Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 20 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

İslam YAŞAR

Bir hânedânın serencâmı (2)



Bir babadan, oğlunu istemek. Hayatta, yapılması en zor şeylerden biriydi bu. O zorluklar göze alınarak yapılsa bile baba oğlunu vermek istemez ve gerektiğinde hayatı pahasına da olsa korumaya çalışırdı. Said Nursî işte o zor işi yaptı Mehmed Çalışkan, oğlunu da yanına alarak ziyaretine gelip çocuğu çok zekî ve çalışkan olduğu için üniversiteye göndermek istediğini söyleyerek fikrini sorduğu zaman. "Bak kardeşim, benim evlâdım yok. Bu oğlunu bana ver. Benden hem iman dersi alsın, hem de bana hizmet etsin. Üniversiteye sonra gönderirsin" diyerek ondan oğlunu istedi. Çalışkanlar hânedânının diğer fertleri gibi her işini ona danışıp her sözünü emir telâkki eden Mehmed Efendi, ondan böyle bir cevap beklememekle birlikte ima yolu ile bile olsa itiraz etmedi ve talebini memnuniyetle kabul etti. Böylece Ceylân, Said Nursî'nin mânevî evlâdı oldu. *** Ceylân Çalışkan, Mehmed Efendinin ve Ayşe Hanımın ilk çocukları olarak 1929 yılında Emirdağ'da dünyaya geldi. Küçük yaşta annesi vefat edince de yetim kaldı. Fakat kendisinden başka amcası Abdullah'ın yetim kalan üç çocuğuna da kendi evlâdı gibi baktığı için 'Yetimlerin annesi' diye vasıflandırdığı üvey annesinin şefkati sayesinde yetimliğin acısını pek hissetmedi. Hanedan mensupları, çocukları birbirinden ayırmamakla birlikte Ceylân'ın küçük yaşta yetim kalması, aile büyüklerinin yanı sıra amcalarının, yengelerinin ve diğer akrabalarının da şefkatini celbettiğinden herkesten husûsî bir ihtimam gördü. Aslında ona gösterilen sevgi ve itina normal şartlarda bir çocuğu şımartıp akranlarını kıskandıracak kadar fazlaydı. Ama o şahsiyetinin ve karakterinin de tesiriyle bu sevgiyi şımarıp kıskandırma bahanesinden ziyade kendisini yetiştirme vesilesi yaptı. Bu sayede onun çevresinde teşekkül eden şefkat halkası, üstün zekâsı ve gelişmeye müsait istidatları ile de birleşince hânedân içinde, okulda ve çevrede hızla temayüz etti. Said Nursî Emirdağ'a geldiğinde on sekiz, on dokuz yaşlarında olan Ceylan, hareketlerindeki olgun tavrı, zekâsı, sadakati, cesareti, metaneti ve nüktedanlığı sayesinde onun da dikkatini çekti. "Ceylân! Sen bahtiyardın ki, bu acib zamanda Risâle-i Nur'un bir ehemmiyetli hizmeti ve onun mânevî hazinesinin bir anahtarını aldın. Gerçi çocuksun, fakat sende kuvvetli bir sadakat hissettiğimden küçülmüş kuvvetli bir ihtiyar nazarıyla bakıyorum. Sen de dikkat et. Çocukluk hevesâtına aldanma, kapılma. On adamın, şimdiki benim hizmetimde vazifeleri mecburiyetle sana yüklenmiş" diyerek onu hizmetine aldı. Ceylân'ın ilk işi, Said Nursî'nin mektuplarını yazıp daktiloya çekmek ve tekrar kendisine okuyup tashih ettirdikten sonra postayla gideceği yere göndermekti. Hızlı ve güzel yazı yazdığından bunu başarı ile yapıyordu. Lâkin onun söylediklerini elle yazıp daktiloya çekerken fazla zaman kaybettiği için mektupları yetiştiremiyordu. Bunu gören Bediüzzaman bir gün onu yanına çağırdı "Sana on beş gün müsaade. Bu zaman içinde İslâm yazısını öğreneceksin ve söylediklerimi burada yazıp hemen postaya atacaksın" dedi. İlk dersini bizzat ondan alan Ceylân hummalı bir çalışmanın ardından on beş günde İslâm yazısını öğrendi ve mektupları Kur'ân hattı ile yazarak hem muhaberâtı hızlandırdı, hem de bir hayli zaman kazandı. Fakat o bu zamanı da yine hizmette kullandı. Bazen Risâlelerin tashih ve istinsah çalışmalarına yardım etti, bazen onunla birlikte kırlara çıkıp tenezzüh, tefekkür gezilerine katıldı. Bir yandan bu gibi hizmetlerle meşgul olurken diğer yandan değişik yerlerde çalışan arkadaşlarını ziyaret etti. İşten çıktıklarında onlarla oyunlar oynayıp geziler yaparken sohbet ederek Üstadı ve Risâle-i Nurları anlattı. Anlattıklarına ilgi gösterenlerle fırsat buldukça Nur dersleri yaptı. Onlar Nurlara biraz âşinâ olduktan sonra da çeşitli vesilelerle Üstadın yanına götürüp teberrüken de olsa ondan ders almalarını sağladı. Zaman zaman onları şevklendirmek için İman, Kur'ân dâvâsı ve Nur hareketi hakkında yazdığı şiirlerini muteber marşlarının makamlarına uyarlayıp koro hâlinde söyleyerek pek çoğunu hizmete kazandırdı. Bunları yaparken, Üstadın sözlerini, nasihatlerini, sözlü, yazılı ve fiilî ikazlarını bir an bile aklından çıkarmadı. 'Az bir yanlışının büyük zararlar vereceğini' bildiğinden 'Çocukluk kulağıyla cin ve ins şeytanlarının vesveselerine kapılmamaya' azamî gayret gösterdi. Bu arada 1947 yılında Eskişehir'e gitti ve Gençlik Rehberi'ni Sesışık Matbaasında kitap hâlinde bastırıp değişik yerlere göndererek neşriyat hizmetlerine de başladı. Bediüzzaman'ı tarassut altında tutup yanına gelen herkesi takip eden resmî ve sivil memurlar onu sık sık karakola çağırıp tehdit ederek hizmetlerine mani olmaya çalıştılar. Ceylân'ın bu tehditlere aldırmadığını görünce Afyon valisine şikâyet ettiler. Valinin, "Onu elde edin, kandırın, kendi tarafınıza çekin" şeklinde gizli talimat vermesi üzerine o yolları da denediler ama başarılı olamadılar. Said Nursî 1948 yılında talebeleri ile birlikte tevkif edilip Afyon Hapishânesi'ne hapsedildiğinde, Çalışkanlar hânedânından gelen altı kişinin arasında o da vardı. Lâkin onun hizmetlerine Afyon zindanları bile mani olamadı. Henüz çocuk sayılacak yaşta olmasının da tesiriyle bir yandan her fırsatta Üstadın yanına giderek ihtiyaçlarını görürken diğer yandan akranı sayılan çocuk mahkûmlarla ilgilendi. Onlardan biri de başka bir suçtan hüküm giyen Bayram Yüksel'di. Ceylân onunla arkadaşlık kurdu ve Risâle-i Nurları tanıtıp Said Nursî ile tanıştırarak onun hizmetine girmesine vesile oldu. Aynı mahkemede tutuksuz yargılanan Zübeyir, bir duruşma sırasında kendisini tutuklatmanın çaresini aradığını söylemesi üzerine, ona sert bir müdafaa yapmasını tavsiye etti. Zübeyir de avukatları bile hayrete düşürüp mahkeme heyetini hiddete getiren kahramanca bir müdafaa yaparak tutuklandı ve onunla birlikte Üstadına orada da hizmet etti. Hapisten çıktıktan bir süre sonra askerlik vazifesini yerine getirmek üzere Urfa'ya giden Ceylan, Bediüzzaman'ın, "Sen Risâle-i Nur'un esaslarını hareketlerinle yaşa" tavsiyesine uyarak hâl ve hareketleriyle çevresindeki insanlara örnek olmaya çalıştı. Askerlik süresince, normal izninin yanı sıra gösterdiği başarılar ve yaptığı çalışmalar neticesinde aldığı mükâfat izinlerinde de dershanede kaldı ve birkaç sefer polis sorgusundan geçmesine rağmen dershaneden ayrılmadı. Askerliği bitince Emirdağ'a dönen Ceylân, Said Nursî'nin isteği üzerine Zübeyir'le birlikte onun evine yerleşti ve onun, "Sen hem bir Hüsrev, hem bir Abdurrahman, hem bir Fuat'sın. Vazifeni tam yapmışsın ve mânen daima yanımdasın. Her nereye gitsen, benim ve Nur'un hizmetindesin" diyerek memnuniyetini dile getirdiği hizmetlerine sadakatle, metanetle devam etti. Zübeyir, Bayram ve diğer talebeleri Bediüzzaman'ın karşısında azamî derecede ciddî hareket etmeye çalışırken o, Üstada verdiği nükteli cevapları, lâtif şakaları ve arkadaşlarına yazdığı taşlamaları ile neşe kaynağı oldu. Ellili yıllarda Risâle-i Nurlar matbaalarda basılmaya başlanınca Ceylân'ın hizmet sahası, Ankara'yı ve İstanbul'u da içine alacak şekilde genişledi. Said Nursî'nin talimatıyla Tahirî ile birlikte Ankara'ya giderek Risâlelerin baskı ve tashih işlerine yardım etti. O yıllarda bazı Risâleler İstanbul'da da teksir makinesi ile çoğaltılmaya çalışıldığı için arada bir İstanbul'a giderek daktilo edilen sayfalara Arapça âyet ve hadis metinlerini yazdı. Bu zaman içinde, diğer Nur Talebeleri gibi onun da sık sık yolu karakollara, nezarethânelere ve hapishânelere düştü. 1958 yılında Nazilli Nur Talebelerinin tarikat âyini yaptıkları iddiasıyla tevkif edilmeleri üzerine, bunu yazan gazetelere verilen cevapta onun da imzası vardı. O mektubun Ankara'da da dağıtılması üzerine açılan dâvâ yüzünden Emirdağ'da tevkif edilip çok zor şartlar altında Ankara'ya getirildiği hâlde hiç teessür ve tehevvür göstermedi. Yaptığı şakalar ve söylediği şiirlerle hapishanenin sıkletini dağıtmaya çalıştı. 1960 yılının Mart ayında Said Nursî Urfa'ya gittiğinde o Emirdağ'da kalmıştı. Vefat haberini alınca babası, amcaları ve bazı Nur Talebeleri ile birlikte bir araba tutarak hemen hareket etti ise de ancak cenazesine yetişebildi. Bediüzzaman'ın vefatı, bütün Nur Talebeleri gibi onun da hayatının seyrini değiştirdi. Emirdağ'da, Isparta'da, Ankara'da devam eden hareketli bir intibak devresinin ardından İstanbul'a gitti. Said Nursî kendisine "Ceylân benim vekilimdir. Nur'a ait işleri benim hesabıma yapar" ifadesinin yer aldığı imzalı bir vesika verdiği hâlde o Risâle-i Nurları sahiplenmek yerine cemaatin istişarî işleyişine tâbî olmayı tercih etti. Nurların neşir faaliyetlerine yardım etmeye başlayınca hizmetlerle birlikte hayat seyri de düzene girdi ve neşesi yerine geldiği için ihtilâlcilerin takipleri, tacizleri, tehditleri neşesini söndüremedi. Nitekim 1961 yılında bazı arkadaşları ile birlikte yakalanıp nezarete atılarak yirmi üç gün bekletildikleri sırada yaşadıkları zulmün şiddetini, yazdığı şiirde Yassıada'yı hatırlatarak hicvetti. "Burası bir sivri adadır, Yassıada'ya gitmeye hâcet kalmadı." *** "Ceylân kabiliyetli bir genç. Dünya işini de yapar, ahiret işini de. Eğer dünyevî olsa pek azdır. Fakat onu dünyaya vermeyeceğim." Ceylan Çalışkan için böyle demişti Said Nursî. O hayatta iken dünyaya meyletmeyen ve her hâli ile uhrevî bir hayat yaşayan Ceylân, onun vefatından sonra İstanbul'a gelip bazı maddî sıkıntılarla karşılaşınca, kendisine tekabül eden Nur hizmetlerinden artan zamanlarında bazı dünyevî işler yapma ihtiyacı hissetti. Bir bakıma, ilk defa kendisinin başlattığı hatlı dolmuş işletmeciliğinde başarılı olunca hayatın zorluklarını bir hayat arkadaşı ile paylaşarak aşma temayülü içine girdi ve bazı arkadaşlarının delâletiyle 1962 yılında Rizeli Morgül hânedânına mensup Tâlia Hanımla evlendi. Ne var ki, bu mutlu yuvanın ilk 'Nuran'î meyvesini verdiği günlerde 22 Ağustos 1963 tarihinde, yolcu olarak bindiği minibüsün trafik kazası geçirmesi üzerine ahirete irtihal etti. Böylece, kendisi gibi şair olan arkadaşı Osman Aydın'ın da terennüm ettiği gibi onu dünyaya vermek istemeyen ve şehit olacağını söyleyen Üstadının imalı tembihi de, tebşiri de tecellî etti: "Vermem dedi Üstad seni dünyaya, Zira yönelmiştin, yüce Mevlâ'ya, Şehit olup çıktın evc-i balâya, Orada Üstada çok selâm söyle..."

20.01.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (13.01.2008) - Bir hânedânın serencâmı (1)

  (06.01.2008) - 'Bir ömr-ü heder'in hikâyesi (2)

  (30.12.2007) - 'Bir ömr-ü heder'in hikâyesi (1)

  (23.12.2007) - Müslüman zamanları

  (16.12.2007) - Mevlânâ yılı vesilesiyle

  (09.12.2007) - Hayata hizmet etmek

  (02.12.2007) - Sürgün yollarında

  (25.11.2007) - Dehşetin lezzeti

  (18.11.2007) - Diyarbakır'ın hikâyesi

  (11.11.2007) - Faruk Nafiz Çamlıbel

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER