Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 26 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


S. Bahattin YAŞAR

Rahmanın vediaları ile birlikte yaşamak -1



Rahmanın vediaları ve

emanetleri olarak; anne babalar

Önce yazımızın gerekçesini sizlerle paylaşalım. Bir ayı geçen bir zaman diliminde gurbette olan bizleri anne ve babam şereflendirdiler. Hanemize teşrif ettiler. 80'li yaşlarda olan anne ve babamın gurbette olan bizler için hanemize teşrifleri gerçekten çok tatlı hatıralar bıraktı.

Anne babamın bir aylık evimizi ziyaretlerinde pek çok güzellikler yaşandı. Her şeyden önce, ailece akşam oturumlarında yaptığımız risâle sohbetleri çok büyük bir ihtiyacı karşıladı. Çocuklarım açısından dedeleriyle, babaanneleriyle olan oyunları, gezileri, sohbetleri, akşam hikâyeleri yeri başka şekilde doldurulamayacak cinstendi. Eşim ve benim açımdan anne-babaya karşı olan tutumlarımızı daha da güzelleştirme ve davranışlarımıza nitelik katma testi niteliği taşıyordu.

Hayat okulunun en tesirli

muallimleri; anne babalar

Evet, insan aile ocağında ne alırsa, ondan sonraki bütün zaman dilimlerindeki kazanımları, o alınan temel üzerine koyuyor. Hayatında arızalar yaşayanlar ve taşıyanlar, mümkündür ki, aile ocağındaki bir şeylerin eksikliğini üzerlerinde bulunduruyorlardır.

Hayat antrenmanlarını yaptığımız aile ocağımızdan ayrılalı on yıllar oldu. Yaz tatillerinde onların yanında geçen zaman dilimleri de damağa pek dokunmuyor. Doğrusu anne babasıyla birlikte yaşayan evlâtlar da çoğu kez, bu muhteşem duygu zenginliğinin farkına varamıyorlar. Nefis ve şeytan takıntı yaptıracak, imtihanı kaybettirecek, tenkitler ettirecek bolca malzemeler buluyor. Onun için anne babasıyla dargın, kırgın insan manzaraları pek de az değil toplumumuzda. Ne yazık ki!

Oysaki senin hayata gelmene, büyümene, adam olmana, içinde bulunduğun noktaya gelmene vesile olan mübarek mahlûklar ile kavgalı olmak, dargın olmak, kırgın olmak, akıl kârı değil. Velev ki tenkit edilecek noktalar olsa da, sen evlât olarak vazifeni yapmana bakmalısın. Herkes yaptığından sorumlu değil mi?

Hayırlı evlâtlar olmak,

ne muhteşem bir mazhariyet

Anne babanın ne denli derin izleri olan birer muallim olduğunu, insan hayatın içine girince anlıyor. Onlardan aldığımız telkinler, nasihatler hayatın her karesine dokunuyor.

Zaman zaman dikkatlere sunulan; sırtında annesini taşıyan evlat manzarası, yatalak anne babasına yüzünü ekşitmeden, severek hizmet eden evlât manzarası, yıllardır anne babasına bakan, ilgilenen ve hizmetlerini yerine getiren evlât manzaraları hakikaten imrendiğim davranışlar olmuştur. O ne muhteşem evlât manzarasıdır öyle. İnsan gerçekten davranışıyla büyüktür. Rabbim bize de büyük davranışlar nasip etsin!

Onun için, anne babamın henüz hayatta olmalarını, evimize teşriflerini bir hizmet vesilesi olarak değerlendirmeye çalıştım. Ama onların haklarını ödemek mümkün değil. Doğrusu aynı hassasiyeti eşimin de göstermesi bana oldukça manidar geldi. Ona da dualar ettim. Gönül hoşluğu içerisinde ihtiyar anne babamızla yaşadığımız bir ay, gerçekten bize çok şeyler öğretti.

Gelin kaynana birbirini tamir etmeli

İnsanların birbirlerine tahammülünü ancak din temin ediyor. Dinî bir anlam içermeyen insanlar arası muameledeki yardımlaşma, dayanışma, sevgi, saygının enayilik gibi düşünülmesi normaldir. Çünkü davranışın, duygunun ruh kazanması ona yüklenen anlam ile ilgilidir. Yaşayacağımız her davranışa yine bir imtihan sorusu geliyor gözüyle bakarsak, o davranışların anlamı değişiyor.

Ehl-i iman olup da, kaynanasının sözü geçince hastalanan, kaynanası ile ilişkileri sonucu psikolojik olarak hastalanan insanların varlığı dikkatleri çekiyor. Bu durum iman zaafından başka bir şeyle izah edilemez. Kaynanası hasta olup, bakmak zorunda kalmış bir gelin; hakikaten zor olan bu davranışa bakışı değiştirmesi gerekmektedir. Yani kaynana değil de, gelinin kendisi hasta olsaydı da, kaynana ona bakmak zorunda kalsaydı, nasıl olurdu acaba?

Gelin kaynana muhabbetine de böylece bakmalıdır. Toplumumuzda gelin kaynana muhabbeti deyince, ilk aklımıza gelen olumsuz bir takım takıntılar, kavgalar, atışmalar, sevimsiz bir takım hatıralardır. Çünkü bizim son zamanlardaki toplum manzaramız, bir takım olumsuz, batılı (ruhsuz) bir anlayış içeren etkileşimlerin tesirinde kaldı.

Nitekim bu durum filmlere bile konu oldu (Beyaz Melek). Huzursuzluğun, incinmenin hat safhası olan 'huzur evleri', belki 'ev' muhtevası var, ama kesinlikle 'huzur' muhtevası taşımıyor. Bu kavram, aile büyüklerini dışlayan bir yara içeriyor. Bu yara toplumda daha fazla büyümeden tedavi edilmelidir. Yoksa böyle bir gidiş, ihtiyar insanların çabuk incinen, etkilenen, üzülen kalblerini rencide edecektir. Bu da gadab-ı İlâhiyi celp edecektir. İhtiyarları ağlayan bir toplumun gençliğinin gülmesi düşünülemez. Çünkü biri maziyi, diğeri geleceği temsil ediyordur. Geçmiş olmadan gelecek olmaz. Hatta toplum olarak başımıza gelen musibetlerde ihtiyar, hasta, yardıma muhtaç anne, baba, akraba incinmelerini düşünmek gerekmektedir.

Gelin, damat kaynanaya, kayınpedere

bakmak zorunda mıdır?

Konunun dinen mutlaka incelikleri vardır; ama zorunda olunmasa bile, çok büyük bir kazanç kapısı, maddî ve manevî çok büyük bir define varsa orta yerde, onu kazanmaya, onu elde etmeye gayret göstermemek düşünülebilir mi?

Cennetin anahtarı imtihan vesilemiz olan kaynanamızın elinde olsa, ona bakmakta olsa, onun rızasında olsa; onu elde etmeye çalışmayacak mıyız, gidip almayacak mıyız?

Aklı başında olan gelin/damat, böyle bir ticarete duyarsız kalabilir mi? Kalsa bunun adı ne olur? Bir de yapılan bütün muamelelerin, Allah emrettiği için yapıldığında, önce Allah'ı razı etmek için yapıldığında ibadet olduğu düşünüldüğünde, 'O razı olsa bütün dünya küsse ehemmiyeti yok' hükmü gereği, yine sonuç ilgilenmek değil midir?

Gelin kaynanayı sevmek zorunda mıdır?

Birisine olan sevgi, sizin ona yüklediğiniz duygu ile alâkalıdır. Davranış, duygu katılınca anlamlıdır. "Eğer rahmet-i Rahmân istersen, o Rahmâ'nın vedîalarına ve senin hânendeki emânetlerine rahmet et" ikazı, sevmek zorunda olmadığın halde, Rahman'ın hatırına sevince, o sevgi ibadetleşiyor.

Evet, sürekli baş başa olduğun bir insanla imtihan yaşamak, dışarıdaki bir insanla imtihan yaşamak gibi değildir. Elbette her gün aynı evi paylaştığın bir insanın üzerindeki etkisi daha farklıdır. Ama bu geçecek zaman dilimleri, iman gözüyle değerlendirildiğinde, birlikte yaşanan insanlara bakış değişiveriyor. Birlikte yaşadığınız çocuğunuz bile olsa, iman nazarıyla bakmayınca Avrupaî bir bakış hakim olabiliyor. Yük gibi düşünülebilir. Ama davranışa iman nazarı anlam kazandırıyor.

Kaide dikkat çekici; "Sen valideynine hürmet etmezsen, senin evlâdın dahi sana hizmet etmeyecektir." Herkes her rolde empati yapmalıdır. Yani kendisinin kaynana olmasını, kayınpeder olmasını ve kendisine nasıl davranılmasını istediğini düşünmelidir.

Sevmek, hayatı güzelleştiriyor

Onun için gelin kaynana muhabbetini gerçekten 'muhabbete' dönüştürmek mümkündür. Hayatından katarak büyüttüğü biricik oğlunu bize eş yapan bir kaynana nasıl muhabbet sebebi olmasın? Ya da hayatından katarak büyüttüğü kızını bize gelin yapan bir insan nasıl muhabbet sebebi olmasın? Bize duâ eden, belki de bizim ebedi saadeti kazanmamıza vesile bir hazine olan kaynanamız, kayınpederimiz, onların rızalarını tahsil, gönüllerini hoşnut etmek ile bu sonuç oluşabilecektir.

Muhabbetin oluşabilmesi, çoğu zaman sadece bir bakış açısı değişikliği ile mümkündür. O kadar sevilecek sebepler vardır ki aslında. Ama insanda nefis ve şeytan hükmederse, her şey kavga sebebi de olabilmektedir.

Anne babalar, gerçekten Rahmân'ın vediaları ve hânelerdeki bereket direkleri, Rahmet vesîleleri ve musibet dâfîalarıdır. Onların, yaşıyorlarsa, varlıklarını birer define olarak değerlendirmelidir. Velev ki ahirete göçmüş iseler, onlar adına sadakalar vermek ve onların sevap hanesini hep açık tutacak ibadet ve hayırlar yapmak, hayırlı evlât olmanın gerekleri içerisinde olacaktır.

O fedakâr dostların rızalarını tahsil için;

samimane hizmet yapmalı

O muhterem, sadık, fedakâr dostların rızalarını tahsil, kalplerini hoşnut etmek, halisane hürmet ve samimane hizmet etmek için gözlerinin içine bakmak gerekir.

Bilgiyi edinmek ile bilgiyi hayata dokundurmanın ne demek olduğunu insan ancak yaşayınca, başına gelince anlıyor. Ama bilgisiz de hiç olmuyor. Yıllarca okuduğumuz, dinlediğimiz derslerin hayatımızı bir maya gibi tuttuğunu anlıyoruz.

Nurlar, hayatımızı aydınlatıyor. Her şeye iman nazarıyla bakmayı netice veriyor. Ve en mühim mi de, evliliğe, anne babaya, kaynana-kayınpedere hikmet okuması yaptırıyor.

Hikmeti bilinirse, yaşanan her şey -musibet gibi gözüken şeyler bile- çok ciddî anlamlar içermektedir.

26.01.2008

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Birlikte Risâle okumaları (1)



İl olarak geçen yıllarda güzel bir gelenek başlatmıştık. "Birlikte, müzakereli Risâle okuyalım" diye. Denedik, istifade ettik, zevk aldık.

Hoş, Anadolu'nun bir çok il ve ilçesinde bu güzel âdet, elhamdülillâh yıllardan beri var ve devam ediyor.

Antalya'mızda bu faaliyet henüz daha taze.

Yeni. Fidan gibi. Ama ümit veriyor. Aşk veriyor. Şevk veriyor. Heyecan veriyor.

Bu yıl, istişâre heyetindeki arkadaşlarımızın kararı ve buradaki mahallî câmiamıza tavsiyesiyle henüz ikincisini gerçekleştirdik. Pazar günü sabah namazını birlikte kılıp, gelen dostlarımızla, önceden tesbit edilen bir kitap veya konu üzerinde dikkatli ve canlı bir müzakere ve fikir beyanlarıyla, konuyu anlayıp hazmetmeye ve en önemlisi de kendi hayatımızda bire bir nasıl tatbik edebileceğimizin yollarını aramaya çalışıyor ve gayret ediyoruz.

Ama ben şahsen; "ihtisas dersi" diyebileceğim bu tür müzakereli, katılımlı ve paylaşımlı faaliyetten büyük bir keyif ve zevk alıyorum.

İki haftadır Yirmi Birinci Lem'a olan "İhlâs Risâlesi" üzerinde mütalâalarımız büyük bir zevk, dikkat ve ciddiyetle devam ediyor elhamdülillâh.

Bu arada bu münasebetle çok büyük bir eksikliğimin "birazcık da" olsa farkına varmış oldum.

Ülfetin, gafletin, tembelliğin, dünyevîleşme ve rehavetin, aciz ve süflî nefsimi ne derece müthiş baskı ve etki altına aldığını hissettim. Bunun neticesinde de düşünme, tefekkür, maneviyâtı ön plâna çıkarma, İslâmı ve semâvîliği tercih etme irademin büyük ölçüde gerilediğini ve yıprandığını "fark etme" hissiyle yüzleştim.

Bu iki haftalık derslerin sonunda en fazla dikkatimi ve dikkatimizi çeken konular:

İlk olarak: "Belki birbirinin noksanını ikmâl eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muâvenet eder" hakikatine yaklaşmaya çalıştık. Eksik olan hizmetlerin tamamlanması "başka birilerine" değil, bizzat "bize" dönen ve şahsımıza bakan bir hakikat olarak karşımızda duruyordu. Ama bunu "kabullenmek" zordu. İcrâ edilmeyen herhangi bir hizmete mukabil, tenkit ve suçlama yerine, "tekmil ve muâvenet" fiillerine hayatiyet kazandırmak; akıl, kalp, ruh ve semaviliğin gereği idi.

İkinci olarak: "Evet, kuvvet hakta ve ihlâsta olduğuna bir delil, şu hizmetimizdir. Bu hizmetimizde bir parça ihlâs, bu dâvâyı ispat eder ve kendi kendine delil olur. Çünkü yirmi seneden fazla kendi memleketimde ve İstanbul'da ettiğimiz hizmet-i ilmiye ve diniyeye mukabil, burada, yedi sekiz senede yüz derece fazla edildi. Hâlbuki kendi memleketimde ve İstanbul'da, burada benimle çalışan kardeşlerimden yüz, belki bin derece fazla yardımcılarım varken, burada ben yalnız, kimsesiz, garip, yarım ümmî; insafsız memurların tarassudât ve tazyikatları altında, yedi sekiz sene sizinle ettiğim hizmet, yüz derece eski hizmetten fazla muvaffakiyeti gösteren mânevî kuvvet, sizlerdeki ihlâstan geldiğine katiyen şüphem kalmadı."

Bu noktada, bizzat "İhlâs" kelimesinin mânâsını anlamakta ben şahsen çok zorlanıyorum. Belki "anlıyorum", ama "idrak" ve "kabullenmekte" aklımın duvarlarını zorlayan işler işin içine giriyor. İllâ ki kıyıdan köşeden bir "kemiyetin" de olması lâzım geleceği baskısı, akıl ve nefis tarafından üfleniyor.

-Devamı yarın-

26.01.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Nutuk atmak yetmez



Milletin seçtiği organlarla bürokratik kurumlar arasındaki problemleri çözmek için "Herkes yerini bilsin" nutukları atmak yetmiyor.

Herkes ve her kurum için, "bilmeleri istenen yer ve konum"un net bir şekilde belirlenmesi, görev ve yetki sınırlarının çizilmesi gerekiyor.

Yürürlükteki ihtilâl anayasası, 27 Mayıs'ın açtığı çığırı sürdürerek bazı organları millet iradesine zoraki ortak yaptığı için sıkıntı yaşanıyor.

"Partileri aşan devlet politikaları"ndan, değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek ilkelerden söz edilerek dokunulmaz alanlar ihdas ediliyor ve bürokrasi bunlar üzerinden siyaset yapıyor.

Kurumların görev ve yetki alanları belirlenmeyince de müdahalelerin önüne geçilemiyor.

Bu durumu düzeltmek için sınırlar çizilmeli.

Meselâ, halihazırda yürürlükte olan mevzuatta nereye bağlı olduğu muallâkta olan Genelkurmay'ın konumu tayin edilmeli. "Başbakana karşı sorumludur" ifadesi yetmiyor, "bağlıdır" ibaresi de konulmalı ve bağlı olacağı adresin Başbakan mı, Millî Savunma Bakanı mı olduğu netleştirilerek bu belirsizlik sona erdirilmeli.

Böylece, bunun sıkıntısını en çok yaşayanlardan biri olan 9. Cumhurbaşkanı Demirel'in defalarca dile getirdiği bu noksanlık giderilmeli.

Ayrıca, ihtilâllerin gerekçesi olarak kullanılan TSK İç Hizmet Kanununun "koruma ve kollama" içerikli 35. maddesi yürürlükten kaldırılmalı. Evvelce Demirel ve Baykal gündeme getirdiklerinde anlaşılmaz bir tavırla bu konuyu geçiştirerek fırsatı kaçıran AKP, bu hatasını bir an önce telâfi etmeli.

Sistemdeki yeri neşter bekleyen bir diğer alan da yüksek yargı organları. Evvelâ Anayasa Mahkemesine üye tayini prosedüründe halihazırda devredışı olan Meclis devreye sokulmalı. 2002 seçimi sonrasında bizzat yüksek mahkemeden bu yönde gelen teklifi dahi ıskalayıp değerlendiremeyen AKP, bu affedilmez hatayı da yeni anayasa projesiyle tamir etmeli.

Aynı şekilde, Yargıtay ve Danıştay gibi diğer yüksek mahkemelere üye tayini mekanizmaları da demokratik sisteme uygun hale getirilmeli.

Bunların yanı sıra, söz konusu mahkemelerin görev ve yetkileri de tekrar tanzim edilmeli.

Aynı ihtiyaç, YÖK için de söz konusu. Bu kurul ya tamamen kaldırılmalı, ya da üniversitelere adeta nefes aldırmayan bir baskı kaynağı olmaktan çıkaracak düzenlemeler yapılmalı.

Keza YÖK'ün veya yerine ihdas edilecek kurulun oluşumunda da Meclis etkinleştirilmeli.

Ve cumhurbaşkanlığı. Her ne kadar gelinen noktada hükümet-Çankaya uyumu sağlanmış ise de, öteden beri bir ihtiyaç ve zorunluluk olarak dile getirilen "cumhurbaşkanı yetkilerinin azaltılması" gerçekleşmeli ve devletin işleyişindeki ikibaşlılık görüntüsü ortadan kaldırılmalı.

Tabiî, bunlar yapılırken herşeyi icra organında ve başbakanda toplayarak "seçilmiş diktatör" durumunun oluşmasına yol açılmamalı.

Sistemin kalbi Meclis olmalı. Meclisi devredışı bırakarak hiçbir şey yapılamamalı. Meclisin hükümeti de, diğer devlet kurumlarını da denetleme mekanizmaları güçlendirilmeli. Meclisi iktidar partisinin güdümüne sokabilecek niyet ve girişimlerin tedbirleri ise parti içi demokrasiyi işletip kökleştirecek düzenlemelerle alınmalı.

Herkesin yerini bilmesi, böyle sağlanır.

26.01.2008

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Demokratik hukuk devleti ama...



Türban konusu gündeme gelince bazılarının ağzında sakız olan terimler ve deyimlerin içinin ne kadar boş, ne kadar önyargılı ve çift taraflı, diğer bir tabirle iki ucunun da açık olduğunu daha iyi anlayabiliyoruz. Ama en acıklısı bu bazılarının, kullandıkları terimlere nasıl indî-sübjektif ve tek taraflı anlamlar yükleyerek papağan gibi tekrarlamalarını bir meziyet ve bilgiçlik saymaları.

Bir üniversitenin rektörü türbanla ilgili soruya şöyle cevap veriyor: "Demokratik hukuk devleti neyi emrediyorsa, yukarıdan aşağıya, ben de dahil, neyi emrediyorsa onun dışına çıkılamaz. Hiç kimse bu yasaların dışına çıkamaz. Hukuk herkesten büyüktür v.s."

Büyük lâflar. Büyük sözler. Siyasî tarihimizdeki suikastları, ihtilâlleri, hak ve hukuk ihlallerini, adama göre kanun çıkarıp idam etmeleri bilmeyen bir kişi, bu sözlere bakarak "Yav ne kadar demokrat bir düşünce, ne kadar adalete saygılı, hak ve hukuka saygılı birisi ya." diye kesinlikle alkışlar bu sözlerin sahibini. Gel gelelim kazın ayağı öyle değil.

Önce bu demokratik hukuk devletinden kastedilenin "İbadete, kıyafete, inanca ve düşünceye yasak getirmek olmadığını anlayacak kadar açık, net ve samimî olmak gerekir. Bu anlayışa göre, üniversitelerde ibadet yasaksa, türban yasaksa, dindar insan potansiyel tehlikeyse, hukuk dışı uygulamaları tenkit etmek ordu düşmanlığı sayılıyorsa, vatan haini olarak gösteriliyorsa, işte burası çok su götürür.

Ben, asıl bu sözlerin gerçek anlamda, daha doğrusu evrensel anlamda kullanılması durumunda, nasıl da dönüp sözün sahibini vuracağını görüntüye getirmek isterim. Meselâ, "Türkiye demokratik hukuk devletiyse, niçin hukuka aykırı olan bir kıyafet, fikir, kanaat özgürlüğü hâlâ 2007'lerde tartışılıyor ve bu kadar sert tepkilerle karşılanıyor? Vatanı bölme, milleti parçalama, falan filan gibi dehşet verici alanlara çekiliyor? Neticede demokratik hukuk devletinde haklar ve hukuklar meşrû çerçevede tartışılmayacak mı? Daha iyi ve daha ileri mesafelere götürmek için millî iradeye dayalı Mecliste görüşülüp tartışılmayacak mı? İstenen hak ve özgürlükler acaba "İnsanları kasap gibi kesme, topluca katliâma tutma, mülkiyet hakkını ihlâl edip emeğin, malın talan edilmesi gibi dağ kanunları mıdır gündeme getirilen? Hayır. Milyon kere hayır. Her demokratik-hukuk devletinde bunlar gündeme getirilebilir ve bir şeye bağlanabilir. Bundan normal ne var?

Bakınız, bazı rektörler gibi, bazı medyada çıkan haberlere göre okulda namaz kılmak skandal! Niçin skandal? Namaz ayıp ve çirkin bir şey mi? Ne hakla skandal diye aşağılanıyor ibadet, duâ etme hakkı? Bu hukuk devletinin neresine sığacak, bir düşünelim...

AB-Türkiye Karma Parlamento eşbaşkanı sayın Joost Lagendijik, "Türkiye'de türban yasağı kalkmalı. İngiltere ve Hollanda başta olmak üzere, bir çok AB ülkesinde kıyafet özgürlüğü var" diyor. Şimdi demokrat hukuk devleti olmada bizden çok ilerideki bu ülkeler acaba gericilik, bölücülük, vatan hainliği ile mi cedelleşiyorlar, dersiniz? Hayır, yine milyon kere hayır.

Meksika'da toplu taşıma araçları haremlik-selâmlık şekilde ayrılmış. Bayanlara sarkıntılık edildiği için, çare olarak onlara has otobüsler tahsis edilmiş. Bunu uygulayan Meksika gerici, mürteci mi oluyor? Aynısını, aynı gerekçelerle bayanlar bizdeki hükümetlerden isteseler, bu uygulama vatandaşın demokratik ve insanî hakları çerçevesinde onaylansa ve uygulansa, acaba o hükümet nasıl bir tepki alırdı dersiniz?

Evet, Türkiye'de demokratik hukuk devleti normları varsa-ki anayasada vardır. Yeni anayasalarda da böyle olacaktır. "Lâkin, ama, fakat" kelimeleriyle bir hak-hukuk kaosu niçin oluşturuluyor o halde? Niçin başta ABD olmak üzere demokratik hukuk devletleriyle dolu Avrupa'da ve Amerika'da bu tip tek yanlı tartışmalar, demagojiler gündeme gelmiyor. Onlar bizden daha mı geri ve gerici?

Evet, sayın rektöre şunları söylemek lâzım: Sizin sözlerinizi aynen kullanarak birileri de namaz kılma, ibadet yapabilme, türban takabilme özgürlüğü isterse ne diyeceksiniz? Hiç kimse, siz de dahil, evrensel hukukun insanlara kazandırdığı bu hak ve hürriyetleri hiçbir gerekçeyle engelleyemez.dese, ne diyebilirsiniz? "Ama, lâkin, fakat" demeden cevap verebilecek misiniz?

26.01.2008

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Edebiyatçı Doğan



Şarkıcı Nihat Doğan tarih ve edebiyat bilgisiyle bizi şaşırttı.

Cem Ceminay'ın (N 101) katılmadığı programda, yardımcısı Bonbon ve onun da yardımcısı bir hanımefendi Nihat Doğan'ı aralarına almış, Türk kültür ve tarihi üzerine çeşitleme yapıyor.

Nihat Doğan şarkıcılığın dışında kendisi hakkında öyle bir döktürüyor ki. Resmen racon kesiyor!

"Bundan sonra Nihat Doğan için çalışacağım. Benim arkamda milyonlar var. Ben. ben."

Başka bildiği yok. Varsa, yoksa "Ben!"

Tarih ve edebiyat bilgisi dedik de. Şundan. Diyor ki. "Osmanlı döneminde iki türlü edebiyat vardı. Birincisi padişahı öven, halkın gerçeklerinden uzak. İkincisi halk edebiyatı. Pir Sultan Abdal gibiler halk diliyle konuşurdu. Bunun için kellesini verdi. Ama hiç unutulmadı. Bu gün sokağa çıkın, sorun 'divan edebiyatçısı kaç kişiyi tanıyorsun' diye. Ama Pir Sultan Abdal'ı herkes bilir."

Ne örnek ama... Elmayla armudu bir araya toplamış.

Türk kültürüne balta vuran unsurları pas geçmiş, bir de yetmemiş "divan edebiyatçılarını" ağzına dolayacak kadar bilgi seviyesizliğini göstermiş genç şarkıcı Doğan. Bilmediği sahalarda at koşturmak cüretini, ancak bu işi bilmeyenler gösterebilirdi.

Demek ki, racon kesmek için böylesi temel bilgilere sahip olmak gerekmiyor. Kutluyoruz Doğan'ı(!) Kendini bilmez radyocuların karşısında "edebî" bilgisini sergilemiş oldu.

Sözü "magazin"cilere bağlıyor Nihat Doğan.

Şimdi de "magazinel star"lar var diyor.

İlginç bir terim. Kendisini "magazinel star"dan soyutluyor. Seda Sayan ismiyle yan yana anıldığını ne çabuk unuttu. Onun şöhretiyle "reklâmı"nı bol bol yaptığını.

Ne diyelim: Hafıza-i beşer nisyan ile malûldur.

GÖRGÜSÜZLER KİM?

Kırklareli'de yaşayan 5 bin Roman, Görgüsüzler (atv) adlı dizinin "adının" değişmesini istiyormuş.

Neden?

Kırklareli Roman Kültürünü Koruma ve Kalkındırma ve Yaşatma Derneği Başkanı Zafer Süpürgeci;

"Biz görgüsüz değiliz. Bu dizideki birçok ayrıntı da bizim yaşam şeklimizi yansıtmıyor. Abartmışlar" diyor.

Bravo Roman'lara. Onlar kendileri ile ilgili bir konu olduğunda reaksiyon gösterebiliyor.

Peki, bizim Türk aile ve geleneklerine saldıran nice diziler, filmler oluyor, bizim niye tepkimiz yok?

Tarihimize söverler, susarız. Mukaddesatımıza dahlederler, susarız. Nereye kadar?

Sormazlar mı, "Roman"lar kadar da mı olamıyorsunuz diye?

VAR MISIN YOK MUSUN?

Bir okuyucumuzdan mesaj gelmiş. Diyor ki:

'Var Mısın, Yok Musun' programına katılmak için 7571158 aramak gerekiyor. Bu numarayı arayanlar 12 sms, yani 24 kontör harcıyor. Bunu para olarak düşünürsek: 3 Ytl. Diyelim ki, arayan sayısı 400 bin civarında, bunu 3 Ytl ile çarparsak, 1 Milyon 200 bin (Ytl) gelir."

Bir sonraki mesajında:

"Davut Bey, Var Mısın Yok Musun'u 350 bin kişi aramış. Her aramada 3 Ytl'yi hesap edin."

Matematikten anlamam. Ama bu ifadeden hangi sonuç çıkıyor, yetkililere arz ediyorum.

26.01.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Eyvah, içki yasaklanacak!



'Alkollü içki muhibleri' alkollü içkilerin TV ekranlarında yapılmakta olan 'gizli reklâmları'nın yasaklanma ihtimaline karşı paniğe kapıldılar. Gerekçeleri de çok garip: 'Bu çağda yasak olur mu?'

Önce tartışmanın çıkış noktasını hatırlayalım: Hükûmete sunulan RTÜK'ün yeni yasa taslağına, "Alkol, tütün ürünleri ve uyuşturucu madde kullanımını özendirici türde yayın yapılmaması" maddesi eklenmiş. Taslağa göre film ve dizilerde, içkili sahneler, sarhoş görüntüleri ve sigara içenler sansürlenecek ya da hiç yayınlanmayacak. RTÜK, yaptığı açıklamada, taslak ile, alkol kullanımını 'özendirici' yayın yapılmamasının öngörüldüğünü belirtmiş. (Sabah, 24 Ocak 2008)

Alkollü içkilere karşı alınmak istenen bu tedbir, aynı tarihlerde uygulanan başka 'yasak'larla birlikte değerlendirilince yanlış yorumlara da sebep olmuş. Hatırlanacağı üzere, YouTube sitesine giriş, sitede yer alan bazı 'klip'lerin izlenmemesi için mahkeme kararıyla engellenmişti. Tabiî uygulanması neredeyse imkânsız olan bu karar, 'izlenmesin' denilen 'klip'lerin daha fazla izlenmesine de sebep olmuş. Dolayısı ile, bu yanlış yasak kararından yola çıkılarak 'içki yasağı' da "komik yasaklar" başlığı altında haberlere konu olmuş. Aynı haberde "TV'de kadehe sansür yolda" başlığıyla bir de ek habere yer verilmiş. Haberi okuyanlar, 'alkol yasağı'nın da 'komik olduğu, uygulanmaması gerektiği' ya da TV'lerdeki içki sahnelerinin devam etmesi gerektiği anlamını çıkarıyor. Bütün kötülüklerin anası olan 'alkollü içki'leri savunur şekilde yayıncılık elbette doğru değil.

Bütün dünyanın üzerinde ittifak ettiği bir konu var: Sigara ve alkollü içkiler insana ve insanlığa maddî ve manevî anlamda zarar vermektedir.

Hangi uzman çıkıp 'alkollü içkilerin faydaları'nı anlatan iki dakikalık ilmî bir konuşma yapabilir? Hangi eğitimci, alkollü içkilerin eğitim sistemi için gerekli olduğunu söyleyebilir? Hangi sosyal bilimci, hangi doktor, hangi siyasetçi, hangi 'yetkili kişi' alkolün çok iyi olduğunu, bütün vatan sathına yayılması gerektiğini söyleyebilir?

Faydalı olmuş olsa, yaygınlaşması için çalışılması gerekirdi. Yaygınlaşması için değil de, sınırlandırılması için çalışılıyor olması 'zararlı' olduğunun en büyük delilidir. O halde, gerek televizyon ve gerekse gazetelerdeki gizli ya da açık reklâmlarının sınırlanması ile ilgili çalışmalar desteklenmeli, hatta daha da yaygınlaştırılmalıdır.

RTÜK'ün hükûmete sunduğu yeni yasa taslağında yer alan bu talep, mutlaka desteklenmeli ve alkollü içkilerin reklâmı engellenmelidir. Maalesef, sigara reklâmları gazetelerde yer almazken, alkollü içki reklâmları tam sayfa olarak devam ediyor. Bu reklâmların sınırlanması gerektiği noktasında "Türkiye'yi idare eden"lere yapılan çağrılar, nedense karşılık bulmuyor. Türkiye'yi idare edenler, ilmen ve tıbben zararlı olduğu kesinleşmiş olan 'alkollü içkiler'e karşı sağlam bir duruş sergileyemiyor.

Samimiyetle şu sorunun cevabını da vermek lâzım: Sigara zararlı da, alkollü içkiler değil mi? O halde, sigara yasağı için sarf edilen gayretler, alkollü içkilerin yasaklanması ya da sınırlandırılması noktasında niçin sergilenmiyor? Yoksa, 'sarhoş'lar tahminlerimizden de güçlü mü?

26.01.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Hayat kurtarmak



Sevgi, şefkat öyle bir duygudur ki bir kalbe girdiğinde mutlaka iyiliğe, yardıma, fedâkârlığa sevk eder insanı. O insan artık sesiz kalamaz üzücü, acı verici olaylara karşı. Elinden geliyorsa birşeyler yapmak ister.

Bir çocuğun boğulmakta olduğunu görseniz, yüzme bilen bir kişi olarak ona seyirci kalabilir misiniz? Açlıktan kıvranan yoksul bir kimseden haberiniz olsa, ona yardım elini uzatmaz mınız? Acı ve ıztıraptan kıvranmakta olan birinin yanında bulunsanız sessiz kalabilir misiniz?

Ya inançsızlık sebebiyle dünya ve âhiret mutlulukları mahvolan insanları görseniz umursamazlık edebilir misiniz? Sözünü ettiğimiz acı ve ıztıraplardan bin kere daha korkunç olan imansızlık âfeti, insanın hem dünya, hem de sonsuz hayatını mahvetmektedir.

İşte hayatı, insanı, dünyayı, ahireti, Allah'ı, Peygamberi bilen insanların canla başla iman kurtarma gayreti içine girmelerinin sebebi budur. Resûlullah da (asm) bunun için didinmişti.

Bir insanın suda boğulmasına, ateşte yanmasına tahammül edemeyen bir kalb, insanların ebediyen ateşte yanmalarına hiç tahammül edebilir mi? Onun içindir ki Resûlulahın (asm), insanların ebedî hayatlarının kurtulması konusundaki gayreti de emsâlsizdi. Hatta Kur'ân, "Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse kendini helâk edeceksin"1 buyurur. Onların imana gelmeleri ise, amcasını şehit eden Vahşî'yi, ciğerlerini diri diri çiğneyen Hind'i ve kızı Zeyneb'in devesinden düşüp yaralanmasına, sonra da ölümüne sebep olan Hebbar'ı bile affedecek kadar genişti.

Hudeybiye Antlaşmasında müşrik elçisi olarak bulunan, sonra uyumakta olan Huzaalıları öldüren Kureyşliler arasında yer alarak antlaşmayı bozan, bununla da kalmayıp Mekke'nin fethi esnasında Mekkelileri Müslümanlara karşı kışkırtan üç Kureyşliden birisi olan Süheyl bin Amr, Mekke fethedildiğinde can korkusuyla evine kapanmıştı. Affı için oğlu Abdullah'ı, Peygamberimize (asm) göndermiş, Efendimiz de (asm) affetmiş, Ashabına yan gözle bakmamalarını tembihlemiş ve şunları söylemişti: "Hayatıma yemin ederim ki Süheyl, akıllı ve şerefli bir insandır. Süheyl gibiler İslâmiyeti tanımamazlık ve takdir etmemezlik edemezler. O şimdiye kadar kabullendiği şeylerin kendisine hiçbir faydası dokunmadığını görmüş ve anlamış olmalı" demiş, bu sözler kendisine ulaştığında Süheyl de, "Vallâhi o çocukken de iyi, dürüst ve faydalıydı, büyükken de"2 demekten kendisini alamamıştı.

Huneyn Savaşı esnasında Müslüman olan Süheyl, sonraki hayatında önemli hizmetler yapmış, Peygamberimizin (asm) vefatı esnasında Mekke'de Hz. Ebû Bekir'inkine benzer bir konuşma yaparak Müslümanları yatıştırmıştı.

Kimin ne olacağı belli olmuyor. Gizli kalmış, çamura batmış nice cevherler var. Demek mesele yok etmek değil, kurtarmaktır.

Dipnotlar:

1- Şuarâ Sûresi: 3. 2- Meğazî, 2: 846-847.

26.01.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Bile bile mi farzı çiğniyoruz?



"Tevhid, ittifak, ittihad, tesânüd" sosyal hayatımızın temel mefhumlarındandır. İttihad-ı İslâm, Müslümanların birliği, beraberliği demektir. Beraberliğin temeli, Tevhid-i İlâhî ve imandır. Zira, tevhid-i hakikî, gönül birliğini ister.

Müslümanların ittihadının âdetten değil, ibâdet olduğu içtihadını yapan Bediüzzaman; ihfa ve havfın (gizleme ve korkmanın da) riyâdan olduğuna işaret eder: "Farzda riyâ yoktur. Bu zamanın en büyük farz vazîfesi, ittihad-ı İslâmdır."1

Onun en büyük içtimâî hedeflerinden birisi (imanın gereği olan) ittihad-ı İslâmdır. O, ittihadın unsurlarını, yollarını, sebeplerini, esaslarını, prensiplerini, üslûbunu teferruâtıyla Risâle-i Nur'da ortaya koyar. Dolayısıyla ittihad-ı İslâmı temin etme vazifesi Nur talebelerinindir. Çünkü;

Bu müthiş zamanda ve dehşetli düşmanlar mukabilinde ve şiddetli tazyikat (siyâsî, içtimâî, iktisâdî, idârî baskılar) karşısında ve savletli (saldırgan) bid'alar, dalâletler (sapıtmışlıklar) içerisinde, bizler gayet az ve zayıf ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde, gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur'âniye (ve ittihad-ı İslâm) omuzumuza ihsan-ı İlâhî tarafından konulmuş.2

Şu halde Nur talebeleri, bu ittihadın esaslarını yaşayarak, fiilen göstermek mecburiyetinde. Zira, bu hizmet onlara tevdî edilmiş. Kendileri birlik ve beraberliği temin edemezlerse, ittihad-ı İslâm iddiâları havada kalmaz mı; boş iddiâ olmaz mı?

Söylediğini fiilen de yaşayan Bediüzzaman, şöyle der: "Ben, derse, terbiyeye ve nefsimi ıslâha muhtacım."3 "Birkaç hakikati nefsimle beraber dinle. Çünkü, ben nefsimi herkesten ziyâde nasihate muhtaç görüyorum. Nefsime demiştim. Nefsime diyeceğim. Kim isterse beraber dinlesin."4

Daima nefsini muhatap aldığından ittihad-ı İslâm konusunda da elbette onu dinleyip nefsimizi muhatap almalıyız.

"Ben ittihad-ı İslâmın gereklerini yerine getiriyorum, başkaları kaçınıyor!" iddiâsı, nefsini muhatap almadığının bir göstergesi mi? O halde, şu tesbitlerine de kulak vermeli:

"İnsan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever; başka her şeyi nefsine fedâ eder. Mabuda lâyık bir tarzda nefsini metheder; mabuda lâyık bir tenzih ile nefsini meâyibden tenzih ve tebrie eder. (Ayıplardan arındırıp temize çıkarır). Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez; nefsine perestiş eder tarzında, şiddetle müdâfaa eder. Hattâ fıtratında tevdî edilen ve Ma'bud-u Hakikinin hamd ve tesbihi için ona verilen cihazât ve istidadı kendi nefsine sarf eder. Kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir. Kendini unutmuş, kendinden haberi yok; mevti düşünse, başkasına verir; fenâ ve zevâli görse, kendine almaz. Ve külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret ve istifade-i huzûzât makamında nefsini düşünmek, şiddetle iltizam etmek, nefs-i emmârenin muktezâsıdır."5

Bu perspektiflerden baktığımızda, acaba göz göre göre, bile bile "Bu zamanın en büyük farz vazîfesi, ittihad-ı İslâm"ı çiğniyor muyuz?

Dipnotlar:

1- Hutbe-i Şamiye, s. 94.; 2- Lem'alar, s. 164.; 3- Sözler, s. 714.; 4- Sözler, s. 11.; 5-Sözler, s. 439.

26.01.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

93 Harbi'nin hâşiyeleri



Rumî tarihle 1293, Hicrî 1294 ve Miladî olarak da 24 Nisan 1877'de patlak veren ve 9-10 yıl kadar süren tarihteki en büyük Osmanlı-Rus savaşına dair dün bu sütunlarda temas ettiğimiz hususlara bugün birkaç "hâşiye" ilâve ederek, farklı yeni bazı açılımlarda bulunmak istiyoruz.

Tâ ki, yeni nesiller, o tarihten günümüze kadar gelen, yahut etkisi hâlâ devam eden hadiseler, gelişmeler hakkında sıhhatli bilgilere, dolayısıyla fikirlere sahip olabilsinler.

Şimdi, bu tamamlayıcı mahiyetteki haşiyelere sırasıyla değinmeye çalışalım.

İngilizler

İlerleyen Rus istilâ ve işgal hareketinin İstanbul kapılarına kadar dayanmasını fırsat bilen İngiltere, yedi zırhlı gemiden müteşekkil savaş filosunu Osmanlı hükümet merkezine göndermek istedi.

Sözde, Ruslar'a karşı Osmanlı'yı korumak için yaptı bu iyiliği. Aslında kendi menfaatini düşünmekten başka bir gayesi yoktu.

Kaldı ki, tâ on yıl kadar evvel Rusya'yı Osmanlı'ya karşı kışkırtan, yine İngilizlerdi.

Osmanlı ve İngiliz temsilcileri arasında yapılan diplomatik görüşmeler neticesinde, savaş filolarının İstanbul limanı yerine, Mudanya'da bekletilmesi kararlaştırıldı.

Bu tedbir, Ruslar'ın hızını bir derece kesmiş olmasına rağmen, İngiltere'nin doymak bilmez hırsına engel olamadı.

İngiltere, Osmanlı-Rus Harbinin en kritik anında, "Kıbrıs'ı koruma" teklifinde bulundu.

Osmanlı hükümeti de, çaresizlikten buna razı oldu. Ancak İngilizler, "adayı korumak"la sınırlı kalmadılar, hayli ileri gittiler ve burayı adım adım Rumlaştırmaya çalıştılar.

İşte, bugün dahi sıkıntısı devam edip giden "Kıbrıs sorunu"nun kökü, tâ o zamana kadar gidip dayanıyor.

İngiltere, bugün aynı politik tavrını Irak'ta sürdürmeye çalışıyor. Güyâ, halkı Saddam'ın zulmünden korumak ve ülkeye demokrasi getirmek için geldiler. Ancak, kan dökülmesinden, Irak millî servetinin yağma edilmesinden ve ülkenin kaosa sürüklenmesinden başka başarabildikleri hayırlı bir netice henüz ortada yok.

* * *

93 Harbinden 36 sene sonra yaşanan Birinci Dünya Savaşında, Osmanlıyla harb eden Almanya dışındaki Avrupa ülkelerinin hemen tamamı, her iki hadisede de Ruslar'ın kışkırtıcısı ve destekçisi oldular.

Ruslar-Ermeniler

Ruslarla imzalanan Yeşilköy Antlaşmasının (3 Mart 1878) şartlarına baktığımızda, Ermeni meselesinin resmî olarak ilk defa uluslararası bir statü kazandığını görmekteyiz. Onun öncesinde böyle bir mesele yok.

Aynı yılın Temmuz ayında Berlin'de yapılan nihaî antlaşmada da, Ermeni meselesi bir derece hafifletilerek aynı şartnameye dahil edildi.

Dolayısıyla, dünya çapında Türkiye'nin başını ağrıtmaya hâlâ devam edip giden "Ermeni sorunu", yine o tarihe kadar gidip dayanıyor. Bu meseleyi Osmanlı'ya dayatan ülkelerin başında Rusya, İngiltere ve Fransa gelmektedir.

Kayıplar

93 Harbi, 624 yıllık Osmanlı tarihinin mal, can ve toprak kaybı ile yaşanan muhaceretler itibariyle, yaşanmış en büyük savaştır. (İmparatorluğu bitiren I. Dünya Harbinin mahiyeti ayrı tutulmalı.)

Tarihte "Küçük kıyamet" diye tâbir edilen bu savaşta, Kafkaslar'da ve Balkanlar'da yaşanan mezâlim, kaybedilen topraklar ve telef olan canların haddi hesabı yoktur.

Halidiler ve Hz. Mehdi'nin talebeleri

Bediüzzaman Said Nursî'nin dünyaya geldiği zamanlarda cereyan eden "93 Harbi", Risâle-i Nur'un muhtelif bahislerinde de yer almakta ve üzerinde ciddî yorumlar yapılmakta.

Birinci Şuâ'da "Yirmi Sekizinci Âyet" başlığıyla tefsir edilen Tevbe Sûresinin 32. âyetinden bu tarihî hadiseye dair istihraç edilen mânâlardan biri, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin talebelerince yapılan fedâkârane hizmetlere bakıyor.

Söz konusu âyetin meâli şöyledir: "Allah'ın nûrunu üflemekle söndürmek isterler. Allah ise, nûrunu tamamlamaktan başka birşeye râzı olmaz-kâfirler isterse hoşlanmasınlar."

Bediüzzaman Hazretleri, âyetin o zamana bakan mânâsının tahlil ve tefsirini şu şekilde yapıyor: "Eğer şeddeli 'mim' dahi şeddeli 'lâm'lar gibi bir sayılsa, o vakit 1284 eder. O tarihte Avrupa kâfirleri devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmeye niyet ederek, on sene sonra (Hicrî 1294) Rusları tahrik edip Rus'un '93 (Rumî 1293) muharebe-i meş'umesiyle âlem-i İslâmın parlak nuruna muvakkat bir bulut perde ettiler. Fakat, bunda Resâili'n-Nur şakirtleri yerinde Mevlâna Halid'in (k.s.) şakirtleri o bulut zulümatını dağıttıklarından, bu âyet bu cihette onların başlarına remzen parmak basıyor."

Dünkü yazıda tarihî arka planından söz ettiğimiz bu hadiseden bir asır sonrası için de cifrî/ebcedî mânâlar istihraç eden Üstad Bediüzzaman, üzerinde uzunca düşünülmesi gereken şu kısacık ifadeyle iktifa ediyor:

"Şimdi hatıra geldi ki, eğer şeddeli 'lâm'lar ve 'mim' ikişer sayılsa, bundan bir asır sonra zulümatı dağıtacak zâtlar ise, Hazret-i Mehdînin şâkirtleri olabilir. Her ne ise... Bu nurlu âyetin çok nuranî nükteleri var. 'Bir damla su denizin varlığına işaret eder' sırrıyla kısa kestik." (Age, s. 620)

26.01.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kadere iman nedir, ne değildir?



Fadime Hanım:

*"Kadere iman nedir? Kader değişir mi? Biz kendi hayatımızı ne derece yönlendiriyoruz?"

İmanın altı esasından birisi kadere imandır. Kadere iman, her şeyin Cenâb-ı Hakk'ın bizzat ilmiyle ve takdiriyle vücuda geldiğine inanmaktır.

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Ne yeryüzünde vâkî olan, ne de sizin başınıza gelen hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan evvel o, bir kitapta yazılmış olmasın! Doğrusu bu, Allah'a pek kolaydır."1 Bir diğer âyette ise Cenâb-ı Hak: "Hazinesi bizim katımızda olmayan hiçbir şey yoktur. Biz onu ancak belli bir kadere (ölçüye) göre indiririz"2 buyurur.

Kaderi, her şeyi ve bütün kâinatı kapsayan bir muazzam program olarak telâkki etmeliyiz. Bu çerçevede biz de kaderin hükmü altındayız. Çünkü kâinatta "ahsen-i takvîm"3 makamı verilen ve en güzel biçimde yaratılan insanın, programsız, plânsız ve rastgele yaratılması asla düşünülemez! Ancak kendi istek ve arzularımıza göre davranışlarımızı yönlendirme yetkisine sahip olduğumuzu, yani bir cüz'î irademizin bulunduğunu da unutmamalıyız. Bu da bizim "emanet-i kübrâ", yani "en büyük emanet" sahibi olduğumuzu gösterir.

Kaderin Cenâb-ı Hakk'ın ilmini, iradesini ve fiilini; cüz'î iradenin de kulun iradesini ve fiilini ifade ettiği cihetle İslâmiyetin ve imanın gündemine girdiklerini beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, her şeyi Cenâb-ı Hak'tan bilen mü'minin, tekliften ve mes'ûliyetten kaçmamak için karşısına cüz'î iradenin çıktığını ve ona, "Yaptıklarında mes'ûl ve mükellefsin!" dediğini; kendisinden sâdır olan iyilikler ve güzellikler karşısında da mağrur olmamak ve gurura kapılmamak için önüne kaderin çıktığını ve ona: "Haddini bil; mağrur olma! Yapan sen değilsin; bu Cenâb-ı Hakk'ın takdiridir!" dediğini kaydeder.4 Buna göre, iyilikler ve güzellikler Cenâb-ı Allah'tandır. Kötülükler ve çirkinlikler de nefistendir. Başka bir ifadeyle kul iyiliklerini Cenâb-ı Hakk'ın takdirine vermeli ve şükretmeli; kötülüklerini de kendi nefsinin cüz'î istek ve arzularına vermeli ve bunun şerrinden Allah'a sığınmalıdır.

Bedîüzzaman'ın kader ve cüz'î iradeye bu yaklaşımı, şu âyetin de tefsiri mahiyetindedir: "Sana gelen her iyilik Allah'tandır. Sana gelen her kötülük nefsindendir."5 Yani iyilikler bizden değil, Allah'tandır! Kötülüklerin mes'ûliyeti ise kaderin değil, bizimdir! Yani iyiliklerimiz Cenâb-ı Hakk'ın kader çerçevesi içinde bizim için takdir buyurduğu çizgilerdendir; kötülüklerimiz ise, bizim bu çerçeveyi yırtarak, bu çizgilerden çıkarak, kendi cüz'î istek ve arzumuz ve nefsânî iştihalarımız peşinde içine düştüğümüz ve kendimizi pençesinden kurtaramadığımız hazlarımızdandır.

Öyleyse kötülüklerimiz için kaderin zaten kabahati yoktur! İyiliklerimiz hususunda ise zaten bizim şikâyetimiz yoktur ki kadere küselim! Yani iyiliklerimiz için Allah'a şükrederiz. Kötülüklerden de kendimizi korumaya çalışırız ve Allah'ın yardım ve inayetini isteriz. Namazın her rek'âtinde okumamız vacip olan Fatiha Sûresinde, günde en az kırk kıyamda: "İyyâke na'büdü ve İyyâke nesta'îyn. İhdinâ's-Sırâta'l-Müstakim"6 diyoruz. Yani Cenâb-ı Hak'tan yardım ve hidayet istiyoruz. Bu duâ, bize vahiy diliyle ifade eder ki: Kötülüklerden, seyyiâttan ve nefsimizin şer taleplerinden her an Allah'a sığınmalı; her an Allah'ın yardım ve inâyetini istemeli ve hidayeti doğrudan Allah'tan dilemeliyiz.

Dikkat ederseniz: Cenâb-ı Hak ne burada, ne de Kur'ân'ın hiçbir âyetinde kul ile Rabbi arasına bir "kader" engelini koymamıştır! Anlatılmak istenen odur ki: Kul Rabb'ine her an sığınmalı, duâ etmeli ve istemelidir. Rabb-i Rahîm de her an duâlara cevap veren7, icabet eden ve kabul edendir8. Arada, zannedildiği gibi bir "kader" engeli yoktur! İlginç değil mi?

Şu halde sanıyorum, kader anlayışımızı yeniden gözden geçirmemize ihtiyacımız var. Bediüzzaman'ın Kader Risâlesinde kaydettiği gibi, kader geçmişe ve musibetlere karşı ümitsizliğin ve üzüntünün ilâcı olarak kullanılabilir. Yani kul musibetleri Cenâb-ı Hakk'ın takdir ettiğine inanırsa, sabreder ve Allah'tan yardım diler. Kendisinin kusuru olup olmadığını salim bir akıl ile araştırır. En azından bunalım konusu yapmaz, stres içine girmez.

Cenâb-ı Hakk'ın bizim yapacaklarımızı bilmesi ise, zaten O'nun Ulûhiyetinin şe'nidir. İlim sıfatının da gereğidir. Ancak biz, kendi irademizle hareket ederiz. Bundan dolayı da sorumluyuz.

Özetlemek gerekirse, hiç şüphesiz Cenâb-ı Hak kulu ile kulunun gidişâtına, duâsına, kalbine, ihlâsına ve yönelişine göre muamele yapar. "İman edip tevbe eden ve sâlih amel işleyenlerin, Allah kötülüklerini iyiliklere değiştirir. Allah bağışlar ve merhamet eder"9 âyet-i celîlesi bunu ifade eder.

Demek insan yönelişleriyle ve duâlarıyla, Allah'ın da izni ve takdiri çerçevesinde kendi hayatını ve davranışlarını yönlendirmektedir.

Dipnotlar:

1- Hadid Sûresi, 57/22

2- Hicr Sûresi, 15/21

3- Tîn Sûresi, 95/4

4- Sözler, s. 427

5- Nisâ Sûresi, 4/79

6- Fâtihâ Sûresi, 1/5,6

7- Mü'min Sûresi, 40/60

8- Bakara Sûresi, 2/186

9- Furkan Sûresi, 25/70

26.01.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Yeni Anayasa'nın akıbeti



Önce Aralık sonunda açıklanacak denildi, açıklanmadı. Sonra Ocak ayının başında açıklanacak denildi, açıklanmadı. Ocak ayının da sonuna da geldik. AKP, Bilim Kurulu'nun hazırladığı metin üzerinde aylardır çalışıyor, fakat tasarıdan hâlâ ses seda yok.

Hükümetin hazırladığı yeni anayasa Meclis'e gelmezken, sivil toplum kuruluşları kendilerinin hazırladığı yeni anayasa tekliflerini Meclis'e sunuyorlar. TBMM Başkanı Köksal Toptan'la görüşen Eğitim-Bir-Sen Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu ve sendika yetkilileri "Yeni anayasadan beklentileri"ni içeren bir raporu sundu. Sendika bir süreden beri yeni anayasa ile ilgili Türkiye'nin dört bir tarafında paneller, konferanslar düzenliyor. Buralarda oluşan fikirlerden yola çıkılarak hazırlanan metinler kitapçık halinde de yayınlanıyor.

Kendi sahaları olan "eğitim"le ili ilgili beklentilerinin sıralandığı raporda, YÖK'ün anayasal bir kurum olma özelliğine son verilmesini ve yetkileri yüksek öğretim kurumları arasında koordinasyon sağlamak ile sınırlanan Yüksek Öğretim Koordinasyon Kurulu'nun oluşturulması istendi. Başörtüsü yasağına da temas edilen metinde, bu yasağın eğitim ve çalışma özgürlüğünün kullanılmasında engel oluşturduğu belirtilirken, bir de teklif sunuldu. Yeni anayasada, "Hiç kimse, kılık ve kıyafetinden dolayı eğitim, öğretim ve çalışma hürriyetinden yoksun bırakılamaz'' hükmüne yer verilmesi talep edildi. Metinde, yüksek öğretime geçişte uygulanan katsayı düzenlemesine son verilmesi de belirtildi.

Daha birçok STK'nın daha özgür, daha sivil bir anayasa olması için hazırladıkları çalışmalar da ortada duruyor. Değişik platformlarda bu değişiklikler dile getiriliyor. Yeni anayasa daha fazla geciktirilmeden, Meclis'e getirilmelidir. Geciktikçe arkasında bir "Bit yeniği mi?" var soruları akıllara takılıyor. Diğer yandan da milletin beklentilerine cevap verecek nitelikte olmaması gerekiyor. Yani, özgürlükçü, sivil, temel hakları gözeten, demokratik yeni bir anayasa.

* * *

301'i yargıçların inisiyatifine bırakmak

Aylardır "ha geldi, ha gelecek" diyerek geçiştirilen ve düşüncenin önünde engel olduğu artık herkes tarafından kabul edilen TCK'nin 301. maddesi hükümet tasarısı olarak değil, "kanun teklifi" olarak geliyor-son anda bir değişiklik olmazsa tabiî.

Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, 301'le ilgili sorulara artık kızsa da, her ortamda kendisine 301'le ilgili sorular yöneltiliyor. Salı günü grup toplantısından sonra sorulan sorulara "Değişiklik tasarı olarak değil, teklif olarak geleceği için teklifi verecek olan arkadaşlarımızla görüşürseniz, hangi gün ve saatte verileceğini onlar size açıklar" diyerek halet-i ruhiyesini ortaya koydu.

AKP'nin Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ, değişiklik teklifini anlatırken, maddede öngörülen üç yıllık ceza üst sınırının iki yıla indirildiğini, böylece, 301. maddeden dolayı alınan cezaların ertelenmesine de imkân sağlandığını açıklıyor. Değişiklikle yasa koyucunun, yargıçlara, "hürriyetten yana tercih hakkı" sağladığını, kovuşturma açılması için "Adalet Bakanının izni" şartının getirileceğini bildiriyor. Bununla da Bakana Türkiye'nin yararına bir siyasî tercih hakkı tanındığını ileri sürüyor.

Ancak kökten kaldırılmadıkça sorunun çözülmeyeceği ortada. Bu yüzden Meclis'e gelecek teklif ya komisyonlarda, ya da genel kurulda değişiklik yapılarak madde toptan kaldırılmalıdır.

Görülen o ki, "yasa koyucunun, yargıçlara, 'hürriyetten yana tercih hakkı sağlaması" çözüm olmayacaktır. Yargıçların inisiyatifine bırakmanın çözüm olmadığı da ortadadır.

* * *

Anketlerin dili

Üniversitede türban yasağı kalkmalı mı? "Evet"

Türban bir siyasî simge midir? "Hayır"

Siyasî simge olsa bile türban üniversitede serbest bırakılmalı mı? "Evet"

Siz veya bir yakınınız türbanlı mı? "Evet"

Sizce üniversiteli kızların taktığı örtünün adı ne? "İkisi de aynı şey"

Sizce yasak kalkarsa ne olur? "Hiçbir şey olmaz"

Sizce yasak kalkarsa laiklik tehlikeye girer mi? "Hayır"

Sizce yasak kalkarsa laiklik tehlikeye girer mi? "Hayır"

Türban yasağı kalkarsa. "Türbanlı sayısı artar." (Not: Yasak dolayısıyla bazı öğrenciler başlarını açmak zorunda kalmışlardı, bunlar yasak kalkınca başlarını kapatacaktır. Peruk takanlar peruklarını çıkaracaklardır. Bu sonuçta bunu gösteriyor.)

Önümüzdeki 3 yıl içinde türban yasağının kalkacağına inanıyor musunuz? "Evet"

Türban yasağını kim kaldırabilir? (Not: Bu soruyla ilgili seçenekler arasında AKP, MHP, CHP, ordu, medya, AB, yargı, YÖK vardı. Bu seçenekler arasında bu konuyu gündeme getiren AKP ve MHP önde çıktı.)

İnternethaber.com sitesinin yaptığı ankete göre de "Siyasî simge olsa dahi yasak kalkmalı mı?" sorusuna ankete katılanların yüzde 73'ü "evet kalkmalı" cevabını vermiş.

Başbakan Tayyip Erdoğan'ın İspanya'da başlattığı tartışmadan sonra internet sitelerinde anketler yayınlanmaya başlamıştı. www.habertürk.com'un yaptığı ankete 2 milyonun üzerinde oy kullanıldı. Bu sonuçlara bakıldığında halkın tercihleri net şekilde ortaya çıkıyor. Halk böyle düşündüğüne göre Meclis ne yapmalı? Halkın dediğini tabiî ki.

Anketler fazla söze gerek bırakmıyor.

26.01.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Krizlerin arkası



Bütün dünyayı sarsan "ekonomik kriz"in arka plânında herkes bir şey arıyor. Gerçek şu ki, çağlar boyu insanlık âlemini çıkarları uğruna ateşe veren mâneviyat düşmanı "insî şeytanlar" tanımına layık zâlimlerin, fazilet ve inançları tahrip eden hasîs hislerin zebunu carî sistemi sürdüğü sürece, toplumsal, sosyal, siyasî, mânevî, ahlakî ve ekonomik krizler devam edecek.

Zira Kur'ân ve semâvî dinlerin terbiye ve istikametinden uzak, "sefâhet ve dalâlette bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış maddeci "Batı medeniyeti", insanlığı sâdece perişanlığa itiyor. Madden de mutlu edemiyor.

Bediüzzaman'ın tefsiriyle, "Hayat-ı içtimâiye-i beşeriyeyi (insanlığın sosyal hayatını) sarsan ve sa'y ü ameli (çalışma ve iş gücünü) sermâye ile mübâreze ettririp (çekiştirip kavga ettirerek), fukârayı zenginlerle çarpıştıran, muzaaf (kat kat) ribâ (faiz) yapıp bankaları tesise sebebiyet veren ve hîle ve hud'a (oyun ve aldatma) ile cem'-i mâl eden (malı toplayıp istifleyen) Yahudi"nin menfaati esas alan çıkarcı çirkin ekonomi politikası, dünya pazar ve piyasalarında hâkim.

Bundandır ki Fransız Büyük ihtilâlinden bu yana , "her çeşit fesad komitelerine karışan ve her nevi ihtilâle parmak karıştıran" fitneler, savaşlar, krizler eksik olmuyor. Biri bitiyor, diğeri başlıyor; ya da aynı anda birçok fitne ve kriz insanlığın başına belâ oluyor. (Sözler, 366)

* * *

Çünkü politikaları gibi, faiz ve dolandırıcılık üzerine imal edilen ekonomileri de "hîle ve fitne kuvvetiyle ayakta duruyor. İki dünya savaşında yüzmilyondan ziyade insanı katleden katliamlarla kan, zulüm, sefâlet ve açlık insanlığın önemli bir kısmını hâlâ tehdit ediyor.

Bunun içindir ki, küresel sermayenin kasaları ve dolandırma dolapları IMF ve Dünya Bankası gibi uluslarüstü "finans kuruluşları"nın el attığı bütün ülkelerin ekonomileri, kat kat faizle krize giriyor; kargaşa, kaos, iç karışıklık ve iç savaşa sürükleniyor.

IMF ve Dünya Bankası'nın ardından, ünlü dolar sihirbazı Macar asıllı George Soros'un, "60 yıldır kredi piyasasında ve dolarda devam eden bir dönem sona erdi. Merkez bankaları kontrolü kaybetti, dolar rezerv para olmaktan çıktı" çıkışı, krizin son altmış yılın en kötü krizi olduğunu belirtmesi bunun açık bir itirafı.

Keza son sarsıntıda toplam kaybın 500 milyar doları aşacağını bildiren kapitalizmin en büyük faiz kabı Amerikan Merkez Bankası'nın, "global piyasalardaki dalgalanmanın son yıllardaki en büyük kriz ve tehlike" olduğunu ilân etmesi, insanlığı israf ve sefâhetle sefâlete sevkeden maddeci - çıkarcı politikaların çöküşünün son bir ikrarı.

İşin aslına bakılırsa, özellikle Özal'dan bu yana, Türkiye'de paradan para kazanma çıkarcılığı kamçılandı. "Yahudi bankacılık sistemi", mevduat sahiplerinden önceden belirlenen faizler karşılığı toplanan vadeli hesaplar, sanayici ve işadamlarına yüksek faizlerle kredi olarak verildi. Yüksek faiz mâliyetlere yansıdı, enflasyon yükseldi.

"Transformasyon" ve "değişim" paravanında "serbest piyasa ekonomisi"yle, faiz, döviz, kredi kıskacına giren ekonomi, iş dünyasını kısa zamanda tatlı kârlar elde etme fırsatçılığına kaptırdı. Yatırım, üretim ve istihdam olmadan "köşeyi dönme"yi özendirdi. Şirketler, kolay para kazanma hevesine kapıldı, rant gelirlerine yöneldi.

* * *

Neticede hasîs menfaatleri için medeniyetleri yıkıp yakan, son Afganistan ve Irak örneğinde olduğu gibi işgal ettiği ülkelerde milyonlara insanı katledip yeraltı ve yerüstü kaynaklarını talân eden gaddarlar, insanlığı iktisâden de çökertti.

Çeşitli bahanelerle Müslümanların ve mazlum milletlerin elinde "zarûrî kuttan (gıdadan)" başka bir ey bırakılmadı. Bediüzzaman'n tâbiriyle, okyanuslar ötesinden gelip İslâm ülkelerini sömüren "Avrupa kâfir zâlimleri" zorla gasbettiler. "Asya münafıkları desiseleriyle çaldılar". Bankaların faiz ve kredi oyunlarıyla, çeşitli hîle ve komplolarla fakir halkın elindeki parayı da âdeta hırsızladılar.

"Hedefi menfaat bilen" uluslararası zâlim gücün elindeki merhametsiz sermaye ve "yerli işbirlikçileri", yoksul ülkelerde reklam ve propaganda ile israf ve tüketimi terviç ettiler. Topyekûn israf ve tüketim çarkı, gittikçe fakirleştirdiği toplumları, "küresel zenginler"e daha da muhtaç hale getirdi.

Hatta yaptıkları sözde "yardımlar"ı, fahiş faizlerle yeni yeni vurgunlara dönüştürdüler. Şartlı kredilerle, yüksek faizli borçlarla ülkeleri, hükûmetleri kendilerine bağladılar; dış ve hatta iç politikalarını ipotek altına aldılar.

Çâresiz insanlar, umut tâcirlerinden, devletin başını çektiği tefeci talih oyunlarınden, her türlü kumarın, televizyonlarda "şans yarışmaları"ndan medet umar duruma düştüler.

Çözüm, insanlıkta ihtilalleri, fesadları ve bütün rezil ahlâkı türeten faizin kaldırılması ve toplum hayatının hayatı olan "zekât" ve yardımlaşmanın yaygınlaştırılması; insanlığın ekonomide de menfaat yerine yarımlaşmayı esas alan mânevî ve ahlâkî dinamiklerine dönmesindedir.

Yoksa krizlerin ardı arkası kesilmez.

26.01.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri