Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 23 Mayıs 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Rifat OKYAY

‘Olmaklardan’ biri olmak…



Allah’ın huzurunda… Celâl, izzet, ikram, azamet ve kibriya sahibi olan Allah’ın huzurunda olmak, anlayarak veya hissederek veya bilerek olmak…

Madde elbisesinden sıyrılmış, yalancı süslerden arınmış olarak pür neşe, sevinç ve hasretle Allah’ın huzurunda, huzuru İlâhîde olmak…

Korkunun, gamın, kederin, üzüntü ve acının olmadığı bir zaman ve zemin içinde Rabb- ü Rahim’imiz, Kerim-i Mutlak’ımızın huzurunda; rükû ve secde ile bel büküp baş koyarak olmak…

Etkinin, tepkinin, arz ve ricanın takdim ve izahının yapıldığı bir ortamda, yücelerin yücesi en yüce Sultan-ı Kâinatın, Hâlık’ın kapısında olmak…

Duyulan bütün sesler, görülen bütün karartılar, canlı her hareketle haberdar edilen her olayın önünde ve arkasında hissedilen, en yüce bir Cebbar-ı Hâkimin ilâhlığı noktasında yalnız başımıza yine O’na muhtaç olmak…

İrkilecek bir sesi duymadan, ölümü ölmeden önce anlatan, huzur ve huşu arkasındaki tatlı ve güzel kabri görür gibi olmak…

Yalınlığın, çıplaklığın ve kimsesizliğin zillete dönüşmesini engelleyen, ebed ve ebedî düşünceler arasında kayıp olmak…

Çığlık çığlık, feryad feryad, figan figan, ateşinin yakmasından evvel Cehennem karşısındaki Cennet’te olmak…

Celâl ve kibriyasıyla, ikram ve ihsanıyla bütün insanlığa rahmet olarak bahşedilen eminü’l emin Resul-ü Ekrem Aleyhisselâmın yanında ve ona komşu olmak…

Neyin nağmelerinden, rebabın inlemelerine bir kalbi hüşyar ile def vurdurarak derin, dep derin mânâların içinde evci âlâya uçar kaçar olmak…

Meskenetin, sükûnetle sukutun mânâlı açılımlarında, nefis ve şeytanımızı susturmuş olarak bulunabilmek veya olmak…

Her yiğidin bir yiyişi var deyip bize ikram edilenleri en yiğitçe ikrar ve itiraf ederek sonsuz bir şükür ve hamd içinde olmak…

Ayrılık, firak ve iftiraktan vuslatta; gazap ve azapta rıza ve mükâfat çizgisinde, düğümünde olmak…

Kâinatın hâlıkı, sahibi ve kerimi Zat-ı Zülcelâl-i Vel’ikramın rububiyeti mutlakası karşısında küllî bir ubudiyet ve mahviyet içinde olmak…

Terbiye eden Rabbimizin huzurunda, çok kıymetli ve terbiyeli bir kulluk içinde olmak…

Günahkâr, kötü ve zavallı değil, salih ve saadetli bir kul olmak…

Her işi ve her fikri bir yana bırakıp ‘olmaklardan’ biri olmak…

23.05.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Kâinat kitabını okurken



Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı okumanın her harfine en az on sevap kazandırdığını biliyoruz. Kur’ân’ın yazılı bir şekli olan kâinat kitabını da kelime kelime, cümle cümle, satır satır ibret ve tefekkürle okumak da insana az sevap kazandırmaz. Kur’ân, “Hiç düşünmezler mi?”, “Hiç akıl etmezler mi”, “Bunu ancak akıl sahipleri anlar” buyururken onu tefekkür etmenin önemine dikkat çeker.

Bu düşünceler bizi canlı ve cansız herbir yaratığın harika, mucizevî ve üstün özellikleriyle Yaratıcısının büyüklüğünü, eşsizliğini, hiçbir benzeri, dengi ve ortağı olmadığını, tek ve bir olduğunu anlamaya götürür. Kâinatın yaratılışında öyle bir denge, düzen ve bütünlük vardır ki neye bakarsak bakalım âdetâ bir fabrikanın çarkları gibi bir uyum içerisinde çalıştıklarını görürüz. Biri diğerisiz olmaz, her şey bir zincirin halkaları gibi birbirlerini tamamlar, birbirlerine yardım ederler. Bu açıkça tek elden idare edildiğini gösterir.

Bir elmayı ele alalım. O elma yetiştiği ağaç, toprak, su ve aldığı güneşle birlikte bir bütünün parçası ve birbirlerine bağlıdırlar. Hepsi de aynı elden çıkarlar. Öyleyse bir elmayı yaratamayan baharı yaratamaz. Bahar tezgâhını kim kurmuşsa elmayı îmal eden de odur. Bir ağaç gibi hareket etmekte olan kâinatı da Allah’tan başka kimse yaratamaz ve idare edemez. Bir meyve nasıl ağacın aylar süren faaliyetlerinin ürünü ise, ağacı yaratamayan meyveyi yaratamazsa, meyveyi yaratan ağacı yaratandan başkası değilse, kâinat ağacının meyvesi olan insanı yaratan da ancak Allah’tır. İnsanı yarattığı kolaylıkta kâinatı da yaratır. İkinci bir el karışamaz.

Aslında Allah’ın varlık ve birliğinin sayısız delilleri, atomlar sayısınca işaretleri vardır. Nasıl su yüzünde parlayan damlacıklar gökte sürekli parıldayan bir güneşin varlığını gösteriyorsa, kâinatta su kabarcıkları gibi gözüküp kaybolan bütün yaratıklar da ezelî ve ebedî bir Zâtın, yani Allah’ın varlık ve birliğini îlân ederler. Kâinat kitabının en büyük âyeti, o ağacın hem çekirdeği, hem en nurlu meyvesi, âlem sarayının hem ayı, hem güneşi, İlâhî saltanatın dellâlı, kâinatın sırlarını açan Efendimiz Hz. Muhammed (asm) Allah’ın varlık ve birliğinin en güçlü delillerinden biridir.

Yeri göğe bağlayan İsm-i Âzam ve Arş-ı Âzam’dan gelen, kırk yönlü mu’cize Kur’ân-ı Kerim de bütün âyetleriyle Allah’ın varlık ve birliğini ilân eder.

Risâle-i Nurların değişik yerlerine serpiştirilen bu konularla haşir neşir olan kimse artık inandıklarını görür gibi bir yakîne ulaşır. İşte bu tahkikî îmandır.

23.05.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Allah'ın yardım ve inayeti



Konya’dan Recep Albayrak: “‘Bismillah Kudret-i Ezeliyenin taalluk ve tesirini celb eder. Ve o taalluk, abdin kesbine ve işine yardım edici bir ruh gibi olur. Öyleyse, hiç kimse, hiçbir işini besmelesiz bırakmasın!’ (İşârâtü’l-İ’câz) Bu hüküm, söylenişi ülfet peyda ettiği durumda da celp eder mi? Yoksa kastî niyet gerekli mi?”

Cenâb-ı Allah her hâl ve şartta kullarının yardımcısıdır. Her türlü musibet ve sıkıntılarda, her türlü ihtiyaç anında Allah’ın inayeti, yardımı, rahmeti ve şefkati hep ön plândadır. Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti gazabını geçmiştir. Gazabında da sayısız rahmet bulmak mümkündür. O, Kendisine sığınan mahlûkatını ve kendi adını anan kullarını asla eli boş çevirmez. Duâlarına cevap verir ve hikmetine göre duâlarını kabul eder. Sığınışlarını makbul sayar. Kul, Allah’a yönelişini, işine başlarken “Bismillahirrahmanirrahim” demekle gösterir. Hayırlı bir işe başlarken Bismillah diyerek Kendi adını anan kulunun elinden Allah tutar. Yani, kul Bismillah dediği zaman Allah’ın ezelî kudretini üzerinde ve işinde hisseder. Ummadığı, bilmediği ve görmediği bir el kendisine hep yardımcı olur. İşi rast gider. İşi önünden gelir. Allah “yürü ya kulum!” der.

Allah’ın insan ve canlılar üzerindeki açık yardımının görmezden gelinemeyeceğini vurgulayan1 Bedîüzzaman Hazretleri, kâinat sayfasında da tam bir İlâhî yardım seferberliğinin hüküm sürdüğünün gözlerden kaçmadığını bildiriyor.2 Saîd Nursî’ye göre, dikkat ile bakarsak, varlıklar içinde cansız, şuursuz ve şefkatsiz olarak gördüğümüz hemen her şeyin bile, sanki birbirlerine bilerek şefkat gösteriyormuşçasına birer muâvenetçi ve yardımcı olduklarını görmekten kendimizi alamayız. Demek her şey birbirlerinin yardımına ve inayetine, Rahîm ve Hakîm bir Rabb-i Zülcelâl’ın rahmetiyle ve emriyle koşmaktadırlar, koşturulmaktadırlar.3

Bediüzzaman’a göre, eserleri görünen bu geniş inayetten daha güzel, daha geniş ve daha kapsamlı bir inayet kabil değildir.4 Çünkü bu Allah’ın inayetidir ve bu inayet her şeyi kuşatmıştır.5 Madem dünya var ve dünya içinde bütün eserlerde hikmet, inayet, rahmet ve adalet hakikatlerinin gerçekliğinden hiç kimsenin şüphesi yoktur. Öyleyse elbette dünyanın vücudu kadar kat’î bir şekilde âhiret de vardır.6 Çünkü hikmet, inayet, rahmet ve adalet daimîdirler, bakidirler, ezelîdirler ve ebedîdirler.7 Esasen, bâkî bir âlem ve bâkî bir hayat Allah’ın biz aciz, çaresiz ve nâçâr kullarına inayetten başka bir şey değildir.8

Göz ile görünen bu hadsiz nimetlendirmelerin, ihsanların, lütufların, keremlerin, inayetlerin ve rahmetlerin, gayb perdesi arkasında bir Zat-ı Rahman-ı Rahîm bulunduğunu sönmemiş akıllara ve ölmemiş kalplere gösterdiğini belirten9 Saîd Nursî Hazretleri, canlılarda güzel yapma “fiilini ve inayetini” çalıştıran hakikatin, güzel yapma “iradesi” ile süsleme “kastı” olduğunu beyan eder. Bediüzzaman’a göre, bu sıfatlar da hayat mânâsında hükmediyorlar. San'at eliyle ve inayet fırçasıyla hayat mânâsı zîhayatın püskül, yaprak, göz, kulak gibi azalarına birer hüsün ve birer ziynet renkleri veriyor; yeryüzüne, mâdenlere, bitkilerin ve hayvanların her birisine farklı birer güzellik ve ayrı birer görkem veriyor. Keza yine aynı hayat mânâsı, Cennetin bağlarına, kasırlarına ve hurilerine de sonsuz birer güzellik ve ziynet vermiştir.10

Rızık da, kudret nazarında hayat kadar ehemmiyetlidir. Öyleyse Bediüzzaman’a göre şu gerçek teslim edilmelidir: Mevcudâtı kudret çıkarıyor, kader giydiriyor, inayet besliyor.11 Allah’ın inayeti ve yardımı böylesine kayıtsız şartsız üzerimizdeyken, bizim “Bismillah” diyerek O’nun adını anışımız, bizim için bir takdir, bir teşekkür, bir kadirbilirlik, bir kulluk ifadesi olur. Bismillah ülfetle söylense bile, tesirsiz kalmaz. En kör noktalarımızda bile “Bismillah” dediğimiz anda işimizde ve içimizde bir kudret ışığı, bir inayet pırıltısı, bir yardım eli belirir. Bediüzzaman “Gafletle yapılan zikirler dahi feyizden hâli değildir”12 demiştir.

DUÂ

Ey Muin-i Rahim! Ey kullarının yardımcısı! Ey en dar anında kulunun yanında olan! Ey en zor gününde kulunun elinden tutan! Ey en umutsuz zamanında kuluna umut olan! Ey en güçsüz anında kuluna kudret olan, güç olan, inayet eli olan! Ey bütün kapılar kapansa da, kapısı hiç kapanmayan, yardımı hiç durmayan, umudu hiç sönmeyen Allah’ım! Umudum tükendi, kapılarım kapandı! Yardım et Allah’ım! Elimden tut! Çaresizlerin, dertlilerin, naçarların, yürekleriyle acıyı içenlerin ellerinden tut! Onlara gördükleri acıyı merhamete çevir, rahmete çevir! İnayetini esirgeme! Âmin.

Dipnotlar:

1- Mesnevî-i Nûriye, s. 43; 2- Mesnevî-i Nûriye, s. 53; 3- Mesnevî-i Nûriye, s.131; 4- Sözler, s. 82; 5- Lem’alar, s. 300; 6- Sözler, s. 83; 7- Sözler, s. 110; 8- Sözler, s. 97; 9- Sözler, s. 96; 10- Sözler, s. 574; 11- Mektûbât, s. 460; 12- Mesnevî-i Nuriye, s. 75

23.05.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Meşveretin geçerli olması için…



Bediüzzaman’a göre, istişârenin sahih ve sağlıklı olmasının şartları şunlardır:

1- Cemaat meşveret, danışma, seçimle oluşmalı.1

2- İstişâre, ehli ile, yani sahanın uzmanı ile yapılır. Müsteşar/danışman, danışılan; istişâre edilen mevzuda bilgisi, uzmanlığı veya tecrübesi olmalıdır.

3- İstişâre edilen, güvenilir kişi olmalı. İstişâre etmekle emredilen Resûlullah (asm) şöyle buyurmaktadır: “İstişâre edilen itimat edilendir.”2

4- Şartlarına uygun olarak yapılan istişâreden sonra, karar ve netice ne olursa olsun, pişmanlık duymamalı.

5- İstişârenin gayesi Allah’ın rızasını kazanmaktır. Bu da, çeşitli fikir ve gönlün bir araya gelmesi ile mümkün. Madem sonuç Allah rızasını kazanmaktır; öyle ise, meşverette kendi görüşlerinin aksine karar alınan asla ısrarcı olmamalı, üzülmemeli.

6- Çoğunluğun ittifak ettiği noktada, kişiler ve azınlık hangi yönde fikir beyan etmiş olursa olsun, herkese düşen görev, istişâre kararlarının gerçekleşmesi için azamî derecede gayret sarf etmektir. Bu prensip, kültürümüze, “Aza demişler ‘Nereye?’, ‘Çoğunluğun yanına’ diye cevap vermiş” şeklindeki atasözü olarak da yerleşmiştir. Şöyle de denmiştir:

“Azca nereye?”, “Çokçanın yanına!”

Zaten azınlık da, çoğunluk da, “maksatları ve meslekleri kesin deliller üzerine” götürmek için çalışıyor. Şu halde azınlık çoğunluğa tabi olacaktır. Nitekim bunun uygulaması, Uhud Harbi’nden önce gerçekleşmişti. Resûlullah (asm), çoğunluğun fikrinin aleyhinde olmasına rağmen, kendi düşüncesini terk etmiş, çoğunluğa uymuştu. Harp, mağlûbiyetle neticelendiği halde Peygamberimizin (asm) istişâreye katılan sahabileri tesellî etmesi; terki değil, bilâkis devam etmeyi emretmesi, “istişâre”nin bağlayıcılığını gösterir.

7- Farklı düşünen fertler meşverete uymak zorunda. Çünkü, meşveretin ruhu bunu gerektirir. Eğer buna uymayacaklar idiyse, ne diye meşveret ediliyor ki!

İtiraz edenler, vicdânen emin ki, kendi görüşleri istikametinde karar alındığı takdirde; azınlığın onlara uymasını meşveretin esası olarak kabul eder ve ettirir...

8- Hem meşvereti kabul, hem meşveretin kararlarına itiraz etmek ve uymamak gibi bir inkılâb-ı hakâik olmaz! Meşveret, bir ibadettir ve Allah rızasını kazanmak için yapılır. Meşveretin kararlarına uymamak, kabul etmemek, onun feyzinden bereketinden, sevabından, hâsıl olan hizmetten hissesiz kalmaya sebeptir.

9- Ahkâm (temel hükümler, prensipler) ve hukuk ise, zaten değişmez, değiştirilemez. Meşverete ihtiyaç hissettiren, tatbikat ve tercihlerdir.3 Yani, haklar ve ana hükümler meşveret edilmez. Ancak, bu hükümlerin nasıl uygulanacağı ve hangisinin tercih edileceği hakkında fikir yürütülebilir, karar verilebilir.

Dipnotlar:

1- Münâzarât, s. 23.;

2- Tirmizî, Edeb 57; Ebû Dâvûd, Edeb 123; İbn-i Mâce, Edeb 37.

3- Beyanat ve Tenvirler, s. 84.

23.05.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Halil USLU

Fidan ve müjde



Ankara gittikçe ve her şekilde büyüyen ve büyümeye şâyeste bir başkentimiz. Bir günde bir çok yerlerinde ve bir çok ilçe merkezlerinde sosyal faaliyetler yapılmaktadır. Bir ilçe, Anadolu’nun birçok şehirlerinden büyük. Bir ayda dördüncü konferans ve eklerindeki seminer ve nişan konuşmalarımız oldu. Geçtiğimiz hafta, uzun yıllardan sonra ilk defa gördüğüm can dostlarımızdan Cengiz Güler kardeşimizin kızlarının nişan programlarına “Aile Hayatı ve Hz. Peygamber (asm)” başlıklı mini konferans için davetliydik. Çoğunluğunu hanımların oluşturduğu, Kur’ân-ı Kerim’le ve ilahilerle başlayan bu güzide törende Güler ve Altuntaş ailelerinin yakınlarına hitap ettik. Sevindiğim taraf, misafirlerin konuşmamızı düğün ortamında olmasına rağmen dikkatle takip etmeleri idi. Coşkuluydu, tebrike şayandı..

Akşamında Batıkent’teki vakıf binasında gönül sohbetimizden sonra, sabahında eğitimci Sefer beyin himmetiyle iki fakülte mezunu Müslüman Rus yazar Safiyye hanımla mülakattan ve suâl-cevaplardan sonra, Hacı Bayram-ı Veli hazretlerini ziyaret ve ardından Cebeci ilçemizdeki Konferans mahalline intikal ettik. Konferans mahallinde can kardeşlerimizin çalışmaları, ilahileri, çeşitli vecizeleri bizlere ayrı bir şevk unsuru oldu. Akşamında ise Fidan sağlık vakfının konferans salonunda “Müjde Peygamberi Hz. Muhammed (asm)” başlıklı konferansımızı verdik.

Konferansımıza başta Antakya DYP eski milletvekili Sn. Nureddin Tokdemir ve arkadaşları ve çeşitli bürokratlar, ilim adamları olmak üzere çok dikkat ve tahkik sahibi zevât katıldı. 1437 yıla sığmayan Efendimiz (asm) elbette bize verilen bir saate sığmayacaktı ve sığmadı da. 14 asra sığmayan zat-ı nurani (asm) dar vakitlere nasıl sığacak? Mümkün mü? Fakat müjde dalında ve babında Türkiye’den başlayarak dünyanın bir çok ülkesinde cereyan eden gelişmelerden gül-ü Muhammedî’den (asm) bir gül takdim ettik. Bu fikir ve müjde gülünün suyu, gözyaşları ve gönülden gelen ve hep ona giden alkışlardı.

Bir saate ne sığarsa, onu sığdırmaya çalıştık. Özetle:

Ebû Bekrete (ra) naklediyor: “Hz. Peygamber Efendimize sevindirici bir haber geldiğinde Allah’a şükür için secdeye kapanırdı.”1

Muaz ibn-i Cebel ve arkadaşını Yemen’e tayin ettiğinde yanına çağırır ve çağları sarsan sözlerini söyler ve emir verir: “Zorlaştırmayın kolaylaştırın, nefret ettirmeyin müjdeleyin.”2

Evet Efendimizin (asm) sünneti çok, “hal, etvar ve ahlâkının” tamamı sünnet. Fakat 2008 itibarıyla günde kaç kişiye bu müjde sünnetini tebliğ ediyoruz?

Salonda da dedim: Çağın Mevlanası Hz. Bediüzzaman’ın ciddi tembihatıyla, mezaristana, hapishanelere gittiğim gibi tımarhaneye de iki defa gittim. Bakırköy ve Elazığ tımarhanelerini gördükten sonra üçer gün yemek yiyemedim. Fakat orada dünyanın en güzel insanları vardı. Doktorların nezaretinde yaptığım tahkikata göre, müjde sünnetini tutmamışlar, müjdeye ulaşamamışlar, ayrıca “kara sevda”yı yanlış, süflî yollarda kullanmışlar.

7 milyarlık dünya ailesinin 2 milyarı okuyor, Türkiye’nin 1/3 okuyor. Yanlız lise ve dengi okullarda 15 milyon okuyor. Böyle bir Türkiye’de 524 cezaevi var, bu ceza ve tutuklu evlerinde mahkûmların yüzde 80’i genç ve orta nüfus. Araştırdığımızda yine müjdeden ve “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz”3 âyetinden çok uzaklarda kalmışlardı.

Hz. Allah hadis-i kudsîsinde “Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım”4 buyuruyor. Evet Kâinatın Serveri Efendimiz (asm) olmasaydı, ne olurdu? Ankara da, Fidan da, Sincan da, Türkiye de ve insanlık âlemi de karanlıkta kalırdı. Onun için bütün insanlık âlemi, yeni bir gün ve yeni bir huzur için, koşar adımlarla ona koşuyor ve onun şefaatine sığınıyor, onunla hayatına renk katıyor. Selâmlar ona, salâtlar ona… Emeği geçen can dostlarına binler teşekkürler ve tebrikler.

Dipnotlar:

1- Câmiü’s-Sağîr: 5: 118, Hadis no: 6634

2- Buhârî, 2811, 3998, 5659, 6637; Müslim, 3263; Ahmed b. Hanbel, 18908

3- Zümer, 53. âyet

4- Keşfü’l-Hafa, 2:164

23.05.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Devlet krizi



AKP hakkında açılan kapatma dâvâsı, içeride ve dışarıda “yargı darbesi” olarak yorumlandı. Aslında dâvâ, seçilmiş iktidara karşı yargı kurumunca başlatılan müdahale sürecinin ilk aşamasıydı. Sürecin ikinci adımı ise dâvânın Anayasa Mahkemesinde kabulüyle atıldı.

Yargıtay Başkanlar Kurulunun, anamuhalefet lideri ve bir kısım medya tarafından “muhtıra” olarak yorumlanan açıklaması, bir üçüncü aşama.

Bu süreçte geçilen her bir aşama, müdahale sürecinde yaşanan bunalımı daha da derinleştiriyor ve ağırlaştırıyor. Devlet krizi giderek tırmanıyor.

Devletin üç ayağından ikisi, yürütme ve yasama organları, üçüncü ayak olan yargı ile karşı karşıya.

Bundan önceki devlet krizlerinden üçünde sonucu tayin eden nihaî adım asker tarafından atılmış; 27 Mayıs ve 12 Eylül ihtilâlleri, seçilmiş hükümetlerle birlikte Meclisleri de feshederken, 12 Mart’ta dönemin hükümeti, maruz kaldığı müdahalenin Meclise de yönelmemesi için çekilmişti.

Sonuçta Meclis açık kalmış, ama üzerindeki asker gölgesi devam etmiş ve bu gölge, 1973’teki Köşk seçiminde Genelkurmay Başkanını cumhurbaşkanı seçtirmek için yapılan yoğun asker baskısının sivil inisiyatifle püskürtülmesi sonucu kısmen kalkmıştı. Ama 12 Mart’tan sonra hazırlanıp yürürlüğe konan “siyasî dizayn projeleri” etkili olmuş ve demokrat siyaseti zaafa uğratmıştı.

12 Eylül bu durumu daha da katmerlendirdi.

Dördüncü kriz olan 28 Şubat’ta ise askerin başlattığı ve ağırlıklı olarak yargının devam ettirdiği bir müdahale süreci yaşandı ve bu süreç halen de sürüyor. Son gelişmeler bunun çok açık ifadesi.

Ama bu gelişmelerde dikkat çeken farklılık, bu defa asker geride kalırken yargının ön plana çıkmış olması. Genelkurmay’ın geçen yılki 27 Nisan e-muhtırası, askerî cenahtaki son atraksiyondu. Ondan sonra Anayasa Mahkemesinin 367 kararıyla, yargının öne çıktığı yeni bir sürece girildi.

27 Nisan muhtırasıyla 367 kararına halkın ve siyasetin 22 Temmuz’da ve ardından cumhurbaşkanı seçimiyle verdiği cevabın misillemesi, iktidar partisi hakkındaki kapatma dâvâsıyla geldi.

Şimdi adım adım bu süreçte ilerliyoruz.

Yeni süreçte askerin geri planda kalmasında, siyasete müdahil tavırların öncelikle askeri yıprattığının artık fark edilmeye başlanması mı; iç ve dış kamuoyundan yükselen tepkilerin artması mı; ya da özellikle AB’nin bu noktadaki ısrarlı takip ve uyarıları mı etkili oldu; doğrusu kestirmek zor.

Ama bundan evvelki tecrübelerde doğrudan askerle sonuç alınırken artık bu rolün yargıya aktarılmış olması dikkat çeken bir taktik manevra.

Ne var ki, işin özünü değiştirmeyen ve tek farkı statüko muhafızlığını askerden alıp yargıya yüklemek olan bu manevranın da AB adayı Türkiye'de fazla uzun ömürlü olması zor. Yargı müdahaleleri bugün için ve kısa vadede etkili olabilir, ama ilerleyen süreçte bu yöntem de işlevini kaybedecek.

Nitekim kapatma dâvâsının açıldığı andan itibaren tepkisini dinamik, kararlı ve yapıcı bir şekilde ortaya koymaya devam eden AB’den, tam da Yargıtay bildirisinin yayınlandığı gün gelen yeni mesajlar, bu noktada son derece dikkat çekici.

Türkiye’de yargının bağımsızlığı konusunda bir sıkıntı bulunmadığını, ama tarafsızlığına ilişkin soru işaretlerinin mevcut olduğunu dile getiren beyanların yanı sıra Avrupa Parlamentosunda kabul edilen Türkiye raporunda yargı reformunun âcil gerekliliğine vurgu yapılması çok önemli.

AB’nin “sivil-asker ilişkileri”nin evrensel demokrasi kriterlerine uydurulması gereğini ısrarla vurgulaması, bu hususta belli bir noktaya gelinmesine büyük katkı sağladı. Görünen o ki, bundan sonraki süreçte asker meselesine ilişkin sıkı ve yakın takibin yanı sıra yargıyı evrensel hukuk standartlarına çekme çabaları da yoğunlaşacak.

312, 301, DGM’ler gibi konularda alınan mesafe, bu çabaların bir neticesiydi. Ama tecrübeler, artık perakende çözümler yerine, zihniyet değişikliğini de hızlandıracak köklü ve yapısal reformların gündeme getirilmesi gerektiğini gösteriyor.

23.05.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Olan millete oluyor



Soru ile başlayalım: Havada uçuşan bildiriler, Türkiye’nin asıl problemini anlamamıza yardım edecek mi?

Yardım etmesini umalım, ama aksinin de mümkün olabileceğini akıldan çıkarmayalım.

Bakınız, “ekonomi kötü yolda, krizler kapıda, enflasyon yükseliyor, döviz arttı-düştü, ihracat arttı, carî açık şöyle oldu-böyle oldu” dedikçe Türkiye’nin sıkıntıları sona ermiyor. Elbette ekonomiyi de konuşup tartışmak gerekiyor, ama birinci önceliği bu konuya vermekle bir yere varılamayacağını bari son bildiriden sonra anlayabilsek!

‘Adalet’in, ‘mülk’ün temeli olduğu her halde tartışılmaz. Bu bakımdan ‘yargı bağımsızlığı’ da çok önemli. Fakat bu bağımsızlığın ‘adalet’ içerisinde tecelli etmesi gerekir. Her halde, bağımsız demek, sorumsuz, istediği gibi hareket eder anlamına gelmez ve gelmemeli.

Türkiye’nin demokrasi tarihi çok inişli-çıkışlı. Zaman zaman müdahaleler, zaman zaman da muhtıra anlamına gelen açıklamalara şahit olunu-yor. Peki, böyle müdahaleler ve açıklamalar başka hangi ülkelerde oluyor? Demokrasinin kâmil mânâda işlediği ülkelerde böyle bir hadise olur mu? Olmaz ve olmamalı. O halde, yapılması gereken şey; Türkiye’yi “kâmil mânâda işleyen bir demokrasi”ye kavuşturmak olmalı.

Ülkemizin her türlü sıkıntı ve problemlerden uzak, kalkınmış ve huzura kavuşmuş bir ülke olmasını istiyorsak bu yolda gayret etmek gerekir. Bu sebeple, her imkân ve fırsatta Türkiye’yi idare edenlere “önce demokrasi” çağrısı yapmaya çalışı-yoruz. “Milletin karnı aç, sırtı açık. Biz önce karnını doyuracağız” diyerek demokrat olma hedefini erteleyenler bu anlayışlarında devam ederlerse; sonraki günlerde de muhtıra anlamına gelecek beyanlarla karşılaşabilirler.

Bu güne kadar yaşadığımız tartışma, ‘önce ekmek’ demenin yanlışlığını göstermeli. Bu yanlış kanaati bir yana bırakalım ve ‘önce hürriyet’ diyelim. Böyle demenin ‘ayıp’ olmadığını ve kâmil mânâda hürriyete kavuşunca; beraberinde ‘ekmeğe’ de kavuşacağımızı görelim.

Mevcut tartışmalardan en çok kim zarar görüyor? Elbette bir anlamda elinden ekmeği de alınan vatandaş zarar görüyor. Ay başını nasıl getireceğini düşünen insanlar, ilâve olarak bu tartışmaların bedelini de ödüyor. Tarih şahittir ki, bu açıklamalara imza atanların ‘maddî’ anlamda pek bir kaybı olmuyor. Borsa düşmüş, bakliyatın fiyatı artmış, dolmuşa zam gelmiş gibi ‘küçük’ işler; bu zevatı etkilemez. Bu tartışmaların faturasını küçük esnaf ödüyor, maaşa talim eden milyonlar ödüyor.

Bütün bu tartışmalara son vermenin yolu, hür dünyanın bu konuda nasıl davrandığına bakmakla mümkün olabilir. Madem hür dünyada böyle tartışmalar olmuyor, madem o ülkelerde yargı ve yürütme arasında sürtüşme olmuyor, biz de onları örnek alabiliriz. Bunun yolunun da şu an için “Kopenhag Kriterleri”nden geçtiği anlaşılıyor.

Hiç ihmal etmeden, bu yolda yürümeye devam etmek lâzım. Aksi yöndeki her adım, sıkıntıların ötelenmesine ve git gide büyümesine sebep olabilir.

Bir defa daha görüldü ki, “Kopenhag Kriterlerini Ankara Kriterleri yapar, yolumuza devam ederiz” demek yetmiyor...

23.05.2008

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Asker out, yargı in!



Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi Genelkurmay sitesinde yayınlanan 27 Nisan e-muhtırasının seçim sonuçları üzerindeki etkisi net oldu. AKP’nin yüzde 47 oy oranına ulaşmasında önemli unsurlardan biri olarak kayda geçti. Askerî cenah seçimden sonra sessizliği tercih etti. Zaman zaman kamuoyunun tartıştığı konularda askerin görüşünü merak edenler kokteyllerde alabildikleri demeçlerle beklentilerini karşılama yolunu seçti.

Ayaküstü demeçlerle tatmin olmayan belli bir kesim, o sıralarda askerin “kamuoyu önünde fazla görünmeyerek etkisini devam ettireceğini” ileri sürüyordu.

Tam olarak ne anlam ifade ettiği bilinmeyen bu iddiayı şimdi daha iyi anlayabilecek veriler var elimizde. Bunlar bir tesadüf mü yoksa bilinçli bir söylem miydi?

Siz karar verin…

***

AKP’ye kapatılma dâvâsının açılmasından sonra dâvâyı eleştirenler bunun “yargı darbesi” olduğunda hemfikirdi. Her ne kadar askerî darbeye alışmış bir ülkede yargı darbesi hafif kalıyor gibi görünse de içi boş bir söylem olmadığı görüldü.

Önceki gün Yargıtay Başkanlar Kurulu hiç gereği yokken zehir zemberek bir bildiri yayınladı. Dikkat ettim. Bildiriyi sevinçle karşılayanlar ortak ifade ile bunun yargı muhtırası olduğunu söyleyerek formüle etmişti: “Y-muhtıra.”

27 Nisan yanlışından ders alındığına inanılmaya başlandığı bir süreçte bundan üzüntü duyanlar çöl ortasında suya kavuşmuş gibi Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun açıklamasına sarıldı. Onlar sarıldıkça yukarıda geçen iddianın ciddiyeti de anlaşıldı.

Şimdi moda değişti. Tam olmasak da yarı buçuk çağdaşlaştık. Az buçuk müreffehleştik. Demokrasimiz topal da olsa değişime ayak uydurduk.

Artık “askerî darbe” out “yargı darbesi” in. “Askerî muhtıra” out “yargı muhtırası” in. Bundan sonraki adımda TRT ekranlarından yönetime el koyan cübbeliler görülür mü?

Siz cevap verin…

***

Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun açıklaması Avrupa Parlamentosu’nda, Türkiye Raporu’nun görüşülmesine “tesadüf” etti. Tesadüfün AB’ye tekabül eden kısmında kaostan tek çıkış yolu da gösterildi. Hollandalı “Hıristiyan Demokrat” Parlamenter Ria Oomen-Ruijten tarafından kaleme alınan raporda, “Muhafazakâr Demokrat” hükümete tek çözüm yolu da gösterildi:

“Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 2008 yılının demokrasi alanında reform yılı olacağını ilân etmişti bu taahhüdünü yerine getirmesini bekliyoruz.”

Ulusalcı-Ergenekoncuların korkulu rüyası Olli Rehn de “tek ilâcın” “reformların uygulanması” olduğunu söyledi. Bir çok kişi ta başından beri aynı reçeteyi sundu ama hükümet dikkate almadı.

Belki Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun ifadesiyle yazarsak tesiri olur: Reformlar engellenemeyecek bir hızla yapılsın. Statükonun başı dönsün… Döner mi?

Siz söyleyin…

23.05.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Osmanlı Commonwealth’i



imileri Kraliçe II. Elizabeth’in ziyaretine sembolik mânâlar atfettiler. Peki bu sembolik mânâ atıfları temelsiz ve mesnetsiz miydi? Pek de zannetmiyorum. Sözgelimi, Osmanlı’nın payitahtı İstanbul’u ziyaret ederken modern Türkiye’nin başkenti Ankara’yı da ihmal edemezdi ve etmedi de. Zaten asıl ayak orası olmalıydı. Zira muhatap Cumhurbaşkanı Abdullah Gül burada ikamet ediyordu. Bu itibarla, tarihî bir kent olarak İstanbul’u ziyareti nasıl normal ise, Ankara’yı ziyareti de; ziyaretin en önemli ve gerekli ayaklarından birisiydi. Bununla birlikte Osmanlı’nın kurucu başkenti Bursa’yı ziyaret etmesi ve Mehmet Emin Ay’ın avazından Kur’ân-ı Kerim’in tilavetini dinlemesi işin daha ziyade sembolik boyutunu temsil etti. Bu boyutta Kraliçe’nin hususi bir kastı ve amacı var mıydı? Bilemeyiz, ama böyle yakıştırmalar var. Esasen bu da normal. Kraliçe’nin hal-i hayatta iken iki veya üç defa bir ülkeyi ziyareti ve bu ülkenin eski bir imparatorluk bakiyesi ve kalıntısı olması elbette ki tesadüflere hamledilemez ve dikkatleri çekecektir. Nitekim öyle olmuştur ve bu ziyaretler Türkiye’nin mazi ve müstakbeldeki önemine bağlanmıştır. Bilindiği gibi, Amerikan başkanları da sırasıyla Türkiye’yi ziyaret etmiştir. Bunlardan birisi oğul Bush, diğeri de Clinton’dır. Clinton’ın söyledikleri hâlâ kulaklarda ve hafızalarda capcanlı tazeliğini korumaktadır: “20. yüzyılı Osmanlı’nın çözülmesi şekillenmiştir. 21’inci yüzyılı da Türkiye’nin alacağı vaziyet ve pozisyon belirleyecektir (Bu hususta 2008+15 başlıklı makaleme bakabilirsiniz )…” Clinton bu sözleri tesadüfen mi söylemiştir veya bilerek mi? Bence ikisinin karışımı, yani sezgiyle söylenmiş sözlerdir. Bir nevi intak-ı Hak. Yani Allah’ın konuşturması.

Kraliçe ise, böyle bir konuşma yapmadı doğrusu. Belki yapmaya da yetkisi yoktu. Zira zahiri olarak görevi sembolikti. Ama onun ziyaretteki vücut dili de sanki bunları söyledi. Bursa’yı ziyareti vesaire. Aslında veliaht Prens Charles da gerek Oxford, gerekse Ezher’deki konuşmalarında Rowan Williams gibi İslâm’ı savunmuştur. Bu doğrultuda kimileri ziyaretten derin mânâlar çıkartıyor veya üretiyorlar. Bulardan birisi de Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci. ‘Kraliçe’nin ziyaretindeki derin mânâ!’ başlıklı yazısında ezcümle şöyle diyor: “İngiltere’nin Türkiye’yi dünya siyasetinde önemli bir pozisyona doğru ittiği açıkça görülüyor. Ancak bunu, kaşımız gözümüz için yapmıyor...

“İngiltere Kraliçesi ülkesine döndü, ama Türkiye’ye niye geldiği suali zihinlere takıldı kaldı. Kraliçenin ziyaretlerinin rast gele olmadığını bilenler bilir. Hatta hiçbir hareketi boşuna değildir. Hepsinin sembolik de olsa bir mânâsı vardır. Kraliçe, ülkesinde gündelik politikanın içinde değildir, ama hükümetle koordinasyon içinde hizmet eder. Meselâ dış gezileri hükümetin isteği veya bilgisi ile gerçekleşir. Bu geziler, devletin yüksek menfaatleri için yapılır.

“Türkiye’nin, Avrupa Birliği eşiğinde demokrasi imtihanı verdiği buhranlı bir zamanında, İngiltere Kraliçesinin üçüncü ziyareti büyük önem taşıyor elbette. Kraliçe, hükümeti değil, devleti temsil eder. Başbakan gelse, bu kadar önemi olmazdı. İngiltere, Türkiye’ye destek verdiğini gösteren bir gövde gösterisi yapıyor. Amerika’nın da bu işte sadık müttefiki İngiltere ile beraber hareket ettiğini söylemek zor değil.

“Kraliçenin Türkiye ziyareti de böyle sembolik vurgularla doluydu bence. Hele Bursa seyahatinde ne derin mânâlar vardı! Bursa, Osmanlı Devleti’nin kurulup geliştiği tarihî bir şehirdir. Kraliçe buraya giderek, Türkiye’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı pozisyonunu vurguladı. Yeşil Türbe’de yatan Çelebi Sultan Mehmed, Ankara Bozgunu’nun ardından yaşanan fetret devrinin külleri üzerinde tahta oturmuş, devletin ikinci kurucusu sayılan bir padişahtır. Bu da Avrupa’dan uzak, Osmanlı coğrafyasından kopuk ve Osmanlı kimliğiyle kavgalı bir devreden sonra, yeni bir başlangıç yapılması gerektiğinin işaretini veriyor. Kraliçe’nin Kur’ân-ı Kerim dinlemesi de, Türkiye’nin İslâm dünyasındaki önemi ve Müslüman kimliğine atıf yapıyor…”

Yazar daha da ileri giderek Kraliçe’nin Osmanlı Milletlerini (Commonwealth) vaat ettiğini yazıyor:

OSMANLI MİLLETLERİ

“İngiltere’nin Türkiye’yi dünya siyasetinde önemli bir pozisyona doğru ittiği açıkça görülüyor. Bu pozisyon, Osmanlı coğrafyasında, Osmanlı mirasına sahip çıkan, dünya devletleriyle barışık, eski Osmanlı milletlerinin hâmisi, İslâm ve Türk dünyasına tarihî geleneği sayesinde liderlik eden; barışı tehdit eden radikal cereyanlara sed oluşturan demokratik, liberal ve güçlü bir devletin pozisyonudur. Bunu, kaşımız gözümüz için değil; elbette ve öncelikle dünyada Anglosakson hâkimiyetinin devamı ve güçlenmesi için istiyor. İster misiniz İngiltere, İngiliz Milletler Topluluğu (Commonwealth) gibi bir de Osmanlı Milletler Topluluğu kurmaya ön ayak olsun?”

Peki gerçekten de Kraliçe’nin vurgusu bu muydu? Cengiz Çandar ise, Kraliçe’nin Türkiye’yi Batı mihverinde tutmak ve bu istikamete destek vermek için geldiğini yazıyor. Elbette 6 ay içinde hem Prens Charles’in maiyyetinde Camilla ile gelmesi, hem de ardından Kraliçe’nin sökün etmesi bir tesadüf sayılamaz. Zira Türkiye’nin şarkta öncü ve öcülük rolü yeniden belirmeye başlamıştır. Onlar da buna bigâne kalamazlar. Lakin destekleri bunun için mi yoksa Cengiz Çandar’ın yazdığı gibi Türkiye’nin AB rotasında tutulması için miydi? Bazıları zaten İngiltere’nin AB ile gevşek bağlarla bağlı olduğunu hatırlatarak: “Ne diye bunun için zahmet çeksin?” diye de sorabilir. Bu yerinde de bir soru olurdu. Ama asıl mesele Türkiye’nin Batı rota ve ekseninde tutulması ve AB’ye rengini verme meselesidir. AB’ye kendi rengini vermek isteyen İngiltere’ye bu konuda en fazla yardımcı olacak unsur Türkiye’nin AB’ye katılmasıdır. Yine de mesele çok yönlü ve karmaşık bir meseledir. Osmanlı Commonwealth’ine gelince, Türkiye iradesini gösterirse ve onun ötesinde hareketi, müteharrik bizzat (kendinden ve özünden kaynaklı) olursa bunun bir anlamı olabilir. Bunun ötesinde İngiltere gibi ülkelerin rolü de kolaylaştırıcı olabilir. Ama bizim namımıza onlar isterse ve bu hususta öncülük ve kılavuzluk yaparlarsa ondan bir şey çıkmaz. Birincisi, bu durumda Türkiye ayak sürür. İkincisi de, zorla güzellik olmayacağı için bir şeye benzemez. Üçüncüsü de, bunların da ötesinde böyle bir proje bizim malımız olmaktan ziyade onların malı olur. Bizim bu durumda pozisyonumuz İngiltere’nin Nepalli paralı askerlerine (Gurka) benzer. Kimse hayrını göremez. Arap Birliğinin bugüne kadar mesafe alamamasının temelinde İngiliz harcının bulunmasıdır. Yasak savmak için İngiltere Dışişleri Bakanı Antony Eden, Araplara, Arap Birliği kurmalarını öğütlemiş ve tavsiye etmiştir. Güya bu hilafetin yerini tutacaktır. Başka yazılarımda da ortaya koyduğum gibi, Arap Birliği bugüne kadar bir tek temel mesele bile halledememiştir. Bu durumda Arapların mı, yoksa İngilizlerin ve Amerikalıların mı işine yaramıştır? Cevap açık ve bedihi değil mi? Dolayısıyla Kraliçe’nin eğer varsa Osmanlı Commonwealth’i projesi, olsa olsa Besim Tibuk’un turistik amaçlı hilafet projesine benzer. Halife ağırlığı yerine şaklabanlığı ile öne çıkar. Halbuki, ilgili hukuk kitaplarında ortaya konulduğu gibi emri nafiz ve geçerli olmayan, yani otoritesi bulunmayan halifenin meşruiyeti de yoktur. İnanın alıcısı da çıkmaz. Kimse böyle rüyalar görmesin. Hasan el Benna’nın Usbetü’l Umemul İslamiyye ve Bediüzzaman’ın Cemahiriye-i Müttefika-ı İslamiyye yandan çarklı değildir. Dolayısıyla bizim projemiz başkalarının hizmetine amade olmayıp ülkenin ve bölgenin hayatî çıkarlarına haizdir. Kraliçe gölge etmesin, başka ihsan istemeyiz.

23.05.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Yakıştırma yanlışı (1)



Bediüzzaman, Kur’ân tefsiri Risale-i Nur’da, İslâmî hizmet usûlünü ve mesleğinin esaslarını anlatırken Nur talebelerinin “cemiyet ve tarikat” olmadığını izâhla iktifa etmez; “cemiyetçilik” isnadını sırf dünyevî anlamları hatırlattığı için bir “iftira” olarak kabul eder. Bu tür yakıştırmalara karşı ciddî ikaz ve izâhlarda bulunur. (Emirdağ Lâhakası, 241)

Keza, bu “cemiyet” ve “cemiyetçilik” bühtanının arkasındaki oyunu deşifre eder. (Şuâlar, 446-447) “Dünyevî ve siyasî ve entrikalı cemiyet ve komitelerle ve bizim medâr-ı ithamımız olan cemiyetçilik gibi asılsız ve mânâsız gizli cemiyetle hiçbir münâsebetimiz yoktur ve tenezzül etmiyoruz” ifâdesi bunun içindir. (Şuâlar, 331)

Yine “Nur talebeleri, cemiyet memiyet, hususan siyasî ve dünyevî ve menfî ve şahsî ve cemaatî menfaat için teşekkül eden cemiyet ve komite değiller ve olamazlar” tasrihinin mânâsı budur. (Şuâlar, 446-447) Hayatı ve eserleriyle ortaya koyduğu bu gerçeklere mukabil, zaman yerli ve yabancı medyada Bediüzzaman’ın Asr-ı Saadet modelindeki iman ve Kur’ân hizmetinin amacının içine “dünyevileşme”yi andıran ilgisiz ayrıkların katılmasına yeltenilir; başta “İhlâs” ve “Uhuvvet” risaleleri olmak üzere lâhikalarda düsturlarını belirlediği “meslek ve meşrebi”ne “dünyevî misyon” yakıştırmalarına yeltenilir.

Doğrusu, Nur talebelerinin maksat ve niyetlerinin, “sırf hizmet-i imaniyede hâlis bir kardeşlik ve uhrevî bir tesânüd olduğu” târifine rağmen (Şuâlar, 323-324), Bediüzzaman’ın sanki “sekülarizm”i hedefleyen, “kalvinizm”e benzeşen bir metod ortaya koyduğu uydurmalarındaki kasıtlar açıkça sırıtsa da mide bulandırıyor…

Hatırlanacağı üzere, sözkonusu “İslâmî kalvinizm” tartışmaları, daha önce de bazıları tarafından iddia edilmiş, hatta Hıristiyanlıktaki “dinî reform”un bir benzerinin İslâm’a da tatbikinin ortaya atılmasına kadar vardırılmıştı. En çarpıcısı da, “İsevîlik dinî hakikisi”ni değiştirip dünyevileştirerek kapitalizm gibi tamamen “dünyevileşmeye” dönük ve dini dünyevileştiren “dinde Protestanlık” illeti, İslâma da bulaştırılmak istenmiş; maddeci ve “menfaatinden başka bir şeyi görmeyen çürük ve esassız esaslar”la insanî ve ahlakî çöküntüye zemin hazırlayan “kalvinizm” benzeri din ve mâneviyatla alâkası olmayan dünyevî çıkarcılığa Bediüzzaman’ın ismi de karıştırılmaya kalkışılmıştı. Bediüzzaman, mâneviyat ve ahlâktaki zâfiyetle kültürün bozulduğu, inancın sarsıldığı, tamamen heves ve nefsin sinsî desise ve arzularıyla “arzîliğin” (dünyeviliğin) tasallutu altına giren, “sefâhet ve dalâletle bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış Batı’yı “ikinci Avrupa” olarak tanımlar. Batı’daki “dinî içtihad”la “kalvinizm” benzerî yorumların İslâm’da hiçbir suretle “kâbil-i te’vil” olamayacağını, İslâm diniyle te’lif edilemeyeceğini haber verir.

Zira İslâm’da iman esasları gibi ibadet, ahlâk ve muamelata dair Kitap (Kur’ân) ve Sünnette (Peygamberimizin söz ve hareketleriyle) sabit bulunduğunu, bu bakımdan hiçbir cihette “kabil-i tebdil olamayacakları”nı, bazı dünyevî basit bahanelerle değiştirilip dünyevileştirilmeyeceklerini tefsir eder. Din düşmanlarının başka menhus maksatlarla dinin esaslarını değiştirip dejenere etmeyi plânladıklarını uyarır. (Lem’alar, 119 -120)

Bundandır ki bu zamanda “içtihad” kapısını aralamanın hâriçten üflenen samimiyetsiz bir tahrik olduğunu anlatır. Din dışı uydurmaları dine sokmak isteyen “ehl-i bid’a”nın “modernleşme” perdesi altında, dinsizliğe bahane ve malzeme olabilecek bu tür tuzaklarına karşı uyanık olmaya çağırır. “Sekülerleşme” hastalığından sakındırır. Sırf bu hususu izâh için “İçtihad Risâlesi”ni yazar. Bugünkü “dinde içtihad hevesi”nin dini yaşamaktan değil, Avrupa medeniyetinin tahakkümü, inkârcı ve maddeci felsefenin tasallutu ve zihinlerin mâneviyata yabânîleşmesiyle dini dünyevî hayat şartlarına uyarlama uydurmasından türediğini yazar. (Sözler, 442 -457)

Bu açıdan “Gülen camiası’nı belirleyen ‘misyon ruhu’nu kavrayabilmek için, genel olarak ‘Nûr felsefesini’ inceleme gereği”ni öneren Hadi Uluengin’in, “uhrevi”yle “dünyevi”yi bilhassa ayrıştırdığı içindir ki de, Said-i Nûrsi son tahlilde laik; daha doğrusu, Anglo-Sakson sekülarizmine yakın bir yerlerde durur” nitelemesi, en hafif tâbirle sakil kaçan bir yakıştırma olmakta…

Uluengin’in, “Said-i Nûrsi’ye ‘yobaz’ damgası vurmak ve ‘sosyolojisini araştıralım’ dediği için de Şerif Mardin Usta’yı aforozlamak, ancak Şark’ta muteber bir ‘laikçi’ gaflettir” tespitiyle, uluorta ahkâm kesen aydınları Bediüzzaman’ı incelemeye ve okumaya daveti, elbette ki hakkı teslim eden bir hakperestliktir. İnsanımızı en azından “Tarihçe-i Hayat”ı karıştırmak zahmetine katlanmaya ve önyargısız sentez yapmaya” çağıran Uluengin’in, “Nursi, Muhammed İkbál’le birlikte 20. asır İslâmının en önemli mütefekkiridir” takdiri de her türlü takdire değer bir nâmuslu aydın örneğidir.

Lâkin bilerek ya da bilmeyerek, “Bediüzzaman’ın, Müslüman Dünya’daki krizi aşmak amacıyla, ulviyeti korunan ama moderniteye açılan bir yol çizdiği” “saptaması” ve “rabıtalı hayat - fedakár misyon’ etiğinin tercümanı” tanımı için Bediüzzaman’ı “gaye ve felsefesi”ne tamamen aykırı bir biçimde “Kalvinci Protestanlıkla benzeştirmesi”, temelden tezatlı ve hatalı bir isnattır. “Son tahlil”de bu hatanın düzeltilmesi gerekir…

23.05.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Demokrasi yara almasın



Ankara, AKP’nin kapatılma dâvâsına kilitlenmişken Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun yayınladığı “muhtıra gibi” açıklama konuşuluyor. Bu “bildiri” önümüzdeki günlerin tartışma konusu olacak. Burada bu bildiri ile görüşlerimizden ziyade Meclis Başkanı Köksal Toptan’ın son günlerde ortaya attığı “üçüncü yol” formülü ile görüşlerimizi aktarmak istiyoruz.

Toptan’ın “Anayasa Mahkemesi üçüncü bir yol bulup herkesi rahatlatabilir. Yani, hem partiyi kapatmaz hem de Başsavcı gibi düşünenleri rahatlatır” şeklindeki görüşü Ankara’nın bir numaralı gündem maddesi oldu. Şimdi senaryolar Toptan’ın bu sözlerine göre yapılıyor. Dâvânın en erken Temmuz ayının sonlarında sonuçlanacağı tahmin edilirken, bu süre içinde yeni senaryoların ve yeni “yol”ların aranmasına devam edilecek. Dâvânın neticesine göre siyasetin yeniden şekilleneceği muhakkak. Bu yüzden Toptan’ın gösterdiği üçüncü yol formülü satır aralarına kadar inceleniyor, anlamlar çıkarılıyor.

“Ne nalına ne mıhına” veya “orta bir yol” şeklinde de özetlenebilecek bu üçüncü yolla ilgili ortaya net bir çözüm teklifini sunmuyor Toptan… Anayasa hukukçuları, siyaset bilimciler tartışmasını, bilinen yolların dışında başka yol-larda tartışmanın olabileceğini dile getiriyor. Bunun neticesinde herkesin “oh” diyebileceği bir sonucun çıkmasını arzu ediyor Meclis Başkanı.

Toptan’ın bu teklifine muhalefetin yanı sıra AKP’den de eleştiri geliyor. AKP Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ, üçüncü yol arayışlarını Anayasa dışına çıkmak olarak değerlendiriyor. Bunu söylerken de, dâvânın hukukî olmadığını siyasî olduğuna vurgu yaparak görüşünü savunuyor. “Başlıca yol; anayasa dışı yollar aranması ve anayasaya rağmen kararlar oluşturulmaya devam edilmesi doğru değildir” diyerek de başka bir “yol” gösteriyor.

AKP içinden de isimsiz “çatlak sesler” çıkıyor. İsimsiz bakanlar, milletvekillerinin ağzından açıklamalar yayınlanıyor. Üç milletvekilinin AKP’nin laiklik ve başörtüsü politikalarını eleştiren açıklamaları, peşinden isimsiz bir parti yetkilisinin bir gazeteye verdiği açıklamalar, sonrasın da İngiliz haber ajansı Reuters’e “AKP’li biri bakan üst düzey isimler”in yaptığı açıklamalar AKP’nin sıkıntı içinde olduğunu gösterdi. Zira Reuters’e konuşan üst düzey yetkili “Parti içinde ruh hali çok karanlık” itirafında da bulunmuş.

Meçhul bakanlar ya da milletvekilleri henüz ortaya çıkmış değil. Bakanlar Kurulu’nda şu anda 24 bakan bulunuyor. Şimdi bakanlar ardı ardına “O bakan ben değilim” türü açıklamalar yapıp kendilerini temize çıkartmaya çalışıyorlar.

Bu arada partinin kapatılması durumunda neler olabileceği gündemde. Yüksek Seçim Kurulu Başkanı Muammer Aydın, anayasanın 69. maddesine göre 5 yıl siyaset yasağı konan bir kişinin bağımsız milletvekili olabileceğini söylüyor. Bu açıklamaya göre, Erdoğan’a yasak gelirse bağımsız milletvekili seçilebilecek.

Yine, bu maddeye göre kapatma dâvâsının sonucu sadece iki seçenekle sınırlı değil. “Kapattım” veya “beraat” kararının yanı sıra 2001 yılında maddeye eklenen fıkraya göre, “mahkeme temelli kapatma yerine, dâvâ konusu fiillerin ağırlığına göre ilgili siyasî partinin devlet yardımından kısmen veya tamamen yoksun bırakılmasına karar” da verebiliyor. Kulislerde, Toptan ifade etmese de buna işaret edildiği konuşuluyor.

Seçim seçeneği de ortada duruyor. Yasak istenen 39 milletvekilinden 28 ve daha üzerinde milletvekili için bir siyasî partide kurucu, üye, yönetici ve denetici olarak görev yapamayacağı kararı verilirse, 90 gün içinde ara seçim zorunlu hale geliyor.

Bu arada, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın sözleri dikkatle okunmalı. “İnanın, çıkacak karar ne olursa olsun göreceksiniz hem demokrasimiz hem laikliğimiz hem hukukumuz bu süreçten daha güçlenmiş olarak çıkacak. Ve yine inanın bu söylediğim temenni değil…”

Bütün bunlar ardarda getirildiğinde hem AKP, hem de Türk siyaseti için önümüzdeki günler sıkıntılı geçecek. Yargı bağımsızlığına yargının da, siyasetçilerinde gerekli hassasiyeti göstermesi gerekir. Temennimiz bu süreç içerisinde demokrasinin ve hukukun yara almaması.

23.05.2008

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Bolşevizmin Almanya'daki ayak sesleri



Bolşevizmi netice veren fikirler Almanya ve Kuzey Avrupa coğrafyasında neşvü nema bulduklarından, komünizmin bu topraklara pek yabancı olmadığını iyi biliyoruz. Almanya’nın Prens Bismarck sonrasındaki yakın tarihi İkinci Dünya Savaşını da içine alarak doğru biçimde incelense, bu güzel kıt’anın elli milyon evlâdını yutan dehşetli harbe de komünizmin sebep olduğu ortaya çıkacaktır.

Rothschild ailesinin techiz ettiği ve son demine kadar finanse ettiği Troçki’nin Sovyet iktidarındaki icaatlarıyla, Almanya’da son zamanlarda uç veren icraatlar arasındaki benzerliği görenler; “Komünizm geri mi geliyor?” endişesine kapılıyorlar. Komünizm veya ahirzamanın “global dinsizlik cereyanı”nın icraatlarını zamanımızda kolaylaştıran hususların başında “unutkanlık” geliyor kanaatindeyiz. Geçen yüz seneyi gayr-ı insanî ve metazori usullerle insanlık tarihinin en vahşi, karanlık ve zulümlü asrı haline getiren “komünizmi” günümüz nesilleri tam bilemiyorlar. Semavî dinlerin sosyal hayattaki tesirlerine savaş açmış, temel insanî ahlâkı yok farzetmiş, aileyi toplumdan kaldırmayı hedeflemiş, mülkiyet, hürriyet ve adalet gibi kavramları defterinden silmiş Troçki hareketinin mahiyeti günümüz insanlarınca bilinseydi; Troçki ve Freud’u bayraklaştıran neocon ve neoliberal hareketler, yeniden dünyayı işgale kalkışmazlardı. Çeşitli hilelerle dünya sermayesini kontrolüne almış ve bu sermaye ile elde ettiği medya ile dünya kamuoyunu kandıran günümüzün “yeni komünizmini” eskisiyle mukayese etmeden önce, bolşevizm hareketini biraz daha tanımaya çalışalım...

Komünizmin dayandığı felsefî fikirlerin ortaya çıkış tarihinden tâ İkinci Dünya Savaşının sonlarına kadarki zamanları bizzat yaşayan Bediüzzaman Hazretleri, dinsizlik fikirlerini tarumar eden Kur’ân’ın tefsiri Risale-i Nur Külliyatında; bu fikrin mahiyetini, hedeflerini, tahribat metodlarını ve insaniyet üzerindeki dehşetli etkilerini satır aralarında gayet nezih bir üslupla bize bildiriyor. Şekil ve metod değiştirerek yeniden insanlığa saldıran bu cereyanın mahiyetini öğrenmek isteyenler, mutlaka Risale-i Nur’u okumalıdır. Genel bir fikir için külliyatta bu dehşetli dinsizlik hareketini anlatan bazı ifadeleri gelişi-güzel arz etmek istiyorum: “İnkâr-ı uluhiyet”, “bütün düzen ve medeniyetlere düşman”, “ehl-i namusun kızlarını ve kadınlarını serserilere peşkeş çeken”, “hamamlarında çıplak olarak kadın ve erkekleri zoraki dolduran”, “Allah’ı ve ahireti inkâr eden”, “kardeşi kardeşe öldürten”, “bütün semavî dinlere ve bu dinlerden gelen geleneklere karşı koyan”, “aileyi ortadan kaldırmaya çalışan”, “insan nesil ve nesebini birbirine karıştıran”, “şimalden çıkan küfr-ü mutlak”, “ehl-i namusun servetini serserilere ibahe etmesini alet ederek dehşetli bir kuvvetle gelen”, “İkinci Dünya Savaşı deccalâne bir vahşet doğurmuş” gibi ifadelerle satırlarında anlatan bu dehşetli fikrin temellerinin Bediüzzamanca yerle bir edildiğini de bu vesile ile belirtmiş olalım.

Üstad Hazretlerinin “Şimal cereyanı” olarak da vasıflandırdığı komünizmin geçmişte bilhassa Rusya ve Doğu Avrupa’daki icraatlarını ifade eden yukarıdaki kelimeler üzerinde teker teker düşündüğümde, günümüz Almanya’sındaki tedaîlerini ayrıca not edelim.

Kanunlar perdesi altında, hürriyet maskesiyle ve topladığı dehşetli sermayenin oluşturduğu efkâr-ı ammeyle Almanya’da son zamanlarda yapılmak istenenleri elbette biliyorsunuz:

- Çocuklar sekiz ayından itibaren devlet yetiştirme yurtlarına verilecek.

- Geleneksel aile yerine artık “birey” devletçe muhatap alınacak ve aile çerçevesindeki sosyal devlet yetkili farz edilecek. Bilhassa kadınlar mecburen çalışacak.

- Kadının iffetini koruyan “İslâmî tesettüre” mümkün olduğu kadar karşı konulacak. Meselâ öğretmenlere tesettür yasağı gibi.

- Okullarda kız-erkek çıplak olarak havuzlara girmeye mecbur edilecek.

- Ücretler kısılacak herkes devlete muhtaç hale getirilip, devletçe hayatları dizayn edilecek.

- Semavî dinlerin sosyal hayattaki sembolleri ve terimleri yok edilmeye çalışılacak.

- Geleneksel ahlâk yerine materyalist ahlâk esas alınacak.

- Çocukların eğitimi ailelerden alınıp, dinsizliği esas alan kurumlara verilecek.

Buna benzer daha nice icraata kapı aralayacak kanun maddelerinin bazen medya baskısıyla ve bazen de hukuksuzluğa kurban giden idare mahkemeleri kararlarıyla meclisten ve mahkemelerden peş peşe çıkması, ister istemez komünizmin bu topraklara yeniden dönüşünü haber veriyor.

Burada bizi dehşete düşüren iki husus var: Birincisi, insanların hukuk ve adalete olan güvenini sarsarak kaos ve terör ortamının hazırlanması. Diğeri ise global “çekirge sürüsünün” yardımıyla Alman toplumunun fukaralaştırarak “sosyal kaos”un hedeflenmesidir.

Dünkü Troçki ve Freudcular, metazori usülleri, kanlı ihtilâlleri ve askerî rejimleri kullanmışlardı. Günümüzdekiler ise hürriyet ve medeniyet perdesi altında aynı neticeye gidecek farklı metodları esas alıyorlar.

Devlet idarecileri, STK’lar ve global organizasyonlarla hedefe ilerliyor. Dehşetli bir cemaatî kuvvetle organize olamamış insanlığın üzerine hücum ediyor. Ailenin yok edilmesi, insanın köleleştirilmesi, sermayenin halkların elinden alınması, semavî dinlerin devre dışı bırakılması, sürekli terör ve devrimin yolaçacağı kalıcı istibdatlar komünizmin hedefleri değil mi? Almanya’nın bilhassa şu son zamanlardındaki icraatları, Avrupalı neocon ve neoliberal kökenli siyasetçilerin yapmak istedikleri, ister istemez Troçki, Freud, Lenin, Karl Marks gibi tarihî kişilerin icraatlarını hatıra getiriyor. Bizden söylemesi.

23.05.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır