Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 27 Mart 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Tıkanma



Vaktiyle Uzan grubunun tetikçisi olarak iş görürken, 2002 seçimi sonrasında yapılan bir operasyonla el değiştiren ve özellikle son dönemde “AKP’ye fazla yakın”lığı ile çok konuşulur hale gelen bir gazetede, Ergenekon operasyonuna ilişkin orijinal yorumlarıyla dikkat çeken bir yazarın ilginç tesbitleri oldu.

25 Mart’taki Medyapolitik köşemizde aktardığımız yazıdaki tesbitleri kısaca hatırlatalım:

“Kapatma dâvâsıyla iktidar partisi ‘topal ördek’ durumuna düşürüldü. AB süreci baltalandı. Savcılar kuşatılarak Ergenekon operasyonunun önüne uzun bir bariyer çekildi ve daha derinlere ulaşması imkânı zayıfladı. Bu yasama döneminde yeni ve sivil bir anayasanın çıkarılması imkânsız hale geldi. Mevcut haliyle, bu parlamentodan yeni anayasa çıkmaz. AB reformlarının büyük ölçüde kesintiye uğraması kaçınılmaz.” (Şamil Tayyar, Star, 24.3.08)

Tayyar bu tıkanıklıktan çıkış yolunu, öncelikle ateşin düşürülüp, ardından erken seçime gidilmesinde görüyor. Ve mümkünse genel seçimle yerel seçimin birleştirilmesini, seçime kadar sadece âcil kanunların çıkarılmasını, diğerlerinin seçim sonrasına bırakılmasını öneriyor.

Tabiî, bu teklifler çözüm olur mu, tartışılır.

Ancak tesbitler daha önemli ve öncelikli.

İktidar partisi gerçekten “topal ördek” durumuna düşürüldü mü? Yani, hakkındaki kapatma dâvâsı, AKP’yi bundan sonra kıpırdayamaz ve köklü icraat yapamaz hale getirdi mi? Bu dâvâ sonuçlanıncaya kadar hükümet ve Türkiye eli kolu bağlı beklemek durumunda mı olacak?

AKP’nin dâvâ açıldıktan, yani iş işten geçtikten sonra gündeme getirdiği anayasa değişiklikleri Meclisten geçse bile bu durumu önler mi?

Görülmekte olan ve sanık olarak yargılandığı, için doğrudan kendisini ilgilendiren bir dâvânın seyrini ve bu dâvâdan çıkacak sonucu etkilemeye yönelik bir düzenleme yapma girişiminin isabetli olmayacağını söyleyenler sadece Kanadoğlu, Teziç gibi mâlûm hukuk fetvacıları değil.

AKP içinde, hattâ kabinede bile bunun yanlış olduğunu savunanlar, açıkça dile getirenler var.

Buna rağmen Başbakan ve AKP yönetimi bu yolda ısrar ederse partide de sıkıntılar olabilir.

Netice olarak, Başbakanın “İddia ettikleri gibi muktedir olsaydım, partime kapatma dâvâsını önlerdim” dediği dâvâ, AKP’yi hem iktidar olarak, hem de parti açısından son derece ciddî ve zorlu sınavlarla karşı karşıya getireceğe benzer.

RP 28 Şubat’ta kapatıldığında ilk sınavı geçmiş, kader ortağı olarak o günlere birlikte gelen millî görüş kadroları birlikteliklerini koruyabilmişlerdi. Ama ikinci kapatmada bu birlik dağıldı. Erbakan’la yollarını ayıranlar AKP’yi kurdu.

AKP, tıpkı ANAP gibi farklı eğilimleri temsil eden bir kitle partisi olmaya çalıştı. DP-AP-DYP çizgisinden gelenlere de, MHP kökenlilere de, soldan gelenlere de bünyesinde yer verdi.

Ama bu çeşit “toplama” siyasî yapıların, süreç içinde gelebilecek sarsıntılara ne ölçüde dayanıklı olduğu, bir soru işareti. İktidarken ve herhangi bir sıkıntı yokken birlikteliği korumak kolay; ancak sıkıntılar başladığında zorlaşıyor.

Bakalım, devran ne gösterecek?

AKP’yi parti olarak bekleyen sıkıntılar bir tarafa, AKP iktidarının üç yılı aşkın süredir ara verdiği AB sürecinin tamamen baltalandığına, Ergenekon savcısının daha ileri gidemeyeceği bir noktaya gelip dayandığına, bu dönemde yeni ve sivil bir anayasa yapmanın imkânsız hale geldiğine ilişkin tesbitler çok daha kaygı verici.

Buna ilâveten, bir de mâlûm tabular ve semboller üzerinden tırmandırılan bir gerilim var.

Önce TÜSİAD’ın, ardından diğer STK’ların başlattığı girişimler bu gerilimin yatışmasını ve normale dönülmesini netice verir mi? Belki.

Ama dönülse bile bu olup bitenler yaşanmamış, hiçbir şey olmamış gibi devam edilebilir mi?

Peki, bu gerilim ve krizlerden sonra oluşan durumu aşmak için önerilen seçime hazır mıyız?

27.03.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KAPLAN

“Simon...”



Çeyrek yüzyıl kadar önce idi…

Bir şekilde:

12 Eylül ihtilalinin zulüm ve gadrine uğramış, bu arada Çanakkaleli bir grup genç ile tanışmıştım. Bunlardan birisi idi; Simon!

Her şehrin kendine özgü bir genç modeli vardır.

İyi olsun…

Veya:

Kötü olsun…

Aynı zamanda, bu modelin;

Modelsizlikten çok daha iyi olduğuna inananlardanım. Bu gençlerden biri idi Simon!

Simon:

Çanakkaleli bu genç modelin içinde idi ve idealizmini her fırsatta ön plana çıkarırdı! Çileli ancak dik bir duruşa... Sert ancak duyarlı bir yapıya sahipti.

Ülke sorunlarına oldukça duyarlı bu genç ve arkadaşları ile ülkemiz ve dünya siyasetine ait birçok konuda anlaşamazdık!

Bu takma adının da bir anlamı vardı:

Simon; aşırı sosyal demokrat bir tavra sarılmıştı!

Halkın Kurtuluşu Örgütü’ndendi…

Bu genç; komünist bloğuna yakın aşırılıklarını fütursuz şekilde sergilemeyi sevdiği için yine bu Slav ismiyle anılmaktan da pek rahatsız olmazdı!

Dobraydı…

Sevmediği insanlara selam verip alma gibi bir kaygısı da yoktu! Ancak:

Zıt görüşlü olmamıza rağmen Simon ve ortak tanıdıklarımızdan Işık, Bahriyeli, Dağlı, Hüsnü gibiler ile farklı düşünsek de ülke sorunlarını tartışıp konuşabilirdik!

Işık; basının önde gelen isimlerinden, merhum birinin oğludur… Ülke sorunları konusunda çözüm arayışımız az-buz örtüşse de; özellikle ebedî bir hayatın var olup olmadığına konu dayanınca bu gençlerle anlaşmamız asla mümkün olmazdı! Geçen gün, Simon’un; aşırı alkol ve sigaradan dolayı bedenen iflas edip öldüğünü duydum!

Çok ani ve asla hazır olmadığım bir ölümdü bu!

O gün, bu gündür Simon; beynimin bir taraflarına gelip kanca gibi saplanır!

Biz:

Bir gün;

Bir yerlerde…

Ki buna ebedî hayat denilir…

Simon ve diğer ölen herkes ile karşılaşacağımız inancını hep içimizde taşımışızdır. Peki bu inancı taşımayanlar neler hissederler? Çok şey hisseder ancak gereğini yapmak çetin bir iş olduğundan; sanırım çareyi içkide veya kafayı uyuşturmakta ararlar!

Bu da bizi düşünmekten asla alıkoyamaz.

Ölüm gerçeği de asla değişmez!

Ölüm öldürülemediğine göre tek çare var:

Sorumluluğumuzu bilmek!

İnançlarımızı yaşamak….

Derin olduğu rivayet edilen devletimin Simon gibi gençleri fişlemek yerine onlara bir hayrı olsaydı bu yazı başka bir seyirde gelişebilirdi.

Ancak:

Şuna kahroluyorum;

Henüz bir genç modeli ve hedefi olmayan devletimin derinliği nerede?!

“Derin Devlet”miş…

Acaba?

Sığ olunmasın?

27.03.2008

E-Posta: [email protected]




Kadir AKBAŞ

İnançlardan yana tercih hakkımız



Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından AKP’nin kapatılması talebiyle açılan dâvânın iddianamesinde, TRT’de yayınlanan “Düşünce İklimi” isimli programda sorulan bir soru üzerine Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın “Miras taksiminde erkek çocuğa iki, kız çocuğa bir hisse” verilmesinin hikmetlerini anlatması ve bunun “nimet-külfet, gelir-gider, hak ve borç dengesine bağlı” olduğunu ifade etmesi de kapatma gerekçelerinden biri olarak ileri sürülüyor.

Kur’ân-ı Kerim’in üzerinde en çok konuşulan miras taksimine ilişkin İlâhî hükümlerin, hikmet ve gerekçelerinin bir ilâhiyat profesörü tarafından açıklanmasının laikliğe aykırı eylem olarak değerlendirilmesi vahim bir durumdur. Programın özel bir kanalda veya TRT’de yapılıyor olması da önemli değildir.

Modern hukuk sistemleri, genel bağlayıcı düzenlemeler dışında tarafların serbest iradelerine öncelik vermek eğilimindedirler. Ülkemiz açısından da durum farklı değildir. Gerçekten de beşerî ilişkileri düzenleyen borçlar hukuku ve ticaret hukuku alanında sözleşme serbestisi ilkesi hakimdir. Yine medenî hukuk uygulamalarında da bireylerin emredici hükümlere aykırı olmamak üzere işlem serbestisi anlayışı hakimdir.

Laik devlette kanunlar dinî hükümler referans alınarak hazırlanmayacaktır. Ancak bu durum, yasama faaliyeti sırasında sosyolojik verilerin tümüyle göz ardı edilmesini de zorunlu kılmamaktadır.

Nitekim yurdumuzda evlilik müessesesine atfedilen kudsiyetin bir ifadesi olarak, medenî nikâhla birlikte, bir din âlimine dinî hükümler uyarınca nikâh kıydırılması da yaygın bir uygulamadır. Kanun koyucu sosyolojik verileri dikkate alarak dinîi nikâh kıyılması uygulamasını laikliğe aykırı saymamış, yasaklamamış, ancak medenî nikâh öncesi dinî nikâh kıyılmasını suç saymıştır.

Sözleşmeler hukuku alanında da sözleşme serbestisi benimsenmiş ve kanunların emredici hükümlerine, ahlâka, kamu düzenine aykırı olmamak ve bir tarafın açıkça sömürülmesini netice vermemek kaydıyla tarafların sözleşme hükümlerini serbestçe tayin edebilecekleri hükmü benimsemiştir. Bu sebeple duyarlı vatandaşlar yukarıdaki düzenlemeye aykırı olmamak üzere akdedecekleri sözleşmelerin hükümlerini inançları uyarınca düzenleme serbestisine sahiptirler.

Miras hukuku alanında da dileyen vatandaşlarımız Kur’ân-ı Kerim’in miras hükümleri uyarınca vasiyetname düzenleyerek miraslarının inanç değerleri uyarınca taksimini sağlayabilirler. Medenî Kanunun belli yakınlıktaki mirasçılar için öngördüğü mahfuz hisselere tecavüz edilmediği sürece bu vasiyetnameler diğer kanunî şartları da haiz iseler geçerli olacaklardır.

Medenî Kanun evlilikte kanunî mal rejimi olarak, “Edinilmiş Mallara Katılma Rejimi”ni seçmiştir. Ancak taraflar gerek evlilik akdi sırasında gerek daha sonra yapacakları bir sözleşme ile kanunda düzenlenmiş diğer mal rejimlerinden birini tercih edebilirler. Bu noktada duyarlı vatandaşlarımız inançlarına daha uygun olduğunu düşünerek mal ayrılığı rejimini tercih edebilirler. Tercihlerde bulunulurken hangi saiklerle hareket edildiği önemli değildir. Türk hukuk sistemi daha pek çok alanda inançlarımızdan yana tercihlerde bulunabilmemize imkân veren esnekliğe sahiptir.

“Acaba bir şeriat, karıncaya bilerek ayak basmayınız dese, tâzibinden men’etse; nasıl benî âdem’in hukukunu ihmal eder? Kellâ...”

Kanunî düzenlemelerin elverdiği ölçüde inançlarımızdan yana tercihte bulunulması, bu niyetle hareket edilmesi ihmal edilmemesi gereken bir haktır.

27.03.2008

E-Posta:




Osman GÖKMEN

Türkiye’yi düşlerken



Bindokuzyüzkırklı yılların sonuna doğru, Afyon tutukevinde onyedinci kez zehirlenen Bediüzzaman, Nietszche’nin, ‘Öldürmeyen her yara insanı güçlendirir’ düşüncesinin sırrına ererek, en güç ânında, bize, ‘Bizler acele ettik, kışta geldik, sizler cennet-asa bir baharda geleceksiniz, ümitvâr olunuz’ diyordu. Zulmün en şiddetlisine uğrayan bu yürekli insanın müjdelediği ‘cennete benzeyen bahar’ ne zaman gelecek, ‘sizler’ diye işaret ettiği hangi zamanın insanlarıdır, bilemiyorum. Ben, bugünden o karanlık günlere baktığımda, kendimi ‘bahar’da hissedemiyorum. Kışın zemheri günlerinden bir günün akşamını yaşıyoruz diye düşünüyorum. Türkiye’ye ilişkin düşlerime böylesi karamsar bir atıfla girmemin nedeni de bu. Belki de ilk gençliğini eylülün gölgesinde yitirmiş biri olarak, kendi kuşağımın umarsızlığını dile getiriyorum. Kim yazdıysa doğru yazdı, Eylül'ün gölgesinde kara bir yazdı. Yirmiyedi Mayıs ya da Oniki Mart, kartların daha açık oynandığı bir oyundu. Eylül, Mehmed Rauf’un nitelediği gibi derin bir melankoliyle geldi. Ardından bir samyeline dönüştü ve üzerine estiği fidanları ağuladı. Dimağımızda ve damağımızda zehirli bir tat bıraktı. Umutları bitirdi, filizleri kırdı. Sanki bitmeyecek bir kışa girdik. Üstad, ‘Bizler acele ettik, kışta geldik’ diyordu ama, sanki acele etmeyen bizler de karakışın orta yerinde, bir çığın altında kalmıştık. Savrulduk, kıyıya vurduk, o toz duman arasında yitip gittik. Düşlerimiz de bizimle birlikte kayboldu. Bu kayıp kuşağın sonradan onmadığını, bugün kırkbeşine merdiven dayamış olanlar iyi bilirler. Onlar, yıllarca zekâsını kurnazlıkta kullanan, Ankara’nın kara üniformalı asık çehresinin karşısında belirsiz bir geleceğin umudunu bile kuramadılar. Ardından kısa boylu dev adam geldi ve kaçırmakta olduğumuzu söylediği ‘medeniyet treni’ne bizi apar topar bindirdi. Bir trene bindik, ama bu buharlı mıydı, yoksa kara trenin hayvan taşıyan bir arka vagonu muydu bilemedik. Bindik bir alâmete gidiyorduk ‘muasır medeniyet seviyesinin üzerine.’

Masal der ya bir arpa boyu yol gittik diye, biz de böylesi bir yere gittik, dönüp baktık ki ardımıza, Eylül'ün kara gölgesinde büyük bir kısmı yitip giden umutlarımızdan geriye koskocaman bir hiç kalmış. ‘Biz’i ‘biz’ yapan değerlerden eser yok. Ortalık yine toz duman. Bu kez bir köşe dönmece, bir köşe kapmaca, bir gemisini yürüten kaptan, bir ‘çağı yakalama’ca, bir ‘çağ atlama’ koşusu. Oysa biz, koşu bittikten sonra da koşan atlardık. Bu süreç de umutlarımızın tümünü yok edemedi, yine umutlarımız yeşermeye başladı. Eylül'ün onikisinin getirdiği o meş’um anayasanın bugüne değin uzantılar veren baskıcı ve saçmasapan gölgesinin altında bugünlere geldik. Kimi okuryazarlar, Cumhuriyet’in ilk yıllarında ‘biz’im daha özgür ve özerk bir yolda yürüdüğümüzü söylerler. Bu söylentiye hiçbir zaman inanamadım. İnanmadım demiyorum, çünkü inanmak isterdim, ama, namlusunu, kendi ‘değer’lerine doğrultmuş bir askerî bürokrasinin kurduğu bu yeni devletin toplumsal ideali, Akif merhumun ‘tek dişi kalmış canavar’ diye nitelediği Batı uygarlığıydı. Yine kimi sosyal bilimci, Türkiye’nin, istiklal savaşını Batılı emperyalistlere karşı yürüttüğünü, buna karşılık, o dünyanın uygarlık dairesine girme idealiyle donanmış olduğunu söyler. ‘Batıya rağmen Batılaşma’dan söz ederler. Buna da aklımın erdiğini söyleyemem. O kuşak onurluydu, özgürlükçüydü, ulusalcıydı, idealistti, dürüsttü, çalışkandı, vs. Bu türden nitelemeler bana hiçbir şey anlatmıyor. Bir ölüm kalım savaşı verildi ama ardından köktenci biçimde bir modernleşme çabası. Trajikomik uygulamalar. Başların boyunlarından uçurulduğu, failimeçhullerin sayılamayacak kadar çok olduğu, şefliğin ‘ebedi’leştirildiği tam da patrimonyal bir yönetim tarzı. Türkiye’de, baştan beri işlerin yolunda gitmediğini düşünen benim gibi karamsarlar, giderek nihilistleşti ve devlet konusunda anarşist düşünürlere yanaştı. Bu, sanıyorum Eylülzede kuşağın değil, altmışsekiz neslinin de düçar olduğu bir haldi. Bu hal ve melâl içinde, meselâ, ‘Hubbu’l-vatan mine’l-iman’ sözünün bir hadis mi, yoksa bir ihtilâl sloganı mı olduğunu karıştırır duruma gelmiştik. Vatan sevgisi neredendir? Bugün bu soruyu, eğer ‘vatan’ aslî doğamız yani cennetse bu bir Elçi sözüdür, ama vatan kimilerinin uğrunda öldüğü, kimilerininse hayalî ihracat vurgunu yaptığı kirlenmiş bir yerse bir diplomat sözü olabilir diye cevaplıyorum. Ben, insanın vatanı için değil, vatanın insanı için olduğunu düşünüyorum. İnsanın topluma ihtiyacını olduğuna inanmıyorum, aksine toplumun bireye muhtaç olduğunu sanıyorum. Aslolan bireydir, hayat değildir. Aslolan o bireyin bu kanlı yeryüzünde ürettiği ‘değer’dir.

Ben, bu ülkede Bediüzzaman gibi onurlu bir insan yaşamasaydı, sanıyorum bugün burada soluklanmak için bir nedenimiz olmazdı diye düşünüyorum. Bu, hem bizim yaşama tutunmamız için önümüzde bir örnektir, hem de umutlarımızı diri tutabilmemiz için bir imkândır. Yoksa Sophokles’in dediği gibi, ‘en doğrusu bu dünyaya hiç gelmemek’tir, ‘bir kez gelmişsek de, yapılabilecek en doğru şey, bir an evvel, geldiğimiz yere geri dönmek’tir. Oysa ne gelmek ne de dönmek elimizde olmadığı gibi yapabileceğimiz biricik şey, burada bulunduğumuz an’ın, bize sunulmuş bir imkân olmanın ötesinde, ‘insan’ın gerçekleşmesi için bir zorunluluk olduğunu da düşünerek yaşamaktır. Bunun bedeli ağırdır. Ama hangi ‘gerçeklik’in bedeli ağır değildir ki? Türkiye’ye ilişkin düşlerimi diri tutan bir isim var: Bediüzzaman. Hölderlin’i doğruluyor: ‘İnsan, yeryüzünde şairane mukimdir.’ Zalimlerin satranç oyunlarına hiç bulaşmadı ve karışmadı, yürüyen bu mekanizmanın tekerine çomak soktu. Bu güzel adam, bu güzellik ve özgürlük, bize, bu kanla sulanmış toprağın üzerinde yürüyebileceğimiz bir izi, bir patikası olduğunu gösterdi. Yersiz yurtsuz bir yerde, bir patika buldu ve yürüdü. Sonra onun izinden yürüdük biz. Biz, onun açtığı çığırın çocuklarıyız. Bu yüzden hâlâ umutluyuz, hâlâ, bir uğrunda yaşanılabilecek bir ‘değer’den söz edebiliyoruz. Lale Müldür Antakya’da, Hazret-i İsa’nın havarilerinin açtığı ilk mağara kilisede söyleşirken şöyle demişti: ‘Bugün artık altın renkli şiirler yazılabileceğine inanmıyorum, o, başka bir dünyalara aitti, bugün dünyamız çok bireyselleşmiş, yaralanmış, kaotik bir dünya.’ Bu ilk bakışta doğru görünüyor. Ama bir de Sezai Karakoç’u dinleyince, başka bir yerden bakıldığında durumun böyle olmadığı görülüyor. İstiklâl Savaşının şiiri yazıldı, yazılabilir. Ama yazılması gereken başka bir destan daha var. O da, inançlarına yönelik savaşa karşı bu milletin gösterdiği iç direncin şiiri. İşte bunun destanını yazmalı. Bunu Karakoç yazdı. Cahit Zarifoğlu ise, bunu da içerir biçimde, çağın belâsına karşı insanlığı korumaya çalışan insanın destanını yazdı. Gerçekte Doğu ve Batı birkaç şaire çevirmiştir yüzünü. Biz de onlara bakarak bu vahşi dünyada yaşanmaya değer bir şeyin varolduğunu gördük. Türkiye’ye ilişkin düşlerimiz, işte onlardan yola çıkınca, barbarlığın bir gün sona ereceğine yöneliktir. Bir gün Efendimiz’in (sav) huzuruna biri gelir ve ‘Kıyametin zamanını bana söyler misin?’ diye sorar. Rahmet Elçisi suskunlaşır bir süre, ardından, ‘O gün için ne hazırladın?’ der. Bu bize, toplumun birey için olduğunu gösterir. Hayat, insanın kendisidir, kendi yaşamıdır. O bitince dünya yıkılır. Adam, ‘Bir şey hazırlamadım’ der. Elçi tekrar sorar, ‘Hiçbir hazırlığın yok mu?’ Adam bir zaman düşünür, ‘Sadece’ der, ‘Allah ve Elçisi’nin sevgisi var yüreğimde.’ ‘O zaman’ diye konuşur Allah’ın Elçisi, ‘O gün Allah ve Resulü’yle birlikte olacaksın.’ Kıyamet’in zamanı, saati önemli değildir. O güne hazırlıklı olmandır aslolan. İşte bir hazırlığın var, sana insanlık onurunu geri veren Elçi’nin ve O’nun bildirdiği Yaratıcı’nın sevgisi yüreğinde, bu bir hazırlıktır. Heidegger, insanın hakikate hazır olma halinden söz eder. Hazır olma durumu... Bu, bizim umudumuzdur. Eğer bir hayır için düş kuracaksak, işte bu, hazır olma halimizdir. Bunun için inançtan başka çaremiz yoktur. Bilmek için inanmamız gerekir. Bu, bizim yolumuzdur. İçinde yaşadığımız bu ülkeye ilişkin bir düşümüz olacaksa bu, ancak bu yolla olur. İnsanların birbirini çürüttüğü bir ortamda inancın aydınlığından başka bir imkanımız yoktur. İnsanın ötekine acı vermeden yaşayabilmesi için toplumsal ve ahlâkî bir ideali olmalı. Böylesi bir düşümüz var hâlâ bu ülke için. Bu, bir gün bu topraklarda, tarihin çeşitli zamanlarında olduğu gibi, özgür, onurlu ve hakiki bir yaşamın gerçekleşebileceğine ilişkin inancımızdır. Bunu bize ‘güç’ sağlamaz. Bunu bize, manevi ideallerini herşeyin üzerinde tutma azmini yitirmemiş olanlar sağlar. Biz, bize sunulan bu hayatı, bu ülkede ya da başka bir yerde, ona ihanet etmeden yaşamamız halinde gerçek kılabiliriz. Dünya yaşamı bir oyun bir oyalanmadır ama burada ciddiye alınması gereken bir ötedünya fikri vardır. Bu dünyada öteyi beriye çeken bir şiirsellikle yaşanmıyorsa, ötedünya öteleniyorsa, düşlerin tümü gerçekdışıdır.

‘Güç’ eksenli bir düş kuranların herşeyi çıkar temelinde tanımlamaktan kurtulabileceklerine inanmıyorum. Para, silah, siyasî araçlar, ne olursa olsun iktidar merkezli bir çaba, insanı huzurlu kılamaz. Mutlu olmak, huzur bulmak değildir. Huzur, kesintisizdir, gerçektir. Mutluluk bir tür avunmak, kendini aldatmaktır. Benim düşlerimde, mutlu değil, huzurlu bir toplumun resmi var. Bunun yolunun bireyden geçtiğini düşünüyorum. Erdemli, adil, özgür ve üreten birey. Düşünce-eylem birliğini sağlayabilmiş birey. ‘Öteki’ni, Derrida’nın ‘politik konukseverlik’ ilkesine benzer bir biçimde konuk etmeye hazır, kendisine kaderin yüklediği sorumluluğun idrakinde, insanlığın esenliği için çaba gösteren birey. Bu ‘birey’e tarihin kimi dönemlerinde tanık olmuştuk. Kollektif idealler uğruna bugün yok edilen, modern teknolojik toplumda ise tümüyle anonimleşen bu ‘varlık’ın yeniden varolması için hem umutlarımızı diri tutmalı, hem de bu umutları besleyecek olanın o olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız.

27.03.2008

E-Posta:




Ahmet ARICAN

Hizmet birleştirmesine devam



Bağ-Kur, SSK ve Emekli Sandığı kurumları 5502 sayılı yasa ile kaldırılarak yerlerine Sosyal Güvenlik Kurumu oluşturulmuştur. Anılan yasa ile Sosyal Güvenlik Kurumlarının “tek çatı” altında birleşmesi gerçekleşmiştir. Ancak sosyal güvenlik reformunun ikinci ve en önemli ayağını oluşturan ve herkese eşit sosyal güvenlik hakkının ve-rilmesini öngören 5510 sayılı kanun halen yürürlüğe girmemiştir.

5510 sayılı sosyal güvenlik reform yasası, her ne kadar ülkemizdeki tüm sosyal güvenlik kapsamında çalışan kişileri tek bir çatı altında birleştirse de, toplumsal hayatımızın gereği olarak kişilerin çalıştığı işlerdeki statü ve meslek farklılıkları devam edecektir. Yani esnaf esnaflığını, işçi işini, memur ise memuriyetini yapacaktır. Tüm bu kişileri tek bir meslekte ya da uğraşıda birleştirmek ya da hepsini aynı işi yapıyor olarak kabul etmek mümkün değildir. 5510 sayılı reform yasası da bu gerçekliği göz önünde bulundurarak, yasada SSK’lıları 4/a’lılar, Bağ-Kur’luları 4/b’liler ve Emekli Sandığı mensuplarını 4/c’liler olarak nitelendirmiştir. 5510 sayılı yasadaki bu farklılıkların sebebi; kişilerin nereden emekli olunacağının tespiti yapılırken, son yedi yıllık prim ödemelerinde en çok hangi vasıfla (işçi, memur, esnaf) nereye daha çok prim ödemişlerse, o şartlarla emekli olunma kuralının 5510 sayılı yasanın yürürlüğünden sonra da aynen devam edilecek olmasındadır. Bilindiği üzere, ülkemizde SSK kapsamında olanlar esnaf ve memurlara göre daha esnek ve kolay şartlarda emekli olmaktadırlar. İşçilerin emekli olma şartlarındaki esneklikler ve kolaylıklar eğer reform yasasının taslağında bir değişme olmazsa, aynı şekilde devam edecektir. Yani yeni yasa kurumların tek çatı altında birleşmesini benimsemiş olsa bile, çalışanları çalışma şartlarına ve mesleklerine göre ayrıştırmaya devam etmiştir.

Bilindiği üzere, şimdiki 2829 sayılı hizmet birleştirme yasasına göre, kişiler emekliliklerine son yedi yıl (2520 gün) kala Bağ-Kur, SSK ya da Emekli Sandığı’ndan hangisine daha çok prim ödemişse o kanun kapsamında emekli olmaktadır. İşte 5510 sayılı reform yasası yürürlüğe girdikten sonra da, kişiler son yedi yıllık prim ödemelerinde en çok ne olarak (işçi, esnaf, memur) prim ödemişlerse, o şartlarda emekli olmaya devam edeceklerdir. Bu konuda anlattıklarımız 5510 sayılı reform yasasının taslak metnindeki hükümlere göre açıklanmıştır. Ancak, anılan metin henüz kanun olmayıp taslak niteliğinde olduğu için değişme ihtimali bulunmaktadır.

KIBRIS, KORE VE İSTİKLÂL

SAVAŞI GAZİLERİNİN AYLIKLARI

Millî mücadeleye iştirak eden ve bu sebeple kendilerine İstiklâl madalyası verilmiş bulunan Türk vatandaşları ile 1950–1953 yılları arasında Kore’de fiilen savaşa katılmış olan Türk vatandaşlarına ve 1974’teki Kıbrıs Barış Harekâtına fiilen görev alarak katılmış olan Türk vatandaşlarına, hayatta bulundukları sürece, 1005 sayılı kanuna göre Emekli Sandığı tarafından aylık bağlanmaktadır. Bu şekilde Emekli Sandığı’ndan aylık alanların sayısı yaklaşık 52 bin kişidir. 4432 sayılı kanunun yürürlük tarihi olan 04.08.1999 tarihine kadar Kıbrıs, Kore ve İstiklâl Savaşı aylıklarını yalnızca gazilerin kendileri almakta ve bu aylıklar aylığı alan kişiler öldüklerinde eş, çocuk, ana veya babalarına ve-rilmemekteydi. 4432 sayılı kanunun birinci maddesiyle 1999 yılında 1005 sayılı kanunun birinci maddesine bir fıkra eklenmiş ve 4432 sayılı Kanunun yürürlük tarihi olan 04.08.1999’dan itibaren Kıbrıs, Kore ve İstiklâl Savaşı gazilerinin aylıkları bu kişiler öldüklerinde dul eşlerine de verilmeye başlanmıştır.

Ancak, 1005 sayılı kanun hükümlerinde Kıbrıs, Kore ve İstiklâl Savaşı gazileri vefat ettiklerinde, Emekli Sandığı tarafından bağlanılan aylıklarını geride yetim kalan çocukları ile ana ve babalarının alacağına yönelik bir düzenleme olmadığı için, Kore, Kıbrıs ve İstiklâl Savaşı gazilerinin aylıklarını hiçbir şekilde yetim çocukları ile ana veya babaları alamamaktadır.

DENEME SÜRELİ ÇALIŞTIRDIĞINIZ İŞÇİLER

Akın SERİNKAN/Tokat: Ben bir işverenim. Yaptığım iş gereği, işyerimde çalıştıracağım işçileri belli bir denemeden geçirdikten sonra işe almayı ve sigortalarını da işe almaya kesin karar verdikten sonra yapmayı düşünüyorum. Sizce yapacağım usul yasalara uygun mudur ve bu konuda bana neler tavsiye edersiniz?

Sayın okurum, 4857 sayılı iş kanununa göre, çalışma biçimleri bakımından diğer iş söz-leşmelerinin yanında bir de deneme süreli iş sözleşmesi vardır. 4857 sayılı kanunun 15’inci maddesine göre, deneme süreli çalıştırılan işçilerin bahse konu bu deneme süreleri en fazla iki ay olabilir. Bu süre toplu iş sözleşmeleriyle dört aya kadar uzatılabilir. Deneme süresi içinde taraflar iş sözleşmesini bildirim süresine gerek olmaksızın ve tazminatsız feshedebilir. İşçinin çalıştığı günler için ücret ve diğer hakları saklıdır. Ancak, işçileri çalıştırdığınız ve onları sizin verdiğiniz işleri yapıp yapamayacaklarını denediğiniz zaman bile, sigortasız çalıştıramazsınız. Çünkü 506 sayılı kanunun 6’ncı maddesinde; “Sigortalılar ile bunların işverenleri hakkında sigorta hak ve yükümleri sigortalının işe alındığı tarihten başlar. Bu suretle sigortalı olmak hak ve yükümünden kaçınılamaz ve vazgeçilemez. Sözleşmelere, sosyal sigorta yardım ve yükümlerini azaltmak veya başkasına devretmek yolunda hükümler konulamaz” hükümleri bulunmaktadır. Bu hükümlerden dolayı, işe aldığınız işçileri deneme süreli olarak çalıştırsanız bile, en geç işe başlattığınız gün itibariyle sigortalı yapmak zorundasınız.

SOSYAL GÜVENLİK REFORMUNDA

ANLAŞMA TAMAM

Ülkemizde herkesi kapsama alanına alan toplumun bütün kesimini ilgilendiren sosyal güvenlik reform yasasında sona gelindi. Bu hafta içinde TBMM’nin genel kuruluna getirilerek yasalaşması beklenen tasarıda sendikalar ve sosyal tarafların isteklerinin yüzde 80’i hükümet tarafınca kabul edildi. Aralarında uzlaşmaya varılan konuları özet olarak belirtelim. Emeklilik için gereken prim ödeme gün sayısı yeni işe giren SSK’lılarda 7200 olarak belirlenirken, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı mensupları için 9 bin gün olarak belirlendi. Hükümet emeklilik için gerekli olan yaş şartı konusunda 65 yaş şartından geri adım atmadı. Emeklilik yaşı 2036’dan sonra kademeli olarak artacak. Erkeklerde 2046’da, kadınlarda 2048’de 65’e çıkacak. Böylece prim ödeme gün sayısını dolduranlar yaşları dolana kadar emekliliklerini bekleyecekler. Aylık bağlama oranı, halen sistemde olanlar için ilk 10 yıl yüzde 3 olacak. Daha sonra yüzde 2’ye inecek. Yasa çıktıktan sonra yeni işe girenlerde ise bu oran ilk yıldan itibaren yüzde 2 uygulanacak. SSK’lılar ölüm aylığından yasa çıktıktan sonra da şimdi tabi oldukları mevzuattaki gibi 900 gün primle 5 yıl sigortalılık süresi olması hâlinde ölüm aylığından yararlanabilecekler. Emekli aylıklarının hesabında güncelleme katsayısı yüzde 30 oranında yansıtılacak ve emekliler ülkenin büyüme hızının yüzde 100’ü üzerinden değil, yüzde 30’u üzerinden ancak pay alabilecekler. Tasarıda emzirme ve çeyiz yardım miktarlarının ne kadar olacağı kanunla belirleniyordu. Ancak, yasa çıktıktan sonra bu miktarlar SGK Yönetim Kurulu’nun kararı ve Çalışma Bakanlığı’nın oluru ile belirlenecek ve bu kararlarda sosyal tarafların temsilcileri de olacak. Gazeteciler, pilotlar ve postacılar gibi bir takım iş kollarında fiili hizmet zamları kaldırılacak. Sosyal Güvenlik reform yasası tasarısı hakkında en bariz gelişmeler ve değişiklikler şimdilik bunlar. Ancak anılan tasarı yasalaşırsa okuyucularımıza bu köşeden en geniş ve yararlı bilgileri vereceğiz.

OKUYUCU SORULARI

Abdülhalik ÖZTÜRK/İstanbul: 10.02.1962 doğumuyum. Bağ-Kur’a 11.07.1984 tarihinde başlangıç yaptım. Bağ-Kur sigortalılığımı 06.11.1996 tarihinde sona erdirdim. Daha sonra 01.11.1997 tarihinde SSK’da sigortalı oldum. Şu ana kadar toplam 3269 gün SSK prim ödeme gün sayım var ve halen SSK primi ödüyorum. 1991 yılında Bağ-Kur’la çakışan 12 aylık Emekli Sandığı prim ödemişliğim var. Ne zaman emekli olurum ve çakışan süreler için ne yapabilirim?  

Sayın okurum, verdiğiniz bilgilere göre Bağ-Kur’dan toplam 4075 gün (Emekli Sandığıyla çakışan 12 aylık sürenizi düştüğümüzde) sigortalılık süreniz var. Bu süre 3269 günlük SSK sürenizle birlikte toplam 7344 gün yapıyor. Emekli olmanız için prim ödeme gün sayınızı (5225 gün) tamamlamışsınız. 48 yaşınızı doldurduğunuz tarih olan 11.02.2010 tarihinde SSK’dan emekli olabilirsiniz. 1991 yılında Bağ-Kur’la çakışan Emekli Sandığı süreleriniz varsa bahse konu bir yıllık süre Bağ-Kur’dan sayılmaz. Çünkü bu gibi çakışma durumlarında Emekli Sandığı hizmetlerine itibar edilir. Ancak SSK’ya müracaat ederek 12 aylık Emekli Sandığı süreleriniz SSK hizmetlerinizle birleştirebilirsiniz.

 Muzaffer YILDIRIM: 01.08.1962 tarihinde doğdum. SSK’ya ilk olarak 01.02.1984 tarihinde giriş yaptım. SSK’da toplam olarak 5900 gün prim ödeme gün sayım var. Askerlik süremi de borçlanırsam SSK’dan ne zaman emekli olabilirim?

Sayın okurum, SSK’dan emekli olmanız için gerekli olan prim ödeme gün sayısını (5225 gün) tamamlamışsınız. Ancak emekli olmak için gerekli olan yaş şartı sizin için 48 yaşın dolduğu tarihtir. Askerlik sürenizi borçlandığınızda (askerliğinizi 18 ay yaptığınız varsayılmıştır) emeklilik yaşınız 47’ye inecektir. Buna göre siz askerliği borçlanmazsanız 02.08.2010 tarihinde, askerliği borçlanırsanız 02.08.2009 tarihinde SSK’dan emekli olabileceksiniz.

NOT:

Sosyal güvenlik haklarınızdan haberdar olmak ve sosyal güvenlik sıkıntılarınızla ilgili her türlü sorununuza çözüm bulmak için her hafta Perşembe günleri bu köşede buluşalım. Faks ve e-postalarınızı bekliyoruz. E-posta: [email protected] Faks: 0212 515 67 62

27.03.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Uzlaşmadan ne anlamak lâzım?



Son günlerde ‘uzlaşma’ çağrıları arttı. Elbette kavganın hiç kimseye faydası olmaz ve kavgada en çok zarar gören de millet olur. Ancak hangi konuda ‘uzlaşma’ sağlanmak istendiği de en az uzlaşma talebi kadar önemlidir.

Sivil toplum kuruluşlarının seslendirdiği ‘uzlaşma’dan; hak ve hürriyetler lehine yapılmak istenen çalışmaların ertelenmesi çıkacaksa, niyet bu ise bu ‘uzlaşma’ya itiraz edilir.

Bugün itibarıyla belki böyle bir niyetten bahsetmek yanlış olur. Ama böyle bir ihtimalin mümkün olduğunu da akılda tutmak gerekir.

“Tek başına, iş başına” gelen hükümet, zaman zaman buna benzer çağrılar yapıyordu. Meselâ, başörtüsü yasağının sona erdirilmesi noktasındaki taleplere “Durun hele, bir toplumsal mutabakat sağlansın yasak sona erecek” denildi. İlerleyen günlerde, ‘toplumsal mutabakat’ın sağlandığı görüldüğünde de bu defa ‘kurumsal mutabakat’tan söz edilmeye başlandı. Dile getirilen bu uzlaşma ve mutabakatlardan her defasında millet zarar gördü. Ertelenen ve ötelenen, her defasında hak ve hürriyetler lehine atılacak adımlar oldu.

Meselâ, son aylarda yeni ve sivil bir anayasanın yapılması arzusu dile getirildi. Millete zorla dayatılan bir ihtilâl anayasasının hâlâ yürürlükte olması başlı başına bir handikap. İktidara gelen her hükümet, bu anayasanın değişmesi gerektiğini ifade etti. Nitekim, onlarca belki de yüzlerce maddesi zaten değiştirildi. Fakat anayasanın temel anlayışı hak ve hukuku öncelemediği için, yapılan kısmî değişiklikler derde deva olmadı. Nihayet 12 Eylül ihtilâlinin hediyesi olan bu anayasadan kurtulmak gerektiği noktasında millet nezdinde mutabakat sağlandı.

Mutabakat, sadece millet nezdinde değil; çeşitli görüşlere mensup siyasetçi ve aydınlar nezdinde de sağlanmıştı. Geriye dönüp baktığımızda, bugün anayasa değişikliğine karşı çıkan bazı kurum ve kuruluşların geçmiş yıllarda aynı anayasada değişiklikler istediği ve bu konuda çeşitli raporlar yazdığı da bir vakıa.

Tam da ‘ihtilâl anayasasından kurtulacağız’ derken; öyle bir fırtına estirildi ki, bundan sonra adı ‘sivil’ bile olsa milletin arzu ve isteklerine cevap verecek bir anayasa yapma ihtimali çıkmaza girdi. Geçmiş yıllarda anayasayı değiştirmek için çalışanlar, bu tefa ihtilâl anayasasına sahip çıkmaya başladı.

Önce toplumsal mutabakat, sonra da kurumsal mutabakat bekleyerek gelinen noktaya baktığımızda, ertelenenler millet nezdinde yapılması gereken düzenlemeler olduğu anlaşılıyor. Güya anayasa değişikliği yapılarak başörtüsü yasağının önündeki engeller kaldırıldı. Peki, bugün itibarıyla durum ne? Yasak fiilen devam ettiği halde, sanal olarak kalkmış, sona ermiş gibi bir izlenim var. ‘Yasak sona ersin’ çağrılarını duyan bile yok.

Eğer dile getirilen ‘uzlaşma’dan yine bu mânâda neticeler çıkacaksa yanlış olur. Tartışma olmasın, uzlaşma olsun; ama bu uzlaşma, haksızlıkların ve yasakların sona ermesi noktasında gerçekleşsin.

Birileri ‘uzlaşma’dan milletin kendi hak ve hürriyetlerinden vazgeçmesini anlıyorsa, milletin bu şekildeki bir uzlaşmaya yanaşmayacağı bilinmelidir.

27.03.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Hani karşılığı yoktu?



Bush’un Yardımcısı Dick Cheney, her ziyareti sonrası bölgede bir savaş veya krizin patladığı Amerika’nın ikinci adamı, son Ortadoğu turunun son durağı Türkiye’den ne istedi? Çantasında neler vardı?

“Irak’ta ve Afganistan’dan işlenen savaş suçunun baş sorumlusu” ve “savaşların mimarı” Cheney’in “ABD’nin bölge politikalarına destek istemeye geldiği” belirtildi. Lâkin bunların ne olduğu net bir şekilde açıklanmadı.

Oysa Cheney’nin, Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın da övdüğü Kuzey Irak operasyonlarındaki sözkonusu “istihbarat paylaşımının karşılığı”nı istemeye geldiği, haftalar öncesinde Amerikan ve dünya medyasında açıkça yer almıştı.

Erdoğan, her ne kadar 5 Kasım’da Bush’la başbaşa Beyaz Saray ziyareti sonrası, “istihbarat paylaşımı karşılığı” sorulara öfkelenip, “hiçbir şey verilmediğini”, bunun bir “iftira” olduğunu söylese de, Cheney’nin çantasındaki “ABD’nin stratejik müttefiki Türkiye’den talepleri,” ne kadar işe yaradığı pek bilinmeyen “istihbarat bedeli”nin pek pahalı olduğunu ortaya koydu…

* * *

Cheney’nin öncelikle, Ankara’nın kuzey Irak’taki yerel yönetimle işbirliğini önerdiği artık saklanmamakta. Ankara, defalarca Washington’dan kontrolündeki Irak’taki terör örgütü elebaşlarını teslim etmesini istemişti. Bush ve Rice da defalarca söz verip; bunun asıl Irak yönetimi ve Kuzey Irak’taki yerel yönetimin inisiyatifle ancak olabileceğini ileterek yıllarca oyalamıştı.

Son ziyaretinde Çankaya’da medyanın gözünün içine baka “Ben bir Kürt kedisi teslim etmem” sözünü, “bir Irak kedisi teslim etmem’ dedim” sözüyle güyâ açıklayan Talabani’yle ve hâlen ağababası işgalcilere dayanarak meydan okumaya devam eden Barzani’yle “işbirliği” nasıl olacaktı?

Buna Cheney’in öteden beri bir “Amerikan projesi” olan Kuzey Irak’taki yerel yönetimi tanımakla birlikte “Kürt sorunu”na siyasî çözüm” de eklendiğinde, tablo ortaya çıkıyor. Türkiye’yi de “federal sistem”le tıpkı Irak’ta olduğu gibi bölüp parçalama plânına zemin hazırlama çalışmaları buna ekleniyor.

“Büyük Ortadoğu projesi”nin nüfusu Müslüman büyük ülkeleri etnik ve mezhebî farklılıklarla küçük ve güçsüz devletçiklere bölüp parçalama senaryosunun bir parçası olarak. Cheney’e göre elbette ki “ABD’nin işgal ettiği bölgedeki çıkarlarına uygun olarak…”

Peki 30 bin insanın katlinden sorumlu, himâyesinde azdırdığı terör örgütünün bir tek elebaşını dahi teslim etmeyen ABD ve Irak’taki işbirlikçileriyle Türkiye nasıl “işbirliği” yapacak? Hangi bölge ülkelerine karşı ve ne maksatla?

Cheney’in çantasındaki, ABD’nin mârifetiyle İran’a yönelik yaptırımlara Türkiye’nin katılması ve muhtemel bir Amerikan saldırısına Irak’ta olduğu gibi tam destek vermesinin istenmesi, bunun öncelikli amacını su yüzüne çıkarmakta.

Zira Bush’un NeoConlarının tahrikiyle ABD, “kitle imha silâhları” iddiasıyla girdiği Irak’ta bu iddiasını ispatlayamamış; Amerikan kamuoyuna bütün dünyaya karşı “yalancı” duruma düşmüştü. Türkiye’nin Müslüman komşu bir bölge ülkesi olarak Türkiye’nin ABD’nin yanında yer alması, dünyaya ABD’nin İran saldırısını “meşrulaştıracak”; işgal ve istilâ projesini bir nevi “kaçınılmaz” gösterecek…

* * *

Düşünebiliyor musunuz; İran Cumhurbaşkanı Ahemedinejat, uzun yıllar sonra Bağdat’ı ilk ziyaretinde ve ardından Tahran’da, bölgenin ecnebi istilâcılardan arınması, ABD’nin bölgeden çekip gitmesi, Türkiye, Irak ve İran’ın terörle işbirliği yapması çağrısında bulunuyor; Ankara’da ise Cheney’in çantasında getirdiği “İran’a operasyona Türkiye’nin desteği” konuşuluyor!

Ahmedinejat bu teklifi yaparken İran silâhlı kuvvetleri ABD’nin İran’a musallat ettiği PKK’nin yan kolu PEJAK’ın Kandil’deki kamplarını bombalayıp ağır zâyiat verdiriyor; Türkiye’de “İran’a müdahâlenin meşrulaştırılması” görüşmeleri yapılıyor…

Kaldı ki Cheney’in çantasındakiler bununla da bitmiyor. Türkiye’nin NATO şemsiyesi altında Afganistan’da 700 askeri görev yapıyor. Taliban’a karşı ABD, conilere kalkan olacak asker arıyor. “Bush hayranı” Selânik Yahudisi Sarkozy, asker verdi bile. Diğer Avrupa ülkeleri direniyor.

Her ne kadar Genelkurmay Başkanı Afganistan’a ek muharip güç göndermeye karşı olduğunu önceden beyân etse de, Cheney, “istihbarat paylaşımının karşılığı” olarak Mehmetçiğin Kabil dışında da ülkeyi kontrol eden Taliban’a karşı savaşması ısrarını sürdürüyor. Hükûmetten bu hususta net bir açıklama yok; lâkin Türkiye’nin NATO Asamblesi üyesi Vahit Erdem’in aylar öncesinde, “Afganistan’a asker göndermeliyiz” ifâdesi, bu hususta ciddî bir kırılganlığı ele vermekte…

Cheney’in çantasında, ayrıca Türkiye’nin Ermenistan’la ilişkilerinden Kafkaslarda ortak hareket etmesine kadar bir “dizi” öneri ya da “emr-i vaki”den söz edilmekte…

Görünen o ki Ankara’nın ve AKP hükûmetinin Cheney’in “talepleri”ne ne cevap verdiği daha çok tartışılacak…

Hani sınırötesi operasyonlarda “istihbarat paylaşımı”nın “hiçbir karşılığı” yoktu?

27.03.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Mutluluk ve demokrasi



Meşrutiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz mesele ise; hakiki adalet ve meşveret-i şer’iyeden ibarettir. Hüsn-ü telâkki ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira dünyevî saadetimiz Meşrutiyettedir. Ve istibdattan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz.”1

Yüz sene kadar önce Hürriyetin ilk yıllarında Doğu aşiretlerine çektiği 50-60 kadar telgrafta bunları söylüyordu Bediüzzaman Said Nursî. Cumhuriyet ve demokrasiye geçildiğinde de aynı hakikatleri dile getirecekti.

“Ben ekmeksiz yaşarım. Hürriyetsiz yaşayamam”2 diyecek kadar hürriyet aşığı Bedüzzaman’ın en çok karşı olduğu şey de istibdattı.

Onun bütün emeli demokrasinin doğru şekilde uygulanmasıydı. Doğunun bahtını açacak demokrasi ve hürriyetti.3

Mütehakkimane istibadın, yani baskıcı rejimlerin İslâmla zerre kadar ilgisi yoktu. “Milletin efendisi millete hizmet edendir”4 sırrıyla İslâm âleme gelmişti ki istibdad ve zalimane tahakkümü mahvetsindi.5

Demokraside esas olan kuvvetin şahısta değil, kanunda olmasıydı. İstibdatta ise tam tersiydi.6

Bediüzzaman tam yüz sene önce yapıyordu bu tesbitleri. Üstadın vefatının 48. yılında Tekirdağ’lı dostların daveti üzerine 23 Mart Pazar günü Üstadın demokrasiye bakışıyla ilgili bu çerçevede bir konferans verdik. Mustafa, Bekir ağabeylerin, Mehmet, Erhan, Davud, İsmail, vesâir kardeşlerin hummalı çalışmaları, şu bu ayırımı yapmadan tek tek ziyaret ederek davet ettikleri Belediye Kültür Sarayında meraklı, iştiyaklı bir dinleyiciyle karşı karşıyaydık.

Üstad bir kısım çevreler tarafından tanınmıyor, bir kısım çevreler tarafından da yanlış tanınıyordu. Şeyh Said’le karıştıranlar vardı. Bu konuya da temas ettik. Şeyh Said’in silahlı kıyam için yardım isteğine, Üstad, “Türk milleti asırlardan beri İslâmiyetin bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Biz Müslümanız ve onlarla kardaşız. Kardaşı kardaşla çarpıştırmayız…” diyor, yapılan hareketin akim kalacağını, vazgeçmesini; kurtuluş çaresinin halkın irşadı, aydınlatılması, cehaletin izale edilmesi olduğunu söylüyordu.7 Bugün de en büyük derdimiz cehalet değil mi?

Bu ve daha başka sahalarda çok ilginç görüşlere sahip olan Bediüzzaman Said Nursî gibi bir değer, eğer Avrupa’da çıkmış olsaydı, bütün dünyaya ilân ederlerdi. Bizimkiler tanımamakta direnedursunlar, Allah’a şükür eserleri kırkı aşkın dünya diline çevrildi, hakkında doktora tezleri yapılmakta, ilmî platformlarda beş yüzden fazla tebliğ sunulmakta, yüzlerce ulusal ve uluslarası sempozyumlarla dünya kamuoyunda yankı bulmakta, ülkemizde ve dünyada milyonlarca kişi tarafından zevk ve iştiyakla okunmaktadır.

Hakikat kadar kuvveti, etkili hiçbir güç yoktur.

Dipnotlar: 1- Divân-ı Harb-i Örfî, s. 21. 2- Tarihçe-i Hayat, s. 408. 3- Muhakemat, s. 47. 4- Fethu’l-Kebir, 2:195. 5- Divan-ı Harb-i Örfî, s. 22. 6- Münazarat, s. 38. 7- Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî, s. 254-255.

27.03.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Hürriyetin kaynağı: İmân esasları



AB’den demokrasi/hürriyet, adalet, insan hakları isterken, aşağılık kompleksine kapılmayız. Zira, İnsan Hakları Cihanşumül Beyannâmesi, 1948’de değil, 610 yılında ilân edilmeye başlanmış, 632’ye kadar pratiğe geçirilerek kemâle erdirilmiş.

Bediüzzaman, “Hürriyet, imânın bir özelliğidir”1 derken, dünyaya gönderilişimizin asıl gayesinin iman ve imtihan olmasını da kast eder. Çünkü, imtihanın da gerçekleşebilmesi için “hür irâde” şarttır.

* Allah’a iman, hak ve hürriyetleri gerektirir. Cenâb-ı Hak’kın isim ve sıfatları insanda tecellî eder. Meselâ, Semî ve Basir olduğunu bilebilmemiz için görme, işitme gibi duyular vermiş.

Bu pencereden baktığımızda, kainatın Sahibi Fa’al’dir, Fa’alün limâ yürîddir.2 Âlemlerin Halıkı Mürid’dir. İrade eden, hükmeden, dilediği gibi yaratandır. “Allah dilediğini yaratır.”3

İşte insana da istediği gibi faaliyet, hareket, irade (dileme) ve takdir etme serbestisi verilmiş. Bu isimler, direkt hürriyete bakarken, diğer taraftan Âdil-i Mutlak, Kahhar, Cebbar, Muntakîm, Alim... gibi isimler de dolaylı olarak hürriyeti gerektirir.

* Meleklere imân eden, onların İlâhî kameramanlar gibi bizi takip ettiğini ve her hareketimizi yazdığını bilen biri, haksızlık yapamaz, kimseyi incitemez.

* Semavi kitaplar: Hak ve hürriyetlerin yazılı belgeleri, anayasaları. Tevrat’ın on emri! Kur’ân, baştan sona hak ve hürriyetler manzûmesi.

Kur’ân, düşünme ve ilim hürriyetini, 780’i aşkın âyetle teşvik etmiştir.

Din, inanç, vicdan ve hatta inançsızlık hürriyeti verilmiştir: “Sizin dininiz size, benim dinim bana.”4 “Dinde/inançta zorlama yoktur.”5 “Sizi yaratan O’dur. Böyle iken, kiminiz kâfir olur, kiminiz mü’min.”6, “De ki: Bu Kur’ân, Rabbinden gelen bir haktır. Dileyen imân etsin, dileyen inkâr etsin.”7

* Peygamberler, hak ve hürriyetleri ihya için gönderilmiş, mücadelesini vermiş. Binlerce hadîs-i şerîf, hak ve hürriyetleri, en ince detayına kadar nakış nakış işler. Vedâ Hutbesi, temel hak ve hürriyetleri sıralar. Kâinatın yaratılmasının müsebbibi olduğu halde, hidayete erdirme, bekçilik, gözetleyicilik yapma ve zorla kabul ettirme imtiyazı yoktur! Ona, “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?”8 denildi.

Diğer taraftan Asr-ı Saadet, muhteşem bir hak ve hürriyetler laboratuarıdır: Çapulcu, kan dökmekten zevk alan, diktatör, kızlarını diri diri gömecek kadar vahşî, tüm kötü alışkanlıkları bağımlılık haline gelen insanları, karıncayı ezemeyecek bir nezaket ve nezahete kavuşturdu.

Âhirete/dirilişe imân, yani, hesap, adâlet, mîzan, sırat, cezâ, Cennet, Cehennem vs. gibi mefhum ve hakikatler, direkt hak ve hürriyetlerle ilgilidir.

Dipnotlar: 1- Hutbe-i Şâmiye, s. 67. 2- Hud, 106-107., Buruc, 14-16.; 3- Bakara, 17. 4- Kâfirun Sûresi: 6. 5- Bakara Sûresi: 256. 6- Tağabun Sûresi: 2.; 7- Kehf Sûresi: 29. 8- Yûnus Sûresi: 99.

27.03.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Benzemek yetiyor mu?



Meclis'in genel huzuru, bu kez çok erken kaçtı. Cumhuriyet tarihinde bir ilktir bu.

Genel seçimlerin üzerinden daha altı ay bile geçmeden başlayan ve zincirleme devam eden gerginlikler, şu günlerde had safhaya varmış durumda.

Geçmişte, aradan 2–3 sene kadar bir süre geçtikten sonra başlardı, bu tür sıkıntılar. Hatta, darbe ve muhtıraların tamamı 2–3 yıllık bir zamanaşımından sonra olmuştur. Fakat, ne hikmetse, yıldırıcı sıkıntılar, usandırıcı gerginlikler bu defa çok, ama çok erken başladı.

Yaşanan huzursuzluk dalgası Meclis'i çoktan aştı, aksine ülkenin her tarafında müessir rol oynamaya başladı. Öyle ki, bazı sivil inisiyatifin yatıştırma manevraları da istenen ve beklenen neticeyi hasıl etmeye kâfi gelmiyor. Aksine, dip dalgası daha da şiddetleniyor ve insanlarımızı her gün yeni bir dehşet senaryosuyla sarsmaya devam ediyor.

Hayırdır inşaallah... Neler oluyor?

Acaba, bir "umumî hata" mı söz konusudur ki, millet olarak bu umumî sıkıntıya, musibete, belâya mâruz kaldık?

Anlaşılıyor ki, olup bitenleri derinlemesine düşünmek ve bir muhasebe, bir murakabe yapmak durumundayız...

* * *

Genel manzaraya bakarak düşünmeye, tefekkür etmeye çalışırken, yaşanan kıssalardan da bazı hisseler çıkarma arzusu uyandı. Galip kanaate bürünen birkaç noktayı, burada sizlerin nazar–ı dikkatine sunmak istiyorum.

1) Risâle–i Nur'un ders verdiği ve ön gördüğü içtimâî düstûrlar, siyaset âleminde perdelenmiş, hatta tevakkuf eylemiş görünüyor. Bir mânevî sadaka hükmünde olan Risâle–i Nur, Meclis'te ve siyaset cânibinde âdeta tatile uğramış, yahut uğratılmıştır.

Bu ise, umumî sıkıntıların, belâların celbine mühim bir sebeptir.

2) Meclis'teki partiler/partililer olsun, müstakil mebuslar olsun, bunların hiçbiri seçim sonrasında çıkıp da Üstad Bediüzaman'a dostluğunu veya Risâle–i Nur'a yakınlığını açıkça "deklare" etmiş değildir. Korkudan mı, meslek–meşrep farklığından mı, yahut bir nasip/kısmet meselesinden midir nedir, defalarca münasebet geldiği halde (komisyon çalışmaları ve tezkere görüşmeleri gibi), hiçbir siyasînin ağzından Said Nursî hakkında müsbet bir ifade çıkmadı. Yanlış hatırlıyorsak, lütfen ikaz edin.

İşte, bu derece bir ilgisizlik, bir lâkaytlık ve âdeta ademe mahkûm edercesine takınılan tavırlar sebebiyle, mânen Meclis'teki huzurun kaçtığı, mebusların çok erken gelen bir sıkıntılı halete düçâr olduğunu düşünüyoruz. Zirâ, inanıyoruz ki, Risâle–Nur ve Bediüzzaman, çağımızın vazgeçilmez bir realitesi olduğu gibi, bu ülkenin de gözardı edilemez bir gerçeği, adeta bir mânevî paratoneridir.

3) Siyaset âlemine Risâle–i Nur penceresinden bakanlar, Demokrat misyona bağlı ve Ahrar–Demokrat çizgisine sâdık kalırlar. Ne var ki, bu noktada özellikle 5–6 senedir ciddî, hem de son derece ciddî bir tereddüt hali var.

Düşünce melekesini âdeta felce uğratan tereddüdün göstergesi şudur: Demokrat misyon nerede? Ahrar–Demokrat çizgiyi hangi siyasî parti temsil ediyor?

İşte, şu "nerede ve hangisi?" şeklindeki tereddüt ifadeleri, başkasına yardım etmesi, başkasının yarasına merhem sürmesi gereken Nur Şakirtlerine hiç mi, hiç yakışmıyor, yaramıyor, yaraşmıyor...

4) Evet, mühim olan Ahrar–Demokrat çizginin benzerini değil, aslını bilmek, bulmak ve o çizgide berdevam olmaktır. Yani, hariçteki cereyanların tesirine kapılmadan, her hal ve şart altında o çizgiye ve misyona sadakatle bağlı kalmaktır.

"Ama benziyor canım; sanki tâ kendisi gibi..." tereddüdüne gelince...

Unutmayın, asıl olana, gerçek (orijinal) olana en büyük zarar onun "zıd"dından değil, "benzer"inden gelir. Tıpkı, pirincin içindeki beyaz taşlar gibi... Şayet "tâ kendisi" ise, zaten problem yok, zarar yok; zaman bunu tefsir edecek. Ama ya değilse? İşte o zaman "yandı gülüm keten helvâ." Zira, asıl ile doğrudan alâkası bulunmayan bir benzerin tarifi ve tasnifi için çok dil dökmeniz, çok da ömür tüketmeniz gerekecek.

* * *

Şimdiye kadar şahit olduğumuz hâl–i âlem, bize Demokrat misyonun siyaset cânibinde tevakkuf ettiğini ve Meclis dışı kaldığını gösteriyor. Bu ise, bir umumî hataya terettüp ediyor, dolayısıyla bizleri bir umumî sıkıntıya düçâr ediyor.

Duâ ve niyaz ediyoruz ki, Cenâb–ı Hak, bu hatamızı ülke ve millet olarak bize pahalıya mal etmesin.

27.03.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Benzemek yetiyor mu?



Meclis'in genel huzuru, bu kez çok erken kaçtı. Cumhuriyet tarihinde bir ilktir bu.

Genel seçimlerin üzerinden daha altı ay bile geçmeden başlayan ve zincirleme devam eden gerginlikler, şu günlerde had safhaya varmış durumda.

Geçmişte, aradan 2–3 sene kadar bir süre geçtikten sonra başlardı, bu tür sıkıntılar. Hatta, darbe ve muhtıraların tamamı 2–3 yıllık bir zamanaşımından sonra olmuştur. Fakat, ne hikmetse, yıldırıcı sıkıntılar, usandırıcı gerginlikler bu defa çok, ama çok erken başladı.

Yaşanan huzursuzluk dalgası Meclis'i çoktan aştı, aksine ülkenin her tarafında müessir rol oynamaya başladı. Öyle ki, bazı sivil inisiyatifin yatıştırma manevraları da istenen ve beklenen neticeyi hasıl etmeye kâfi gelmiyor. Aksine, dip dalgası daha da şiddetleniyor ve insanlarımızı her gün yeni bir dehşet senaryosuyla sarsmaya devam ediyor.

Hayırdır inşaallah... Neler oluyor?

Acaba, bir "umumî hata" mı söz konusudur ki, millet olarak bu umumî sıkıntıya, musibete, belâya mâruz kaldık?

Anlaşılıyor ki, olup bitenleri derinlemesine düşünmek ve bir muhasebe, bir murakabe yapmak durumundayız...

* * *

Genel manzaraya bakarak düşünmeye, tefekkür etmeye çalışırken, yaşanan kıssalardan da bazı hisseler çıkarma arzusu uyandı. Galip kanaate bürünen birkaç noktayı, burada sizlerin nazar–ı dikkatine sunmak istiyorum.

1) Risâle–i Nur'un ders verdiği ve ön gördüğü içtimâî düstûrlar, siyaset âleminde perdelenmiş, hatta tevakkuf eylemiş görünüyor. Bir mânevî sadaka hükmünde olan Risâle–i Nur, Meclis'te ve siyaset cânibinde âdeta tatile uğramış, yahut uğratılmıştır.

Bu ise, umumî sıkıntıların, belâların celbine mühim bir sebeptir.

2) Meclis'teki partiler/partililer olsun, müstakil mebuslar olsun, bunların hiçbiri seçim sonrasında çıkıp da Üstad Bediüzaman'a dostluğunu veya Risâle–i Nur'a yakınlığını açıkça "deklare" etmiş değildir. Korkudan mı, meslek–meşrep farklığından mı, yahut bir nasip/kısmet meselesinden midir nedir, defalarca münasebet geldiği halde (komisyon çalışmaları ve tezkere görüşmeleri gibi), hiçbir siyasînin ağzından Said Nursî hakkında müsbet bir ifade çıkmadı. Yanlış hatırlıyorsak, lütfen ikaz edin.

İşte, bu derece bir ilgisizlik, bir lâkaytlık ve âdeta ademe mahkûm edercesine takınılan tavırlar sebebiyle, mânen Meclis'teki huzurun kaçtığı, mebusların çok erken gelen bir sıkıntılı halete düçâr olduğunu düşünüyoruz. Zirâ, inanıyoruz ki, Risâle–Nur ve Bediüzzaman, çağımızın vazgeçilmez bir realitesi olduğu gibi, bu ülkenin de gözardı edilemez bir gerçeği, adeta bir mânevî paratoneridir.

3) Siyaset âlemine Risâle–i Nur penceresinden bakanlar, Demokrat misyona bağlı ve Ahrar–Demokrat çizgisine sâdık kalırlar. Ne var ki, bu noktada özellikle 5–6 senedir ciddî, hem de son derece ciddî bir tereddüt hali var.

Düşünce melekesini âdeta felce uğratan tereddüdün göstergesi şudur: Demokrat misyon nerede? Ahrar–Demokrat çizgiyi hangi siyasî parti temsil ediyor?

İşte, şu "nerede ve hangisi?" şeklindeki tereddüt ifadeleri, başkasına yardım etmesi, başkasının yarasına merhem sürmesi gereken Nur Şakirtlerine hiç mi, hiç yakışmıyor, yaramıyor, yaraşmıyor...

4) Evet, mühim olan Ahrar–Demokrat çizginin benzerini değil, aslını bilmek, bulmak ve o çizgide berdevam olmaktır. Yani, hariçteki cereyanların tesirine kapılmadan, her hal ve şart altında o çizgiye ve misyona sadakatle bağlı kalmaktır.

"Ama benziyor canım; sanki tâ kendisi gibi..." tereddüdüne gelince...

Unutmayın, asıl olana, gerçek (orijinal) olana en büyük zarar onun "zıd"dından değil, "benzer"inden gelir. Tıpkı, pirincin içindeki beyaz taşlar gibi... Şayet "tâ kendisi" ise, zaten problem yok, zarar yok; zaman bunu tefsir edecek. Ama ya değilse? İşte o zaman "yandı gülüm keten helvâ." Zira, asıl ile doğrudan alâkası bulunmayan bir benzerin tarifi ve tasnifi için çok dil dökmeniz, çok da ömür tüketmeniz gerekecek.

* * *

Şimdiye kadar şahit olduğumuz hâl–i âlem, bize Demokrat misyonun siyaset cânibinde tevakkuf ettiğini ve Meclis dışı kaldığını gösteriyor. Bu ise, bir umumî hataya terettüp ediyor, dolayısıyla bizleri bir umumî sıkıntıya düçâr ediyor.

Duâ ve niyaz ediyoruz ki, Cenâb–ı Hak, bu hatamızı ülke ve millet olarak bize pahalıya mal etmesin.

Tarihin yorumu

Lozan, kurban istedi

Tan gazetesinin sahibi Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey, Ankara'da gayet vahşiyane bir yöntemle katledildi.

Katilin ise, Çankaya Muhafız Komutanı Topal Osman olduğu kesinlik kazandı.

Ancak, onun Ali Şükrü Beyi hangi maksatla ve kimin direktifiyle öldürdüğü tam olarak anlaşılamadı.

Çünkü, Topal Osman bir baskınla etkisiz hale getirildi ve yaralı olsa bile mahkemeye çıkarılamaması için, her ihtimale karşı kafası gövdesinden koparılarak öldürüldü. Tâ ki, asıl cinayet üzerindeki deliller büsbütün karanlıkta kalsın.

Yine de, Ali Şükrü Beyin, Lozan görüşmeleri esnasında öldürülmüş olması gösteriyor ki, bu cinayetin arka plânında yatan en önemli sebeplerden biri, onun bu mesele hakkında Meclis'te takınmış olduğu muhalif tavrıdır.

Ali Şükrü Beyin, Meclis'teki gizli görüşmeler esnasında sarf etmiş olduğu "Kahraman askerimizin harp meydanında kazanmış olduğu zaferi, Lozan'a gidip masa başında kaybediyorsunuz, bunu fedâ ediyorsunuz" şeklindeki çıkışı meşhûrdur.

Bu cinayet, tam da birinci Lozan görüşmelerinin kesintiye uğrayıp (4 Şubat), ikinci Lozan görüşmelerine (23 Nisan) ise ciddî bir hazırlık yapıldığı günlerde (27 Mart) yaşandı.

27.03.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Dünya-kabir yakınlığı



Recai Keskin:

*1-Dünyadayken birbiriyle tanışan (dost veya akraba) kişilerin, öldükten sonra ruhlarının birbirleriyle konuşup görüştükleri olabilir mi? Bu mümkün mü? 2-Ölen kişilerin ruhları, dünyada bıraktıkları eş veya dostlarını, akrabalarını yer yer mezar başına geldiklerinde, yer yer ise bu kişileri kendi evlerinde veya memleketlerinde ziyaret edercesine görebilirler mi?”

Hakan Güntap:

*“Kabir’deki insan, cenneti ve cehennemi görecek mi? Ölü öldüğünü başını mezara konulan tahtalara vurarak mı anlar?”

1- “KİŞİ sevdiğiyle beraberdir”1 buyuran Peygamber Efendimiz (asm) bu hadisini açıklar mahiyette de şöyle buyuruyor: “Ruhlar, sınıf sınıf toplanmış cemaatlerdir. Birbiri ile dünyada tanışmış ve birbirlerini sevmiş olan salih ruhlar, orada bir araya gelirler ve birbirlerini yine severler. Dünyada birbiri ile zıtlaşan, birbirini inkâr eden, birbirine muhalif giden ve birbirini sevmeyenler ise, orada yine birbirlerine muhalif giderler, birbirlerini sevmezler ve birbirinin sınıfında da olmazlar.”2

Bu müjdeler ashab-ı kirâmı da fevkalade mutlu ve umutlu kılmaya yetmişti. Hazret-i Enes (ra) der ki: “Biz İslâm’a girdikten sonra Hazret-i Peygamber’in (asm), ‘Sen sevdiğinle berabersin!’ sözünden dolayı duyduğumuz sevincin üstünde daha şiddetli bir sevinç duymadık. Ben, Allah’ı, Resûlünü, Ebû Bekir’i ve Ömer’i severim. Ben onların hayır işlerine benzer hayır ve ibadet işlememiş olsam bile, onlara olan bu sevgim sebebiyle âhirette onlarla beraber olacağımı Allah’ın kerem ve inayetinden umarım.”3

Kişilerin kabirde ve ahirette sevdikleriyle mutlu bir biçimde beraber olmaları, dünyadayken onları sırf Allah için sevmeleriyle elde edilen bir sonuçtur. Yani kişinin sevdiğini sırf Allah için sevmesi ve onu hayra ve helâl olana sevk etmesi, sevdiği ile kabirde, ahirette ve Cennette de beraber olmayı hak kazanmasına sebeptir. Nitekim Üstad Bediüzzaman Hazretleri birbirini Allah için sevenlerle ilgili olarak bildirmektedir ki: “İleride hem berzahta, hem Cennette görüşülecektir.”4

2-Ölen kişiler beden itibariyle ölmüş; fakat ruhen canlı kişilerdir. Akıl ve bilinçleri vardır. Çünkü onlara Münker ve Nekir gelmekte ve sorgu suâl sorulmaktadır. Suâllere olumlu cevap verip kabirleri genişleyince ve Cenneti kazandıklarını işitince sevinmektedirler ve bu sevinci geride kalanlarla paylaşmak istemektedirler. Peygamber Efendimiz (asm) bu hâli şöyle anlatıyor: “Sizden biriniz vefat ettiğinde sabah ve akşam ona kendi makamı gösterilir: O kimse ehl-i Cennet’ten ise, ehl-i Cennet makâmâtından bir makâm; ehl-i nârdan ise, Cehennem’in hücrelerinden bir karargâh gösterilir. Ve ona: ‘Burası senin (müstakbel ve ebedî) durağındır. Kıyamet günü Allah seni buraya gönderecektir’ denilir.”5

Ölenler, ruhen yaşayan kimselerdir. Fakat bizimle âlemleri farklıdır. Bu farklılığa rağmen, yer yer dünyada bıraktıkları sevdikleriyle temasları, onları görmeleri, seslerini işitmeleri, onların mânevî hediyelerini almaları ve onlara feyiz vermeleri mümkün olmaktadır.

Abdullah İbn-i Ömer (ra) bildirmiştir: Peygamber Efendimiz (asm) Bedir savaşından sonra orada öldürülen müşriklerin ölüleri ile konuşmuş ve onlara şöyle buyurmuştur:

“Nasılsınız? Rabbinizin size bildirdiği azabı şimdi gördünüz mü?” Hazret-i Ömer (ra):

“Ya Resûlallah! Bu duygusuz lâşelerle mi konuşuyorsunuz?” dediği zaman Sevgili Peygamberimiz (asm):

“Siz bunlardan daha fazla işitiyor değilsiniz. Fakat bunlar cevap veremezler!” buyurmuştur.6

Bir diğer hadiste Peygamber Efendimiz (asm) haber vermiştir ki: “Ölen kişi kabre konulup arkadaşları ve dostları geri dönüp gittiklerinde ölü bunların ayak seslerini işitir.”7

Ölülerin seslerini, yaşayanların işitmesi ile ilgili olarak da Sevgili Peygamberimiz (asm) şöyle buyuruyor: “Kâfir, kabre konulup sorulara makbul cevap veremediği zaman iki kulağı arasına demirden bir topuzla vurulur. Topuzu yiyince kâfir öyle şiddetli bağırır ve feryat eder ki, bu feryadı insandan ve cinden başka ölüye yakın olan her şey işitir.”8

3-Ölen kişi kabre konulduğunda sadece başını tahtaya vurmakla öldüğünü anlamıyor. Kişi öldüğünü öldüğü andan itibaren her biçimde anlıyor. Ölü kabre konulduğunu, Münker ve Nekir’in geldiğini görür ve bilir, Münker ve Nekir’in sorularını işitir ve cevap vermeye çalışır. Kendisine makâmının gösterilmesi, kendisini toprağın sıkması ya da toprağın kendisine genişlemesi ölüye öldüğünü bildiren tecellilerden sadece bir kaçıdır.

Allah ölülerimize merhametle muâmele buyursun! Âmin.

Dipnotlar: 1- Müslim, Birr, 50, 2- Müslim, Birr, 49, 3- Müslim, Birr, 50, 4- Mektubat, s. 132, 5- Buhârî/Hadis-678, 6- Buhârî; Hadis–673, 7- Buhârî/Hadis-658, 8- Buhârî/Hadis-658

27.03.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri