Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 24 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Cevat ÇAKIR

Dumancıların vay haline



Evet, sigara tiryakilerinin dört aylık bir zamanı kaldı. O zamana kadar ne kadar dumanlansalar kârdır. Sigara içen bir kişinin sigarayı tam bitirmeden atmaya mecbur kaldığında son bir kez daha çekip de atması gibi. Artık bu tarihten sonra dumanlanmak çok zor olacak. Yıllarca şehirler arası otobüslerde, hastanelerde topluma açık yerlerde nice insanlar istemeden duman altı oldu. Artık 19 Mayıs 2008'den sonra, tüm kamu binalarında, birden fazla kişinin girebileceği tüm iş yerlerinde, bahçelerinde de dahil olmak üzere okul ve dershanelerde taksi ve gemilerde sigara içmek yasak. Toplumda örnek alınan meslek gruplarından gazeteci, öğretmen ve doktorların da en çok tiryaki olmaları da bir terslik teşkil ediyordu.

Özelikle okullarda çok kötü bir görünüm oluyor. Elinde sigara olduğu halde öğrencinin cebindeki sigarayı almak! Ülkemizde sigara içme yaşının 10'a kadar düştüğü düşünüldüğünde çok önemli bir karar olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca sigaraya alışanların yüzde 90'ı 20 yaşından önce sigaraya başlamış. 23 milyon civarında sigara içicimiz var. Yılda 5 milyar 500 milyon paket sigara tüketmiş olmamız ve karşılığında 14 milyar YTL harcamış olmamız çok üzücü.

Çok güzel bir kanun ayrıca radyo ve televizyonlara özellikle herkesin izleyebileceği saat olan 15 - 22 saatleri arasında ayda 90 dakika sağlığa zararlı diğer alışkanlıklarla ilgili yayın yapma mecburiyetinin getirilmiş olması da güzel. Keşke bu yayın yapma mecburiyeti belirli bir oranda gazete ve dergilere de getirilseydi. Evet duman işi artık bu kanunla belirli bir seviyede tutulur. Gençlerimiz bu kötü alışkanlıklardan uzak durarak hem sağlıklarından hem de paralarından olmazlar. İkinci aşamada sıra içkiye gelir inşaallah. Artık dünya bir köy hükmüne geçti.

Bir çok Avrupa ülkesinde sigara yasağı uygulandıktan sonra sıra bize geldi.

"Avrupa üflüyor biz oynuyoruz" diyor Said Nursî Hazretleri. Ben inanıyorum ki, bugün sigaraya savaş açarak dumancılara dünyayı dar edenler, ilerde aynı şeyi içkiye karşı da yapacaklar. Çünkü bu illetin zararını bütün insanlık artık görüyor.

Bütün kavgaların, cinayetlerin, boşanmaların altında alkollü içki vardı. Hatta trafik kazalarının dahi. Nitekim her trafik kazasından sonra polislerin alkol muayenesi yapması bunu gösteriyor. Peygamber Efendimiz (asm) de "İçkiden sakının çünkü o her kötülüğün anahtarıdır", "İçkiden sakın çünkü o asmanın dal vermesi gibi kötülüğü dallandırır" diye buyurmuştur.

Sigaranın sağlıkla ilgili masrafları hesaplanıyor. İçkininki de hesaplanmalı. Sigarayla Savaşanlar Vakfı var, ama Yeşilay'ın dışında içkinin zararlarıyla ciddi ilgilenen yok. İnsanlık "men-i müskirat" kanununu uygulayıp Medine halkı gibi fıçılarını devirmedikçe "şaribulley vennehar"cılardan çok çekecektir.

24.01.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KAPLAN

Ne olur?



Partilerimiz ve partililerimiz birbirleri ile:

Kırkışmasa .

Kavgalaşmasa!

Tartışmasa.

Ama ciddî anlamda muhalefet yapsa!

Karalamalara girişmese.

Her biri kendisi gibi diğer partilileri de bu vatanın evlâdı bilse.

Kardeşlik duygusu; birlik ve beraberlik yaysa!

Hor görmese.

Ne olur?!

***

Kurumlar:

Diğer bir kurumu anlasa!

İşbirliği sağlasa..

Hatalar varsa elbirliği ile giderilse.

Devletimin çarkları takır takır işlese!

Arızalar giderilse.

Sıkıntılar:

Yok edilse.

Ne olur?

***

İnsanımız:

Birbirini bezdirmese:

Ezdirmese.

Kandırmasa.

Birbirini iyi yönde desteklese!

Pastacı, postacıdan; postacı, doktordan; doktorumuz, fırıncıdan;

fırıncımız, eczacıdan memnun kalsa.

Ne olur?

***

Televizyon kanallarımız:

Reyting kavgasına girişmese.

İnsan ve toplum sağlığını düşünse!

Kendimizle övünse.

Tarihimizi, geleceğimize bağlasa.

Uyduruktan tayyare kaynana-gelin kavgaları yerine biraz biraz sosyal güzelliklere kanat çırpsa!

Ne olur?

***

Devlet baba:

Şapkasını önüne koysa!

İnsanıyla kaynaşsa.

Devlet bireyini; birey devletini her şeyin üstünde tutsa.

Aile kurumu gözümüz gibi korunsa!

Ne olur?

***

Gazeteler.

Sinemalar:

Tiyatrolar; "gelecek ve sanatsal endişe"leri kadar "toplumsal kaygı"lara da yer verseler.

Ne olur?

***

Ne mi olur?!

Kalkınırız.

İlerleriz...

Barışık ve büyük bir ülke oluruz.

Tarihimiz boyunca olduğu gibi.

Dünya, bize imrenir.

"Olmaz, olmaz."

Demeyin:

"Olmaz"; olmaz!

24.01.2008

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Mr. President



Bugünlerde youtube kapalı. Niçin kapalı diye merak edenler "mahkeme kararı" ile olduğunu görecek.

Şu veya bu sebeple de olsa youtube'un Türkiye sınırları içinde kapalı tutulması "dışardan" eleştiriliyor. Bizimle alay eden ülkeler var.

Neyse, konumuz şu: Amerikalı country şarkıcısı Pink'in bir şarkısı Youtube'da en çok izlenen ve dinlenen klipler arasında yer alıyor.

Okuyucularımızdan biri sağolsun bu "klip"ten bizi haberdar etti ve görüntüyü gönderdi. İzledim. Gerçekten duygu yüklü bir anlatımı var.

Sözleri ise vurucu.

Sizlere bu sözleri aktarmak istiyorum.

Şarkının ismi: Dear Mr. President!

"Biz geri kalanlar ağlarken nasıl uyuyabiliyorsun?

Bir anne çocuğuna veda etme şansına sahip değilken nasıl rüya görebiliyorsun?

Nasıl başın dik yürüyebiliyorsun?

Gözlerimin içine bakıp nedenini söyleyebilir misin?

Sevgili Başkan, yalnız bir çocuk muydun?

Yalnız bir çocuk musun?

Hiçbir çocuğun geride bırakılmadığını nasıl söyleyebiliyorsun?

Aptal değiliz ve kör değiliz.

Sen cehenneme giden yolu döşerken, onlar senin hücrelerindeler.

Viski ve kokainden buraya yine iyi yol katettin!

First Lady'nin ne diyebileceğini tahmin edebiliyorum.

Ben sana sıkı işin ne olduğunu anlatayım.

Bebek beklerken asgari maaş kazanmaktır.

Evin bombayla yıkıldıktan sonra inşa etmektir.

Bay Başkan beni dinle.

Ama dinlemeyeceğini biliyorum."

Evet, şarkı bu... Ve bu şarkı milyonlarca kez "tık"lanmış.

Acaba Bush giderayak "bir bahane"yle Türkiye'deki youtube'u kapatmış olmasın?

Şaka gibi ama burası Türkiye! Olmaz olmaz demeyin.

24.01.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Yine hüsran olmasın



Dağlıca'dan sonra Ergenekon operasyonuna da yayın yasağı getirildi. Üstelik Dağlıca'daki gecikme, Ergenekon'da hiç olmadı. Neredeyse operasyonla eşzamanlı olarak yasak geldi.

Ama İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesinin önceki akşam Yeni Asya'ya da tebliğ edilen yasak kararının metninde dahi ciddî ipuçları var.

Bir defa, 12.6.07 tarihinde Ümraniye'de ele geçirilen bombalarla alâkalı soruşturmadan söz ediliyor. Bu çerçevede gözaltına alınan şahısların emekli asker olduğu ve soruşturmada bazı önemli bilgilerin ele geçirildiği vurgulanıyor.

Konuyla ilgili olarak basında çıkan haberlerin

* kamu düzeni, kamu güveni ve toprak bütünlüğünün korunması,

* devlet sırlarının açıklanması veya suç işlenmesinin önlenmesi,

* yargı gücünün otorite ve bağımsızlığının sağlanması amacıyla sınırlanabileceğinden bahisle verilen yayın yasağı kararının amaçları ise şu şekilde ifade ediliyor:

* Soruşturmanın amacından saptırılmaması,

* Kamuoyunda yanlış anlamalara sebebiyet verilmemesi.

Dağlıca olayında tamamen muvazzaf askerlerin soruşturulduğu bir süreç yaşanırken, Ergenekon'da sorgulananlar içinde emekli general ve albaylar da bulunuyor.

Acaba her iki olayda da yayın yasağı konulmasının bu ortak noktayla bir ilgisi var mı?

Ergenekon'da dikkat çeken bir diğer husus, Savcılık açıklamasında, gözaltına alınan kişilerin ilişkilendirildiği yapılanma için "terör örgütü" ifadesinin kullanılması.

Tabiî, söz konusu kişilere yönelik iddiaların âkıbeti yargı sürecinin sonunda belli olacak. Eğer bazı Emniyet yetkililerine atfen söylendiği gibi "somut ipucu ve deliller" vârit ise ve bunlar iddiaları ispatlayacak güçteyse, sonuç ona göre şekillenecek. Ve Türkiye rahat bir nefes alacak.

Aksini ise insan düşünmek dahi istemiyor.

Aslında böyle bir operasyonun yapılabilmiş olması dahi başlı başına çok önemli bir hadise.

Ama mutlaka arkasının getirilmesi şart.

Şimdiye kadar Türkiye'yi sarsan, iç huzurunu bozan, dış imajına büyük zarar veren karanlık cinayet ve provokasyonların aydınlatılması ve bundan sonraki süreçte yenilerini sahneleme tezgâhlarının önünün kesilebilmesi buna bağlı.

Emniyet İstihbaratının 2006'da hazırladığı bir raporda Ergenekon çetesi anlatılırken kullanılan cümle son derece ilginç ve tüyler ürpertici:

"Ergenekon, sivil ve aktif askerden Emniyet mensubuna, işadamından nakliyatçı ve medya mensubuna kadar çok geniş bir yelpaze içinde yapılanan ve rejimi müdafaa adı altında her türlü illegal eylem, suikast, cinayet, komplo ve iftirayı meşru kabul edebilen bir örgüttür." (Sabah, 23 Ocak 2008)

Şimdi bu istihbarî değerlendirme, Emniyet güçlerinin kapsamlı operasyonunu takiben, yargı sürecinde mercek altına alınmış bulunuyor.

Umarız, yayın yasağı gerçekten "soruşturmanın amacından saptırılmaması" ve "kamuoyunda yanlış anlamalara sebebiyet verilmemesi" için konulmuştur ve bu amaçlara hizmet eder.

Ve umarız, hukuk, demokrasi ve şeffaflık özlemi içindeki kamuoyunda beliren ümit ve beklentiler, bir defa daha hüsranla neticelenmez.

24.01.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Kitabı çalınanlar ve yakılanlar



Tarihte birbirlerinden çok farklı olsalar da ikisinin başına aynı şeyler gelmiştir. Hem İmamı Gazali'nin, hem de İbni Hazm'ın kitapları yakılmışır.

Bunun dışında İmamı Gazali'nin kitapları veya notları yol kesiciler tarafından yağmaya maruz kalmıştır. Tarihçiler bu hadiseyi şöyle aktarırlar. Gazali evvela doğum yeri Tus'da eğitim ve öğrenim görür. Son günlerini de yine Tus'da tedrisle ve ders vermekle geçirir. Tus'tan sonra ilim tahsili için Cürcan'a gitmiş ve eğitimine burada devam etmiştir. Cürcan'da okuduğu dersleri kaydettiği defterler, vatanına dönüşünde içinde bulunduğu kervanı soyan haydutlar tarafından gasbedilmiştir. İmamı Gazali, kervanı basan ve soyan haydutların reisine, defterlerini geri vermelerini, zira bunların hiçbir işlerine yaramayacağını söylemiştir. Adeta eşkiyalara yalvarmıştır. Haydutların reisi o defterlerin ne olduğunu sorduğunda: "Onlarda yazılı bilgileri edinmek için, yurdumu terkettim ve uzun müddet süren tahsilimin semeresini onlara yazdım' dedi. Haydutların reisi güldü ve 'Nasıl olur da ilim tahsil etmiş olduğunu ileri sürebilirsin? Baksana defterlerin elinden alınınca hiç ilmin kalmıyor' dedi. Bununla birlikte defterlerini de geri verdirdi. Bu sözler İmamı Gazali'ye hem ders hem de kulağına küpe oldu. Zamahşeri'nin altın halkalarında anlattığına benzer altın küpelerden birisi oldu. Bundan sonra İmamı Gazali satır ilminden sadır ilmine geçmeye çalıştı. Gerçekten de insan ancak sadır ilmine geçerek kemal bulabilir. Aksi takdirde, Kur'ân-ı Kerim'in Beni İsrail uleması için kullandığı gibi insan kitap yüklü merkeplerden farksız olur. Ancak insan kitapların muhteviyatını içselleştirerek alim olabilir. Yazmakla, taşımakla değil ancak yaşamakla olur. Yoksa dibine ışık vermeyen muma benzer. Bundan dolayı da Şems-i Tebrizi, Mevlânâ'ya babası Sultanu'l Ulema Bahaeddin Veled'in kitabı ve Mütenebbi'nin Divan'ı gibi kitaplarını yasaklamış veya havuza veya suya atmıştır.

İbni Haldun da velud ve çok yönlü yazarlardan birisidir. Rivayetlere göre hayatı boyunca 80 bin sayfa kitap yazmıştır. Bu her ne kadar mübalağa addedilse bile İslâm tarihinde İbni Haldun'a benzer yazarlar vardır. Bununla birlikte, birçok alim gibi mihnelere maruz kalmıştır. Bu mihne devirlerinden birisinde Sultan Mutadit İbni İmad'ın öfkesini ve gazabını celbetmiştir. İbni Hazm'a öfkesinden dolayı Mutadıt onun kitaplarını İşbiliyye meydanında yaktırmıştır. Bununla birlikte, İbni Hazm bu davranışa metelik dahi vermemiştir. Oralı olmamıştır. Cevherin satırlarda değil kendi sadrında olduğunu ve bu cevheri göçtüğü ve karar kıldığı her yere beraberinde taşıdığını düşünmüştür. Bu da tesellisi olmuştur. Ve Sultanın densizliğine karşı kendi kendine şunları terennüm etmiştir:

"İn tahruku'l kirtase len tahruku'llezi

Tadammanahu'l kirtasu bel huve fi sadri

Yesiru mae haysu istakarrat rekaibu

Yenzilu in enzilu ve yüdfene fi kabri"

"Sayfaları ve kâğıtları yaksalar bile,

Sayfaların içindekileri yakamazlar.

Zira, onlar benim göğsümde mahfuzdur.

Dizlerimin kapaklandığı yere benimle gelir.

İndiğimde benimle iner ve benimle kabre girer."

Kitapla yazar arasındaki bağ bundan daha güzel dile getirilebilir mi? Bunu ancak Güvercin Gerdanlığı (tavku'l hamame) sahibi ve yazarı ifade edebilirdi! Nitekim bunu o ifade etmiştir. Kitapların yakılmasıyla ve satırların izalesiyle ilim ölmez. Kutlu Peygamberin dediği gibi ilim alimin ölümüyle ona havi olan sadrın toprağa düşmesiyle ölür, inkitaya uğrar. İlim interaktiftir ve kitap sayfalarında ölü haldedir. Onu ancak sinelerin sıcaklığı diriltir. Onun doğumu ancak alimin sadrına girmesiyle olur. İlmi, zihinler ve kalpler saklar. Zihinler hıfzederek ve kalpler de amel ederek onu semeredar eder. Yoksa kavl-i mücerret olarak kalmaya mahkumdur.

İlmin kabzı ulemanın kabzıyladır. Nitekim müttefekun aleyh olan bir hadis-i şerifte Peygamberimiz şöyle buyururlar: "Cenab-ı Hak bu ilmi insanlardan söküp almaz. Lâkin ulemanın kabzıyla ilim onlardan alınır. Ve insanlar arasında cahil başlar kalır. İlimsiz fetva vererek hem sapıtırlar, hem de saptırırlar..."

Demek ki ilim, mümarese, uygulama ve tecrübedir. Yoksa mücerret olarak kitaptan nakil yapmak ilim değildir. Kitaplar arasında cevelân etmek, dolaşmak ve tercihte bulunmak yine ulemanın harcıdır. Ulemanın görevi mücerret nakil değil, müsteftî ile doğru görüş/rey-i sedîd arasını buluşturmak ve telif etmektir.

24.01.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Yasakçılığı bırak, çeteye bak!



Zaman zaman ifade edildiği üzere, 'boşluk'lardan istifade eden çok sayıda kişi, ya da kuruluş, Türkiye'yi bir anlamda 'çete tarlası'na çevirmiş durumda. Hangi konuya el atılsa, altından bir mafya, ya da çete çıkıyor.

Kamuoyu, 'çökertilen çete' haberleriyle meşgul. Tabiî ki 'çökertildi' demekle çeteler, ya da mafya tipi örgütler bir anda çökertilmez. Uzmanların da ifade ettiği üzere, bu tür oluşumlarla mücadele uzun zaman alan bir mücadeledir.

Aslında şunu sorgulamak lâzım: Nasıl oldu, ne yapıldı ki; ülkemiz 'çete tarlası' görüntüsü verdi?

Tabiî ki ortada 'çökertilen çete'ler varsa, çetelerin belli bir dönem faaliyetlerini sürdürdüğü anlaşılır. Devletin elindeki bunca maddî ve manevî imkânlara rağmen, bu çeteleşmeler nasıl meydana gelip faaliyetlerini devam ettirebildi? Kanlı terör örgütünün faaliyetlerin devam ettirmesi, bölgenin 'dağlık' olmasına ve 'komşu ülkeler'in Türkiye aleyhindeki faaliyetleriyle izah ediliyor. Peki, şehirde terör estiren her türlü çete ve benzeri oluşumlar bu 'iş'leri nasıl devam ettirebiliyor?

Bu soruların makul cevapları verilebilirse, gerek çetelerin ve gerekse 'mafya' türü oluşumların faaliyetlerine kalıcı olarak son verilebilir.

Ortaya çıkarılan ve çökertildiği ifade edilen 'çete'ler, aynı zamanda ülkemizin imkânlarının hayalî 'düşman'lar için harcandığını da hatıra getiriyor. Devleti temsil eden kurumlar, meselâ; başörtüsü takan öğrencilerle ya da okulda namaz kılan öğrencilerle uğraştıkça, 'piyasa' çetelere kalmış görüntüsü veriliyor.

En başta Türkiye'yi idare edenler olmak üzere, herkes şunu düşünmeli: Çeteler mi Türkiye'nin imajına zarar veriyor, yoksa başlarını örterek üniversitede okuma hakkı isteyen öğrenciler mi? "Böyle kıyaslama yapılır mı?" sorusu akla gelebilir. Elbette bu kıyaslama doğru bir kıyaslama değil, ama ortaya çıkan netice; bu soruyu sormayı ve tartışmayı da gündeme taşıyor.

Madem 'çete'ler başka her hangi bir şeyle kıyaslanmayacak kadar Türkiye'nin imajına zarar veriyor, o halde Türkiye'yi idare edenler 'çete'lerin faaliyetlerine son verecek şekilde çalışmalıdırlar. Bunun yerine, çeteleri unutup başörtüsü takan örgencilerin 'çetelesi'ni tutmaya çalışmak, 'hangi okulda mescid var, öğrenciler namaz mı kılıyor?' diye araştırmaktan vazgeçilsin.

Çetelerle mücadele için gerek eğitim ve gerekse hukuk camiasına da büyük işler düşüyor. Elbette medyanın da bu konuda 'günah'ları vardır. Başta TV'ler olmak üzere 'mafya tipi yaşamı' teşvik ettikçe, böyle davrananlara 'başrol' sundukça; çeteleşmelerle mücadele etmek zorlaşır.

Türkiye, yapay gündemleri bir yana bırakıp; hukuk dışı iş yapanlarla ciddî mücadeleye girişirse 'düz'lüğe çıkabiliriz. Bunun için de, yasakçılığı bir an önce bırakıp, çetelerin Türkiye'nin imajına ciddî zarar verdiğini görmek lâzım.

İnşallah ülkemiz, temizlemek zorunda kalınacak yeni 'çete'lerle karşılaşmaz...

24.01.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Yasakları kaldırmanın sırrı: Demokratik cesur yürek



Türkiye, insan haklarını, hukukun üstünlüğünü esas alan devlet ve sistem yapılanması, anayasa, kanunlara sahip değil. Kısmen keyfîlik devam ediyor. Bunun göstergelerinden birisi, YÖK ve keyfî uygulamaları, başörtüsü yasağıdır. Baştan ayağa yasaklarla dolu Anayasa'dır, 301. madde gibi çarpık kanunlardır.

Yüz binlerce başörtülü, milyonlarca akrabası ve çevresi mazlumdur, mağdurdur. Hepimiz düşünmeliyiz:

Bu iktidar başörtüsü yasağı ve keyfîliği kaldırmayı başarabilir mi? Aslını isterseniz "sayısal" olarak mümkün. Çünkü arkasında yüzde 47 gibi halk destiği ve parlamento çoğunluğu vardır. Öyle ise, bu problemi çözebilir ve çözmelidir. Ne var ki, "Toplumsal mutabakat, kurumsal mutabakat olsaydı, çözerdim!" ve maateessüf ki, başörtü problemini çözeceğine, mağdur ve mazlum yüz binlere, "Siz başörtülerinizi çözün, yalınayak, başı açık devam edelim!" diyor.

Öyle görünüyor ki, çözmeyecek; korkarım ki, çözmeyecek; hayıflanırım ki, çözemeyecek! İstemediğinden mi? Hayır, herkesten daha teşne, daha mecbur. Ama, istemek ayrı, yapmak ayrıdır. Beş senedir kâhir bir ekseriyetle iktidardı, ikinci devre de kâhir bir ekseriyetle iktidar oldu. Eğer çözebilseydi, alâküllihâl çözerdi; çözmeliydi! Öyle ise neden çözemedi ve çözemez?

Tebeyyün etti ki, bu iktidarın en büyük eksikliği; insan hak ve hürriyetleri konularında eğitimi, birikimi, yapılanması; demokratik kararlığı ve cesareti olmamasıdır. Her şeyin bir bedeli vardır. Bedel ödeyecek gücü yoktur! Zaten, şimdiye kadar demokratik hiçbir bedel de ödememiştir. Siyâsî hayatı boyunca da bunun mücadelesini vermemiştir. Yegâne mücadelesi, iktidar olmaktı! Ve çalıştığının karşılığını aldı, alıyor!

Haddizâtında demokratlık ve hürriyetperverlik bir anlayış, bir hayat biçimi, bir maharet, bir mücadele şeklidir. Demokratlık, gerektiğinde hak ve hürriyetler uğruna başını mertçe vermektir! Ancak, adamlar koltuklarını bile vermeye râzı olmuyorsa, nasıl mesafe alınabilir ki! Demokratik cesaret ve icraat bir eğitim, bir anlayıştır. Herkes bunun örneklerini kendisinden, çevresinden bulabilir. Kendimden örnek vereyim: Karadenizliyiz ya, serde inşaatçılık da var! Komşumuz sıvacı Halil Usta'nın yanında 15 gün çıraklık yaptım. Baktım ki, malayı öyle bir kapışı, harçları duvara öyle bir serilik ve ustalıkla yapıştırışı var ki, "Tamam ben de yaparım!" dedim. Zaten, "Harç kar, çimento getir, su dök, malayı ver!" diye verdiği emirlerden bıktım, "Ben de veririm!" dedim; ustalığımı ilân ettim! Allah rahmet eylesin, babaannemin iki odalı evini sıvadım yamuk, yumuk! Artık usta olmuştum!

Bir ustadan sıvanacak bir daire aldım; biraderi de çırak... Taşeronu olduk anlayacağınız!.. Harç yaptık. Ve duvarlara çalmaya başladım. Aman Allah'ım! Ellerim, kollarım, belim! Ve her mala çalışımda harç giren gözlerim! Malayı duvara sallıyorum, harç yerde, ben yerde, mala yerlerde! Nerede o serilikte mala çalan usta, nerede ben!

İkinci gün kontrol için usta geldi; perişan halimizi gördü! Bir şey diyecek, diyemiyor. Gitti, geldi, gitti, geldi ve en sonunda, "Ortağımla anlaşamadık, işi durduruyorum, işi bırakın!" dedi. Canımıza minnet; pılıyı, pırtıyı âletleri toplayıp kaçtık. İşin tabiatı şudur:

Tecrübesi, mahareti olmayan biri, bir memur ustalık, ticaret, öğretmenlik yapabilir mi? Hem de nazar-ı dikkate almak lâzımdır ki: Kim birşeyde çok tevaggul etse (uğraşsa), galiben başkasında gabîleşmesine sebebiyet verir. Bu sırra binâendir ki, maddiyatta tevaggul eden, mâneviyatta gabileşir ve sathî olur. Bu noktaya nazaran, maddiyâtta mahareti olanın mâneviyâtta hükmü hüccet olmasına sebep olmadığı gibi, çok defa sözü dahi şâyân-ı istimâ değildir. Evet, bir hasta, tıbbı hendeseye kıyas ederek, tabibe bedelen mühendise müracaat edip gösterdiği ilâcı istimal ederse, akrabasına tâziye vermeye dâvet ve kendisi için kabristan-ı fenânın hastahanesine nakl-i mekân etmek için bir raporu istemek demektir.1

Anayasa, demokratik hak ve hürriyetler harçtır. İktidar sıvacıdır. Eğer mayası demokrasi ile yoğrulsaydı; eğer hak ve hürriyetlerin mücadelesini vererek gelseydi, gayet rahatlıkla bu işi halledebilirdi, diye düşünüyorum, ne dersiniz? Yanılıyor muyum?

Anneler şefkatlerini yanlış kullanmaz; babalar, hacılar, hocalar, ilâhiyatçılar hak ve hürriyetlerden taviz (ödün) vermez; iktidar sözünün arkasında durup geri adım atmazsa; sadece duâlarımız, arzularımız ve yaklaşımımızla başörtüsüne taraf çıksak yasak asla süremez; yasak yasaklanır! Unutmayalım, taviz yasakçıyı durdurmaz; bilakis teşvik eder.

Yasakları kaldırmak, cesur bir demokrat yürek ister. Tıpkı, 1950'de DP'nin yaptığı gibi. Onun o devrede yaptığını şimdi siz yapamazsanız çok ayıp kaçmaz mı?

Dipnot:

1-Muhâkemât, s. 15.

24.01.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Şaban DÖĞEN

Gençliğe sevgi



Hz. Peygamber (asm) daha gençken toplumun sevgi ve saygısını kazanmış, Muhammedü'l-Emîn lakabıyla anılmaya başlanmıştı. Kureyşliler kimseye güvenemeyip bırakamadıkları kıymetli eşyalarını Efendimize (asm) emanet ederlerdi.

Resûlullahın (asm) herkesin güvendiği bu temiz, örnek hâli peygamberliğine de güçlü bir delil olmuştu.

Her dönemi gibi gençliği de böylesine parlak olan Kâinatın Efendisi (asm) gençlere büyük değer verirdi. Yaşlılar ona karşı çıkarken gençler bütün zerreleriyle sahip çıkmış, bir zırh gibi korumuşlardı.

Resûlullah da (asm) onlara özel ilgi ve sevgi gösterir, bağrına basar, meseleleriyle ilgilenirdi.

Gençliğe önem verilmeliydi. Çünkü gençlik ömrün en önemli ve verimli anlarıdır. O kadar önemlidir ki, Büyük Mahkemede hesabı sorulacak beş şeyden biri de gençliktir: "Gençliğini nerede kullandın?"1

Ömür dakikalarını kıymetine şâyeste şekilde değerlendirmiş, ibadetle ihyâ etmiş gencin hiçbir gölgenin bulunmadığı Arş'ın gölgesinde gölgelendirilişi de2 onun değerini göstermiyor mu?

Resûl-i Ekrem (asm) gençleri sever, üzerlerine titrer, kırılmalarını aslâ istemezdi. Çok sevdiği gençlerden birisi Hz. Ömer'in oğlu Abdullah'tı. Resûlullah (asm) aşkıyla yanıp kavrulan bu genç, onu bir gölge gibi takip ederdi. Allah Resûlü de (asm) ona büyük bir ilgi gösterirdi. Bir yolculuk esnasında birlikteydiler. Babasına ait bir devenin üzerindeydi Hz. Abdullah. Deve genç mi genç, hırçın mı hırçındı. Bir ara hızlandı ve Resûlullah'ın (asm) devesinin önüne geçti. Bunu gören Hz. Ömer hemen oğluna müdahale etti. "Ne yapıyorsun ey Abdullah?" dedi. "Hiç kimse Resûlullahı (asm) geçmez."

Hz. Ömer'in Peygamber sevgi ve saygısı bunu gerektiriyordu. Elbette kimse Hz. Peygamberi (asm) geçemezdi. Hz. Abdullah da bunu istemezdi, ama hırçın devesine söz anlatamamıştı.

Bu durumu gören Resûlullah (asm) Hz. Ömer'e dedi ki: "Bu deveyi bana sat." Hz. Ömer hiç itiraz eder mi? Kabul etti ve sattı. Hz. Peygamber (asm) deveyi Hz. Abdullaha verip "Bu deve senindir ey Abdullah. İstediğin gibi hareket et"3 buyurmuştu.

Bu ilgi ve sevgiyi gören gençlerin ona olan sevgi ve saygıları da bir harikaydı.

Acaba bizler gençlerimizle ne kadar ilgileniyoruz?

Dipnotlar:

1- Keşfü'l-Hafa, 1:166-167.

2- Buharî, Zekât: 16; Müslim, Zekât: 911.

3- Buharî, Hibe: 25.

24.01.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Maskeli çeteciler



Meşrûtiyet döneminde İttihatçı hareketin içine sızarak orada kök tutan komitacılar, muhaliflerini bertaraf etmek için, hukuk dışı, kànun dışı yöntemlerle gizlice sûikast plânları kuruyor ve peş peşe cinayetler işliyordu.

Sadece 1908-18 yılları arasındaki on yıllık zaman sürecinde, sayısız gazeteci, yazar ve siyasetçi, bu tarz işlenen cinayetlere kurban gitti.

Komitacı cânilerin en belirgin maskesi ise, "vatan-millet" edebiyatı idi. Onlara göre, "Millet için fertler fedâ edilir; devlet için herşey fedâ edilir"di.

Üstad Bediüzzaman'ın tarifiyle "Pekçok sû-i istimâlata müsait" olan böylesi bir zihniyet, aynı zamanda milliyet fikrine dayalı siyasetin "zâlimane bir düstûru"nu yansıtıyordu. (Mektubat, s. 56-59)

Evet, maalesef ki, "devlet-millet" edebiyatını maske şeklinde kullanan çetelerin, komitacıların hayatta yapmayacakları fenalık, işlemeyecekleri cinayet yok.

Gaddarlıkta, zalimlikte hudut, sınır tanımazlar. Üstelik, yaptıkları her mel'ânette kendilerini haklı görürler.

Hasılı, çeteciler, geçmişte olduğu gibi gümüzde de icrâ-i faaliyet içindeler. Bunların giydikleri zırh devletçilik, yüzlerine taktığı maske ise milliyetçilik, tâbir-i âherle ulusalcılık...

Allah, devletimizi de, milletimizi de bu karanlık suratlı "sahtekâr hamiyetfurûşlar"ın şerrinden muhafaza etsin.

Sağlık

Ata Demirer'den sağlık dersleri

Aylardır sahnelerden uzak duran usta oyuncu Ata Demirer, şu sıralar en büyük sorunu olan "fazla kilolar"la azimli bir mücadele vermenin bahtiyarlığını yaşıyor.

Geçtiğimiz Pazar günkü Sabah gazetesinde röportajı yayınlanan Demirer'in, hiç kaçırılmaması ve mutlaka kulak verilmesi gerektiğine inandığımız çok önemli tavsiyeleri var. (Pazar Sabah/Şirin Sever/20.01.2008)

Hemen herkes için faydalı olabilecek hususları ihtiva eden bu röportajın çok kısa bir bölümünü burada sizlerin dikkatine sunmak istiyoruz.

Ata Demirer, fazla kiloları sebebiyle hayatı oldukça ağırlaşan, mutsuz bir hale gelen, hatta dizinden sakatlanmasına yol açan bir oyuncu olarak, bundan sekiz ay kadar önce azim ve iradesiyle harekete geçti ve bu "kötü gidiş"i bir şekilde durdurmaya koyuldu.

Doktorunun da yardımıyla, bu zaman zarfında 140 kilodan 127 kiloya inmeyi başardı. Başrı grafiği devam ediyor.

Biz de bu gayretinden dolayı kendisini tebrik ediyor ve başarısının devamını diliyerek, söz konusu röportajından kısacık bir bölüm aktarmak istiyoruz.

* * *

Soru: "Lifleriniz yırtılmıştı değil mi?"

Cevap: "Evet, bu kiloyla dizimden sakatlanınca, eklemlerim de isyan etti. Bu durum senin başına gelse, bileğin burkulur; benim başıma gelince, tendonum kopuyor. Kilo çok etkili. O zaman canıma tak dedi, 'Yeter ya böyle yaralı astronot gibi gezilir mi?' dedim. Allah insanı iyi adamlarla karşılaştırsın, bir doktorla tanıştım..."

Soru: "Şişmanlık psikolojik olarak da rahatsız ediyor muydu? Yoksa her şekilde kendinizle barışık biri miydiniz?"

Cevap: "Şişmanların hepsi 'Kendimle barışığım' yalanını söyler. Ben beyinsel olarak kendimle barışık olduğumu söyleyebilirim, ama kilo her zaman rahatsız edicidir. Normal bir insanı rahatsız eder, hayatını kısıtlar. ...Sakatlanınca, hayat felsefemi değiştirdim. Çünkü hayat kaliten, hayat standartın ve yaşadıkların çok keyifsiz hale geliyor. Aylarca yatağın içinde yattım, ayağım burkulunca... Meselâ, vücudunuzda ödem oluşuyor, o ödem normalde senin vücudunu 10 günde terk ediyor. Benimkini ise 25 ayda! Neden? Çünkü, yağlara takılıyor; yağ bırakmıyor ödemin akıntısını."

Temenni ederiz ki, kilo problemi olanlar, yakın zamanda yaşanmış bu ibretli vak'adan kendileri için önemli dersler çıkarır ve bunu hayatına aksettirmeye çalışır.

GÜNÜN TARİHİ 24 Ocak 1949

"En taşkın savunucu" Çağlar'ın tükenişi

Cumhuriyet Halk Partisi'nin "en taşkın savunucusu" olarak bilinen Behçet Kemal Çağlar, partisinden ve milletvekilliğinden istifa etti.

Çağlar, CHP yönetimine istifasını verirken de, siyasî tarihe geçen can alıcı şu sözleri sarfetti: "...En iyimseriniz, en taşkın savunucunuz olan ben, artık inancımı kaybetmiş bulunuyorum."

B. K. Çağlar'ı ye'se boğan, derin teessüre gark eden mühim bir sebep, bir gerekçe olmalıydı.

Ortada görünen en önemli gerekçe şuydu: Bir hafta önce kabine değişmiş ve yeni kabineyi Prof. Şemseddin Günaltay kurmuştu.

Bu arada, Millî Eğitim Bakanlığına da-nisbeten inançlı olan-Tahsin Banguoğlu getirilmişti.

Banguoğlu ise, "Din Dersleri"nin bundan böyle okullarda esaslı bir ders olarak verileceğini açıklamıştı.

(Bu gelişme, Meclis'teki anamuhalefet partisi olan DPnin talebi doğrultusunda yaşandı.)

İşte, Behçet Kemal'i çileden çıkartan, onu partisiyle yollarını ayıran, dahası sukûtu hayale uğratan asıl gelişme buydu.

Ona göre, hayranı olduğu ve bütün hayatını ona adadığı "Atatürk devrimleri"nden kesin olarak taviz verilmişti.

Evet, "din dersleri"nin okullara girmesi sebebiyle, 1933'te "10. Yıl Marşı"na imza atan, hatta M. Kemal için "Ata'ya Mevlüt" şiirini bile yazan bir Behçet Kemal'in üzülmesini ve adeta ümitsizlik kuyusuna düşmüş gibi kendi tükenişini ilân etmesini, herhalde anormal karşılamamak gerekiyor.

24.01.2008

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Çözüm yolu



Ülkemizde yaşanan olayların bir başka ülkede nasıl yaşandığını araştırmak lâzım.

Geçtiğimiz hafta yayınlanan dış kaynaklı bir araştırmada, Türkiye, "kısmen özgür ülkeler" arasında yer aldı. Yani onda üç oranında özgür sayılmışız.

Doğru mu?

Elbette doğruluk payı var.

Şu yaşanan olaylara bir bakın. Bu ülke, elli yıla yakın zamandır başörtüsünü konuşuyor.

Konuşuyor, tartışıyor, laf üretiyor.

Herkes laiklik kavramını kendine göre yorumluyor.

Neymiş efendim "Türkiye'nin kendine özel şartları varmış, Avrupa ile kıyaslanamazmış."

İyi mi?

Neresi iyi?

Bazılarına göre çok iyi.

Askerin siyâsî mesajlar verdiği bir ülke... Atananlar, atayanlara kafa tutmakta...

Tabiî elin oğlu, yaşanan bu olayları görüyor, takip ediyor...

Artık Türkiye'de bazı şeylerin yerli yerine oturması gerekiyor.

Ülkemizin başörtüsü ve özgürlükler gibi çözülmeyi bekleyen önemli konuları ve hayatî sorunları var.

Cahil, geri kalmış, ihtilafları hayatından atamamış bir toplum, kısır döngüler etrafında döner durur. Cehalete karşı ilmi, geri kalmışlığa karşı teknoloji ve sanatı, ayrılıklara karşı birliktelikleri kullanarak, artıları alt alta koyarak hayat yolunda mesafe almalıyız. Yükselmemizin temel şartları bunlardır.

Siyasi irade ve idareye sahip olanlar, yetkilerini cesaretle uygulamaları gerekir.

Konuşmak ve hamasetten ziyade yaptıkları ile ispat-ı vücud etmek gerekiyor.

"-Cak, -cek"ler ile hiçbir yere varmak mümkün değildir.

Dünyada birinci sınıf bir demokrasi istiyoruz.

Doğu ve batı arasında sıkışmak istemiyoruz.

24.01.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kâfirler âhirette Rab'lerini bilirler mi?



İstanbul'dan rumuzlu okuyucumuz:

*"Kâfirler âhirette 'Rabb'in' diyorlar. Acaba Rabb'i tanımadıklarından mı, yoksa Allah onların 'Rabb'im' demesini istemediği için mi?"

İnkâr veya îmânla imtihan olduğumuz yer dünyâdır. Âhiret ise yakîn, yani kesin bilgi yeridir. Orada inkâr etmek ne mümkün? "Sur üflendiği zaman kabirlerinden Rab'lerine doğru koşarak çıkarlar. 'Vah hâlimize! Yattığımız yerden bizi kim kaldırdı? Bu, Rahmân'ın vaadinden başka bir şey değildir! Meğer Peygamberler doğru söylemişler!' derler."1

Dünyada inanmış olsun, olmasın; âhirette herkes Rabb'ini bilecek, Rabb'i ile konuşacak ve dünyadaki gafletine milyonlar defa pişman olacak! Rabb-i Rahîm ile konuşurken hitap cümlesi hiç şüphesiz, kişinin içinde bulunduğu psikolojiyi yansıtacaktır.

Cenâb-ı Hakk'a "Rabb'im!", "Rabb'imiz!", "Rabb'in!" tarzında, muhtelif sîgalarla hitap biçimlerine gelince; "Rabb'in" kelâmının kâfirlerin mahcûbiyetlerini, utançlarını, azap psikolojilerini, pişmanlıklarını ve çâresizliklerini yansıtıyor oluşu doğrudur. Fakat kâfirler her zaman "Rabb'in" demiyorlar; bazen "Rabb'im!" veya "Rabb'imiz!" dedikleri de vâki oluyor. Örneklere bakalım:

Meselâ Zuhruf Sûresinde geçen bir Cehennem mülâkâtı şöyledir: "Doğrusu mücrimler, temelli kalacakları Cehennem azâbı içindedirler. Azâba hiç ara verilmez! Onlar orada tamâmen umutsuzdurlar! Biz onlara zulmetmedik; ama onlar zâlim kimselerdi! Şöyle yalvarırlar: 'Ey Mâlik! Rabb'in hiç değilse canımızı alsın!' (Nöbetçi Mâlik): 'Siz böyle kalacaksınız' der."2

Kur'ân, bir kısım insanların ölüm ânı yakarışlarını şu ifâdelerle yansıtır: "Ölüm gelmezden önce, size verdiğimiz rızıklardan sarf edin. Birinize ölüm geldiğinde, 'Rabb'im! Beni yakın bir süreye kadar ertelesen de, sadaka versem, salihlerden olsam!' der. Bir canın eceli gelip çatınca, Allah onu aslâ geri almaz. Allah yaptıklarınızdan haberdârdır."3

Putperestlerin çâresizlik içinde söyledikleri şu yalana ne demeli?

* "Bir gün hepsini toplarız. Sonra puta tapanlara, 'İddiâ ettiğiniz ortaklarınız nerede?' deriz. Sonra, 'Rabb'imiz! Vallahi biz puta tapanlardan değildik!' demekten başka çâre bulamazlar. Kendilerine karşı nasıl yalan söylediklerine bak! Uydurdukları putlar da onlardan uzaklaştı."4 "Ateşin kenarında durduklarında, 'Keşke dünyaya tekrar döndürülseydik! Keşke Rabb'imizin âyetlerini yalanlamasaydık! Keşke inananlardan olsaydık!' dediklerini bir görsen! Hayır! Daha önce gizledikleri onlara göründü. Eğer geri döndürülseler, yine kendilerine yasak edilen şeylere dönerler. Doğrusu onlar yalancıdırlar. 'Hayat ancak bu dünyadakinden ibârettir. Biz dirilecek değiliz!' demişlerdi. Onları, Rab'lerinin huzuruna çıkarıldıkları zaman bir görsen! Allah: 'Bu gerçek değil mi?' der. Onlar: 'Evet! Rabb'imiz hakkı için gerçektir!' derler. Allah da: 'Öyleyse, inkâr etmenizden ötürü azâbı tadın!' der. Allah'a kavuşmayı yalanlayanlar doğrusu kaybedenlerdir... "5

* "Allah: 'Sizden önce geçmiş cin ve insan ümmetleriyle berâber ateşe girin!' der. Her ümmet girdikçe, kendi yoldaşına lânet eder. Hepsi birbiri ardından Cehennemde toplanınca, sonrakiler öncekiler için: 'Rabb'imiz! Bizi saptıranlar işte bunlardır! Onlara ateş azabını kat kat ver!' derler. Allah: 'Hepsinin azâbı kat kattır! Ama bilmezsiniz!' der."6

* "Zulmedenler azâb görürlerken azâpları hafifletilmez de, geciktirilmez de! Allah'a ortak koşanlar, koştukları ortakları gördüklerinde: 'Rabb'imiz! Seni bırakıp yalvardığımız ortaklarımız bunlardır!' derler. Koştukları ortaklar, onlara: 'Doğrusu siz yalancısınız!' diye söz atarlar. Onlar o gün Allah'ın hükmüne teslim olurlar. Uydurdukları şeylerse onlardan uzaklaşırlar."7

Âyetler bu minval üzere devam etmektedir. Demek Rabb-i Rahîm, kullarının Kendi Zât-ı Muallâsına, "Rabb'im" demelerini elbet ister. Orada kâfirler de Rab'lerini tanırlar. Ama dünya artık çook gerilerde kalmıştır. Kâfirler ağır psikolojik ve fizyolojik perişanlık içinde ne dediklerinin farkındalar mı ki?

"Rabb'imiz! Bize dünyada iyilik ver, âhirette de iyilik ver! Bizi Cehennem azâbından koru!"8 Âmin.

Dipnot:

1- Yâsîn Sûresi, 36/51,52; 2- Zuhruf Sûresi, 43/77; 3- Münâfikûn Sûresi, 63/10,11; 4- En'âm Sûresi, 6/22,23,24; 5- En'âm Sûresi, 6/27, 28, 29, 30, 31; 6- A'râf Sûresi, 7/38; 7- Nahl Sûresi, 16/85, 86; 8- Bakara Sûresi, 2/201

24.01.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Tepetaklak



Amerika'daki Mortgage krizinin tetiklediği sarsıntı bütün dünyayı korkutuyor. "Kara Pazartesi" Çin'den Avrupa'ya sıçrayıp dünyayı sarsıyor.

Başbakan'ın her fırsatta "ekonominin iyiye gittiği"ne örnek gösterdiği İstanbul Menkul Kıymetler Borsası ciddi bir şekilde etkileniyor; günlük kayıp 13.1 milyar dolara ulaşıyor. Carî açık, 36.4 milyar dolara çıkmış. Sıcak para çıkışı ve yabancı sermaye kaçışı devam ediyor.

Hükümetin baştan beri "övgüleri"ne güvendiği dağlara kar yağıyor. IMF ve Dünya Bankası bile "carî açığa âcil önlem alın!" diye uyarıda bulunuyor.

Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı bile, "sıkıntının uzun süre sürmesi ve büyük olması"ndan bahsediyor; "Türkiye'nin etkilenmesi" endişesini açıklıyor.

Gelinen süreçte, Türk ekonomisinin, IMF politikalarıyla bir defa daha zaafa uğradığı itiraf edilmekte. ABD'ye endekslenen politikalar, ekonomiyi de okyanuslar ötesindeki dalgaya teslim etmekte.

IMF Türkiye Masası Şefi, Dünya Bankası Türkiye Direktörü, Dünya Bankası Kalkınma Ekonomisi Müdürü ve Başbakan eski Yardımcısı Abdüllatif Şener'in "carî açık ikazı"nın ardından en son AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Tanrıverdi de "IMF'nin girdiği hiçbir ülke iflâh olmuyor. El attığı her ülkeyi zayıf hâle düşürmüş. IMF'den yakanızı kurtarmanız gerekir" diyor.

Ve bütün bunlara karşı Mâliye Bakanı Unakıtan hâlâ bildik tavrıyla, "Küresel dalgalanmalar yüzünden paniğe kapılmanın gereği yok, Türkiye carî açıktan dolayı herhangi bir sıkıntıya girmeyecek" diye konuşuyor.

* * *

Ekonomik büyümenin yavaşlamasıyla ileriye dönük beklentiler de kötüleşiyor. Sâdece carî açık değil, dış ticaret açığı da büyüyor. Önceki yıl 54 milyar dolar olan açık, 60 milyar dolara varmış.

Devletin vâhim bir biçimde artan iç ve dış borcu bir yana, ATO'nun araştırmasına göre, 70 milyonluk ülkede borçlu sayısı 40 milyona yükselmiş. Bunun 32 milyonunun kredi borçlusu olması, Türkiye'de ekonominin kırılganlığını ele veriyor.

Esnaf, işçi, emekli gelecek on yılını borçlanmış durumda. Ailelerin yarısına yakınının, küçük-büyük şirketlerin neredeyse tamamının bankalara kredi borcu bulunuyor. Esnafın en az yüzde 60'ı, çiftçinin yüzde 65'i borçlanmış.

Diğer yandan, azalan istihdamla işsizlere yenileri ilâve ediliyor. TÜİK'in anketine göre, Ekim ayı itibarıyla Türkiye'de resmî işsiz sayısı geçen yıla oranla 114 bin artışla 2.5 milyon ulaşmış.

Ancak herkes biliyor ki, gerçek işsizlik bu rakamın çok üstünde. Şehirlerde yüzde 11.8, kırsal kesimde yüzde 6.6 olarak belirlenen işsizlik oranı, bundan kat kat fazla. Başbakan yeni işe alınanları rakamdan düşüyor; lâkin her yıl artan genç nüfusla yükselen işsizler ordusunu buna eklemiyor.

Keza, gerçek enflasyon rakamları gösterilenden daha yüksek. Halkın pazarda mâruz kaldığı enflasyon, hükümetin TÜİK'e yaptırdığı resmî enflasyondan 5-6 kat fazla. Son bir yılda akaryakıttan, elektrikten, doğalgazdan, kiradan giyim, gıda ve ulaşıma kadar her şeyde en az yüzde 20'lere, 30'lara varan zam ve vergi artışlarına karşılık, ücretlilerin maaşları en fazla yüzde dört-beş artışta kalmakta.

Doğrusu 2001 krizinde yaklaşık 10 milyar dolar carî açığın büyük bir payı olduğu düşünüldüğünde, 2007 yılında ortaya çıkan 36.4 milyar dolarlık carî açığın ne denli bir tehlike olduğu, artık siyasî iktidar çevrelerince ve ekonomiyle ilgili bakanlarca da ikrar edilmekte.

Neticede yanlış ekonomik politikalar, Türkiye'yi IMF'ye mecbur etmekle sâdece ekonomiyi ipotek altına almakla kalmamakta. Türkiye'nin dış politikasını da uluslararası sermaye ve küresel gücün kıskacına almakta.

* * *

Ne var ki, Ankara biran evvel "tedbiri"ni alıp IMF ve neoconların sürüklediği işgal ve zulümle kirlenmiş "Amerikan politikaları"ndan kurtulmak yerine, bu politikalara "arabuluculuk" perdesinde âdeta "öncülük" etmekte.

Gazze'yi haftalardır abluka altına alıp akaryakıt ve elektrik sevkıyatını ve geçişleri durduran İsrail, bir buçuk milyon insanı açlıkla karşı karşıya bıraktırmakta. Her gün roket saldırılarıyla sistemli bir biçimde katliama devam eden İsrail Başbakanı Olmert, Hollanda Dışişleri Bakanına, açık açık "Gazzelilere hayatı rahatlatacak şeyleri vermeyeceğiz" demekte...

Lâkin Ankara'dan bu hususta bir dizi işbirliği anlaşmasını imzaladığı Telaviv'e hiçbir "ikaz" iletilmemekte.

En son Yahudi lobisi kuruluşlarıyla görüştüğü Amerika'dan dönen Cumhurbaşkanı Gül, İsrail'e Lübnan'ın güneyindeki uçuşlarının BM Güvenlik Konseyi'nin 1071 sayılı kararının ihlâli olduğunu iletmek yerine, Mısır'dan sonra gittiği Suriye'de Cumhurbaşkanı Esad'a, "Lübnan'da ağırlığını koymasını" istemekte.

Türkiye'ye gelen misafiri Sudan Cumhurbaşkanı El Beşir'e, "Washington bakışı"yla suçlayıcı "Sudan'ın güneydoğu"su "Darfur dramı"nı iletmekte. İsrail'in Filistin'deki, ABD'nin Irak'taki işgal ve zulmünden, Sudan'a sudan bahanelerinden, "silâh fabrikası" diye "ilâç fabrikası"nı bombalamasından tek kelime söz etmemekte.

Şu garip cilveye bakın; tam da 24 Ocak'ta ekonomiyle birlikte dış politika da tepetaklak.

24.01.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri