşına gözüne bakarak ülke menfaatlerini geri tepmiyor. Meselâ, İran'ın doğalgazı kesmesi konusunda her şey söyleniyor. İran'ın "güvenilmez" olduğundan bahsediliyor. Oysa İran da Türkmenistan'ı suçluyor. İran Petrol Bakan Yardımcısı Akbar Torkan, "Türkmenistan'ın yılın en soğuk günlerinde gaz akışını kesmesini "ahlâk dışı'' bulduklarını" söylüyor.

Demek, aynı dini paylaşmak veya aynı milletten olmak ticaretin akışını engellemiyor. Türkmenistan, yılın en soğuk günlerinde gazı keserek belki de İran'dan alacaklarını "tahsil" etmeyi planlıyor. Veya İran'ın iddia ettiği gibi "fiyatları arttırmaya" çalışıyor. Neden ve ne olursa olsun iş menfaate gelince görülüyor ki, kimse kimseye taviz vermiyor.

Maddî hayat bu asırda her şeyin önüne geçmiş. Din, dil, ırk ikinci planda. İslâm Konferansı Teşkilâtı Genel Sekreteri Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu, "Üye ülkeler arasındaki işbirliği açısından AB, İKT için en mükemmel örnek" demiş ve eklemiş "AB bu seviyeye 50 senede ulaştı. Buraya ulaşırken İslâm dünyasından farklı özelliklere sahiptiler." diyor ama şunları da eklemeyi ihmal etmiyor "Fakat İslâm dünyasında yakınlaşma ve kaynaşmadan yana en önemli faktör, Müslüman milletlerin tarih boyunca birlikte yaşama arzusuna ve tecrübesine sahip olmasıdır" diyerek İslâm dünyasının avantajlı cihetine de dikkat çekiyor.

"AB en mükemmel örnek"se atılacak adımlar da belli demektir. Ekonomi alanında atılan veya atılacak adımlar birliği sağlamada fevkalâde etkili olacaktır.

Bu cümleden hareketle, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün, Mısır ziyaretinde 6 Ekim Sanayi Bölgesi'nde, Türkiye'ye tahsis edilen 2 milyon metrekarelik alanın temel atma törenine katılması önemli. Gelecekte düşünülen birliği sağlamada büyük katkı sağlayacaktır.

Altı körfez ülkesinin ekonomik topluluk kurması yine bu açıdan bakıldığında gayet dikkate değer bir gelişmedir. Topluluğu oluşturan ülkelerin yönetimlerine baktığımızda altı ülkenin altısının da "Monarşi/Krallık" ile idare ediliyor olması dikkat çekiyor. Ayrıca, bu ülkelerin gelir düzeylerinin İslâm dünyasında üst düzeyde olması da işin başka bir boyutu. Körfez bölgesinde olduğu halde Yemen'in bu topluluğa katılamamış olması gelir düzeyinin düşük olmasından kaynaklanmaktadır. Oysa Yemen'in büyük çoğunluğu Araplardan oluşuyor. Dili de Arapça dini de saf İslâm, çok az sayıda diğer dinlerden var. Ama birliğe üye olamıyor. Fakirlik buna engel.

"Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san'at, marifet, ittifak silâhı ile cihad edeceğiz" (Said Nursî Tarihçe-i Hayatı S.57) Sözü bir kez daha teyit edilmiş oluyor. Cümlede geçen "zaruret" kelimesinin fakirlik anlamına geldiği düşünülünce birliğin kurulmasında zenginliğin ne denli önem kazandığı anlaşılır.

Demek ki, İslâm ülkelerinin zenginleşmesi beraberinde arzulanan dünyayı oluşturacaktır. Bugün atılan adımlar İslâm Birliğine götürmesi açısından bakıldığında küçük adımlar gibi görünse de zamanla gelişecek, büyüyecek, akabinde mensup oldukları devletleri birleşmeye teşvik edecek, belki de zorlayacaktır. Bu yolla meydana gelecek birliğin dağılması da imkânsızdır. Çünkü bu kabil birleşme içten gelen, fıtrî bir birleşmedir. Adeta kaynaşmadır. Bir bütün olmaktır.

Dileriz bu süreç AB'de olduğu gibi uzun sürmez. Bugün gelinen noktada 50 yıl çok uzun bir süredir. İslâm ülkelerinde dökülen kanlar bu süreye tahammül etmemizi engelliyor.

19.01.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Yasadışı yasağı yasayla çözmek...



Başörtüsü gündemi yine sapa sardı. "Başörtüsü yasağı" meselesinde yeniden başa dönülüyor. Tablo şu ki siyasî iktidar, son beş yıldır özellikle inanç özgürlüğü ve mânevî değerlere dair el attığı her meseleyi yüzüne gözüne bulaştırıyor.

Net tavır almayışı ve kararlılığın olmayışı, bocalatıyor; tartışmaları tırmandırıp kamplaşma ve kutuplaşmaları daha da derinleştiriyor.

İspanya'ya giderken "Alevî açılımı"yla "cemevlerinin camilere alternatif olması"ndan "Aleviliğin Müslümanlıktan ayrı bir din gibi kabulü"ne kadar toplumdaki farklılaşmaları tefrikaya dönüştüren tehlikeli bir tartışmayı başlatan Başbakan, İspanya'da başörtüsü için yaptığı "velev ki siyasal simge de olsa" yorumuyla ne yazık ki tartışmaları daha da alevlendirdi.

Yasakçılara gün doğdu; yasadışı yasağa "gerekçeler" türetilerek, çözüm daha da zorlaştırdı.

Peki Başbakan neden durup dururken İspanya'dan Türkiye'nin bu iç meselesini gündeme getirdi? Türkiye'de ve bölgede bu denli dehşetli olayların ortasında birden başörtüsü gündeminin amacı nedir?

Ortadoğu'nun işgal ve ihtilâflarla kaynadığı, Cumhurbaşkanı Gül'ün son ABD ziyaretinin üzerindeki sır perdesinin halen aralanmadığı, Bush'un İslâm dünyasını ve Arap âlemini saldırmaya bahaneler aradığı İran'a karşı topyekûn bir "Sünnî-Şîi fitnesi"ni tahrik peşinde olduğu, Irak'ta her gün onlarca insanın öldürüldüğü, İsrail'in Filistin'deki katliamının daha da azdığı, Marksist bölücü terör örgütüne karşı sınır ötesi harekâtın sürdüğü.

İçte ekonominin "alarm" zillerinin çaldığı kalabalık gündem karmaşasıyla bulanık hale gelmiş bir süreçte bir Başbakan'ın başörtüsünü gündeme getirmesinin gereği nedir?

Mahallî seçimlere doğru Türkiye'nin gerçek gündemini perdelemek, "seçmene selâm" siyasî projesi mi?..

* * *

Gerçek şu ki AKP hep yasadışı yasağa sığınmakla yasağı âdeta meşrulaştırdı. Millî Eğitim eski bakanlarından Mehmet Sağlam'ın ifâde ettiği gibi, Türkiye'de kılık ve kıyafeti düzenleyen bir yasa olmadığını ve başörtüsünün yasak olmadığını cesâretle dillendirmedi. Olmayan bir yasağın aşılması için gerekli demokratik direnç ve irâdeyi göstermedi.

Oysa bunun beraberinde ciddî sakıncaları getireceği ve olmayan yasağın bu kez yasayla yeniden ikamesine sebebiyet vereceği endişesi hep iletildi.

Ne var ki AKP'nin yasadışı yasağı yasal görme yanlışı, meseleyi hep sürüncemede bıraktırıp bu vartaya getirdi. Partinin kuruluşu safhasında kurucu üyelerin başörtülü olmamasını parti yetkilileri, "yasal engel"le açıkladılar. Keza milletvekili seçimlerinde başörtülü aday gösterilmemesini de, Anayasa Mahkemesi'nin başta Anayasaya aykırı "yasadışı yasağı"na sığınmakla izâh ettiler.

Öylesine ki, 28 Mart mahallî seçimlerinin ardında AKP'li belediye başkanları, "Belediye Meclisi de yerel parlamentodur, TBMM'ye türban giremiyorsa buraya da giremez" dediler. AKP'li belediyelerde bazı başörtülü meclis üyelerinin bizzat belediye başkanları tarafından toplantıya alınmamaları, mâlum medyada "iktidar partisinin gerginlik istemediği" ve "Türkiye'nin gerçeklerini anladığı" şeklinde takdimi edildi.

Hükûmet, AİHM'e gönderdiği savunmada, yasakçıların gerekçelerine katıldı. Başörtüsünü, "siyasî simge", "laikliğe aykırı" ve "gerginlik sebebi" saydı; yasaklamanın "yasal zorunluluk" olduğunu bildirdi. Diyanet'in fetvalarına göre başörtüsünün tesettürün bir parçası olarak "dinî bir vecîbe" olduğuna değinmedi bile.

Böylece son beş yıldır yasakçıların "yasal yasak var" propagandasına tam destek verildi. AB'nin demokratik eğitim ve özgürlükleri esas alan perspektifine rağmen, AHİM bile şaşırtıldı; hükûmet savunmasına göre Türkiye'deki başörtüsünün mevcut mevzuatına göre yasaklanmasının uygun olduğu şeklinde bir şaştırmaya mâruz kaldı.

Hep "yasadışı yasağa" sığınıldı; kanunsuz keyfî başörtüsü yasağı âdeta yasallaştırıldı.

* * *

Neticede hangi sâikle olursa olsun, AKP'nin bunca zamandır erteleyip ötelediği "başörtüsü yasağı"na karşı çözüm arayışı şüphesiz hayra alâmet. Zira yasak bütün şiddetiyle sürüyor, her dönem yüzbinler başörtüsü mağduruna binler, onbinler katılıyor.

Ancak Başbakan'ın ve siyasî iktidarın şimdi de yasadışı bir yasağı "yasayla çözme" formülüne başvurması, "işin içinde yine 'bir bit yeniği' mi var?" istifhamını uyandırıyor.

Dahası dünden bugüne bunda da bir dizi zikzak çiziliyor. İktidar partisi sözcülerinin konunun "özgürlükler bağlamında ele alınacağı" açıklamalarına karşılık, Başbakan yurtdışında meselenin "yeni anayasa çerçevesinde çözüleceğini" söyledi. Peşinden Başbakan Yardımcısı, "bu konuda yasal bir çalışma yok" dedi. Başbakan yurda döndüğünde ise, "Yeni anayasayı beklemeye gerek yok; mutâbık kaldığımız bir cümleyle çözülür, CHP katılmazsa da MHP'yle olur" diye konuştu.

Ve bütün bunlardan sonra, şâyet yeni bir çark olmazsa ve tartışmalar ortasında yine "gerginlik olmasın" diye mesele bir defa daha ertelenip ötelenmezse, hükûmetin yasadışı yasağın "yasa"yla kaldırılması gibi bir yolu tercih ettiği gözleniyor. Her an yeniden gündeme getirilip yasayla, ya da Anayasa Mahkemesi kararlarıyla yasaklanabilecek muhataralı ve çetrefilli bir yola.

Bakalım bunda nereye varılacak?...

19.01.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Bu da 2007'nin insan hakları bilânçosu



Yeni yılla birlikte eski yılda yaşanan olaylar, gelişmeler bir bir ortaya dökülür. Bu gelişmelere bakarak yeni yılda eskiden ders çıkararak, yapılan hatalar, eksiklikler varsa giderilmeye çalışılır.

Bu gelişmeler genel de ekonomi, siyaset, toplumsal olaylar konularında olur. Mazlum-Der gibi insan hakları kuruluşları da her yılın sonunda "Türkiye İnsan Hakları Değerlendirme Raporu" gibi raporlar yayınlarlar. (Mazlum-Der'in raporunun bir kısmı gazetemizde geçen hafta içinde haber olarak yayınlandı. 13 Ocak 2008))

Genel Başkanı Ömer Faruk Gergerlioğlu tarafından açıklanan ve bize de gönderilen 11 sayfalık raporda çarpıcı gelişmeler göze çarpıyor. Raporda 2007'deki en büyük insan hakkı ihlâlinin "27 Nisan Muhtırası" olduğu tespit edilirken, Türkiye'nin insan hakları fotoğrafına bakıldığında pek iç açıcı bir görüntü izlenmedi.

* * *

Rapordan birkaç sonuç aktardığımızda, bu fotoğraf daha net ortaya çıkacaktır. İşte insan hakları ihlalleri ile ilgili birkaç örnek:

Düşünce özgürlüğü 324 olay. Verilen ceza, 735 yıl hapis cezası, 1 kişiye müebbet hapis cezası 154.976 YTL para cezası, onanan ceza 13 yıl, 6 ay hapis cezası, cezaevine giren düşünce suçlusu 9 kişi.

Gazeteci ve yayın organlarına yönelik baskılar/kısıtlamalar 85 olay. Gözaltına alınan gazeteciler 27 olay, 38 gözaltı. Basının yol açtığı ihlâller 35 olay.

Din özgürlüğü 68 olay.

Öğrenim özgürlüğü 120 olay... Okulda şiddet-öğrenci olayları 49 olay. 314 öğrenciye uzaklaştırma, 547 öğrenciye soruşturma, 52 öğrenciye okuldan atma, 18 öğrenciye kınama cezası verilmiş.

Sivil toplum örgütlerine yönelik baskılar-saldırılar 46 olay.

İşten atılanlar 3 bin 974 kişi, kadın hakları 167, çocuk hakları 203, engelli hakları 13 olay.

Birçok ihlâlin sıralandığı rapordan bu kadar bölüm aktarmamız bile "Türkiye'nin insan hakları sicili" hakkında yeteri kadar bilgi sahibi yapıyor.

* * *

Raporun düşünce özgürlüğü ile ilgili bölümünde, "Demokratikleşme adımlarının atıldığı iddia edilmesinin sonucu olarak bu rakamlarda düşüş yaşanması gerekirken önemli derecedeki rakamlarla karşılaşmamız dikkat çekicidir. Bunun en önemli sebeplerinden birisi Ülkemizde düşünce özgürlüğü önünde büyük bir engel teşkil eden 301. maddenin halen yürürlükte olmasıdır. 301. maddenin tümden iptal edilmesi gerekmektedir" denilerek bir türlü çözülemeyen, düşüncenin önünde engel olan bir yaraya parmak basılıyor.

Raporun din ve vicdan özgürlüğü bölümünde ise önemli meselelere temas ediliyor. Bu günlerde sıkça tartışılan başörtüsü yasağına dikkat çekilirken her şeyin halk için yapılacağına vurgu yapılıyor ve deniliyor ki:

"Din özgürlüğü alanında belirgin ihlâllerin devam ettiği gözlenmiştir. Din ve vicdan özgürlüğü alanında belirgin bir gerileme gözlenmiştir. Eğitim öğretim ve çalışma hayatında uygulanan başörtüsü yasağının daha da akıl almaz boyutlara vardığı gözlenmiştir. Halkın sorununa duyarlılık göstermede TBMM ve hükümet iyi bir sınav vermemiştir. Hiçbir mazeret yasak sürdürmenin bahanesi olamaz. Hükümetin ilk günlerde olmasını istediği toplumsal mutabakat vardır. Bu anlaşıldıktan sonra kurumsal mutabakat aranmaya başlamıştır. Bu söylemin hukuk devleti ve demokrasi ile ilgisi yoktur. Aslolan halkın talepleridir. Kurumlar halkın işlerini kolaylaştırmak için vardır."

Bu hak ihlâlleri dolayısıyla açılan dâvâlardan dolayı Türkiye Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) ödemesi gereken tutar 3 milyon 801 bin 926 Euro'yu buluyor. Türkiye 10 bin dâvâ ile AİHM'de en fazla dâvâ edilen 3. ülke oldu. Bu dâvâların büyük bölümü ifade ve örgütlenme özgürlüğü ile adil yargılanma ile ilgili.

* * *

İşte Türkiye'nin 2007 insan hakları ile ilgili bilânçosu.

Bu rapordan da anlaşılacağı üzere, Türkiye'nin insan hakları sicili hiç de parlak değil.

Bu sene bu ihlâllerin son bulması, en azından daha aza indirilmesinin yolu da yeni, sivil, özgürlükçü bir anayasa hazırlamak ve ceza kanunlarının "özgürlükçü" bir yapıya kavuşturmasından, yasaklardan kurtulmaktan, düşünce özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılmasından geçiyor. Yoksa bu ihlâller devam edecek ve Türkiye AİHM'e en fazla para ödeyen ülke konumuna gelecektir. Bunun ayıbı da insan haklarında ilerleme yapmayanlara kalacaktır.

Geçmişten ders çıkararak yeni yanlışlar, yeni hatalar yapmamak için bu tablo iyi incelenip, neler yapılması gerektiği konusunda gereken adımlar atılmalı. Zira hatalardan ders alınmazsa, şimdi de gelecekte aynı hatalar yapılmaya devam eder.

Hükümete ve insan haklarından sorumlu bakana duyurulur.

19.01.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Risâle-i Nur, pragmatizm ve fırsatçılığı reddeder



Birçok ilim adamı Risâle-i Nur'dan da istifade ediyor. Ne var ki, Batı felsefesinin, özellikle Protestan ahlâkının da etkisinde kalanlar, "hizmet metodu" meselesinde onunla çelişerek pratik ve pragmatik çözümler üretme yoluna gidiyor. Kimisi pragmatizmi,-Risâle-i Nur'un esaslarına ve ruhuna aykırı olarak-her şeye uyguluyor. Yani, meşrû, gayr-i meşrû bakmayarak; dünyevî, hazır bir fayda bulduklarında; "dünyayı, maddî gücü ve siyasî kontrolü" tercih ediyor. Böylece İslâmî şeâirlerini,-makam, mevki veya "istikbalde hizmet etme" hayaliyle-şimdi mükellef oldukları yükümlülükleri terk ediyor veya ettiriyor.

Protestan ahlâkı, "Rasyonellik (akılcı), faydacılık (dünya için yararlı olan her şey faydalıdır), gerçekçilik, pragmatizm ve fırsatçılık" üzerine kurulu. Pragmatizm ve fırsatçılığa göre; kullanılan vasıtalara ve uzun vadedeki sonuçlarına bakmaksızın bir kişi amacına ulaşmasında haklıdır.1

Bediüzzaman, Müslümanları ve özellikle Kur'ân'ın talebeleriyle hizmetkârlarını bu fasit felsefik bakışa karşı, desise-i şeytaniye diyerek uyarır.2 Pragmatizme, faydacılığa yönelik enteresan bir reddiyesi; dünya hâkimiyeti için yeryüzünü alt üst eden II. Dünya savaşı ile ilgilenmemesidir. Ona göre, "cihan harbinden daha büyük bir hadise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme (genel hâkimiyet) dâvâsından daha ehemmiyetli bir hadise herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hadise ve dâvâ açılmış ki, her adam eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için bilâtereddüt sarf edecek. O dâvâ da iman mukabilinde sonsuz bir hayatı kazanmak veya kaybetmek dâvâsıdır."3

Aynı zamanda, kendisine yapılan milletvekilliği, köşk, genel vaizlik, 300 altın maaş gibi gayet cazibedar teklifleri;4-çok da pragmatik olmalarına rağmen-dünyevîleşmeye götürdüğünden, bizzat ve fiilen örnek olur ve reddeder. Para-pul, makam-mevki, maaş için dinî meselelerden taviz vermeyi bırakın; bunlar da, servetler de iman için, din için harcanmalı. Şimdi yapmanız gereken mükellefiyetleri dünya için terk ederseniz; daha sonra daha büyük makam ve servetler için o gün de terk edersiniz! Ve ayrıca pragmatizmin, dünyevîliğin meydana getireceği bağımlılığı ve yaptığı tahribâtı tamir edip geriye nasıl dönülecektir?

Aslında İslâmiyet, dünyayı, ademe (yokluğa) mahkûm etmez. Zira, sonsuz mutluluk, dünya tarlasında kazanılacak. İlerleme, kalkınma ayrı şeydir, bunları meşrû yoldan elde etmek ayrı şeydir. İslâm ahlâkı, hayat standartlarını yükseltmeyi, refahı, gelişmeyi esas alır. Ancak bu meşrû yolda olmalıdır, dinî meseleler taviz verilerek pragmatizme gidilmemelidir. Zira, imtihan/imân, "tevhîd-ulûhiyet", hikmet, tevekkül, cihad/çalışma/üretim, tüketim (yeme-içme, giyinme vs.), iktisat, kanaat, helâl, zekât/paylaşım ile israf ve faizin yasaklanması gibi mefhumlar, Müslümanın ekonomik hayatının anahtar kelimeleridir. Müslümanın ekonomik gücü; iman kuvvetiyle orantılı. Zira, bu kavramların pratik hayata yansıması imanla mümkün.

İslâmda aslolan zenginliktir, refahtır, hayat standardının yükselmesidir. Yüksek maddî hayat standardı, refah ve üretim ile tüketim dengesi, Kur'ânî anlamlarının doğru anlaşılması ve ihlâsla uygulanmasıyla mümkün. İman ne derece güçlüyse, ilim, teknoloji ve ekonominin gelişmişlik düzeyi de o orandadır.

Ki, iman-Bediüzzaman'ın tesbitiyle-hem nur, hem kuvvettir. Kuvvet enerji/güç; nur ise, feraset, aydınlık, ışık, hakikati gösteren projektördür. Nasıl ki, elektrik fırına nüfuz etiğinde yemekleri pişirir; buzdolabında, soğutur, korur; ampulde aydınlatır, herhangi bir makine, motor veya cihaza girdiğinde çalıştırır. İman da manevî elektrik gibi, insan hayatının tüm safhalarına, toplumun tüm katmanlarına nüfuz ederek icraatını yapar. Yani, ruhumuzu, duygularımızı çalıştıran iman, bizatihî bir ilme yönelmeyi, çalışmayı, dayanışmayı, kaynaşmayı, ilerlemeyi netice veren ibadetleri ifa etmemizi sağlayan bir güç kaynağıdır.

İman, istidatlarımızı (potansiyel halindeki yeteneklerimizi) yüksek hasletlerimizi ihkişaf ettirir; kabiliyetlerimizi geliştirir. İbadetlerimizi ifa etmemizi sağlayan, yani, namaz kıldıran, oruç tutturan, zekât verdiren, faizden uzak durduran da imanımızdır.

Dolayısıyla, İslâm'daki "ulûhiyet", iman düşüncesini kavramadan, onun ekonomik, ya da sosyal yapısını anlayabilmek mümkün değildir. Çünkü, her türlü sosyal veya ekonomik hareketin-hukukî davranışları da bu söylediklerimize katmak zorundayız-Allah hakkındaki düşüncelerle doğrudan ilişkisi vardır. Zîrâ, İslâm'daki "Ulûhiyet/İlahlık" düşüncesi, Müslüman adamın kendisine bakışına, eşyaya bakışına, kendine ve eşyaya vereceği konuma; kazanmasına, harcamasına, çalışmasına, hattâ çalışma sahasına ve biçimine sınır getirecek; insanı her şey, ya da hiçbir şey olmaktan çıkaracaktır.5

Dipnotlar: 1- M. Weber'den Dr. Yamina B. Mermer, Dr. Ali Mermer, Risâle-i Nurdan Bir Toplumsal Barış Önerisi, s. 15.; 2- Mektubat, s. 401-414.; 3- Asay-ı Musa, s. 20.; 4- Tarihçe-i Hayat, s. 131.; 5- Dr. Faruk Beşer, İslâm'da Sosyal Güvenlik, Seha Neşr., İst., 1988, s. 15.

19.01.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Şaban DÖĞEN

"Ne ekersek onu biçeriz"



Bütün didinmeler yarın, yani gelecek için değil midir? İlerde rahat edelim diye okur, çalışır, didinir, çırpınırız. Bugünden hazırlık ve yatırım yapmayan yarın perişan olur.

Peki, ya gerçek istikbal olan ölüm ve sonrası, sonsuz hayat için ne kadar hazırlanıyoruz? Kur'ân-ı Kerim, insanların içine düşebileceği ciddî, tehlikeli manevî bir hastalığa dikkat çekerek İbrahim Sûresinin 3. âyetinde bile bile, seve seve cam parçası hükmündeki fanî dünya hayatını elmas hükmündeki bâkî ahiret hayatına tercih etmekten ve "Keşke, şu ebedî hayatım için bir hazırlık yapmış olsaydım!"1 diye sonuçlanan pişmanlık dolu bir tablodan söz ediyor.

Ve yine iyi ve kötü dünya tarlasına ekilen her şeyin ürünlerinin alınacağını anlatırken şöyle buyuruyor: "Herkes hayır olarak ne işlemiş, kötülük olarak ne işlemişse, kıyâmet gününde hepsini önünde hazır bulur. O zaman ister ki, işlediği kötülüklerle kendisi arasında büyük bir mesafe bulunsun ve onu görmesin! Allah sizi Kendisinden gelecek bir azaptan sakındırıyor. Çünkü Allah kullarına çok şefkatlidir."2

Bizi bizden çok seven, bize bizden çok acıyan Rabbimiz o perişan durumlara düşmememiz için bugünden uyarıyor, hazırlık yapmaya teşvik ediyor. Buyuruyor ki: "Namazı dos doğru kılın ve zekâtı verin. Kendiniz için ne hayır işlerseniz, Allah katında onu bulursunuz. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızı hakkıyla görür."3

Diğer bir âyetinde de şöyle buyuruyor: "Kendiniz için hayır olarak ne gönderirseniz, onu Allah katında daha hayırlı ve daha sevaplı bulursunuz. Allah'ın mağfiretini dileyin. Muhakkak ki Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir."4

Dünyanın sahibi de Allah, ahiretin sahibi de. Her şey Onun. Biz de Onun mülküyüz ve mülkünde çalışıyoruz. Bizi dünya misafirhanesinde göz kamaştırıcı nimetlerle ağırlayan Rabbimiz, sürekli kalacağımız ve bir benzeri görülmemiş nimetlerle dolu asıl vatanımız olan bir âlem için hazırlık yapmamızı istiyor. Bu hazırlık da iman, ibadet, hayır, hasenât ve güzel ahlâk. Sözler'de dikkat çekildiği gibi, bütün ehl-i ihtisas ve müşahedenin, bütün ehl-i zevk ve keşfin ittifakıyla o uzun ve karanlıklı sonsuzluk yolculuğunda zâd ve zahire, ışık ve burak ancak Kur'ân'ın emirlerini tutmak ve yasaklarından kaçınmak ile elde edilebilir. Yoksa fen ve felsefe, san'at ve hikmet o yolda beş para etmez. Onların ışıkları kabrin kapısına kadardır.5

Dipnotlar:

1- Fecr Sûresi: 24.

2- Âl-i İmran Sûresi: 30.

3- Âl-i İmran Sûresi: 110.

4- Müzzemmil Sûresi: 20.

5- Sözler, s. 36.

19.01.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Çaprazlama saldırılar



Dünkü yazımızda-kaynağını da belirterek-Said Nursî ve talebelerine kasten saldıran ve bile bile kara çalmaya kalkışan şahıs ve çevrelerden söz ettik.

Hemen herkes biliyor ki, bu kimseler uzun zamandır "ulusalcı" diye geçiniyorlar.

"Ulusalcı" diye bilinen kesim, özellikle 28 Şubat sürecinden bu yana, Said Nursî'ye, talebelerine ve o zâtın telifatı olan Nur Külliyatına ayrı bir cepheden hasmâne bir tavırla saldırıp duruyor.

Biliyorsunuz, bu kimseler Üstad Bediüzzaman'ın dinsizlik ve ahlâksızlık tehlikesi karşısında Hıristiyanlar ve bilhassa "dindar İsevîler" hakkında sarf ettiği müsbet mânâdaki sözlerini serrişte ederek, epeyce bir yaygara kopardılar.

Dahası, niyetleri hâlis olmadığı için, Risâlelerdeki orijinal sözlere bakmak yerine, kasten tahrifat ile büsbütün çarpıtılmış başka iktibasları esas aldılar ve karalayıcı iddialarına delil gösterdiler.

Onlara göre, Said Nursî bütün Hıristiyanlara rahmet okuyor, onları bizimle yaptıkları savaşta bile koruyup kollamaya çalışıyor, hatta onların Cennetlik olduğunu bile söylüyormuş...

Ne gariptir ki, artniyetli oldukları artık tescillenmiş bulunan bu aynı saldırgan kesim, şimdilerde ise yüzlerine daha başka bir maskeyi geçirmiş bulunuyorlar.

Meselâ, diyorlar ki: Türkiye'de son bir-iki yıl içinde Hıristiyanları öldüren katiller Nurcularla irtibat kurmuşlar, Nur evlerine gitmişler, Nur Risâlelerini okumuşlar, vesaire...

Şimdi daha iyi anlaşılıyor ki, bunların yedekte duran birbirinden farklı maskeleri de var.

Bu maskelerden birini takıp saldırıya geçerler. O eskidiğinde ise, yüzlerine bir başka maskeyi geçirip, bu kez ayrı bir cepheden çaprazlama ateş açmaya yönelirler.

Bütün işleri güçleri bu...

Ama, şükürler olsun ki, şimdiye kadar muvaffak olamadılar.

Zira, bir Nur ki Mevlâ yaka, o üflemekle sönmez; bir dâvâ ki Hak inayet ede, o saldırmakla kırılmaz, yıkılmaz, tükenmez...

GÜNÜN TARİHİ 19 Ocak 1920

İşgalcilerden Meclis'e müdahale

İstanbul'daki İşgal Kuvvetleri Yüksek Komiserliği tarafından, son Osmanlı Meclis'inin yeni kurulan son kabinesini tehdit eden mağrurâne bir açıklama yayınlandı.

Bu açıklamada, yeni kurulan kabinede yer alan Harbiye Nazırı Cemal Paşanın yanı sıra Genelkurmay Başkanı Cevdet Paşanın da istifası isteniyordu.

Ne yazık ki, adı geçen paşaların istifası hemen ertesi gün götürülüp Yüksek Komiserliğe bildirildi.

* * *

Son derece kritik ve bir o kadar da gergin geçen bu dönemdeki gelişmelerin seyri kısaca şöyledir:

* 3 Ekim 1919'da Damat Ferit Paşanın istifası üzerine, yeni kabineyi kurmakla Ali Rıza Paşa görevlendirildi. Yeni Sadrâzam, kurmuş olduğu yeni kabineyi Anadolu'daki Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin taleplerini de dikkate alarak şekillendirdi.

* Ali Rıza Paşa kabinesi kurulur kurulmaz, 9 Ekim 1919'da yayınlanan bir kararname ile Meclis-i Mebusan seçimlerinin en kısa zamanda yapılacağı açıklandı.

* Yeni mebuslar, Anadolu'nun her tarafında bulunan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin isteği doğrultusunda belirlendi. Zira, ortada fevkalâde (işgal, istilâ, savaş...) bir hâl vardı ve tam anlamıyla demokratik bir seçim yapılamıyordu.

* Seçimlerin ardından yeniden açılan Meclis-i Mebusan, 252 mebusla ilk toplantısını 12 Ocak 1920'de yaptı.

* 19 Ocak'ta ise, yine Ali Rıza Paşanın sadâretinde son Osmanlı hükümeti kuruldu. İşgalciler ise, yeni Meclis'i beğenmedikleri gibi, yeni kabineyi de kabullenmediler ve sert bir nota ile müdahale ettiler. Ama ne yazık ki, onlara bir ölçüde boyun eğilmiş oldu.

* 28 Ocak'ta yeni bir toplantı yapan son Meclis-i Mebusan, esasları Anadolu'daki Millî Kuvvetler tarafından belirlenmiş olan "Misak-ı Millî"yi bir "ahd-i millî" ile kabul etti.

* Meclis'in bu tavrı ve alınan kararın 17 Şubat'ta bütün dünyaya ilân edilmesi, işgal kuvvetlerini şiddetle rahatsız etti, onları âdeta çileden çıkarttı. Bu sebeple, fiilî müdahale için fırsat kollamaya başladılar.

* 16 Mart'ta kanlı bir baskın ile İstanbul'u fiilen işgal eden ecnebi kuvvetleri, Meclis'i, Sadâreti, Saray'ı, Matbuat ile Postahane'ye varıncaya kadar devletin bütün kurum ve kuruluşlarını zalimane bir baskı ile abluka ve denetim altına aldı.

Bu arada yakalanan bazı mebuslar tutuklanıp Malta'ya sürgün edilirken, canlarını kurtarabilenler ise, Heyet-i Temsiliyenin faaliyette olduğu Ankara'nın yolunu tuttular.

* Ankara'da 23 Nisan 1920'te teşkil olunan ve Cuma namazından sonra açılışı yapılan yeni Meclis'teki mebus sayısı 115'tir. Bu sayı peyderpey yükselerek fiilen 200'leri buldu.

19.01.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Tarihte On Muharrem



Abdullah Bey:

*"On Muharrem'in tarihî veya dinî önemi nedir? Bu gün aşûra pişiriliyor. Bunun nedeni ve hikmeti nedir? Sünnet midir, örf müdür? Bu gün oruç tutulur mu?"

Hazret-i Âdem Aleyhisselâm zamanından beri müstesna bir gün olarak tanınan Muharrem'in onuncu gününe Aşûrâ günü deniyor. Arapça "aşr" veya âşir" kelimelerinden türetilmiş olan "aşûra", onuncu gün demektir.

Aşûrâ gününe izafe edilen bir hayli tarih vardır. Özetlersek; Allah Teâlâ'nın Arşı, Melekleri, gökleri, yeri ve Hz. Âdem Aleyhisselâm'ı bugün yarattığı; Hazret-i Âdem Aleyhisselâm'ın tövbesinin bugün kabul edildiği; Hazret-i Nuh Aleyhisselâm'ın gemisinin Cûdî Dağına bugün oturduğu; Hazret-i Yunus Aleyhisselâm'ın balığın karnından bugün çıkarıldığı; Hazret-i İbrahim, Hazret-i Musa ve Hazret-i İsa Aleyhimüsselâm'ın bugün doğdukları; Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm'ın Nemrut'un ateşinden bugün kurtulduğu; Hazret-i Yakup Aleyhisselâm'ın oğlu Yûsuf Aleyhisselâm'a bugün kavuştuğu; Hazret-i Eyüb Aleyhisselâm'ın hastalıktan bugün şifâ bulduğu; Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm'ın kavminin Firavunun zulmünden bugün kurtulduğu ve Firavunun bugün denizde boğulduğu; Hazret-i Dâvud Aleyhisselâm'ın tövbesinin bugün kabul edildiği; Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm'a bugün mülk verildiği; Hazret-i Îsa Aleyhisselâm'ın bugün gökyüzüne yükseltildiği rivâyetleri mevcuttur. Bu haberlerden bir kısmının Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm tarafından da doğrulandığı bilinmektedir.

Medine'ye hicretinden sonra Yahudilerin Aşûrâ gününde oruç tuttuklarını gören Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm, kendisi bildiği halde:

"Bu ne orucudur?" diye sordu.

Yahudiler:

"Bugün salih bir gündür! Bugün Allah'ın, Benî İsrâil'i Firavun'un elinden kurtardığı gündür! Musa (as), bu İlâhî lütfa şükür için oruç tutmuştur. Bundan dolayı biz de tutarız!" dediler.

Allah Resûlü Aleyhissalâtü Vesselâm da bu haberi yalanlamayarak:

"Biz Musa'nın sünnetini ihyâ etmeye sizden daha ziyade lâyıkız!" buyurdu, o gün oruç tuttu ve ashaba da oruç tutmalarını emretti.1

Buhârî'de, Hazret-i Âişe'den de (ra) şöyle bir rivayet mevcuttur: Cahiliyet devrinde Kureyş Muharremin onuncu gününde (Aşûrâ gününde) oruç tutardı. Hicretten önce Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm da bugün oruç tuttu. Medine'ye hicretlerinden sonra da Muharremin onuncu günü oruç tutmaya devam etti. Ashaba da bugün oruç tutmalarını emretti. Ancak Hicretin ikinci senesi Ramazan orucu farz kılınınca Muharremin onuncu günü orucunu bıraktı. Artık dileyen bu orucu tuttu; dileyen tutmadı.2

Hazret-i Âişe'den (ra) bir diğer rivâyet de şöyledir: "Ramazan orucu farz kılınmazdan önce Müslümanlar Muharremin onuncu gününde (Aşûrâ gününde) oruç tutarlar ve Kâbe'ye yeni örtü örterlerdi. Cenâb-ı Hak, Ramazan orucunu farz kılınca, Allah Resûlü Aleyhissalâtü Vesselâm: 'Muharremin onuncu günü orucunu tutmak isteyen yine tutsun; tutmak istemeyen de tutmasın!' buyurdu."3

Hazret-i Nuh (as) zamanından beri bütün Hak dinlerde makbul olan Muharremin onuncu gününde oruç tutmak, Yahudiler için farz kılınmıştı. Peygamber Efendimiz (asm) önceleri Muharremin onuncu gününde oruç tutmuşsa da, Ramazan orucu farz kılındıktan sonra bırakmış ve Yahudilere muhalefet olsun diye bugün nafile oruç tutmak isteyenlere bir gün önceden bir gün sonraya kadar üç gün oruç tutmalarını tavsiye buyurmuştur.

Netice olarak, Muharremin onuncu günü bir gün önce ve bir gün sonrası ile oruç tutmayı sünnet olarak zikredebiliriz. Bunun dışında Muharremin onuncu gününe mahsus olarak yapılagelen yıkanmak, gözlere sürme çekmek, süslenmek, kına yakmak, bayramlaşmak, hububat ile karışık aşure pişirmek, sadaka vermek, mescitleri ziyaret etmek, kurban kesmek gibi davranışlar örf olarak geleneklerimize yerleşmiştir.

Bedîüzzaman Hazretlerinin "vak'a-i ciğersûz" diye nitelediği4 Hazret-i Hüseyin'in (ra) Kerbelâ'da şehit edilişi de, kaderin bir cilvesidir ki, Hicrî 10 Muharrem 61 yılında, yani bugün vaki olmuştur. Muharremin onuncu gününün Şia için siyasî önem içermesi ve bir matem günü olarak ilân edilmesi de bundandır.

Bu vesileyle; bundan bin üç yüz küsûr yıl önce bu gün insafsızca şehit edilen ve Bedîüzzaman Hazretlerinin (ra), Cevşenü'l-Kebîr'i ders aldığını bildirdiği iki imamdan birisi olan5 Hazret-i Hüseyin'in (ra) Cennet-mekân ruhunu bugün hayırla ve duâ ile analım. Aziz ruhuna binler fatiha!

Dipnotlar:

1- Sahih-i Buhârî, C.6, Savm,No:945

2- Buhârî, C.6, Savm, No:944

3- Buhârî, C.6, S.106

4- Bedîüzzaman, Mektûbât, S. 99

5- Bedîüzzaman, Emirdağ Lâhikası, S.183

19.01.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Bir kelime, bir işlem



"Bir kelime, bir işlem" demekle maksadımız, geçmişte meşhur olan bir TV yarışmasından bahsetmek değil. Türkiye'nin önünü kapatan ve ufkunu karartan başörtüsü yasağının gelip de bir 'kelime'ye dayandığının söylenmesine itiraz etmek istiyoruz.

Ama itirazımız, "Bu yasak bir kelime, bir cümle ile çözülür" tesbitine değil. Elbette değil bir kelime ya da bir cümle; gerçekten istense ve 'bedel ödemek' göze alınabilse yeni bir kelime, yeni bir cümle kurulmadan bile bu yasak sona erer ve ermelidir.

İtirazımız şuna: "Tek başına, iş başına" gelen hükûmetin; bir anlamda 'muhalif' ya da her hangi bir sivil toplum kuruluşu gibi davranması.

Mevcut hâliyle uygulanan başörtüsü yasağının, yürürlükteki her hangi bir kanuna dayanmadığı herkesin bildiği bir durum. Böyle bir kanun olsa bile, buna da hak ve hakikat namına, insan hak ve hürriyetleri adına itiraz edilmelidir. Uygulanan yasak kanunsuz olduğu için, sona erdirmek daha da kolay olmalı.

Pek çok defa ifade etmeye çalıştığımız üzere, yasağın sona ermesi için ödenmesi istenen 'siyasî bedel'i ödemeye aday siyasetçiler gerekli. Başbakan, geçmiş yıllarda İstanbul'da yaptığı (Birlik Vakfı'nın toplantısı) bir konuşmada (başta imam hatip liselerinin önünü tıkayan 'katsayı' adaletsizliği ve dolayısı ile başörtüsü yasağı konusunda) "Bedel ödemeye hazır değiliz" demişti. İşte, gerek başörtüsü yasağının sürmesi ve gerekse meslek liselerinin önünü tıkayan uygulamalarda bu 'itiraf'ın payı var. Çünkü Türkiye'de iş yapmak isteyenden mutlaka 'bedel' ödenmesi istenir. "Bedel ödemeye hazır değilim" diyen siyasetçinin iş yapması neredeyse imkânsız hale gelir ki, yakın tarihimiz de buna şahittir.

Yasağın hâlâ devam ediyor olması, hükûmetin kararsız olmasından kaynaklanıyor. İlk günden itibaren kararlı ve istikrarlı bir tavır sergilenmiş olsaydı yasak çoktan sona ererdi. Önce 'toplumsal mutabakat' dendi, sonra bu beyan bir yana bırakılarak 'kurumsal mutabakat' sözleri sarfedildi. Aradan yıllar geçti ve "Biz bu işi yeni bir anayasa hazırlayarak halledeceğiz" denildi.

Yasakçılar buna da itiraz edince bu defa, 'Simge de olsa yasaklanamaz' beyanları geldi. Tam bu konu tartışılırken bu defa da "Türbana özgürlük için yeni anayasayı beklemeye gerek yok. Mutabık kaldığımız bir cümleyle beraberce bu çözülür" sözleri duyuldu. (Star, 17 Ocak 2008)

Çok kısa sürede bu birbirinden bu kadar farklı beyanlarla hangi problem çözülebilir? Hükûmet önce kararını tam olarak versin ve bu anlamsız yasağı sona erdirsin.

Her hangi bir kanuna dayanmayan, fakat 'fiilen' uygulanan bu yasak, yine 'fiilen' sona erdirilebilir. Bir kelime ile sona erdirilecekse ki erdirilebilir, bu kelime 'siyasî irade' kelimesi olsa gerek. Milletten alınan yetkiye dayanılarak bu 'irade' ortaya konulsun ve kanunsuz yasak sona ersin.

19.01.2008

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Ali Kırca



Ali Kırca Show TV'nin medar-ı iftiharı bir haberci!!!

Sonunda bir "haber" patlattı, reytingler üst sırada!

Tam da 28 Şubat'çıların yüzünü ağartan cinsten.

Malum, geçen Çarşamba günü bir haber ekrana getirdi. Millet infiale geldi.

Haberi okuyan gerçi kendisi değildi: Korcan Karar'dı. Belli ki Kırca böyle "sakıncalı" ve "tehlikeli" haberleri dublorüne, yani Karar'a okutuyor!

Neticede haber dairesinin başkanı Ali Kırca. Bu eleştirinin muhatabı doğrudan odur!

Haberin girişine bakar mısınız:

"Devlet memurlarının türban takması yasalara ve laikliğe aykırı."

Bir kere "yamukluk" buradan başlıyor. "Yasa"larda başörtüsü yasağı yok ki? Böyle bir yasanın işlerliği olsun?

Laikliğe aykırılık ise, "laikçilerin" yorumu!

Karar, haberi okurken ağzı dolu dolu, "Bu yasaya rağmen yasak sadece kâğıt üzerinde mi kalıyor" diyor.

Telefonlarım susmadı. Show TV'yi arayan çok sayıda okurumuz, telefonlara niçin cevap verilmediğinden dert yanıyor. Show TV yetkilileri bu tepkinin geleceğini biliyor olmalı ki, telefonları açma ihtiyacı hissetmedi ve tedbirini aldı.

28 Şubat'çılar seninle gurur duyuyor Ali Kırca!

Gizli kamera ile yaptığın haberle sen gurur duyuyor musun Kırca? Hani hep "sosyal demokrat"lıktan bahsediyordun ya. Yedin, bitirdin. Siyaset Meydanı'nda gösterdiğin tarafsızlık performansın çöpe gitti.

Sayın Kırca, gizli kamera görüntüleriyle yaptığın haberi ekrana getirirken bir doğruları ve hakkı savunmakla görevli bir haberci olarak hiç rahatsızlık duymadın mı?

Hatırlatmak istiyorum; senin hakkında meraklı biri, internete girip bilgi almak istediğinde neyle karşılaşır biliyor musun?

Söyleyeyim: enteresan sitelerle yüz yüze geliyor!

Müstehcen siteler senin adını kullanarak "en fazla tıklanan"lar arasında parsayı topluyor.

Hani gizli kamera ile çektirdiğin haber var ya. Benzeri de aynen sana yapılmıştı. Ve internetin "adi" sitelerine kadar düştün! Sonunda mahkeme kararı çıkarttın da, paçayı şimdilik kurtardın.

Kendisine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkalarına niye yaptın?

Böyle habercilik olur mu?

19.01.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri