Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 25 Mayıs 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Mikail YAPRAK

Avusturya’da Kutlu Doğum



Bu seneki Kutlu Doğum Haftası bir başka renkli geçti. Bazı kesimlerin, 23 Nisan kutlamalarının arada kaynayıp gittiği ya da gölgede bırakıldığı iddiaları da bu ciddî kutlamalara gölge düşüremedi..

Gerçi başyazarımız Kâzım Güleçyüz, bu iddiaların geçersizliğini delilleriyle ortaya koydu. 1920’nin Cuma gününe rastlayan 23 Nisan’ında Hacı Bayram Camiinde kılınan Cuma namazından sonra yürüyerek Meclise gidilip Kur’ân-ı Kerimlerle, duâlarla, hatimlerle ve kurbanlarla Meclisin açılışını da sevinçlerle hatırlatan 23 Nisan’ların Mustafa Kemal tarafından çocuklara armağan edilmiş olması, onu “çocuksu” eğlence-lerle gölgelemiş olmuyorsa eğer; bu Kutlu Doğum p-rogramları onu hiç gölgelemez. Merak edilmesin.

İddia sahipleri, 23 Nisan’ları millî; Kutlu Doğum kutlamalarını ise dinî çerçevede görüp, iki mânânın zıt kutuplarda seyrettiği zehabına mı kapıldılar? Halbukî bizim millî olan her meselemizin dinî boyutu da vardır zaten. Millî Marşımızın sözleri bunu açıkça gösteriyor. Hem zaten “dinsiz” bir millet yoktur, olmamıştır ve olamaz da..

İddia sahipleri, yoksa daha vahim bir yaklaşımla, birini çağdaş ve modern, öbürünü irticaî mi buldular? Ama hayır hayır, böyle bir şeyi akla getirmek bile yanlış olacağı için, bu meyanda söz söylemek abes olur. Hele hele Avrupa’da yaşayan bizim insanımız, ister dinî olsun, ister millî olsun, bizden olan, bizim tarihimizin, bizim kültürümüzün çizgilerini ve izlerini taşıyan her mese-leye sahip çıkıyor ki, Avrupa’da doğan yavrular, kendi değerlerimize ve geleneklerimize yabancı kalmasınlar. Hatta Türkçe ve Türk Kültürü dersleri öğretmenleri hâlâ 23 Nisan adına çocuk şenlikleri tertipliyorlar. Hatta ve hatta Haziran ayında icra etmek üzere hazırlıklarına devam edenler bile var. Hiçbir Müslüman onlara, “Yahu siz ne yapıyorsunuz, çocuk şenliği yapmanın zamanı mı şimdi?” şeklinde bir soru yöneltmiyor. Her neyse biz asıl konumuza biraz daha devam edelim.

Kutlu Doğum Haftası programları Avusturya’da bilhassa son üç yıldan beridir, birlik ve beraberliğimizin sembolü olmaya devam ediyor. Burada yaşayan insanlarımızın farklı görüş ve fraksiyonlarıyla farklı kulvarlarda seyretmesinin ayrılığa, hatta zaman zaman sürtüşme ve kavgaya dönüşmesini önlemek için bu güne kadar farklı alanlarda ve platformlarda farklı metodlarla gayretler sarf edilmiştir. Hatta ülkemizin dış temsilcilikleri bile dolaylı olarak bu birlikteliğe destek vermiş, ‘çatı’ derneklerinin kurulmasına yardımcı olmuştur. Ama bu gayretlerin büyük oranda neticesiz kaldığına üzülerek şahit olmuşuzdur. Son üç yıldan beridir Din İşleri Müşavirliğimizin ciddî gayretleriyle çeşitli grup, dernek, cemiyet ve cemaatlerin hep beraber ortaklaşa tertip ettikleri Kutlu Doğum Haftası programları, birlik ve beraberliğimizin en güzel ve göz kamaştırıcı gücünü gözler önüne sermeye devam ediyor. Bilhassa “devlet-millet el ele” parolası da bu sayede, teoriden pratiğe dönüşmüş oluyor. Bu programlarda farklı görüş ve düşünce sahibi dernek, cemiyet ve cemaat mensupları aynı salonda bir araya geliyorlar. Programın akışı içerisinde onların temsilcileri ve devlet temsilcileri sah-neye davet edilerek, el ele tutmuş vaziyette birlik ve beraberlik mesajı veriyorlar.

Başta Viyana olmak üzere Avusturya’nın çeşitli bölgelerinde yapılan Kutlu Doğum programlarından biri de 4 Mayıs Pazar günü Yukarı Avusturya’nın başşehri Linz’de yapıldı. AKEV olarak biz de bu programın icra edicileri arasındaydık. Başta Salzburg Başkonsolosumuz, Müşavir ve Ateşemiz olmak üzere, konuşmacılarımız önemli mesajlar verdiler. Bilhassa Türkiye’den davetli hatibimizin konuşması, değil bir makaleye, belki bir kitaba sığmayacak konuların özetiydi. İlahîler ve ezanlar ise, aralarında Avusturyalıların da bulunduğu salondakilere coşkulu anlar yaşattı.

Böyle programların devamı, dileğimiz ve duâmız olsun...

25.05.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

İnsanın en önemli meselesi



Bir insan için dünya ve ahiret saadetinin temel taşı olan imanı muhafaza etmek kadar önemli bir mesele olamaz. “İmanınızı ‘lâ ilâhe illallah’ ile yenileyiniz”1 tavsiyesinde de bu yok mudur?

Evet, iman her an taze ve canlı tutulacak, imanla ruh teslim edilmeye çalışılacaktır. Dünya büyüklüğünde bağ, bahçe ve köşklerle süslü ebedî bir mülkün anahtarı olan imanı kaybettikten sonra şu fanî dünya bütünüyle o insanın olmuş kaç para eder?

Ancak imanın taze ve canlı tutulması için onun taklidîlikten tahkikîliğe ulaşma zarureti vardır.

Anadan babadan görme, kulaktan dolma bilgilerle edinilen imana taklidî îman; işin aslını, özünü bilerek bilinçli bir şekilde yapılan imana da tahkikî iman denildiğini biliyoruz.

Taklidî iman bazan küçük bir şüphe karşısında dahi kolayca sarsılabilir, hatta sönebilirken, tahkikî îman, insanı görüp yaşarcasına îman hakikatlerine ulaştırdığı için şüphe ve vesveseler karşısında sarsılmaz.

Tahkikî îman ilme dayalı îmandır. Bilerek, araştırarak, inceleyerek, düşünerek, şuuruna ererek yapılan îmandır. Emirdağ Lâhika’sında dikkat çekildiği gibi tahkîkî îmanda mesafe alan kimse çekirdek misâl olan îmanını ağaçlandıracak derecede inkişaf ettirir.

Tahkiki îmanın üç mertebesi vardır. Birincisi ilmelyakîndir. Bu îman mertebesinde kişi kesin bilgiye ulaşır. Hiçbir îmanî konuda tereddüdü kalmaz. Çünkü îmanı birçok delillere dayanmaktadır. Körü körüne bir îman değildir bu. Bilerek inanmaktır. Onun için de binlerce şüphe gelse yine sarsılmaz.

Îmanın ikinci mertebesi ise aynelyakîndir. Böyle bir îmana sahip olan kimse inandıklarına gözüyle görürcesine inanmaktadır. Kâinatı kitap okurcasına okuyacak dereceye gelmektedir.

Bunun bir üst derecesi ise hakkalyakîndir. İmanı hakkalyakîne ulaşan kimselere şüpheler ordu olup gelseler bir halt edemezler.

Kelâmcılar kaleme aldıkları akla ve mantığa dayanan binlerce cilt kitaplarıyla bu gerçeği göstermiş, ehl-i hakikat yüzlerce kitaplarıyla keşf ve zevke dayanarak bu îmanî marifetin başka bir yönünü göstermeye çalışmışlardır. Risâle-i Nur ise Kur’ân’ın en geniş caddesini göstermektedir. Bu îman hakikatleri ve marifet, Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “O ulemâ ve evliyanın pekçok fevkinde bir kuvvet ve yüksekliktedir. İşte Risâle-i Nur bu câmî ve küllî ve yüksek marifet caddesini tefsir edip, bin seneden beri Kur’ân aleyhine ve İslâmiyet ve insaniyet zararına ve adem [yokluk] âlemleri hesabına tahribatçı küllî cereyanlara karşı Kur’ân ve îman namına mukabele ediyor, müdafaa ediyor.”

Görüldüğü gibi bir insan için en önemli mesele tahkikî imanı ayakta tutmaktır.

Konuya inşaallah yarın da devam edelim.

Dipnotlar:

1- Et-Terğib ve’t-Terhib, 2:415.

25.05.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Muhtelif sorular



Mehmet Bey: “1- Birinci Şuâ/Dördüncü Âyet-i Meşhure: ‘...altı erkân-ı imaniye ile beraber hakikat-ı İslâmiyet olan yedi esası...’ cümlesinde geçen bu yedi esas nedir? 2- Yedinci Âyet: ‘...998 adediyle Risâletü’n-Nur’un 998 adedine tam tamına tevafukla...’ cümlesinde geçen Risâletü’n-Nur’un 998 adedi nedir?”

I- Bediüzzaman Hazretleri ‘...altı erkân-ı imaniye ile beraber hakikat-ı İslâmiyet olan yedi esası...’ meselesine başka bir eserinde şöyle açıklık getirir:

“İslâmın rükünleri başkadır; hakikat-i İslâmiyetin esasları yine başkadır. Hakikat-i İslâmiyenin esasları, altı erkân-ı imaniyeyle ve esas-ı ubudiyet ki, İslâmın beş rüknü olan savm, salât, hac, zekât, kelime-i şehadet, mecmuunun hülâsasıdır.”1

Bilindiği gibi imanın altı esası vardır: Bunlar: 1- Allah’ın varlığına ve birliğine inanmak. 2- Allah’ın meleklerine inanmak. 3- Allah’ın kitaplarına inanmak. 4- Allah’ın Peygamberlerine inanmak. 5- Âhiret gününe inanmak. 6- Kadere, kazaya ve ataya inanmak. Başka bir ifadeyle hayrı da, şerri de Allah’ın takdir ettiğine inanmak.

“İslâmiyet hakikati” ise, bu altı temel esasla birlikte “esas-ı ubudiyet” olan İslâmın beş şartı üzerine bina olmuştur. Aynı zamanda bu altı iman esasının yedincisi hükmündedir. Nitekim Kur’ân bize “iman” ve “sâlih amel” gibi iki önemli çizgide vazife yükler: “İman eden ve salih amel işleyenleri altlarından ırmaklar akan Cennetlerle müjdele!”2

Bunlardan iman, altı kolonlu bir temeldir. Salih amel ise bu kolonlar üzerine yükselen baştan başa İslâmiyet binasıdır. İman kolonlarının altısı bir bütündür; parçalanamaz, bölünemez. Bu kolonlardan birisi eksik olursa İslâmiyet binası yara alır.

Peygamber Efendimiz (asm) İslâmiyet binasının da salih amel bakımından beş ayağı bulunduğunu bildirmiştir. Ki bunlar: 1- Şehadet kelimesi getirmek. 2- Namaz kılmak, 3- Zekât vermek, 4- Ramazan orucunu tutmak ve 5- Hacca gitmektir.3

II- Dokuz yüz doksan sekiz rakamı, “Risâletü’n-Nur” harflerine cifir ilmince verilen rakamsal değerlerin toplamını ifade ediyor. Mânâsı, “Allah sözleriyle hakkı ortaya koyar” olan “Ve yuhikkullahü’l-hakka bikelimâtih”4 âyetinin geniş işârî mânâsının bu zamandaki hususî işareti Risâle-i Nur’dur ki, bu âyetin cifir ilmine göre harflerinin rakamsal değeri de dokuz yüz doksan sekiz ederek Risâletü’n-Nur’un rakamsal değeri ile tam tamına örtüşüyor. Demek bu âyetin bu zamanda hakikati Risâle-i Nur ile meydana çıkmıştır. Diğer yandan, Risâle-i Nur’un “Sözler” namıyla tanınması ile bu âyette geçen “kelimât” ifadesi de örtüşmektedir. Kelimât, Arapça’da “hak ve hakikate delil olan sözler” demektir. Bu zamanda da hak ve hakikatin delili Risâle-i Nur’dur.

Bu kadar uygunluk rastgele olamaz. Kur’ân’ın, Risâle-i Nur’u teyid ve tasdik ettiğini gördüğümüz âyetlerden birisi bu âyettir!5

***

İbrahim Bey: “1- Akşam namazının üçüncü rekâtinde oturmayıp doğrudan kıyama kalkan birisi namazını nasıl tamamlar? 2- Kur’ân’ı seri okuyamayıp takılarak okuyan birisi hatim dağıtıldığında cüz alıp okusa mesul olur mu?”

1- Namazlarda son oturuş farzdır. Son oturuş yapılmadan sehven kalkıldığında, eğer secdeden önce hatırlanırsa derhal son oturuşa geçilir ve sehiv secdesi yapılır. Bu durumda farz namaz tamamdır.

Eğer secde yapılmışsa, artık bu, dört rekâtlı nafile bir namaz olmuştur. Akşam namazının farzı yeniden kılınır.

Eğer son oturuş yapıldıktan sonra sehven selâm vermeyip dördüncü rekâta kalkılmış olsaydı, bu durumda bu rekâtla beraber bir rekât daha kılınması gerekecekti. Çünkü farz namazın son oturuşu yapılmakla farz namaz kılınmış sayılmaktadır. Son oturuştan sonraki sehven kılınan iki rekât namaz nafile namaz hükmünde olacaktır. Fakat selâm geciktirildiği için sonunda yine sehiv secdesi yapılır.

2- Kur’ân-ı Kerim hatim sevabından hissedar olmak niyetiyle cüz dağıtımına girmek için Kur’ân-ı Kerim’i serî ve hızlı şekilde okuyor olmak gerekmez. Hatalı da olsa takılarak okuyanlar da cüz alabilirler ve hatim sevabına ortak olabilirler. Kur’ân-ı Kerim’i kasıtlı olarak yanlış okumadıkça, bilmeyerek yapılan hatalar affedilmiştir. Namazda olmayalım yeter! Çünkü yanlış okumak namazda namazı bozar. Fakat namaz dışında, kasıtlı ve bilerek yanlış okumadığımız sürece, hele öğrenme aşamasında isek, Kur’ân-ı Kerim’i yanlış okumakla günahkâr olmayız, sevabımız eksilmez. Bilâkis iki kat sevap alacağımızı Peygamber Efendimiz (asm) müjdelemiştir. Allah Resûlü (asm): “Kur’ân’ı kendisine zor geldiği halde kekeleyerek okuyan kimseye ise iki kat sevap vardır” buyurmuştur.6

Dipnotlar:

1- Kastamonu Lâhikası, s. 153; 2- Bakara Sûresi: 25; 3- Buhârî, İman 1; Müslim, İman 22 (....); Nesâî, İman 13, (9, 107-108); Tirmizî, İman 3, (2612). 4- Yûnus Sûresi: 82; 5- Şuâlar, s. 601; 6- Riyâzü’s-Sâlihîn, 991

25.05.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Okumama marazı



Bir araştırma şirketinin ülkemiz insanının kitap okuma durumu ile alâkalı olarak bir süre önce yayınladığı anket sonuçları, tahminlerimi teyit etmenin yanında, doğrusu beni büyük bir şaşkınlığa ve karamsarlığa da sevk etti.

Ülkemiz insanının kitaptan uzak durduğunu, okumaya zaman ayırmadığını biliyordum. Ama okumaya ve kitaplara bu derece yabancı kaldıklarını tahmin edemiyordum.

Anket sonuçlarını tekrar tekrar gözden geçirince, nazarlarımıza sunulan acı tabloyu görünce, insanlık ve geleceğimiz adına üzüntüm kat kat arttı.

Sözü daha fazla uzatmadan, aklımda kalan anket sonuçlarının bir kısmını nazarlarınıza sunmayı uygun gördüm:

Ülkemizde ihtiyaç maddeleri sıralamasında kitap 235. sırada yer alıyor. Ayrıca bu ülke insanı, günde ortalama 5 saaat televizyon seyrederken; okumaya ayırdığı zaman yılda sadece 6 saat oluyor.

Tabloyu nasıl buldunuz? Benim gibi sizde de bir şaşkınlık, bir hüzün meydana geldi mi? Ekranlara hergün beş saat... Okumaya da, haftalık değil, aylık değil, yıllık ancak altı saat... Bu tablonun sonucunu tahmin etmek zor olmasa gerek.

Anketteki bir başka tesbit de şöyle: Türkiye’de ancak on binde bir kişi düzenli kitap okuyabiliyor. Bu oran, bazı Afrika ülkelerinin bile çok gerisinde. Diğer taraftan Japonya’da toplam nüfusun yüzde 14’ü, Amerika’da yüzde 12’si, İngiltere ve Fransa’da yüzde 21’i düzenli kitap okuyor. Evet yaklaşık yetmiş milyon nüfuslu ülkemizin insanının ancak on binde birinin düzenli kitap okuması üzerinde herhangi bir yorum yapmaya gerek var mı bilemiyorum?

Yine bilgi ve kültür seviyemizi ele veren şu sonuca bir bakalım: Kitap okuma oranında dünya ülkeleri arasında Türkiye ancak 86. sırada yer alıyor. Ayrıca meselâ Azerbaycan gibi bir ülkede bir kitap yüz bin tirajla basılırken, bizde ancak iki veya üç bin tirajla basılabiliyor.

Ankette bizi üzen, şaşırtıcı daha başka tesbitler de var. Meselâ kişi başı ortalaması olarak, bir Japon yılda 25 kitap, bir İsviçreli 10 kitap, bir Fransız 7 kitap okurken; bir Türk ise on yılda ancak bir kitap okuyabiliyor. Ayrıca yetmiş milyon nüfusa sahip ülkemizde ancak yetmiş bin kişi okuma alışkanlığına sahip. Bizim açımızdan çok acıklı bir durum değil mi?

Kitap okumaya ayırdığımız zaman bakımından da durumumuz hiç iç açıcı değil. Meselâ bir Norveçli bizim 300 katımız, bir Amerikalı 210 katımız, bir İngiliz ve bir Japon bizim 87 katımız zamanını kitap okumaya ayırıyor.

Bu tabloya da bir bakalım: Amerika’da yılda 72 bin kitap, Rusya’da 58 bin kitap, Japonya’da 42 bin kitap, Fransa’da 27 bin kitap basılırken, bizde yılda sadece 7 bin kitap basılıyor. Bunun ne kadarının satıldığı da meçhul. Bu meyanda BM’nin yaptırdığı araştırmada, bütçeden kitaba harcanan para, Türkiye’de 0,45 Dolar iken, Güney Kore kişi başına 39 Dolar, Avustralya 100 Dolar, Almanya 122 Dolar, Norveç 137 Dolar harcama yapıyor. Burada da ülkemizin acıklı durumunu görüyoruz. Kişi başına kitaba yarım Dolar harcamada bulunan bir ülkenin geleceğini bir düşünün.

Dergi ve gazete okumada da durumumuz maalesef içler acısı. İngiltere’deki bir tek gazetenin tirajinın Türkiye’deki bütün gazetelerin günlük tiraji kadar olduğunu gördükten sonra bu konuda da söz söylemeye gerek kalmıyor. Ayrıca dergi okuma oranımız yüzde 4 iken, televizyon izleme oranımız yüzde 95. Yine bizde gazete okuyucusunun yüzde 85’i yalnızca spor ve magazin sayfalarını okuyor.

İşte hâl-i pürmelâlimiz böyle. Okumayan, kitabı gündemine almayan, ömür dakikalarını televizyon başında veya hiçbir getirisi olmayan boş, malayani meşgalelerle tüketen insanımızın geleceği adına cidden endişe duyuyoruz.

25.05.2008

E-Posta: [email protected]




Meryem TORTUK

Paylaşmak mı, o da ne?



Bencil duygularımız ayyuka çıkmış durumda. Her yerde onların izini görmek mümkün. “Parası olan konuşur” cümlesi adeta her şeyin anahtarı haline geldiğinden, söz söyleme hakkı bile, sahip olunanla ölçülür olduğundan beridir ki, her şey satılığa çıkarılmış durumda.

Bu yüzden kimse kimseyi dinlemiyor, kimse kimsenin yüreğine bakmıyor, sadece elindekileri görüyor. Elinde yoksa, var etmesi için sıkıştırıyor. Haram olanlar da, “Minareyi çalan kılıfını hazırlar” düsturuna göre bir punduna oturtulup helâlleştiriliveriyor…

Oysa çok değil, bundan henüz yirmi yıl önce, herkes elindeki neyse onu paylaşmayı bir meziyet bilirdi. Kimse kimsenin çulundan, çaputundan kendisi için yararlı olacağını düşündüğü bir davranış sergilemez, içinde neyse öylece davranırdı.

Her şeyi kapitalist düzene, dünyanın çağıran yüzüne yüklemekten vazgeçelim artık. Sağlam olmayan düşüncelerimiz ve hayat tarzımız yüzünden kavramların içini kendimiz doldurmayalım…

Aslında en büyük paylaşım insanın gönlünü paylaşması değil mi? Ama etrafımızda gönlümüzü kaç kişiyle paylaşabiliyoruz? Başımızı omuzuna yaslayıp, hiç kelimelere dökmeden kaç kişiyle konuşabiliyoruz? Hadi etrafımızı da geçtim, eşimizle, kardeşlerimizle, anne ve babamızla bile…

Yok yok, yine karamsarım bugün de…

Aslında kendime baktığımda şunu da fark etmiyor değilim; negatiflerle, pozitif cümleler kurdurmaya çalışıyorum…

“Ha evet, bu söylenenler doğru! Hepimiz de bunu yaşıyoruz” dedirttikten sonra, yüreğimizin ince ince yollarını keşfettirmek ve paylaşmayı yeniden fark ettirmek istiyorum…

“Ben ne kadar yaşıyorum?” diye soruyorum bu kez de. Doğrusu dürüst olacağım bu konuda sizlere…

Ben de bu bencil duyguları fazlasıyla yaşıyorum…

Aslında paylaşmak o kadar da zor değil. Çünkü dinimiz tebessümü bile kardeşine sadaka olarak saydıktan sonra..

Bazen tabağımızdaki bir pirinç tanesi bile paylaşmak olabilir. Nasıl mı? Tabiî ki, onu dökmeyerek... Binlerce kişinin bunu yaptığını düşünsenize… Veya bir dilim ekmeği çöpe atmayarak... Yine binlerce kişinin bunu yaptığını düşünün. Kaç tane aç insanın doyacağını hesapladığınızda işte paylaşmanın en ince ayrıntısını keşfetmiş oluruz böylece.

Aslında bazen elimizde taşıdığımız herhangi bir şey bile göz hakkından korunduğunda paylaşmanın içine giriveriyor.

Hani atalarımız kuşlar için, hatta dağdaki yabanî hayvanlar için bile vakıflar kurmuşlar bir zamanlar. Onlarla da hayatı paylaşmayı, duygularını ve hayatlarını inceltmeyi başarmışlar… Bu gün bizler niye başarmayalım ki?

Hayat aslında ince hesapların içinde gizli bir hazine. Küçücük bir kelimenin içinde ne büyük derinliklere ulaşabilir insan, bunu da düşündükçe keşfeder... Ya da küçücük bir davranışın. Belki de o yüzden Kur’ân, aklı ve fikri her daim ön plana çıkarır…

Paylaşımlarımızın bol olduğu bir hayat duâsıyla…

25.05.2008

E-Posta: [email protected]




Abdurrahman ŞEN

Sinema ve tiyatroda Necip Fazıl



ir Fransız ansiklopedisine iki Türk yazarı alınmış” denilince, “Öbürü kim?” sorusunu soracak kadar kendinden emin olan Necip Fazıl Kısakürek, adıyla birlikte hemen herkesin aklına önce şiiri ardından aksiyonu gelir. Ama Necip Fazıl, "Allah’ı aramak” olarak özetlediği san'at anlayışı içerisinde, bütün san'at dallarında eser vermiştir... Şiirde, hikâyede, romanda, senaryoda, tiyatroda... Anılar, araştırmalar, biyografiler...

Bugün ve yarının doğum ve vefat yıldönümleri olması hasebiyle burada—özetleyerek—ele almak istediğim ise Necip Fazıl’ın sinemaya aktarılan eserleridir. Elbette bu eserler ve haklarında söylenenleri bir kere daha hatırlarken, bizzat Necip Fazıl’ın sinemaya bakışının ne olduğunu da gözden uzak tutamayız. Çünkü sadece bu görüşler bile tek tek eserlerinin üzerinde tartışmaktan daha geniş çaplı araştırmaları, çalışmaları gerektirecek derinliktedir…

“İdeolocya Örgüsü” isimli son derece kıymetli eserinin “Devlet Ve İdare Mefkûremiz” başlıklı bölümündeki, "Başyücelik emirleri - Sinema” ara başlığı altında, Necip Fazıl’ın “Sinema” hakkındaki görüşleri net olarak ortaya konmaktadır.

“Dâvânın en dokunaklı telkin kürsülerinden biri olan sinemayı, devletimiz, bu günkü örneklerin yüzde yüzüne birden şâmil bir ölçüyle bütün kötülüklerden ayıklayıcı ve bütün iyiliklerle yeni baştan kurucu bir anlayış emrinde imha ve ihya edecektir.”

Necip Fazıl Kısakürek’in eserlerinden bir bölümü sinemaya aktarılmıştır. Bunlar; “Nâm-ı Diğer Parmaksız Salih”, “Yangın Var” (Lütfi Ö. Akad Usta tarafından 1960’ta çekilen “Yangın Var” filminin senaryosu da Necip Fazıl eserlerinden yola çıkılarak beyaz perdeye aktarılmış filmlerden biri olarak dikkat çeker.) , “Zehra”, “Çile”, “Diriliş”, “Bir Adam Yaratmak”, “Reis Bey”, “Mü'min ile Kâfir”, “Siyah Pelerinli Adam” ve “Mukâddes Emanet”tir.

İçlerinde “Bir Adam Yaratmak” televizyon filmi/dizisi, “Siyah Pelerinli Adam” ve “Mukaddes Emanet” ise video filmi olarak çekilmişlerdir...

Şiirlerinde olduğu gibi sinema eserlerinde de yoğun fikir örgüsü, mesajlar, felsefe bulunan Necip Fazıl’ın dekor ve mekâna da çok ehemmiyet vermesi, birçok yapımcı ve yönetmeni “Necip Fazıl’ın eserini filme çekmek çok yönlü cesaret ister” görüşüne inandırmıştır.

Bu inancın sonucu olarak da Necip Fazıl’ın vefatı sonrasında bile çok uzun çalışmalar ardından ancak bir kaç eseri filme alınabilmiştir.

Oysa başta senaryo romanları olmak üzere birçok eser, kitap sayfaları arasından perdelere, ekranlara çıkacağı günü büyük bir sabırsızlıkla beklemektedir.

Ondan öte insanımız da Necip Fazıl eserlerini perdede ya da ekranlarda görmeyi arzulamaktadır...

Burada bir noktayı iyice altını çizerek belirtelim...

Biraz evvel de işaret ettiğim gibi Necip Fazıl’ın eserleri kolay kolay her yönetmen tarafından filme alınabilecek eserler değildir.

Necip Fazıl’ın bütün eserlerini okumadan, hele hele çektiği san'at çilesini, duyduğu fikir sancısını duymadan böyle bir işe soyunmak, başarısızlığı başından kabullenmek demektir...

Necip Fazıl için 'san'at'ın ne anlama geldiğini bilmeyen bir yönetmen onun eserindeki mesajı, duyguyu, san'atı nasıl verebilir? Kaldı ki bu incelik ve gereklilik hemen bütün yazarlar ve eserleri için geçerlidir.

Ama söz konusu olan kişi Necip Fazıl ve onun eseri olunca ehemmiyeti ve ciddiyeti daha da artmaktadır...

“Vatan Şairi Namık Kemal” adlı senaryonun romanından yarım kalan “Battal Gazi”ye kadar on senaryonun yazarı olan Necip Fazıl’ın san'at dünyasına yakın araştırmacılar ve sinemacılar tarafından incelenmesi gerekir.

Yeterli finans imkânına ve yönetmen formasyonuna sahip san'atçılar tarafından perdeye ve ekrana getirilmesi mümkün olan bu eserler hâlâ yapımcılarını bekliyor.

Dekora, kostüme ve mekâna, eserinde paylaştığı mesajı kadar önem veren Necip Fazıl’ın eserlerinin bu bakımdan da gerektirdiği titizlik, maliyeti arttıran unsur olarak birçok yapımcıyı vazgeçirmiştir. Fakat sermaye kadar kültür eksikliği de önemlidir.

Dünyadaki örneklerine bakacak olursak, bu sıkıntının çözümünde büyük sermayenin, holdinglerin yapımcılara destek olduğu biliniyor, görülüyor. Türkiye’de de değişik zamanlarda özel televizyon ekranlarında misallerini görür olduğumuz finansörlere bu alanda da ihtiyaç vardır. Bununla meselenin ancak bir yanı çözülebilir.

/…………/ “Tohum”u bitirdiğini söyleyen Necip Fazıl oyuna gelen seyircilerin azlığını gördükten sonraki düşüncelerini de şöyle açıklar: “Sırf kemmiyet ölçüsüyle benzetelim ve aradaki keyfiyet farkını tenzih ederek belirtelim ki piyesin her bitişinde tiyatrodan çıkan halk, cemaati bir kaç kişilik bir mescid boşalıyormuş hissini veriyordu insana...”

“Tiyatro” ve “mescid” benzetmesinin sırrını çözebilmek için, Necip Fazıl’ın “san'at”tan neyi anladığını iyi anlamak gerek!

“Türk Tiyatrosu Dergisi”nde 1937’de “san'atkâr nedir?” sorusunu cevaplayarak başladığı sözlerinde Necip Fazıl; "Evvela san'atkâr nedir? Bütün imkânların erişilmez müntehası, gayelerin gayesi, kemallerin kemali, maveraların maverası olan Allah’a doğru, sonsuz bir tekâmül yolunda giden insanoğluna mahsus ibda nev'îleri içinde en zengin ve en güzel hissenin üzerine oturmuş mahlûk. San'atkâr bir mahlûktur, fakat yaratılmak cehdinde bir mahlûk... Onun bir eseri bir de kendisi vardır. İşte san'atkâr, çok defa yaratmaya kalkıştığı tipin, yaratılmış olan ta kendisidir” diyor…

“Bir Adam Yaratmak” ile ilgili iddiasına gelince… Necip Fazıl “...Bu eserimi (Bir Adam Yaratmak), bu güne kadar vücuda getirdiğim eserler içinde en bağlı olduğum eser biliyor ve öylece bildirmek istiyorum.” dedikten sonra, eseri yazmaya başlamadan evvel de bu iddiasını şu sözlerle ortaya koyuyor: “Öyle bir eser yazıyorum ki dünya ölçüsünde olmak iddiasındadır. Muvaffak olabilirim veya olamam. Mesele orada değil, eserim kötüyse dünya mikyasında kötü, iyiyse yine dünya ölçüsünde iyi olmalı. Bu tehlikeli riske giren ve işi bu ölçüde alan benim. Onun içindir ki gerek vak’a, gerek fikir bakımından kollarımın bütün kucaklaşma kabiliyetiyle dâvâma sarılmış bulunuyorum. Dediğim gibi bize göre, Türkiye’ye göre, mevcut nisbet unsurlarına göre iyi eser diye bir mülâhaza kabul etmiyorum. Ya dünyaya göre iyi, ya kötü.”

Ruhu şâd olsun!

NOT: Mustafa Ruhi Şirin dostumun rahatsızlık haberi içimi yakmışken, toparlandığı müjdesini almak sevindirdi. Sevgili dostuma geçmiş olsun diyor, Cenâb-ı Mevlâ’dan acil şifalar diliyorum. Aman gardaş, çocukları daha fazla üzme!

25.05.2008

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

Hayati güzelleştırmek



Hatıralar ve hayaller…

Veya mâzi ile müstakbel.

Birbirini intâc eden beşerî hâller bunlar.

Başlangıçta belli bir haddi olmayan ve hudut konulamayan hayal, zamanın şartları içinde şekillenip yaşandıkça hatıralarda yer alarak dünya hayatının bir parçası olur.

Zîra bu iki beşerî hâlin arasında yaşanır dünya hayatı. Zaman hatıralardan hayallere doğru akarak geçerken hayat, hayallerden hatıralara doğru giderek şekillenir.

“Beşikten mezara kadar.”

İnsanlar dünya hayatının hududunu, doğumu ve ölümü ifade eden bu sözlerle dile getirseler de onların muayyen bir vakti, saati olmadığından insan iradesi her an hatıralarla hayaller arasında gidip gelerek zaman tezgâhında ömür örtüsünü örer.

Bu işleyiş sırasında insan, hayata mânâ ve heyecan katıp hafızasını, hatırladıkça ruhunu ihtizaza getirecek hadiselerle süslemek hevesine kapılınca, ilk olarak gayri ihtiyarî birer hususî hatıra sandığı mesabesindeki fotoğraf albümlerinin kapaklarını aralar.

Çünkü, itinalı bir hazırlanışın ve maksatlı duruşun neticesinde çekilerek albümün sayfalarına yerleştirilen fotoğraflar, geçmişin hâllerini geleceğe taşıyan hayat tablolarıdır.

Üzerlerinden zaman geçip renkleri soldukça hatıra değerleri artar.

Hele bir de içlerinde sevimli insan simaları varsa…

***

Her biri bir başka ânın temessülü olan fotoğraflar, tabî güzellikleri ve manidâr hadiseleri resmederek yaşatırlar. Lâkin içinde gülümseyen bir veya birkaç insan sîması olan fotoğraflar, olmayanlara nazaran çok daha mânidar, şirin, hoş ve güzel görünür.

Kimi anne, baba, dede, ninedir o mütebessim timsallerin, kimi eş, dost, evlat, kardeş, akraba, akran, arkadaş. Aralarında üstad, hoca, ağabey gibi saygın sıfatlar taşıyan simalar da varsa o fotoğraflara tarihî değerler izafe edilir.

İnsan o resimlere bakarken, oradaki simalarla birlikte onların bulundukları yere, yaşadıkları zamana, beraber oldukları kişilere de sevgisinin arttığını hisseder ve her birini birer muhabbet mecrâı sayar.

Her fotoğrafın arkası mazi, önü müstakbel sayıldığından orada yer alan simalar hep geleceğe bakarlar. Onun için bir bakış ânında hasıl olan muhabbet, sadece o zamana münhasır kalmaz.

‘Mâzi berzaha intikal ve inkilap ettiğinde suretini, şeklini ve dünyasını istikbal âyinesinde tarihe, insanların zihinlerine vedia ettiği’ için o muhabbet geleceği de ihata eder.

Hatta Bediüzzaman’ın tesbitiyle ‘Onlara olan mânevî ve hayalî muhabbetiyle dünya muhabbeti tatlı olduğundan’ sevgi insanı, zamanı ve mekânı aşar, beşeriyete malolur.

Zîra, ‘Müstakbel mazinin âyinesidir.’

***

İnsan, hep o aynada seyreder sûretini.

Seyrederken de kendine, ona göre çeki düzen vermeye çalışır.

Bu itibarla, hatıralardan hareket ederek hayallerine şekil vermek isterken de öyle güzel yerlerde maddî, mânevî değeri olan hadiseler yaşayarak hatıralarını zenginleştirip dünya hayatlarını güzelleştirmeye gayret eder.

Ne var ki dünya hayatı nurun zulmetle, sevincin kederle, iyiliğin kötülükle, güzelliğin çirkinlikle iç içe yaşandığı ve bunların ancak irade ile tefrik edilebildiği hareketli bir halitadır.

İradesini kullanan insan, nuru zulmetten ayırıp hidayete ererek kötülüklerden, çirkinliklerden uzaklaştığı ve iyilik yaptığı nisbette sevilir, sayılır, sürur duyar, huzurlu, mutlu, müferrah bir hayat yaşar.

Bu sıfatlar güzelliği intâc ettiğinden, hayat ancak o zaman güzelleşir.

Bütün mânevî değerler gibi güzellik de paylaşıldıkça ziyadeleştiği için hayatını güzelleştiren insan, kendisini hidayete erdiren nurlara hizmet ederek başka insanların hayatlarını da nurlandırmaya çalıştığı takdirde ismi büyük, siması sevimli sıfatları ile birlikte anılır.

Her insan farklı bir fıtrata sahip olduğu için onun hayatını aydınlatan hidayet nurları simasına, fıtratındaki farklılıklarla birlikte in’ikas eder ve hayatın akışı içinde kendince bir renk alır.

Belli maksatlarla bir araya gelen değişik mizaçtaki insanların, asgarî müştereklerinden meydana gelen umumî zemin üzerinde, diğerlerinin insicâmını bozmadan kendi renkleri ile tenevvür etmeleri gerekir.

Ancak yeri geldiğinde bazı fedakârlıklar gösterilerek sağlanabilecek olan bu insicam temin edildiği zaman hayat, gökkuşağını andıran renkli, âhenkli ve güzel bir hat üzerinde akmaya başlar.

Böylece nurunu ruhundan alan her sima, farklılıkların intizamlı ve âhenkli insicamından meydana gelen böyle güzel bir zeminde yer almanın hazzını ifade eden tebessüm hatlarıyla şekillenir.

O zaman hem kendisi güzelleşir, hem de hayatı güzelleştirir.

Tıpkı Bediüzzaman Said Nursi ve Nur Talebeleri gibi.

***

“Dünya hayatını güzelleştiren esbabdan biri, dünya âyinesinde temessül ile parlayan hidayet nurları ve büyük insanların sevgili ve sevimli timsâlleridir.”

Said Nursî böyle ifade eder dünyayı güzelleştiren sebeplerden birini.

Elbette hidayet nurlarının dünya aynasında parlamasını sağlayan büyük bir âlim olması ve Nura hizmetkâr pek çok talebe yetiştirmesi hasebiyle bu zamanda en sevgili ve sevimli timsâl odur.

Hassaten iradenin hislerde, heveslerde boğulduğu; bedenin ruha tahakküm ettiği, idrakin uhrevî hazlardan ziyade mecazî zevklere müptelâ olduğu bir zamanda insanların tefekkür hassalarını harekete geçirerek nazarları kâinat kitabına çevirmesi, tesiri zamanı aşan bir hareketti.

Çünkü insanlar hilkatin sırrını anlama, kâinatı hey’et-i umumîsi ile tanıma, dünyanın iç yüzü mahiyetindeki üç yüzünü müşahede edip tercihini ona göre yapma fırsatı buldular.

Bu sayede bazı mü’minler dünyanın ‘kasten ve bizzat kendine bakan ve insanların hevesâtına, keyiflerine, bu fâni âlemin tekâlifine medar olan’ üçüncü yüzü ile aralarına mesafe koymayı başardılar.

Nur-u imanla dünyanın, ‘ahiretin mezrası ve Esmâ-i Hüsnanın mektebi, tezgâhları olan yüzlerine’ teveccüh edip hayatlarını mânevî bir Cennet hâline getirme gayreti içine girdiler.

Böylece insanların kahir ekseriyetinin tamamen hasr-ı nazar ettiği, bir kısmının da hakir görüp yok saydığı dünyayı hakiki mânâsıyla tanıyıp güzel cihetini görmenin yolları açıldı.

Onun ve talebelerinin canhıraş gayretleri neticesinde ‘hidayet nurları dünya âyinesinde temessül ile parlamaya’ başladıktan sonra dünya hayatının, ahiretin tarlası, mezrası olduğu daha iyi idrak edildi.

Daha önce hayata dünyevî gayelerle, maddî maksatlarla bakan ve zamanının çoğunu, dünya sayfasında tecellî eden Esma-i Hüsnanın tezahürlerini temâşâ edip yaşamaya çalışmaktan ziyade o basit, geçici hedeflerine hasreden bazı insanlar, hata yaptıklarını anladılar.

Ve ‘Dünya onları terk etmeden, onlar dünyayı terk ettiler.’

***

İnsanı güzelleştirmek…

Dünyayı güzelleştirmenin ilk merhalesidir bu.

Zîra dünya, kâinat ağacının ebed tarafına uzanan hayattar dalı, insan da onun en mükemmel meyvesi olduğundan meyve ne kadar güzelleşirse dal ve ağaç da o kadar güzel addedilir.

Onun için Said Nursî de hep insana hitap etti.

“‘Ey insan!’ dediğim vakit nefsimi murad ediyorum. Bu ders kendi nefsime has iken, rûhen benimle münâsebettar ve nefsi nefsimden daha hüşyar zatlara belki medar-ı istifade olur niyetiyle müdakkik kardeşlerimin tasviplerine havale ediyorum.”

Fakat bu cümlelerle de dile getirdiği gibi bunu yaparken ‘Nefsini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez’ hakikatini nazara alarak önce kendi nefsini muhatap aldı.

Bütün insanlar nefis sahibi olduğu, ıslah edilmemiş bütün nefisler de insanlardan hep hisse hoş gelse de hakikate mugayir, idrake zararlı menfi hareketler yapmasını istediği için o nefis sahiplerinin de kolayca istifade etmelerine zemin hazırladı.

İşte öyle nefis sahibi insanların içinden çıktı Said Nursi’nin ‘müdakkik kardeşlerim’ dediği, eserlerinin bazı bahislerini tasviplerine havale edecek kadar basiretlerine güvendiği ve çeşitli sıfatlar vererek taltif ettiği talebeleri.

Erkânlar, rükünler, haslar, hassü’l-haslar, Barla Sıdıkları, Isparta Kahramanları, Denizli Cengâverleri ve onların ihlâslarını, sadakatlerini, cesaretlerini, gayretlerini, metanetlerini örnek ittihaz ederek taşıdıkları sıfatları taşımaya çalışanlar.

Yani bilumum Nur Talebeleri.

***

Aslında onlar da birer insandı.

Her insan gibi onlar da nefis taşıyorlardı.

Bediüzzaman’ı tanıyıp Risâle-i Nurları okumadan önce ekseriyetinin, nefsin telkinleri neticesinde şekillenen kendilerine has değerleri, hedefleri, maksatları, gayeleri vardı.

‘Hayat-ı dünyeviyeyi, hayat-ı bâkiyeye bilerek tercih etmek bu asrın bir hassası’ olduğundan pek çok insan gibi onlar da dünya hayatını tercih etme temayülü içine girerlerdi. Dünyayı kazandıkları takdirde kendilerinin de, çevrelerinin de mutlu olacağını düşündükleri için o hedeflere ulaşıp gayelere erişmenin hayallerini kurar, yollarını ararlardı.

Lâkin Said Nursî’yi tanıyıp onun, insanların ekseriyetinin nezdinde muteber olan şeylere, değerlere itibar etmediğini; hayatı güzelleştirme kıstaslarının diğer insanlarınkine benzemediğini görünce, aralarında bir mukayese yapma ihtiyacı hissettiler.

O zaman insanların ekseriyetinin zahiren câzip, şeklen parlak da olsa; hakikatte basit, sönük, her an kırılacak şişe parçalarına, onunsa hakiki elmaslara, altınlara, zümrütlere, cevherlere ve daha nice mânevî değerlere itibar ettiğini gördüler.

Onun, “Dünyaya ait işler kırılacak şişeler hükmündedir; bâkî umur-u uhreviye ise gayet sağlam elmaslar kıymetindedir” diyerek vecizeleştirdiği düsturu hayatlarına ölçü yaptılar.

Böyle ulvî bir hakikate ittiba ettikleri için zamanlarını bâki umur-u uhreviye ile meşgul olarak geçirdiler ve beşeriyetin gayet sağlam ve bâkî elmasları, zümrütleri, yâkutları hâline geldiler.

Hepsinin kendilerine has meziyetleri, maharetleri ve hususiyetleri vardı. Mensup oldukları dâvâ da onları hakiki mânâları içinde kullanarak korumalarını gerektiriyordu.

Onlar da öyle yaptılar ve kardeş addettikleri dâvâ arkadaşları ile insicam içinde hizmet ederek ‘bir cevher-i yekpare’ teşkil edip farklılıkların tenâsübünün güzel bir örneğini verdiler.

Ve, hayatın alaim-i seması hâline geldiler.

25.05.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Şahs-ı manevî



Tarih boyunca imanla küfür arasında cereyan eden bir mücadelenin, ahirzaman olarak nitelenen çağımızda daha da şiddetlenerek devam edeceği, bir gerçek.

Bu mücadelede her türlü yalan, iftira, tuzak, komplo ve hileye başvurulacağı ve insanların bilumum zaaf ve boşluklarının kullanılıp değerlendirilmek isteneceği de. Onun için her an çok dikkatli ve müteyakkız olunması icab ediyor.

Bu da yetmiyor. Şahsî plandaki dikkat ve teyakkuzun ötesinde, sağlam ve sarsılmaz hakikat ve ölçüler üzerine bina edilmiş güçlü bir şahs-ı manevînin şemsiyesi altına girmek gerekiyor.

Fert dâhi de olsa, tek başına hücumları göğüsleyemez. Vâki saldırılara dayanabilmek ve daha da ötesinde püskürtebilmek için, mutlaka muhkem bir cemaat dayanışmasına ihtiyaç var.

Cemaat deyince de, kesinlikle şahıs eksenli hareketleri anlamamak lâzım. Hiçbir şekilde şahsı ön plana çıkarmayan, şahs-ı manevî mânâsını mutlak mânâda hakim kılabilmiş ihlâslı, yekvücut, mütesanid beraberlikler gerekiyor.

Çünkü derinlere kök salmış, manevî bağlarla tahkim edilmiş, her meselenin hakkı verilerek yapılan meşveretlerle sonuca ve karara bağlandığı, İlâhî bir istihdamla ihlâs ve tesanüd mânâları üzerine bina edilmiş bir şahs-ı manevîyi hiçbir fitne veya dayatma çökertip dağıtamaz.

Bu ölçülerin ısrarla vurgulandığı Risale-i Nur Külliyatını okuyan insanlar tarafından teşkil edilen şahs-ı manevînin, başından beri bir numaralı hedef olmasına rağmen, bütün baskı, dayatma, tuzak, fitne ve komploları boşa çıkararak hizmete devam edebilmesinin sırrı işte burada.

Üstadın vefatından sonra Nur hareketinin zaafa düşüp dağılmak şöyle dursun, daha da güçlenerek dünyayı kucaklar boyuta erişmesinin de.

Ne mutlu o şahs-ı manevî sırrına erenlere...

Tabiî, içinde bulunduğumuz sıkıntılı ortamda, bu sır ve mânânın çok daha kapsayıcı bir çerçevede düşünülüp yaşanmasına ihtiyaç var.

Ehl-i dalâletin tam bir tesanüd halinde, adeta cemaatleşmenin getirdiği bir şahs-ı manevînin dehasından aldığı ilâve güçle hücumuna karşı, ehl-i hakkın o kuvveti dengeleyip göğüsleyecek güç ve ağırlıkta bir mukabil şahs-ı manevî çıkararak hakkaniyeti muhafaza ve hakkı bâtılın savletinden kurtarma vazifesi son derece önemli.

Bunun için, meşrep ve metodları farklı olsa da hedefleri aynı olan hizmet ekolleri arasında “rekabetkârane ihtilâfın bulunmaması” yetmez.

En bedevi aşiretlerin dahi haricî taarruz karşısında aralarındaki kavga ve ihtilâfları bir kenara bırakarak kenetlenen tavrının gerisinde kalmayarak, hakikî ve samimî muhabbete dayanan bir ittifak ve dayanışma içine girilmesi gerekir.

Bediüzzaman, Birinci İhlâs Lem’asında, haricî düşmanın hücumunda dahilî münakaşaları terk edip, ehl-i hakkı mağlûbiyet ve zilletten kurtarmayı en birinci ve en mühim bir uhrevî vazife telâkkî ederek, yüzlerce âyet ve hadisin şiddetle emrettiği kardeşlik, sevgi ve yardımlaşmayı yerine getirmemiz gerektiğini ifade ile şöyle diyor:

“Bütün hissiyatınızla ehl-i dünyadan daha şiddetli bir surette dindaşlarınızla ittifak ediniz.”

Bu ittifakın, olması gereken seviyede başarılamayışı yüzündendir ki, maruz kalınan sıkıntılar bir türlü aşılamıyor. Artarak devam eden haksızlıkların yol açtığı mağduriyetler giderilemiyor.

Musibetin devamı için kadere fetva verdiren bu durumun artık sona erdirilmesi gerekiyor.

Yaşanan tecrübeler şunu öğretmiş olmalı: Siyasetle bu işler olmuyor. Aynı inanç ve değerleri paylaşıp “hakka hizmet” ortak paydasında buluşan insanların siyaset dışı zeminlerde safları sıklaştırmasının vakti çoktan geldi de geçti bile.

Hedef ve misyonunu rıza-yı İlâhîye erişmek ve önce kendisinin, sonra başkalarının imanlarını ve ebedî hayatlarını kurtarmak olarak tarif eden hizmet erbabı, tevhid-i imanîye dayalı gönül birliği üzerine inşa edilecek “vahdet-i içtimaiye”yi gerçekleştirmek için neyi bekliyor?

25.05.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Müstehcenlik yarışı



Havaların ısınmasıyla birlikte ‘müstehcen’ yayınlar da dozunu arttırmaya başladı. Bilhassa gazete ve televizyonlar, maalesef bu konuda birbiriyle yarışıyor. En dikkat çekici olan da, el değiştirdiği için kamuoyunda farklı gözlerle bakılan bazı medya organlarının tavrı. Sanki ‘el değiştirdiği’ anlaşılmasın diye daha fazla ‘müstehcen yayın’ yapmaya başladılar.

En başta şunu ifade edelim: Sınırları tartışılsa da ‘müstehcen yayın’ların bilhassa gençliği ifsat ettiği, bunalıma sürüklediği bir vakıadır. Yıllardan beri devam eden bu ifsat çalışmaları, çok yazık ki ‘mütedeyyin’ insanların ölçülerini de değiştirdi. Geçmiş yıllarda tepki gören bazı fotoğraf, reklâm metni ve ilânlar; artık tepki görmez oldu. Müstehcen yayın yapmakla övünen gazete ve tv kanallarından daha tehlikeli olan da zaten budur.

Düşünün, ‘aile gazetesi’ olarak bilinen bazı gazeteler, bilerek ya da bilmeyerek ‘ifsat şebekeleri’nin ekmeğine yağ sürüyor. Eskiden beri ‘müstehcen yayın’ yaptıkları bilinen gazeteler zaten çoğu eve girmiyor. Fakat, ‘dost’ bilinen bazı yayın organlarının da bu hassasiyeti kaybedip, ‘müstehcen’ sayılabilecek ölçüde resimlerle süslenmiş ‘reklâm’larla evlere giriyor olması düşündürücü. Bu durum, ‘kurt’un ‘gövde içine’ girmesi anlamına gelir ki; açıkça müstehcen yayın yapan medya vasıtalarından daha da öldürücüdür.

“İslâma hizmet, maddeten terakkiyle mümkündür” tesbitini yanlış yorumlayan bazı kişiler, para gelecek olan yerden ‘ölçüsüz reklâm’ı esirgemiyorlar. Güya bu yolla para kazanılıyor, ama bunun karşılığında kaybedilen ‘haya’nın hesabı nedense yapılmıyor... Kaybedilen ‘para’yı temin etmek mi zor, yoksa ‘haya’yı temin etmek mi zor? Asıl bunun bir muhasebesinin yapılması gerekmiyor mu?

Elbette ‘maddeten terakkî’ de gerekiyor, ama bunu temin için ‘haya’ gibi ağır bir bedel ödenmesine itiraz edilmelidir. Unutmamak gerekir ki, bu hassasiyet kaybedildikçe, kazanılan ‘para’ların da hayrı olmuyor.

Türkiye’yi ‘idare edenler’in gündeminde ise ‘müstehcenlik’ gibi bir konu zaten yer almıyor. Onlar da ya bu görüntülere alıştı ya da ‘daha önemli konu’larla meşguller. Böyle bir konunun gündeme gelmesini arzu etmiyorlar. Aynı şey, gazetelerde devam eden ‘alkollü içki reklâmları’ için de geçerli. Sigarayı engellemek için bunca gayret gösteren ‘yetkililer’in, alkol gibi daha zararlı, aklı iptal eden bir alışkanlık için gayret göstermemesi normal midir?

Elbette ‘azgın azınlık’ bu konuda insafsız hareket ediyor. Fakat onların insafsızlığı karşısında doğruları, gerçekleri, hakikati savunmaktan geri kalamayız. Bir örneğini 19 Mayıs kutlamalarında yaşadık. Manisa’daki ‘tören’lerde ‘müstehcen’ görüntüler sahnelendi ve bu durum bir kısım ‘yetkililer’ce savunuldu. Yanlışı savunanlar da her zaman çıkabilir. Fakat aynı ölçüde ‘doğru’yu savunanların da açıklamalarını duymak isteriz. Bu görüntüler; ‘ortalama Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı’nın uygun göreceği görüntüler değildir. Sergilenen ‘müstehcenliği’ Türkiye şartlarında ‘uygun’ görenler olsa olsa ‘sırça köşkte siyaset yapan’lar olabilir.

Müstehcen yayın yapanları ikaz etmek görevimiz...

25.05.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Yakıştırma yanlışı (3)



Bediüzzaman, Müslümanların “maddeden terakki”sini önemser. Ancak mânevî gelişmenin yanı sıra ilim, fen ve teknolojide ilerlemeye, “maddî gelişme”ye vurgu yaparken bile, hep mâneviyatı esas alır. İnanç ve ahlâk tahkimini öne çıkarır. Maddî gelişmenin ancak dinî-mânevî gelişme ve ahlâkî inkişâfla olabileceğine dikkat çeker. İnsanlığın barış ve huzurunu temin eden “hakîki medeniyet”in ancak mânevî terakki taçlandırılmasıyla olabileceğini açıkça belirtir. (İşârâtü’l İ’câz, 142)

Daha geçen asrın başlarında Müslümanları “maddî terakki”ye teşvik ederken, “Bu memleket insanlarının makine-i tekâmülatının (maddî ve mânevî yükselme aracının) buharı (yakıtı) diyanettir” demesi ve “milletin kalp hastalığı zaafı diyanettir, ancak onu takviye ile sıhhat bulabilir” temel tesbiti bunun içindir. (Divân-ı Harb-i Örfî, 62-63)

Kısacası, Bediüzzaman’a göre, “maddeden terakki”de yine “İ’lây-ı kelimetullah” olarak formüle edilen, Allah adının yüceltilmesi, İslâm’ın yayılması ve Kur’ân’ın hâkim olması içindir…

Kaldı ki Bediüzzaman, İslâm’ın diğer dinlere kıyas edilemeyeceğini, Hıristiyanlıktaki dinî reformun İslâma tatbik edilmeyeceğini izâh eder. Müslümanların İslâmı yaşamaları nisbetinde terakkî edip medenileştiklerini, İslâm hakikatlerinde zâfiyetleriyle vahşete düşüp belâlara, mağlubiyete düştüklerini madden ve mânen gerilediklerini, tarihin şehâdetiyle ispat eder. Başta Hıristiyanlık olmak üzere sair dinlerin bilâkis olduğunu, aradaki “mühim farkı” açıklar. Kur’ân’ın her cihetle insanlığı maddî ve mânevî terekkiyata sevk etmek için ders verdiğini beyân eder. (Hutbe-i Şâmiye, 29, 39)

Dinini terk edip İslâmiyetten çıkan bir Müslümanın daha hiçbir peygamberi ve mukaddesi tanımayacağını, Cenâb-ı Hakkı dahi ikrar edemeyeceğini, insanlıkla alâkalı hiçbir mânevî kemâlatının kalmayacağını, vicdanının tamamen tefessüh ederek çürüyüp kokuştuğunu yazar. İçtimaî hayata hiçbir faydası kalmayan âdeta öldürücü bir zehir hükmüne geçtiğini ifâde eder.

Müslümanlıktan çıkan dinsizleri, “terakki ve ticaretin esası olan emniyet ve asâyişi kıran” kalkınmaya engel anarşistler olarak “meslekçe tahribatçı” muzır birer mahlûk hükmüne geçtiklerini kaydeder. Bundandır ki; “Dünyada en büyük ahmak odur ki, böyle dinsiz serserilerden terakkî ve saadet-i hayatiyeyi (dünya barış ve huzurunu) beklesin” diye “ehl-i bid’a” dediği dinde reformculara yüklenir... (Mektûbat, 423-424)

Bu bakımdan, altı bin sahifeyi aşkın Kur’ân tefsiri müellifi Said Nursî’nin Müslümanları maddî terakkiye, dünyaya, çalışmaya “kalben değil, kesben” çalışmasını, “dünyevileşmeyi” önerdiği şeklinde tekellüflü te’villere girişmek, Bediüzzaman’ı ve mefkûresini anlamamaktır.

“Bu taassub-u dinî bizi geri bıraktı” uydurmasıyla, Avrupa’nın dinini bırakıp Protestan olmakla ilerlediğini iddia edenlere “Yanlışsınız ve aldanmışsınız! Veya aldatıyorsunuz” diye şiddetle karşı çıkan Bediüzzaman gibi bir müceddidi, “Müslüman kapitalizminin öncüsü” göstermek,—iyi niyet hâriç—hâriçten üflenen “Kalvinist İslâm” projesinin bir ucudur. En azından Müslümanların “dünyevileşme tuzağı.

Belli ki çoğu din ve diyanetle alâkası olmayan çeşitli kisveler altındaki “din câhilleri”nin ileri sürdükleri bu tür nevzuhur iddialar, ithal malı hiçbir dinî ve ilmî mesnede dayanmayan denemelerdir. “Zamanın ilcaatı” gerekçesiyle kendi dar “kafa fenerleri”ne göre “rızâ-i İlâhi”ye tamamen zıt konjonktürel “indî yorumlar” ve “arzî içtihatlar”la farkında olarak olmayarak bazı hârici güç merkezlerinin “ılımlı İslâm” ve benzeri “tahribatçı projeleri”ne zemin hazırlamaktır…

Aslında Bediüzzaman için “moderniteye açılan bir yol”da “Anglo-Sakson sekülarizmine yakın bir yerlerde durduğu” yakıştırması, benzeri isnadlar yeni değildir. Daha önce benzer iddialarda bulunulmuştu…

Bediüzzaman’ı ve Nur talebelerini “Türkiye’de Kalvinizmin öncüsü” göstermeye yeltenilmiş; Calvin gibi dini dünyevileştiren Kapitalizmin kurucusu bir filozofa benzetme iftirasında bulunulmuştu. Ne var ki bütün bunlara bir dizi cevap verildiği halde, isnad sahipleri hiç oralı olmamışlardı. Oysa samimiyet, bu ikazlara kulak vermeyi gerektirir…

Oysa hayatıyla ortaya koyduğu inancına ve hizmet metoduna tamamen aykırı olarak, “fikren avam tabakasındanım ve eskiden beri burjuvaya karşıyım” diyen Bediüzzaman’ı ve Nur talebelerini, “sekülarist, modernist ve üniversalist kimlik taşıyan yeni taşra burjuvazisi”ne yakıştırmak, en hafif tabirle Bediüzzaman’ı ve “dâvâsı”nı anlamamaktır…

Çünkü Bedüzzaman, temelde bu tür “sekülarist ve modernist” görüşlere ve “refleks”e karşıdır. Kur’ân tefsiri altı bin sayfayı aşkın eserlerinde bu husus açıkça okunur. Bediüzzaman’a göre, mütedeyyin bir insanın, “aynı zamanda da sekülarist, modernist ve üniversalist kimlik taşıyan yeni taşra burjuvazisi”nden olması da mümkün değildir.

“Son tahlil”de Said Nursî, “uhrevi’yle ‘dünyevi’yi ayrıştıran laik” ya da “Anglo-Sakson sekülarizmine yakın bir yerlerde” değil, “Kalvinci Protestanlıkla benzeşen” hiç değil, bir mâneviyat adamı, İslâm âlimi ve Kur’ân müfessiridir…

Bunun böyle bilinmesi gerekir…

25.05.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

CHP’nin “Sav”unması



CHP son zamanlarda hep dâvâlık konularla, milletin mukaddeslerini alaya almasıyla gündeme geliyor.

Bu dâvâlardan birisi 32. Olağan Kurultay öncesi CHP’nin afişlerinde kullandığı bir ifade ile ilgili. “Çekil aradan... Din de bizim, Devlet de bizim, Millet de bizim!” gibi anlamsız bir afiş yaptırıp Ankara sokaklarına asılmıştı. Kurultay öncesi bununla ilgili bir yazımızda “Din nasıl sizin oluyor? Din bütün Müslümanların ortak malı değil mi? Din adına ne yaptınız ki sizin olsun? Din sizin tekelinizde mi?” diye sormuştuk.

Bu afişlerdeki “din de bizim” bölümü Öğretmen-Sen Genel Başkanı Yusuf Tanrıverdi’nin de dikkatini çekmiş. Tanrıverdi, bu ifadenin Anayasaya ve Partiler Kanununa göre suç olup olmadığını öğrenmek için 24 Nisan 2008 tarihinde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı Siyasî Partiler Sicil Bürosuna bir dilekçe verdi. Cevap 7 Haziran 2008 tarihinde geldi. Yazıda, “dilekçenin içeriğinin değerlendirilmek üzere kayda alındığı” belirtilip, ilgileri dolayısıyla teşekkür edildi.

Görüştüğümüz Tanrıverdi’ye bu durumu nasıl değerlendirdiğini sorduğumuzda, parti kapatmaya karşı olduğunu söyledi, “İllaki bir parti kapatılacaksa o da CHP olmalıdır. Din istismarcılığı yapan, Anayasa Mahkemesi’ni tehdit eden, demokrasiyi işlemez hale sokan, millet iradesine ipotek koyan, totaliter bir rejim isteyen, darbelere zemin hazırlayan ve insan haklarını hiçe sayan partinin varlığı kimin yararına?” diyerek görüşlerini açıkladı.

Şu anda bu dilekçe CHP’nin sicil dosyasına girmiş oldu. Bakalım önümüzdeki günlerde AKP ve DTP’ye kapatma dâvâsı açan Yargıtay CHP’ye de kapatma dâvâsı açacak mı merakla bekliyoruz.

* * *

Bu yazımızda esas üzerinde duracağımız konu, CHP’nin iki numaralı ismi genel sekreter Önder Sav’ın söylediği bir söz. Sav öyle bir lâf etti ki, Danimarka’daki Müslümanları küçük düşüren karikatürlerden daha fazla etki yaptı. Sav’ın bu sözleri CHP zihniyetini ortaya koydu.

80 yaşlarında ismi Mustafa Ünal olan yaşlı bir vatandaş Sav’ın yanına gelip, hacca niyetlendiğini söyleyip yardım isteyince, Sav, bu zihniyette olan başkalarının da söylediği gibi, “Boş ver. Araplara para kaptırma” diye alaycı bir üslûpla cevap verdi. Uzun yıllardır arkadaşı olan Ünal, alaycı üslûbu anlamayarak, “Niye yaşım 80’e gidiyor. Bir ayağım çukurda” diyence Sav’dan o yakışıksız sözler duyuldu: “Bakarsın orda Muhammed bırakmaz seni. Buraya göndermez. Onun için sen yine şey yapma…”

Sav’ın bu sözü günlerdir tartışılıyor ve tartışılmalıdır. Müslümanlar için farz bir ibadeti küçük görmenin yanında, Peygamberimiz Hz. Muhammed’e (a.s.m) haddini aşarak alay etmesi kabul edilebilir bir davranış değildir. Sav’ın bu sözleri dinî değerlerimizi aşağılamadır ve bütün Müslümanları rencide etmiştir.

Önder Sav, pişkin pişkin kendini savunurken “takıldım sadece” demiş. Peşinden de demiş ki, “Orada kamera olduğunu fark etmedim!..” Bu cümleden de anlaşılıyor ki, kamera önünde farklı, arkasında farklı konuşuyorlar. Özrü kabahatinden büyük… Baykal, Sav’a bir ceza vermek, partiden atmak veya uyarmak yerine sadece “dikkatli konuşun” demiş. Yakışanı yapmış aslında. Peygamberimize ve dinimize hakaret eden Danimarkalı karikatürist bile özür dileyip Sav’dan “çıt” çıkmaması da bunu göstermiyor mu?

CHP tarafından bakılınca olay kapanmış görünüyor. Ancak, Sav’ın bu yakışıksız ve çirkin sözleri artık mahkemelik oldu. Diyanet-Sen ve Büyük Birlik Partisi Sav’ı mahkemeye verdi. Mahkeme nasıl bir karar verir bilemiyoruz ama milletin vicdanında en sert şekilde cevabını aldı. Millet kararını da verdi…

Seçim meydanlarında dindarlardan oy almak adına -tabiî kameralar önünde- dinî motifler kullanan, seçimlerde başörtülülerin resimlerini kullanmaktan kaçınmayan, başörtüsü konusunda fetvalar veren, partisinin grubunda din âlimi gibi konuşan, büyük günahları tek tek sayan Baykal’ın dinî konulardaki sözlerinin samimî olduğunu zaten düşünmüyorduk da hiç değilse kameralar önünde ortaya çıkan bu çirkin konuşmadan sonra kamuoyunun gözünü boyamak olsa bile bir uyarı veya kınama cezası verebilirdi. Biz beklemiyorduk. Zaten o da bizi yanıltmadı…

CHP’nin dine, dinin mukaddes saydığı değerlere ve dindarlara bakışı, bu iki olayda da görüldü.

25.05.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

ABD’nin çöküş tarihi



Dünya 1991 yılında Soğuk Savaş’ın bitimi ve SSCB’nin mağlûbiyeti ve ABD’nin galibiyetiyle birlikte tek kutuplu bir döneme geçti. Ama bu hiç uzun sürmedi. Bunun üzerinden 20 yıl geçmeden tek kutuplu dünya Bush’un maceralarıyla birlikte kutupsuz hale geldi. ABD Clinton ve Bush dönemlerinde tam 16 yılını heba etti. Clinton, ABD’nin beka ve hayatiyetini temin eden coğrafya olarak Ortadoğu’da barış temin edemedi. İsrail’in ihtiraslarını barış lehinde gemleyemedi ve dizginleyemedi. Barış dönemi böylece barışsız bir şekilde bitti ve boşa harcandı. Bunun üzerine iktidara oğul Bush geldi o da savaşlarda kazanamadı ve dost-düşmanın ittifakıyla ABD, treni ebedî olarak kaçırdı. Amerikan imparatorluğu (PNAC ) vizyonu yarım ve akim kaldı. Dolayısıyla Reagan’dan hemen sonra baba Bush döneminde başlayan tek kutupluluk, CFR Başkanı Richard N. Haass’ın da itirafıyla bitmiş ve yerini kutupsuzluğa bırakmıştır. En azından şimdilik.

Yine aynı bağlamda, Newsweek editörü Ferid Zekeriya yeni bir kitap yazmış: The Post American World. ABD Sonrası Dünya veya dönem ve çağ anlamına gelebilecek kitabında aslında çok belli etmese de ABD’nin bitiş gongunu çalıyor. Her ne kadar kitabın tanıtımında ‘Bu kitap, ABD’nin çöküşünü değil yükselişini anlatıyor’ dense de kazın ayağı hiç öyle değil. Her ne kadar güven vermeye yeltense de aslında kitabın başlığı bile şeamet tellâllığından başka bir şey değil. Amerikan Yüzyılı projesini fiilen nakzeden bir kitap. Hindistan ve Çin’in yükselişi ile ilgili Taha Akyol’un bir programına katılan Cem Kozlu bu meseleyi analiz etti. Bence pek muvaffak olamadı. Nedeni meseleye kompleksli olarak yaklaşması. Bakışının kompleksten ve Amerikan şaşaasından kurtulamaması. Taraflı bakmak; ister düşman cephesinden, isterse dost cephesinden olsun hiç fark etmez insanı yanıltır. ABD’nin dünya üretimi içindeki payının 1960’dan beri hiç değişmediğini ve eksilmediğini söyledi. Bence bir yanlışı var. Aslında, 1945’ten beri düştüğüne aksi yönde veriler var. O ise 1960 ile 2006 arasında bu payın yüzde 26 olarak fix kaldığını ileri sürdü. Ve sadece bununla da kalmadı ABD’nin her yönden eksiye doğru evrildiğine ve seyrettiğine dair birçok veriyi de göz ardı etti. Ferid Zekeriya’nın The Post American World kitabı güven tazelemeye matuf olsa da netice itibarıyla gerçekleri gizleyemiyor. Cem Kozlu da Asya’nın bahtını kara ve kalkınmasını hayal olarak gören Weberyan anlayışları nakz ve tekzip etti. Elbette ki bazı açılardan dengeliydi, ama Bush felâketine rağmen ABD’nin afiyette olduğu söylemesi doğrusu değişen konjonktürde ABDye değişmez bir mevkii bahşetmektir. Halbuki, görünür ve görünmez bütün gelişmeler ve veriler bu kaçınılmaz değişime işaret ediyor. Bu noktada Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner’in Avrupa’nın gerilediğini söylemesine mukabil Polonya Dışişleri Bakanı Radoslaw Sikorski’nin aksini savunmasına benziyor.

Cem Kozlu, Paul Kennedy’nin 1987’de kaleme aldığı muhallet kitabı Büyük Güçlerin Yükselişi ve Düşüsü kitabındaki ABD’nin çöküşüyle ilgili öngörülerini de ciddiye almadı. Halbuki kutupsuzlukla ilgili tezinde Richard Haass’ın temel referanslarından birisi Paul Kennedy’nin Roma İmparatorluğunun çöküşünden ödünç alarak ABD’ye uyarladığı şişme ve varidat ile sarfifat arasındaki dengesizliğin açtığı çöküntü teziydi. Para Sihirbazı George Soros da Roma’dan sonra en büyük garnizon devletin çökme ile karşı karşıya kaldığını savunuyor ve gerekçesini de aynı teze bağlıyordu.

Peki tek kutupluluğun bitmesinden sonra dünya kutupsuz olarak yoluna devam mı edecek yoksa yeni bir kutup mu zuhur edecek? Buna muhtemel cevaplardan birisini Afganlı matematik dehası Sıddık Afgan veriyor. 31 Mart 1976 yılında ABD tarafından açıklanan 200 filozof arasında isminin 4. sırada yer aldığını belirten Sıddık Afgan, ABD’nin geleceğini analiz ediyor. Bize göre bu analizi akil bir Afganlının yapması hem çok manidar, hem de çok isabetli. Zira ABD Irak’ta hem Vietnam, hem de SSCB’nin Afganistan’da daha önce yaşadığı sendromu yaşıyor. Irak ve Afganistan imparatorlukların çöktüğü bir alan. İmparatorluklar mezarlığı. Afgan, “ABD, Ruslar gibi ideoloji sahibi değil. Sadece şahsî çıkar ve kâr gözetiliyor.

ABD için ‘insan hakları ülkesi’ deniliyor ancak ABD, ülkesindeki insanlardan çok, beslediği köpeklerin haklarını ön plana çıkarıyor. 21. yüzyılda Amerika, artık değer kaybetmeye başladı ve çöküşe doğru gidiyor. Irak’a şahsî çıkarları için girdiler, imparatorluklarını yaymak istediler, ama başaramadılar. Afganistan’da da başarısız oldular. Çünkü onlar, “Afgan halkının çıkarlarını değil, kendi çıkarlarını gözetti. Afgan halkının güven ve kalbini kazansaydı, burada kaybetme şansı yoktu” diyor. ABD’nin yakın tarihte yıkılacağını öne süren Sıddık Afgan, “Aklını kullanmaktan yoksun ABD’nin ömrü çok kısaldı. SSCB için kullandığım formülü şimdi de ABD için kullandım. Buna göre ABD’nin yıkılışı 2013 olarak görünüyor. Bu işlemde hata payı 5 yıldır” ifadelerini kullanıyor. Sıddık Han’ın yeni kutup ile ilgi favorisi İslâm dünyası. Sıddık Afgan yakın tarihte yıkılacağını iddia ettiği ABD’nin ardından dünyanın yeni süper gücünün İslâmiyet olacağını da savunuyor. Afgan, “Geleceğin hakimi inanç sahibi insanlar olacak” ifadesini kullanıyor. ABD’nin kaderi 13 sayısıyla örülmüştür. Bu devlet bir nev'î İsrail’in Onüçüncü Kabilesidir. Dolar üzerindeki piramitin masonik sembollerle bir ilişkisi olduğu gibi Deccal’a bakan bir yüzü dahi vardır ( Bak: El Hatm el Azim lilvilayat el müttehide el Amerikiyye: Rumuz ve delelat, Nizar Muhammed Osman, El Liva dergisi, Ekim 2007, Hartum). Velakibetü lilmuttakin.

25.05.2008

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Tesettür Risâlesi keşfedilirken (6) - Tesettür, kişiliği ön plana çıkarır



Bediüzzaman Hazretlerinin kaleme aldığı Tesettür Risâlesi’nin Birinci Hikmeti’nde yer alan kavramları anlayabildiğimiz ölçüde açma çalışmalarına devam ediyoruz. Rabbimiz, fark edip anladıklarımızı her an hayatımıza ihlâsla (sadece Allah’ın rızasını kazanmayı hedefleyerek) aktarabilme güç ve iradesi versin…

“Ve tesettür ile nâmahremin iştihasını açmamak ve tecavüzüne meydan vermemek, zaîf hilkatı emreder ve kuvvetli ihtar eder. Ve bir siperi ve kal’ası çarşafı olduğunu gösteriyor.”

Bediüzzaman Hazretleri burada kadınlara çarşaf mı giyin diyor? Kur’ân’ın tesettür emrini sadece çarşaf mı karşılar? “Siper” ve “kal’a” tabirlerini tercih hikmetleri ne olabilir? Kur’ân’ı ve sünneti ölçü alan Tesettür Risâlesini okuyan, anlayıp hayatına aktarmaya çalışan hanımlar için çarşaf ne anlam ifade eder? Bu çerçevede günümüzde epeydir gündemde olan tesettür defileleri ve tesettür modası kavramlarını nasıl açıklamak gerekir?

Yazımızda bu soruların cevapları üzerinde duralım…

ÇOK RENKLİ, ÇOK IRKLI, ÇOK DİLLİ BİR DİN

Tesettür Risâlesinin başında yer alan Ahzab Sûresinin 59. âyet-i kerimesinde “celâbîbihinne” denilerek çoğul olarak zikredilen kıyafetin tekil ismi “cilbab”dır.

Cilbabın ne olduğu konusunda İslâm ulemasının muhtelif yorumları vardır. Bununla birlikte “Omuzları örten başörtüden, ayak topuklarına kadar inen bir örtüye kadar bu işi gören her kıyafete şâmildir” diyen âlimlerin kat’î kanaati bulunmaktadır.

Dinimizde çarşaf giymek mecburiyeti yoktur. Kur’ân-ı Kerim çarşafı emretmez, tesettür emri ile “tek tip” bir kıyafet üzerinde durmaz. Zira dinimiz çok dilli, çok renkli, çok ırklı olmakla birlikte, çok farklı giyinme tarzlarını da bünyesinde barındırmaktadır. Kaynağını Kur’ân’dan alan tesettür emrinin uygulanışı her ülkede muhtelif şekillerde olmakta; coğrafî şartlar, gelenekler, tercihler ön plana çıkmaktadır.

Sözgelimi, sadece ülkemiz sınırları dahilinde bile tarihî seyri içinde başı örtülü peştamallı Trabzonlu hanımın tesettürlü kıyafeti ile ehramlı Erzurumlu kadının kıyafeti tesettür emrini karşılamakla birlikte, tarzları çok farklıdır.

Kur’ân-ı Kerîm’in tesettür emrinde açık ve net olarak anlaşılan şudur:

n El, ayak, yüz görünecek.

n Uygun bollukta olacak, vücuda yapışıp hatlarını göstermeyecek.

n İnce olup da altını belli etmeyecek tarzda giyinecek.

Bu standartlar dahilindeki her kıyafetin kadın için uygun olduğu konusunda âlimlerin kat’î ittifakı vardır.

Zaten yukarıda tesettürlü kıyafetin taşıması gereken zikrettiğimiz hususları da Peygamber Efendimiz (asm) Sahabe hanımlarından Hz. Esma’ya bizzat kendisi göstererek, ifade etmiştir.

TESETTÜR KADININ KİŞİLİĞİNİ ÖN PLANA ÇIKARIR

Bütün bu ölçüleri bir araya getirdiğimiz zaman ortaya çıkan tablo şudur: Önemli olan tesettür emrini uygulamakla “nâmahremin iştahını açmamak” yani “dişi”liğini ön plana çıkarmayacak bir “kişi”lik sergilemektir.

Mü’min bir insan olarak bize düşen Kur’ân-ı Kerim’in tesettür emrini uygulamada çarşafı tercih eden bir hanımın bu tercihine hürmet etmektir. Zaten “Tesettür sadece çarşafla temin edilir” görüşüne koca bir İslâm tarihi ve ülkeleri gereken cevabı vermektedir.

Peki, Bediüzzaman Hazretlerinin “siper, kale, çarşaf” kelimelerini tercih etmesindeki hikmetler ne olabilir?

Bu soruya en güzel cevaplardan bir tanesini, kendisini “ateist” olarak tanımlayan yazar Ece Temelkuran vermekte…

ÖRTÜ, ZIRH VERİR İNSANA...

“Kadın olarak toplumsal hayatın içinde var olmak ise hâlâ bugün bile tehlikelidir. İşyerinde tacizler, sokakta sözlü saldırılar… Bugün, bu kadar çağdaş elitimiz bile iş yerlerinde ‘genç güzel kadınları’ yumuşak yumuşak, ince ince taciz etmiyor mu? Bu ikilemlere hangi insanın benliği dayanır?

Örtü, ‘Ben kadınım ve bana zarar verirsen bir kadına değil, bir Müslüman’a saldırmış olursun’ zırhını verir insana.

Cumhuriyetin devrimleri ve sonrasında o devrimlerin gündelik hayatta uygulanışı kadınlara erkek egemen düzene karşı sosyal veya hukukî olarak bu kadar güçlü bir zırh sağlayabildi mi? Cevabını bütün kadınlar bilir. Bu kadar yazıp çizmeme, hiçbir dine inanmamama rağmen, itiraf edeyim ki, bu ikiyüzlü erkek dünyası içinde bazen ben bile kapanmak istiyorum. Türban takmak, çarşafa girmek değil, üstüme büyük bir nevresim çarşafı örtüp çıkmak istiyorum sokağa. Ve eminim işini gücünü yaparken binlerce tacize maruz kalan birçok kadın da böyle istiyordur.” (Ece Temelkuran, 19.9.2007, Milliyet)

İnsan “ateistim” dese de fıtratının sesini susturamıyor işte değil mi? Bu ses o kadar güçlü ki, Bediüzzaman Hazretlerinin tabiriyle kadının “zayıf hilkati tesettürü emredip ve kuvvetli ihtar ediyor.”

Evet, işte Kur’ân’ın tesettür emrine riâyet etmek kadını hürriyetine böyle kavuşturuyor.

SEFİH MEDENİYETİN MODA PERDESİ ALTINDAKİ ESARET Sefih medeniyetin “özgürlük, çağdaş yaşam, moda” perdesi altında kadını esir etmek için kullandığı cazibedar tuzaklar…

Kadını “bakılacak bir dişi” haline getiren, “teşhir eden” ticârî çarklar…

Tüketim ekonomisinin, kadının maddî mânevî varlığını iliğine kadar emmek için kullandığı yöntemler…

Bir yönüyle de “Ekonomik özgürlüğü kazan, elindekileri bize aktar!” mantığı ile açıklanabilecek gösteriler, şovlar…

Defileleri ortaya çıkaran faktör ise moda şüphesiz. Moda adı altında kadını çepeçevre kuşatan güzellik malzemelerinden, saç stiline, giyilen kıyafetlerden takılan aksesuarlara, dinlenen müziğe kadar uzanan esaret zincirinin halkaları…

TESETTÜR VE DEFİLE YANYANA GELİR Mİ?

Son yirmi yıldır ülke gündemimizde yer etmeye başlayan “Tesettür defilesi” kavramı ise tam bir ucube! Sadece bu kavram bile tesettür konusunda zihinlerimizin ne kadar karıştığının en bariz delillerinden bir tanesi.

Çünkü “tesettür” ve “defile” kelimeleri taşıdıkları mahiyet itibarıyla birbiriyle yan yana gelemeyecek iki kelime.

Tesettür kadının “kişiliğini” kimliğini ön plana alırken, defile “dişiliğini” göstermeyi hedeflemekte, kadını bakılacak bir meta haline getirmekte. Tesettür defileleri bu cihetiyle mahiyetinde tesettürün ruh-u aslîsini inciten mânâlar, haller taşımakta.

Aynı zamanda sefih medeniyetin, Kur’ân’ın hükümlerine açıkça muhalefet etmektense “değişip dönüştürmeye” çalışmasına da ibretli bir örnek teşkil etmekte.

DEFİLELER DÜNYEVÎLEŞTİRİYOR

Tesettür defileleri, aynı zamanda gelir seviyesi yükselip, zenginleşmeye başlayan dindarların artık sıkça muhatap olduğu en büyük İlâhî imtihanlardan!

Zira bu ülkede asgarî ücretle insanlar yarı aç, yarı tok ev geçindirmeye çalışırken “moda-defile-marka kıyafetler” esareti içinde bu kıyafetlere kucak dolusu para harcamak zekâtı emredip, sadakaya teşvik eden, yardımlaşma ve dayanışmayı öğütleyen bir şefkat dininin mensuplarına ne derece yakışmakta?

Hele de Bediüzzaman Hazretlerinin tabiriyle “şefkat kahramanı” olan kadınların bu konuda daha duyarlı olmaları gerekmez mi?

KIRMIZI ÇİZGİLER…

Tesettür defilelerini ortaya çıkaran faktör, şüphesiz tesettürün modası…

Aslında tesettür modası da, yine tesettür defilesi gibi ucube olan zihinlerimizdeki tesettür kavramı kargaşasının işareti durumundaki ayrı bir kavram. Moda zamana göre değişen, vücudun belli noktalarını ön plana çıkaran ögelerle donatılmakta. Kur’ân’ın tesettür emri ise on dört asırdır değişmiyor. Sadece kadının giyeceği kıyafetin sınırlarını tesbit ediyor, tercihi onun hür iradesine bırakıyor. Sınırları çizmekle birlikte “Helâl dairesi keyfe kâfidir” düsturunca modanın tesettürün ölçülerine tâbî olmasını da engellemiyor!

Ama söyler misiniz kırmızı çizgilere yakın durmak her zaman tehlikeli değil midir? Çok dikkat etmeye çalışmak gerekmez mi? Hele de bu hudut çizgileri İlâhî olursa?

25.05.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Zeynep RUHAN

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır