Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 16 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Hakan YALMAN

Üçlü test vahşeti



Modern dünya insanları özellikle manevî değerler açısından büyük ölçüde dejenere etti ve maddenin, paranın ve ekonomik kaygıların ön plana çıkarıldığı varlık anlayışı ruhsuz ve duygusuz topluluklar oluşturdu. Nübüvvetin maddî ve manevî âlemleri bir arada gözeten bakışı yerine felsefenin benlik ve maddî âlem üzerinde şekillenmiş bakış açısı hakim olunca zulümlerin, bencilliklerin, “Ben tok olayım...”, “Bana dokunmayan yılan...” anlayışlarının zemini olan bir dünyada kendimizi bulduk. Hiç kimse bu durumdan memnun değil. Stres, huzursuzluk, sıkıntılar ve yalnızlıklar içinde bocalayan insanlar bunların sebeplerinden bihaber olunca varlık âleminin acımasız çarkları arasında kemikleri çatırdarcasına eziliyorlar ve tabiat bataklığında çırpınıp duruyorlar.

Sınırlı bakışlarının, dar akıllarının ürünü olan çözüm yolları hep beni merkeze alıyor. Üstün ırk, neslin ıslâh edilmesi, teknoloji ile tabiata hükmetme, moda, bütün mesainin yeme, içme, giyim ve kuşam üzerinde yoğunlaşması hep bu anlamsız arayışlarının bir ürünü olarak karşımıza çıkıyor. Kendi ırkını üstün görme ve üstün insan genleri ile daha seçkin bir insan ırkı oluşturma arayışları insanoğlunun haddini bilmemesinin ve acz ve fakrına bakmadan varlığa hükmedebileceği vehmine kapılmasının bir sonucudur.

Bu faşistçe eğilimler ve insanların Nazilere kin ve nefret ile bakmasına yol açan kendi arzuları ve iyi anlayışı doğrultusunda seçicilik ve koyduğu kriterlere uymayanlara hayat hakkı tanımama edepsizliği ve zalimliği artık anne ve babaların kendi yavrularına karşı da uyguladıkları bir anlayış haline dönüştü. Doğumundan sonraki dönemde başına gelen herhangi bir sakatlık ve ölüm halinde yavruları için kendini paralayan anne ve babalar anlaşılmaz bir mantık ve kabul ile ana rahmindeki ilk dönemlerinde kendi yavrularını kendileri rahatlıkla öldürtebiliyorlar. Kim ne derse desin, bakmak büyütmek ve ekonomik sıkıntılar gibi bahanelerle kürtaja başvurulmasının kendi masum yavrusunu diri diri kendi rızası ile katlettirmekten başka bir anlamı yok. O masum yavrucuğun eli-kolu yok, sesi çıkmıyor diye hayatta kalıp kalmayacağının kararını vermek konumunda kendinizi görmek Fir’avun’lar, Hit’ler, Şeddat’ların yaptığı zulümlerden hiç de farklı değil. O yavrunun tek günahı sizin karnınızda yaratılmış olması mı? Böyle bir sebepden dolayı mı onun bütün hayatı ile ilgili kararları vermeye kendinizi görüyorsunuz? Buradaki temel problem benlik algısındaki temel bir yanlıştan, “benim değil mi, istediğim gibi tasarruf ederim” mantığından kaynaklanıyor. Hayır sizin değil yalnızca size emanet ve rızkı tekeffül edilmiş bir emanet. Size düşen yalnızca onunla ilgili sorumlulukları yerine getirmek. Bu “benim”, mantığı, sözde yaşama hakkı tanınmış ve gençlik dönemine ulaşabilmişlere hayatları ile ilgili her konuda tasarruf arzusu ile yine onlara dünyayı zehir edebilmektedir.

Bazı şeyler o derece sıradanlaşmış ki, o derece gaflet ve aymazlık içinde yürüyor ki, insanlar kendi yavrularını öldürme fiilini gayet rutin bir iş, sıradan bir uygulama gibi yürütüyorlar. Her hamile bayan gebeliğinin 15-20. Haftaları arasına genellikle 18. haftaya geldiğinde kadın doğumcusu üçlü test adı verilen bir test eline tutuşturuyor. Kanında bakılan bazı değerlerle ve ultrasonla doğacak çocuğun Down sendromu, Anensefali ve Spina bifida gibi hastalıklarla doğma riski araştırılıyor. Down sendromu olan çocukların 21. kromozomu üç adet. Malûm 46 kromozomu olan insanlarda her kromozomdan iki adet yani biri annede biri babadan gelmiş toplam 23 çift kromozom bulunuyor. Sonuçta belki pek çoğumuzun belki görmüş olabileceği sevimli, çekik gözlü, uysal ve uyumlu ancak diğer çocuklarda zekâ düzeyi daha düşük yavrular doğuyor. Ancak bizim dar aklımızın kriterlerine göre bu yavrular yapım hatası ve doğmamaları gerekiyor. O yüzden erken dönemde bu durumun olup olmayacağı tesbit edilerek ana rahminde öldürülmesi ve toplumda Down sendromlu fertlerin mümkün olduğunca azaltılması lâzım.

Anensefali çocuğun beyninin gelişmemiş olması ve Spina bifida bel açıklığı olarak da bilinen omurganın gelişmesinde bir problem. Anensefal bir çocuğun doğum sonrasında fıtrî şeriat dahilinde yaşaması mümkün gözükmediğinden annenin bu hamileliği sonuna kadar götürmemesi makul görülebilir. Ancak bir çocuğun Down sendromu riski yüksek olması sebebiyle anne ve babanın yaşamamasına karar verebilmesi dehşet verici bir vahşet. Yaşanacak acılar, çocuğun karşılaşacağı sıkıntılar hiçbiri böyle bir vahşetin mazereti olamaz. Aynı mantıkla sakat kalan çocuğunuzu da acı çekiyor diye öldürmeniz gerekir. Üstelik hem üçlü testten pozitif sonuç çıkmış, hem de daha sonra amniyosentez adı verilen ve rahim içi sıvıdan örnek alınması ile yapılan testlerden pozitif sonuç çıktığı halde anne ve babanın alınmasına razı olmadığı çocuklardan hiçbir problemi olmadan doğanlar var.

Down sendromlu veya değil hiçbir çocuğu yaratabilecek gücümüz olmadığı gibi bu çocuklar hakkında ölüm fermanı imzalama yetkimiz de yok. Bu vahşete kendi dar ölçülerimizle uydurduğumuz mazeretlerle kendimizi kandırmayalım ve avutmayalım. Onları yaratan İlâhî kudret hücrelerine ve zerrelerine kadar hesap ederek yaratıyor. Hangi aklın haddi o incelikli hesaba ve bütün mahlûkatı ve bütün zamanları kuşatan mutlak hikmete yetişebilir. Caddelerde dolaşırken karşılaştığınız Down sendromlu masum ve sevimli yavrucukların ve yine bir kısım bizlerin normal kabul ettiği yavruların üçlü test dedektörlerinden ve daha sonra sanki soykırım için dolaşan askerler misali anne-babaları ve kadın-doğumcuların elinden kurtulabilmişler olduğunu tahayyül ederseniz insanlık olarak modernizm adına ulaştığımız vahşetin boyutlarını belki daha iyi algılayabilirsiniz. Mehmed Âkif’in tek dişi kalmış canavar olarak adlandırdığı medeniyet bu olsa gerek.

16.06.2008

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Kişisel gelişim kursları



Benim hâlim, Yeni Camideki vaizi dinleyen yeniçeri Mehmed’in hâline çok benziyor. Hadiseleri hep arkadan takip ediyorum. Bazen ateş bacayı sarmış oluyor. Çoğu kez de “atı alan Üsküdar’ı geçmiş…”

Masum sloganların, cazip ve faydalı elbiselerin, genellikle ilmîlik kisvesinin arkasına sığınan gayr-ı fıtrî kursların ve bilgilerin zararlarını, önceden keşfetmek pek de kolay değil. 12 Eylül ihtilâliyle birlikte, dindarların “batıdan gelen bilgilere” koydukları süzgeçlerin muhafazakârlarca kaldırıldıklarını çoğumuz bilmeyiz. Semavî dinleri reddeden, tabiat ve maddeyi ilâhlaştıran ikinci Avrupa için söylenen “Avrupa adaveti baki kalmalı” tavsiyesine kulak vermeyen Türkiye Müslümanları, son zamanlarda “dinsiz Batı felsefesinden” tokat üstüne tokat yiyorlar… İşte bunların en dehşetlilerinden birisi de, dindarlarımızı kuşatan “kişisel gelişim kursları…”

Avrupa ile Asya farkını bilmeyenler, Asyalının da Avrupalı kadar konuşkan olmasını isterler. Halbuki bu halin Asyalıda “gevezelik” şeklinde tezahürünü bilmezler. Felsefî düzenbazlıklar, fırıldaklar, dalkavuklar, mürailikler ve riyâkârlıklar, Avrupa kültüründe müsbet olarak anlaşılabilinir… Ya bizde… Doğu ile batı farkını karakterlerde, davranışta, adapta ve temel ahlâkî değerlerde kapatmak isteyenler olabilir. Fakat “… aramızdaki derenin pek derin olduğunu, doldurup hatt-ı muvasalayı temin edemeyeceğimizi…” söylememiz lâzımdı. Veya Avrupa kültürünün müsbetlerine karşı Asya kültürünün üstün ve müsbet noktalarını göstererek, karakteri zayıf olanları komplekslerden kurtarmamız gerekiyordu… Yapmadık… Yapamamakla kadere fetva verdik… Boşluğu felsefenin gayr-ı fıtrî bir tarzı olan “kişisel gelişim” doldurdu.

Gençliğimizin fıtratını bozan, teceddüd ve terakkiyattan alıkoyan bu felâketin mevziî olduğunu düşünüyordum. Bütün dinî cemaatlerin iyi niyetleriyle bu “bozgunculuğa” kapılarını sonuna kadar açtıklarını gecikmeli duydum. Büyük paralar karşılığında; polisin, diyanetin ve birçok resmî kurumun memurlarını bu kurslara gönderdiklerini; dînî dernek, vakıf ve cemaatlerin hizmet kalitelerini arttırmak üzere elemanlarını bu eğitimden geçirdiklerini çok sonradan duydum. Bilhassa AKP'li belediyelerin, kırsal alanlardan büyük şehirlere göçmüş Anadolu kadınının utangaçlığını ve çekingenliğini gidermek üzere “kişisel gelişim” alanında büyük hizmetler verdiğini ilânlarından öğrendim.

Kişisel gelişim uzmanları insanı yetiştirmeye çalışıyorlar. En iyi insan modelini ve prensibini de Avrupalı feylesoflardan alıyorlar. Avrupalı ve Amerikalı insanlara bizi benzetme cehd ve gayretiyle çalışan bu uzmanların şarkı, sünnet-i seniyyeyi ve tefsiri bilmedikleri bir vakıa… Beşerî ilimlerde Asya’nın vahiy ve peygamber pratiğini bin beş yüz senedir, esas aldığımızı bu uzmanlar bilmezler. Bu uzmanlar R. Pelz’i tanırlar. Sosyolog olarak da Karl Popper’i…

Avrupa’da kişisel gelişim kursları olmaz. Artistlik ve futbol okulları olmadığı gibi… Kültürlerinin bir neticesi olan bu karakteristik tipler için kurslar açılmaz, Avrupa’da… Yalnız; pazarlama teknikleri, menejerlik dersleri ve reklâmcılıkda bu yöntemleri kullandıklarından, üretim ve ticarete yönelik “kişisel gelişim kurslarını” diğerleriyle karıştırmamak gerekiyor.

Türkiye’deki muhafazakâr çevreyi saman alevi gibi kuşatan “kişisel gelişim” kurslarının da dayandığı bir hakîkat vardır, mutlaka… İnsanımızı Kur'ân ve sünnete göre tanımaya ve tanımlamaya çalışmamamız, cehaletin gelenekleri sarmalaması, ziraî toplumdan sanayi toplumuna geçişimiz, şehirleşme modelimizde materyalist Avrupa’yı taklit edişimiz gibi yüzlerce sebebin oluşturduğu boşluğun birileri tarafından doldurulması kaçınılmazdı. Programsızlık, zamanı fıtrata göre kullanamayışımız, fert ve cemiyete hakim hantallık kabilinden unsurları da ilâve etmemiz mümkündür. Kişisel gelişimle mekanik veya otomatik bir toplum meydana getirmek isteyenlerin dayanaklarının çürük olduğu, ilmî olarak isbat edilmiştir. Şu yazının çerçevesi o hususlara girmeye zaten müsaade etmez. Ancak şu noktayı tekrar vurgulamak istiyoruz: Materyalist Batı felsefesi insanı keşfetmekten yapısı itibariyle çok uzak… Her insanın ayrı bir dünya olduğunu da bilmiyor. Tıpta olduğu gibi, her hastalığın müstakil olduğunu da anlayamıyorlar. Anlayamadıklarından acz ve fakrlarını da hissedemiyorlar. Kafalarında oluşturdukları kalıplara her şeyi akıtarak dondurabileceklerini zannediyorlar. Felsefenin hakim kıldığı aklın enaniyetine kapılarak geçici olarak insanları iğfal ediyorlar… İnsan fıtratına, iç âlemi ve ruh dünyasına olan bu tür müdaheleler, netice itibariyle yine insanı mutsuz ediyor ve edecektir. Aşırı üretim isteğinin çok zararlı bir hırsa dönüşerek dünyamızın başına açtığı felâketlerle, insana ve cemiyete “kişisel gelişim” teraneleriyle yaşatmak istiyorlar.

Bu tür felsefî programların tamamen şarlatanlık olduğunu iddia etmiyoruz. Mutlaka içinde ilmî metodlar, fıtrî deneylerin faydalı neticeleri olacaktır. Fakat bütün bunlar, insan fıtratını terennüm eden âyet ve hadisin süzgecinden geçirilmeden yapıldığından, netice itibariyle dindar çevrelere yalnızca zarar vermiştir. Tarîkattaki otoriteyi parçalamış, gençlerin ebeveyn ve büyüklerine hürmetlerini kırmış, karakterlerde lüzumsuz ukalalık ve serbazlığa yol açmıştır. Daha çok genişçe incelenmesi lâzım gelen bu mevzuya katkıda bulunmak isteyen okuyucularımıza şimdiden teşekkür ediyoruz.

16.06.2008

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Çocuk olmak



Çocuk olmak hayatın en konforlu alanını işgal etmek demektir.

Ne pişen akşam yemeği, ne de o yemekteki kıymanın nasıl alındığı ilgilendirir sizi.

Ocakta unutulan tencereyi de, karşılıksız çıkan çeki de siz düşünmezsiniz. Size düşen sadece önünüzdeki lokmaları bitirmektir.

Kimse size “Kıymanın kilosu kaça, haberin var mı?” diye de sormaz, “Akşama kadar neler çekiyorum ben, biliyor musun?” diye de.

Biraz daha az ağlasanız, sesiniz daha az çıksa, her gördüğünüzü istemeseniz, yerken önünüze dökmeseniz daha iyi olur, ama size söylenenlerin tam tersini yapsanız da endişe edecek bir şey yoktur. “Çocuksunuzdur, olur öyle şeyler.”

Zaman zaman ağlarsınız, ama neye? Birisi sesini biraz yükseltti diye, istediğiniz o oyuncak alınmadı diye, küçük kardeşinizle daha çok ilgileniyorlar diye, düşüp dizlerinizi kanattınız diye…

Ne bugün dükkânı siftahsız kapattığınız için, ne yıllarca biriktirdiğiniz bilezikler çalındığı için, ne de yarın endişesi için asarsınız küçük suratınızı.

Bütün bunları düşünecek birileri vardır evinizde, yanınızda, arkanızda.

Onların verdiği güvenle uykuya dalarsınız, onların yanınızda olduğunu bilerek sütünüzü yudumlarsınız, sırtınızı onlara dayayarak ip atlar, top oynarsınız…

Zorluklarla dolu dünya hayatına alışma devresidir belki çocukluk…

Zorluklarla dolu dünya hayatında bir nev'î cennet hayatıdır çocukluk…

Zorluklarla dolu dünya hayatında masalsı bir dünyadır çocukluk…

Bu alışma devresini geçip hayatın gerçek yüzüyle tanıştığınızda, o bir nev'î cennetten çıktığınızda, masaldan gerçeğe taşındığınızda, o çocukluğu çocuklarınıza yaşatma görevinin ağırlığı ya da hafifliğini hissedersiniz omuzlarınızda.

Çocuk olmanın güzelliğini büyüdüğünüzde, hayatta başka güzellikler de olduğunu ise çocuğunuz olduğunda anlarsınız…

16.06.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Sahip olduğumuz zenginlikler



“SEVGİLİ hocam, öncelikle ellerinizden öperim, ben sizin Davutpaşa Lisesi ortaokul öğrencilerinizden Ayhan Akpınar.

“Aradan bunca geçen yıllara rağmen sizi arayıp sormamak ve helâllik almamak bizim cahilliğimizi gösterir. Bu vesile ile hakkınızı helâl edin hocam. Biz ancak işte başımız zorda kalınca sizi hatırlıyoruz. Geçenlerde tesadüfen internette ‘Herkes zengin olabilir’ başlıklı yazınızı okudum. Hocam şu an yaşım 36 ve bu dünyanın sanki bütün yükünü ben çekiyormuş gibi yoruldum ve kazancım maddî anlamda kocaman bir sıfır. Bu pek de önemli değil benim için. Asıl mesele manevî olarak okyanusta başıboş gezen bir sandal gibiyim. 

“Sevgili hocam benim eksiğim, kurtuluşun Allah (c.c.) yolunda olduğunu bildiğim halde bu yolda yönümü sabit tutamamak. Sevgili hocam, burada sizden isteğim benim gibi kayığını şer dalgalarına ve günah kayalıklarına vuran birine kılavuzluk etmenizdir. Saygılarımla… A.A.”

1980-87 yıllarında İstanbul Davutpaşa Lisesinde öğretmenlik yaptığım yıllardan talebem Ayhan’ın şerzenişleri bunlar. Ayhan’ın elinden tutmak lâzım şüphesiz.

Sevgili Ayhan,

İletiniz bir anlamda beni sevindirdi. “Okyanusta başıboş gezen bir sandal gibiyim” ifadenizi okuyunca da üzüldüm. Ama derdinizi hissetmeniz de güzel bir adım. Derdini bilen arayış içindedir demektir. Arayış içinde olan da mutlaka dermanını bulur. Bir de derdini bilmemek var. Bu daha kötü. Çünkü dertli olduğu halde derdini bilmeyen o dertten nasıl kurtulacak?

Derdi bilmek de yetmiyor tabiî. Nasıl maddî hastalıkların tedavisinde uzman doktorları arıyorsak manevî meselelerde de meselenin uzmanlarını bulmamız gerekiyor.

Yeni aldığımız bir makinenin düzenli ve verimli çalışması kataloğuna uygun kullanmakla mümkün olduğu gibi, harika, muazzam, canlı makine olan bizler de Yaratıcımızın ortaya koyduğu ölçüler içerisinde mutlu bir hayat sürebiliriz. Bunları ya bizzat kitabında veya Resûlü vasıtasıyla bize bildirmiş.

İşte Resûlünün koyduğu mutluluk prensiplerinden biri: “Hayatından emin, sağlığı yerinde ve günlük geçimini sağlayacak kadar rızkı bulunan kimseye sanki dünya ve-rilmiş gibidir.”1

Çoğu kimsenin sahip olup da farkına varamadığı hazineler hükmündeki nimetler bunlar. Ama nice insan dev gibi bu büyük nimetleri görmez de sinek kanadı kadar önemsiz bazı hususların eksikliğinde yoğunlaşırlar. Sinek kanadını gözünün önüne getirip dağı göremediği gibi o eksikliği gözünde büyütür de büyütür, dağ gibi yapar.

Bu dünyada herkesin her şeye ulaşması mümkün değil. İhtiyaçlar sonsuzdur, bitmez. Elbette güç ve imkânlar ölçüsünde gerekli şeyleri elde edebilmek için gayret göstereceğiz. Ancak elde edemediğimiz zaman da, “Niye falanın var da benim yok” gibi bir üzüntüye kapılmayacağız.

Asıl zenginlik gönül zenginliği değil mi? Güven içinde yaşama, sağlıklı olma ve günlük rızkımızın bulunması gibi bir zenginlik düşünülebilir mi? Öyle ya, bütün dünya bizim olsaydı da müzmin bir derde yakalansaydık, sağlığımız yerinde olmasaydı neye yarardı? Daha fazla söze ne hacet? Üzerimize devlet kuşu konmuş haberimiz yok. Ne kadar şükretsek az değil mi?

Dipnotlar:

1. Tirmizî, Zühd: 36; İbni Mace, Zühd: 9.

16.06.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Bir halk kahramanı olarak Yörük Ali Efe



Efsanevî halk kahramanı olan Yörük Ali Efenin emrindeki "Millî kuvvetler" müfrezesi, Büyük Menderes bölgesi Malkoç Köprüsü civarında karargâh kuran işgalci Yunan kuvvetlerine karşı, 16 Haziran 1919'da ânî bir baskınla saldırı harekâtına girişti.

İlk mukabil saldırı hareketi niteliği taşıyan bu baskın sonucu, düşman kuvvetlerinin tamamı imha edilmiş oldu.

Ege Bölgesindeki işgalci düşman kuvvetlerine karşı başarıyla gerçekleştirilen bu ânî baskın ve imha hareketi, yurdun her yerinde büyük bir sevinç ve heyecan dalgası uyandırdı.

Zira, bu hadisenin vukuuna kadar, Müslüman Anadolu ve Trakya havalisi üzerinde ciddî bir ümitsizlik ve karamsarlık havası vardı. Yörük Ali Efenin kazanmış olduğu bu zafer, halkın ve özellikle Millî Kuvvetlerin yüreğine su serpti, kurtuluş ümidini yeniden canlandırdı. Hemen herkese, "Demek ki, düşmanı yenebiliyormuşuz. Gayret ve cesaretle karşı koymamız halinde, demek ki işgalcileri topraklarımızdan kovabilirmişiz" dedirtti.

Millî kurtuluş hareketi bu hadiseden sonra daha da şahlanırken, istilâcı Yunan kuvvetleri ise, ciddî bir panik ve korku havası içine girdi.

Çünkü, böylesi bir mukavemeti hiç beklemiyorlardı. Bunun arkasının geleceğini düşünerek, bozgun halinde geriye doğru çekilmeye mecbur kaldılar. Daha sonra toparlanmaya çalıştıkları halde, yine de Aydın'dan iç kesimlere doğru ilerleme cesaretini gösteremediler.

Efelerin bu muvaffakiyetini İstanbul'da telgrafla öğrenerek ümitlenen Ege Adalarının Müslüman ahâlisi, aynı gün (16 Haziran 1919) "Rodos ve İstanköy Adaları Müdafaa–yı Hukuk–u İslâmiye Cemiyeti"ni kurdular. Ege'deki millî direniş hareketi, böylelikle daha da şahlanmış oldu.

Yörük Ali Efe kimdir?

Aslen Aydın Sultanhisar'lı olan Yörük Ali, 1895'de Kavaklı Köyünde doğdu. Hem anne, hem de baba tarafından yörük aşiretlerine mensuptur.

Yörük Ali 18–19 yaşına geldiğinde, Köroğlu misâli dağlarda yaşayan Alanya'lı Molla Ahmet Efenin grubuna katıldı. Üstün kabiliyet ve meziyetleriyle, kısa sürede grubun içinde sivrildi ve ikinci adam konumuna kadar geldi. Ahmet Efenin bir çatışmada ölmesi üzerine ise, grubun başına geçti.

Yörük Ali Efe, dört yıldan fazla dağlarda kaldı. Bu süre zarfında daima ezilenin, mağdur edilenin, güçsüzün yanında olmaya çalıştı. Haklı olarak halk tarafından sevildi, itibar ve destek gördü.

1919 yılı başlarında dağdan inen Yörük Ali, kısa bir süre sonra başlayan işgal hareketlerine şahit oldu. O da bu duruma lâkayt kalamadı ve kendini yeni bir mücadeleye hazırladı.

Bu esnada İzmir, Aydın ve Nazilli peşpeşe Yunan işgaline uğradı. İşgaller karşısında Millî Kuvvetlerle birlikte hareket eden Yörük Ali Efe, emrindeki bir müfreze ile Büyük Menderes civarındaki bir Yunan karargâhına baskın düzenledi. Düşman askerleri, bu anî baskın karşısında neye uğradığını şaşırdı. Korku ve panik içinde karşılık vermeye çalıştılarsa da, başarılı olamadılar ve telef olmaktan kurtulamadılar.

Ayrıca, onların bütün erzak ve cephaneliği de bu sûretle ele geçirilmiş oldu.

Bu hadiseden sonra halkın ve Kuva–yı Millîye'nin gözünde kahramanlığı daha da pekişen Yörük Ali Efe, bilâhare benzer muvaffakiyetler kazanmasına rağmen, hiçbir zaman kibirlenip gururlanmadı ve mütevaziliği elden bırakmadı. Şu sözler ona ait: "Bazı kimseler, millî mücadele zamanında kazanılan başarıların birçoğunu bana veya başka şahıslara mal ederler. Bu yanlıştır. Bir kişinin, beş kişinin böyle büyük dâvâlarda ne ehemmiyeti olur ki? Kalbinde vatan–millet muhabbeti taşıyan herkes, o günlerde bizim gibi düşünmüş, aynı hisleri paylaşmıştır. Ondan sonra da bizimle beraber olmuştur. Millî mukavemette aslan payını kendine ayırmakta hata var. Bir elin şamatası olur mu ki?"

* * *

İstiklâl Harbi esnasında Millî Aydın Cephesine kumandanlık yapan Yörük Ali Efe, savaşında ardından ve hayatının sonuna kadar da aynı duygu ve düşünceyi muhafaza etmiş bir millî kahramandır.

1951 senesinde, İzmir'de geçirdiği tramvay kazasında ayaklarını kaybeden Ali Efe, 1953'te tedâvi için gittiği Bursa’da vefat etti. Ancak, vasiyeti üzerine cenazesi Aydın Yenipazar'a getirilerek buraya defnedildi.

Yörük Ali Efenin kahramanlığı, birçok halk türküsüne de konu olmuş ve bunların bir kısmı dillerde dolaşarak adeta destanlaşmıştır. İşte onlardan bir tanesi:

Şu Dalama'dan geçtin mi

Soğuk da sular içtin mi

Efelerin içinde içinden

Yörük de Ali'yi seçtin mi

Hey gidinin efesi

Efesi, efelerin efesi

Şu Dalama'nın çeşmesi

Ne hoş olur içmesi

Yörük de Ali'yi sorarsan

Efelerin seçmesi

Cepkenimin kolları

Parıldıyor pulları

Yörük de Ali geliyor

Açıl Aydın yolları

16.06.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Olumlu bakışı kazanabilmek



Olumlu ve olumsuz bakış, bütün bakış şekillerini kapsar ve açıklar aslında. Müsbet bakış harfî, melekutî; menfî bakış ise ismî, mülkî ve felsefî bakışı ifade eder. Bu bakış açısına göre nesne ve hadiseleri iki türlü görür ve onlara iki türlü yaklaşırız:

Aslında hiçbir şey zâtında ve gerçekte çirkin değildir. Onları faydalı veya zararlı kılan, güzel veya çirkin gösteren bakışımız ve yaklaşımımızdır.

Nesneleri “idrak-algılama” biçimimize göre kıymetlendiririz. Nazar ve niyetimiz sevgiyi nefrete, nefreti sevgiye; üzüntüyü sevince, sevinci eleme; korkuyu cesarete, cesareti korkaklığa; ağlamayı gülmeye, gülmeyi ağlamaya; günahı sevaba, sevabı günaha çevirir.

Aslında en olumsuz bir şeyde bile, müsbet bir taraf bulabiliriz. Hz. İsa (as), köpek leşinin koku ve çirkinliğini nazara verenlere karşılık, “Ne güzel dişleri var!” diyerek, müsbet bakış dersi vermiştir.

Olumlu bakan, olumlu düşünür; olumlu düşünen zihninin tarlasına güzel kelimeler, mânâlar eker. Olumsuz düşünen negatif anlamlar eker. Müsbet bakış, pozitif enerji; menfi bakış ise negatif enerji verir.

Olumlu bakış, “Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır”1 şeklinde formüle edilmiştir. Sıkıntı, üzüntü gibi olumsuzlukların kaynağı yanlış niyet, yanlış bakış açısıdır. Bizi durduran, gücümüzü kıran da bu bakıştır. “Yapamam, başaramam” tarzında negatif yaklaşımlar, peşinen başarısızlığa şartlanmaktır. Bu durumda arzuladığımız şeyi gerçekten yapamayız. Olumlu bakış, sevgi, ihlâs, saygı, şefkat ve merhamet gibi duyguların karışımından oluşan bir enerjidir.

Olumsuz bakış ise, kin, nefret, haset, öfke ve düşmanlık gibi hasletlerin birleşmesinden hâsıl olan bir güçtür. Olumsuz bakışın da mutsuzluk ve huzursuzluk kaynağı olacağı aşikârdır.

Olumlu bakışla beynimizi motive edip programlayabiliriz. Olumlu bakış ve niyetlerimizin, hayatımızı etkilediğini söyleyen Sosyolog Antony Robbins; “Mümkün olsa bütün cümlelerimi olumlu kurarım. Çünkü beyin uygulamaya yönelik sadece pozitif cümleleri algılayabilmektedir” der. Jim Dorman ise “Olumsuz düşünme inancı yok eder”2 şeklinde ifade eder.

“Ölümü”, yokluk değil varlık, ayrılık değil kavuşma, son değil paydos, terhis, mekân değiştirme olarak gören, ayrılığın sillesini yemez, “kavuşmanın” sevincini yaşar. Ve herkese soğuk gelen Azrail’e (as) pozitif bakış, onu, ruhumuzu alıp muhafaza eden sevimli bir varlığa3 dönüştürür. Dolayısıyla, ölüm korkusundan doğan olumsuz tavırlardan ve panik ataklardan kurtuluruz.

İman, bizatihî harfî, melekûtî bakıştır. İman, pozitif bir enerji üretim ünitesidir. İmanlı bakış, olumlu düşünceyi, olumlu düşünce pozitif enerjiyi üretir. Bu da hem bireysel, hem de toplumsal gelişmeyi sağlar.

Hem tarih sayfalarında, hem de çevremizde birçok Müslüman ilim öncüsünün, kâşif veya filozofun bitmez-tükenmez enerjilerini imanlarından ve olumlu düşüncelerinden aldıklarını müşahede ederiz.

Dipnot:

1- Mektubat, s. 367.; 2- Norman Vicent Peale, Olumlu Düşünmenin Gücü, Sistem Yay., İst., 2001, s. 39.; 3- Mektubat, s. 13.

16.06.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Nazar üzerine



Çorum Çeşmeören’den Erdal Odabaş: “Nazarın kaynağı nedir? Nazar insanlığın gündemine İslâmiyetle mi gelmiştir yoksa başka inanışlardan mı karışmıştır? Nazardan korunmak için neler yapmak gerekir?”

Beyinde ve bakışta enerji vardır. Nazarın kaynağı beyin ve bakıştaki negatif enerjidir. Nazar insanlığın gündeminde hep var olmuştur. İslâmiyet insanın bakışını düzenlemiş, insana düzgün bakmayı, negatif bakmamayı öğretmiştir. Düzgün bakış tevhit ve tevekkül içindeki bakıştır. Yani muhatabında hayran olduğun bir husus varsa bu Allah’tandır diyeceksin, hayranlığını muhatabına değil, Allah’a vereceksin. Muhatabında nefret ettiğin bir şey varsa, bu durumda da nefretini muhatabına değil, şeytana vereceksin. Muhatabın mü'minse onu aşırı hayranlık, övgü veya nefret bakışlarından koruyacaksın.

Başkasına nazarı geçen insan bunu bilerek yapmaz. İçinde bir takım fırtınalı veya farklı enerji yüklü duygularla muhatabına bakanlar, farkında olmadan muhatabı üzerinde göz değmesine sebep olabilirler. Peygamber Efendimizi (asm) “mecnun” diyerek küçümsemeye çalışan Mekke’li müşrikler, Kur’ân’ın olağanüstü icazı karşısında öylesine büyülenmişlerdi ki, bu Kitab’ın—hâşâ—mecnun dedikleri birisinin elinde zuhur etmesini kabul edememişlerdi. Allah korumasaydı, neredeyse Resûlullah’ı (asm) gözleriyle devireceklerdi. Bu hususu Kur’ân şöyle zikreder: “Doğrusu inkâr edenler, Kur’ân’ı dinlediklerinde neredeyse seni gözleriyle devireceklerdi. “O mecnundur” diyorlardı.”1

Bediüzzaman Hazretleri de (ra) nazardan şiddetle müteessir olduğunu ve nazarın kendisini hasta ettiğini, “Nazar deveyi tencereye, insanı mezara sokar.”2 hadisini zikrederek beyan eder.3

Nazar konusunda iki hususun altının çizilmesi gerekir: Bunlardan birincisi; bakışlarımızı terbiye altına almak. İkincisi de; karşı tarafın bakışlarına hedef olmaktan kaçınmak.

Her zaman hem bakan taraf, hem de bakılan taraf olduğumuzu unutmamalıyız. Yani hem her şey her zaman gözümüzün altında, hem de biz her zaman herkesin gözü altındayız. Hepimiz her zaman başkasını denetleriz; ölçeriz, biçeriz, eleştiririz, az görürüz, çok görürüz, gözümüzde büyütürüz, küçültürüz, havsalamıza sığdıramayız, gördüklerimize inanamayız, duyduklarımıza hayret ederiz. İçimizde hayranlık uyandıran veya olumlu-olumsuz fırtınalara sebep olan ya da varlığına inanamadığımız bir olay karşısında çoğu zaman şaşırıp kalırız. Öylesine hayret ederiz ki, neredeyse bir süre kendimize gelemeyiz. Oysa varlıkların hendesesi bizim elimizde değil. Cenâb-ı Hak bir şeyi yaratırken veya birisine bir servet verirken ya da hasmımızı muvaffak kılarken bize sormuyor, bizim onayımızı almıyor. Bu durumda şaşkınlığımızı ve hayretimizi “mâşaallah, elhamdülillah, Allahu ekber, bârekallah” gibi Allah’ın kudretini, iradesini, azametini ve meşîetini teslim eden kelimelerle teskin etmeliyiz. İşi tamamen Allah’a havale etmeli, bize ihsan edilmeyen nimetlerin başkasına ihsan edilişini çok görmemeli, göz koymamalı ve içimizi geniş tutmalıyız. Zaten mü’minin iman hasleti de bunu gerektirir.

Her zaman gözaltında bulunan taraf konumunda olmamız ise başka bir duyarlılığı daha gerektirir: Hayatta çoğu kez, çoğumuz muhtelif başarılar elde ederiz. Cenâb-ı Hak bazı şeylerden mahrum bıraktığı bir kulunu, muhakkak muhtelif zamanlarda diğer bazı şeylerden memnun etmiştir. Sahibi olduğumuz nimetleri bazen gözlerden de gizleyemeyiz. Bize düşen her hal ve şartta elimizde bulunan nimetlerin şükrünü eda etmek ve alçak gönüllü olmaktır. Başarımızdan veya muvaffakiyetimizden dolayı üstünlük duygusuna kapılıp, başkalarını Kaf dağından izlercesine küçümsemeye ve riyakârlığa hiçbir zaman hakkımız yoktur. Gösteriş meraklısı olmak, bazen başımıza en beklenmedik ruhsal problemleri de beraberinde getirebilir. Ne kadar yüksekte olursak olalım; her zaman mütevazi olmalı ve insanlarla aynı seviyede olduğumuzu hiçbir zaman unutmamalıyız. Üstünlüğümüze Allah’tan başkasının muttali olmasını istemek—çünkü riyakârlıktır—hayırlı amellerimizi yiyip bitireceği gibi, bazen böyle nazara ve kem gözlere isabet etme gibi müessif bir şekilde neticeleneceğini de akıldan uzak tutmamalıyız. Hayırlı amellerin sevabını elden kaçırmak, nazara isabet etmekten çok daha vahim bir akıbettir. Elimizde olmadan başkasının ıttılaından ise mesul değiliz.

Göz değmesine karşı okumak haktır. Hazret-i Âişe (ra): “Resûlullah Efendimiz (asm) bana, göz değmesine okunmasını emretti” demiştir.4

Ümmü Seleme (ra) rivayetiyle; Resûlullah Efendimiz (asm), Ümmü Seleme’nin odasındayken yüzünde sarılık eseri bulunan bir kız çocuğu gördü ve “Bu kızcağıza okuyunuz; buna nazar değmiştir” buyurdu.5

İslâmiyette okuyarak veya okutarak ruhî tedavi vardır. Meselâ göz değmesine karşı sâlih kimseler hastaya veya hasta bizzat kendisine Kalem Sûresinin 51 ve 52. âyetlerini, Âyet’el-Kürsî, Fatiha, İhlâs, Felak ve Nâs gibi âyet ve sûreleri okuyabileceği gibi; Allah’ın isimlerini, sıfatlarını ve zikrini ihtiva eden âyet ve duâların okunması ve sırf Allah’tan şifa niyazında bulunulması meşrudur.

Dipnotlar:

1- Kalem Sûresi, 68/51,52, 2- Keşf’ül-Hafâ, 2/72, 3- Şuâlar, 286, 4- Buhârî, Tıp, 1932, 5- Buhârî, Tıp, 1933

16.06.2008

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Özel dosyalar



Bir gazeteye orijinal kimliğini kazandıran önemli hususlardan biri de, yayınladığı özel haber ve dosyalar.

Sınırlı kadromuz ve dar imkânlarımızla bu alanda da kayda değer çalışmalara yer vermeye çalışıyoruz.

Bu çerçevede, geçtiğimiz haftalarda yayınladığımız özel dosyalardan bazılarını şöyle bir hatırlayalım.

Mustafa Gökmen’in Kosova röportajları, bağımsızlık sonrası Türkiye’deki Kosovalıların hissiyatını yansıttı.

Yine Gökmen’in AB süreci ve tarım, zeytinyağı, pamuk ve ipekböceği konulu röportaj ve araştırma dizileri, hayatımızda önemli yer tutan, ama fazla bilgi sahibi olmadığımız konulara ışık tuttu.

Ankara Büromuz Haber Müdürü Kemal Benek’in Güneydoğu dosyasında görüşlerini dile getiren kanaat önderleri ve hukukçular, terör sorununun sebepleri ve çareleri üzerine düşündürücü yorumlar yaptılar.

Yine Ankara Büromuzdan Cemil Yüzer’in 27 Mayıs röportajlarında, yol açtığı sıkıntılar günümüze kadar gelen bu meş’um darbenin arkaplanına ilişkin çarpıcı değerlendirmelerde bulunuldu.

Bizim Aile dergimizin Editörü Tuba Nur Arıcan’ın yine 27 Mayıs’la ilgili “Darağacında sallanan bir demokrasinin hikâyesi” dizisinde, yakın tarihimizin bu hazin ve trajik olay farklı boyutlarıyla işlendi.

Faruk Çakır’ın Sudan ve Abdullah Eraçıkbaş’ın Tunus gezi notları, İslâm dünyasının farklı coğrafyalarına değişik pencereler açtı.

Mehmet Ali Ergenekon’un Nur menzilleriyle ilgili gezi notları, tatil öncesinde o nurlu menzillerden lâtif rüzgârlar estirerek, okuyanlarda oralara gitme iştiyakı uyandırdı.

Dr. Selâhattin Karabıçak’ın, bir tıp kongresi için gittiği Avustralya izlenimlerini yazması için yaptığımız ricayı kırmayıp, uzun yıllar sonra kalemi tekrar eline alarak yazdığı ve güzel resimlerle süslediği gezi notları, beşinci kıt'aya bakışımızda yeni ufuklar açtı.

Ardından, yazarlarımız S. Bahattin ve Yasemin Yaşar, “Almanya’da Risâle-i Nur günleri” dizisiyle, yeryüzünü bir nur dershanesi haline getiren cennet-âsâ baharın Almanya bahçesinden nur kokulu rayihalar taşıdılar.

Yeni Asya’ya renk ve güç katan bu değerli çalışmalarda emeği geçen bütün arkadaşlarımıza tebrik ve teşekkürlerimizi iletiyor; farklı ve orijinal konularda yeni çalışmalarını bekliyoruz. Ve yeni dosya çalışmalarımızın da sırada olduğunu duyuruyoruz.

***

Ramazan hediyesi ve temsilci buluşmaları

Yeni Asya, on bir ayın sultanı Ramazan’ı en değerli hediye ile karşılamaya hazırlanıyor. Kur’ân-ı Kerimin cüz cüz olarak hediye edilmesinin hedeflendiği kampanyanın ön tanıtımları başladı. İlki Konya’da, ikincisi ve üçüncüsü geçtiğimiz hafta sonu Adana ve Şanlıurfa’da yapılan temsilci buluşmalarında kampanya dahilinde yürütülecek çalışmalar hakkında bilgi verildi. Toplantılara katılan müessesemiz yöneticileri temsilcilerimize hem kampanyayı, hem de yayınlarımızı anlattılar. Temsilcilerimizin hazırlıklı olmaya davet edildiği toplantılarda çalışma takvimi hakkında da bilgi verildi. Kupon neşrine 1 Eylül’de başlanacak olan ve Kur'ân cüzlerinin orijinal kutusunda peşinen verileceği kampanyanın tanıtım dokümanları ile örnek cüzler Ağustos ayı başlarında saha çalışması yapacak büro ve temsilcilerimize gönderilecek.

Mahallinde neşriyatla ilgilenen temsilcilerimizin katıldığı toplantılar 21 Haziran’da Samsun, 28 Haziran’da İzmir, 5 Temmuz’da da İstanbul’da yapılacak.

Kampanya hakkında ayrıntılı bilgiler ilerleyen günlerde gazetemizde yayınlanacak.

Hepinize hayırlı haftalar diliyoruz.

16.06.2008

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Küçük hesaplar cepte, demokrasi komada



“Yargıç kararıyla, asker kılıçlarıyla konuşur.” Dünyada böyle olabilir. Türkiye’de yargıçların hem kararları hem de kendileri konuşur. Askerlerde de durum pek farklı değildir. Yeri gelirse silâhları ile yeri gelirse -gelmese de- kendileri konuşur.

Dünyadan o kadar da farkımız olsun. Malûm, Türkiye’nin kendine özgü şartları var!

***

Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt’ün önce yalanlayıp sonra itiraf ettiği Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Edip Başer ile karargâhta yaptığı gizli görüşme ortaya çıktı. Takip edildiğini söylediği sırada da Paksüt’ün olduğu mekânda Emin Çölaşan, Fatih Çekirge, Saygı Öztürk, Turhan Çömez vardı.

367 kararının verildiği tarihte dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı ile Deniz Kuvvetleri kontenjanından Anayasa Mahkemesi’ne seçilmiş üye arasında görüşmeler olduğu ileri sürülmüştü. Geçtiğimiz hafta içinde 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Hikmet Çetin, eski büyükelçi ve rektörlerle “futbol” temalı toplantıda bir araya gelmişti. Sezer, görev süresince de İlhan Selçuk ve Tuncay Özkan’la sıkı ilişkilerini sürdürmüştü.

Görüşmekte bir sakınca yok. Ama kapalı kapılar ardından nelerin döndüğü zamanla ortaya çıktıkça bu seviyedeki her görüşme şüphe çeker.

***

AKP kapatma iddianamesi unutulmadı. Ardından gelen Danıştay bildirisi de.

Kural, kanun, temayül, gelenek yerle bir edilerek meclis, hükümet, başbakan, bakan, milletvekilleri fırçalandı.

Peki kurumların içinde demokrasiye bağlı, millet iradesine, Meclis’e saygılı, kurumların siyasete müdahalesinden rahatsız kimse yok mu?

Emekli Yargıtay Savcısı Ahmet Gündel’e bunu sordum.

“Yargıda hukuk devletini, demokrasiyi savunan birçok insan var. Bunların çıkıp gerek Yargıtay bildirisine, gerek Anayasa Mahkemesinin kararına karşı anayasanın, hukuk kurallarının ihlâl edildiği noktasında görüş açıklamaları, tepki koymaları gerekirdi. Ama olmuyor” cevabını verdi.

Peki, anayasayı, yasaları çiğnemeyi göze alanlar bir şeyden korkmuyor da doğruyu, hakkı, hukuku savunan insanlar neden korkuyorlar?

Gündel’in bu soruya verdiği cevap da ibretlik: “Oradaki arkadaşlarımız şunu düşünüyor. Ben iki gün sonra falanca yere daire başkanlığı için adaylığımı koyar da beni seçmezlerse... Bu hesaplar yapılıyor. Bunlar küçük, basit hesaplar.”

***

Hukuk ve adalet çiğnendikçe demokrasi yaralanıyor. Hak ve hakikatin yok olmasına “küçük hesaplar” uğruna göz yumuldukça demokrasi komaya giriyor.

16.06.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Ezân-ı Muhammedînin aslına çevrilmesi (1)



Bugün 16 Haziran; Ezân-ı Muhammedînin aslına çevrildiği gün. Laikliğin ilânından sonra “ezânın Türkçeleştirilmesi”, “dinden tecrit” programının devamı.

Bediüzzaman’ın tesbitiyle, “bin seneye yakın Kur’ân’ın bayrağını cihânın cihât-ı sittesinin (altı cihetinin) etrafında gezdiren bu vatan evlâtları”nın, “Türkün mefâhir-i milliyesini (iftihâr ettiği millî hasletlerini) unutturmak, mecâzî ve unsurî (ırkî) ve muvakkat (geçici) ve garazkârâne” bir zihniyete sürüklemektir. İnanç, tarih ve mukaddeslerle alâkasını kesmektir.

Plânlar, daha 1920’lerin ikinci yarısında tek tek tatbike konulur. Önce Şeriyye ve Evkaf Vekâleti’nin kaldırılması (3 Mart 1924), tekke ve zaviyelerin kapatılması (30 Kasım 1925), Harf devrimi (1 Kasım 1928) gibi inkılâplar yapılır. Anayasa’da “devletin dini din-i İslâmdır” ibâresi çıkarılır.

Ardından 18 Temmuz 1932’de Diyanet İşleri Başkanlığınca yayınlanan bir “tamim”le ezânın ve kametin Arapça okunması yasaklanır. Peşinden yine tek parti döneminde 2 Haziran 1941 tarihinde çıkarılan 4055 sayılı kanunla “Arapça ezân yasağı” resmen kanun kapsamına alınır. Yerine sözde “Türkçesi” ikame edilir.

Ezânı aslıyla okuyanlar belli süreler tutuklu kalsalar da mahkeme kararıyla beraat ederler; ama baskılar da devam eder. İkinci Dünya Savaşı yıllarında kıtlık ve savaşın onca mağduriyeti altında Arapça ezân okuyanlar derdest edilip hapse atılır. Devlet dinini yaşamak ve gereğini yapmak isteyen vatandaşlarla karşı karşıya getirilir. Devletle millet birbirinden koparılır. (M. Serhan Yücel, Demokrat Parti, 84)

Tarihteki onca zulüm ve fetret devrinde görülmemiş bir uygulama dayatılır. Bediüzzaman’ın tâbiriyle, uzun süre “o şarkı” okutulur. Bid’atlar camilere sokulur…

“EZÂNIN ÂCİLEN MÜZÂKERE EDİLMESİ”

Demokrat Parti 14 Mayıs 1950’de iktidara gelişinin ilk haftasında bu ezân yasağını kaldırmak için çalışmalara başlar. 13 Haziran günü evvela Demokrat Parti grubunda konu görüşülür.

“Tarih, 15 Haziran 1950; saat, 15.00; yer, TBMM. Meclis, başkan vekillerinden Fuad Hulusî Demirelli başkanlığında açılır. Demokrat Parti grubu hazırladığı kanun tasarısını Meclis’in huzuruna getirir. Demokrat Parti milletvekilleri, Türk Ceza Kanununun 526. maddesine göre, “Arapça ezân ve kamet okuyanlar üç aya kadar hafif hapis veya on liradan iki yüz liraya kadar hafif para cezası ile cezalandırılırlar” hükmünün millete zarar verip maddî ve mânevî rahatsız ettiğini ifâde ederler.

Zira Müslümanları namaza dâvetin asıl sahibi İslâm Peygamberinin tâlimatıyla ondört asırdır okunan ezânın aslı değiştirilmiş, bir başka hale sokulmuştur.

Bunun içindir ki Demokratların önergesinde öncelikle tepeden dayatılan bu cezaî müeyyidenin kaldırılması ve Ezânın okunmasının serbest bırakılması istenir. Demokrat Parti’nin kanun tasarısının amacı budur.

Başbakan Adnan Menderes, “Söz istiyorum” der; Başkan, “Buyurun!” diye dâvet eder. Menderes, Meclis kürsüsünde şu tarihî konuşmayı yapar: “Muhterem arkadaşlar; Arapça Ezân hakkında Demokrat Parti Meclis Grubunda verilen kararın gazeteler ve radyo ile yayınlanması neticesinde kanunî mâniin (engelin) kaldırılmış olduğu telâkkisinin hâsıl olması ve bazı vatandaşların Arapça ezân okuması muhtemel olduğu için bu bapta (konuda) Hükûmetçe Meclis’e sevk etmiş olduğumuz lâyhanın (tasarının) bugünkü ruznâmeye (gündeme - görüşülecek konular arasına) alınmasını ve müstecelen (âcilen) müzâkere edilmesini yüksek tasvibinize arz ediyorum.’

Meclis coşkuyla dalgalanır; çeyrek asırdır “mekteplerde yaptıracağımız yeni öğretim usûlleriyle yetişecek gençlik, Kur’ân’ı ortadan kaldıracak ve bu sûretle milletin İslâmiyetle olan alâkası kesilecek” projesi, iflâs etmiştir. Gözyaşı ve takdirler arasında alkış tufanı kopar. Meclis zabıtlarında bu tablo, “Muvafık!’ ve ‘Bravo!’ sesleri, Demokrat Parti milletvekillerinden sürekli alkışlar...” olarak kayda geçer.

TAHRİBATLARI TÂMİRLE İŞE BAŞLANIR…

Öylesine güçlü bir demokratik irâde var ki, CHP grubu bile “layihayı” desteklemek durumunda kalır. En azından karşı çıkma cür’etini gösteremez. Meclisin müşterek beyaz oylarıyla Meclis’in alkışları arasında ezânın üzerindeki kaydın kaldırılmasına karar verilir.

Ramazan ayının arefesine rastlayan 16 Haziran 1950 günü Arapça ezan okunmasıyla uygulanan yasak kaldırılır. “Ezân-ı Muhammedî ve din dersleri gibi şeâir-i İslâmiye (İslâmın değişmez esasları) ile Kur’ân’a hizmet ve eskilerin Kur’ân zararına tahribatlarını tâmire başlanır.” (Emirdağ Lâhikası, 270)

Böylece seçimden sonra toplanan Meclis’te ilk iş olarak ezân üzerindeki “Türkçe okunmalı” kaydı kaldırılır. Ve ülkede “şeâir-i İslâmiye”den İslâm’ın işâreti ve “alemi” olan “Arabî ezân-ı Muhammedî” okunmaya başlanır.

Bediüzzaman’ın takdiriyle, “ezân-ı Muhammedînin aslına çevrilmesi”, “dindar ve dine hürmetkâr Demokratlar”ın din ve vicdan hürriyeti hususunda yaptığı “ilk ve temel icraat” olur.

Demokrat Parti’nin ezân üzerindeki yasağı iktidarının ikinci haftasında âcilen gündeme getirip büyük bir kararlılıkla kaldırması, demokratik irâde zâfiyeti içinde yalpalayan bugünkü siyaset için anlamlı ve ibretli yol gösterici derslerle doludur…

Tabiî bu dersi alabilecek siyasî irâde kabiliyeti olana…

16.06.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Bu yasağı çöpe atalım!



Gençlere üniversite eğitimi verebilmek için düzenlenen Öğrenci Seçme Sınavı, kanunsuz başörtüsü yasağının Türkiye’yi ne hallere düşürdüğünü bir defa daha gösterdi. O kadar keyfi uygulamalara şahit oluyoruz ki, en ‘saçma’ kararlar bile ‘normal’ görülmeye başlandı.

Normalde kanunsuz, ama fiilen uygulanan ‘başörtüsü yasağı’ kimin için? Elbette, başörtüsü ile üniversitede okumak isteyenler için. Peki, bu kanunsuz yasağı üniversite öğrencisi olmayanlara uygulamak neyin nesi? Tabiî ki üniversite öğrencilerine ‘başörtüsü yasağı’ uygulanmasına da kökten itiraz ediyoruz, ama aynı kanunsuz yasağı ‘veli’lere de uygulamak her halde insafsızlığın zirvesi olsa gerek.

Bakınız, 1.5 milyon genç daha iyi imkânlara kavuşmak, yüksek eğitimlerini tanamlamak niyetiyle üniversite imtihanına girdi. İmtihana girenlerin çoğu, maalesef bu imkâna kavuşamayacak.

Peki, üniversiteyi ‘kazananlar’ gerçekten kazanmış olacak mı? Bu soruya gönül huzuruyla ‘evet’ demek mümkün değil. Çünkü üniversite eğitimini tamamlayan gençleri başka problemler bekliyor. En başta işsizlik gibi aşılması zor bir ‘duvar’ var önlerinde. Elbette kendisini özel imkânlarla yetiştirerek emsallerine göre farklı olan öğrenciler daha kolay iş imkânına kavuşacak. Ama tamamı ‘iyi yetişmiş’ olsa bile, gençler için yeterli sayıda iş imkânı yok. Bunun için gerekli yatırımlar yapılamıyor, bozulan ekonomik denge en başta gençleri etkiliyor.

İşte, Türkiye bu konuları konuşup, tartışıp bir karara varması gerekirken; yasakçıların ağlattığı anaları, gözü yaşlı öğrencileri ve velileri konuşuyoruz. Aslında ağlatılan anaları ve gözü yaşlı öğrencileri de görmüyoruz. Keşke görsek ve çare arasak...

Dün yapılan imtihanla ortaya çıktı ki, uygulanan başörtüsü yasağı Türkiye’nin en büyük problemlerinden biridir. Kanunsuz yasak, hem sosyal hayatı zehirliyor hem de devlet ile milletin arasına duvar örüyor. Fasılalarla ve bazen artarak, bazen de azalarak ama çeyrek asırdır devam eden bu uygulama Türkiye’ye pahalıya mal oluyor.

Oğlunu ya da kızını imtihan olacağı okula götüren ve başı örtülü diye okul bahçesine dahi alınmayan başörtülü bir veli bakın nasıl tepki göstermiş: “Bu durum böyle devam edemez. Lütfen yetkililer bu konuda acımızı duysunlar. Ben veli olarak örtülüyüm, inancım gereği örtülüyüm. Çocuğumu içeriye kadar sokamıyorsam bu memleket ne hale gelmiş? Ne olursunuz artık bu kavgayı bitirsinler. Hiçbir şekilde politik ve siyasî niteliğimiz yok bizim, sadece örtümüz var ve inancımız gereği var. Ben şuraya kadar giremedim, çocuğuma güle güle diyemedim ve lanetler yağdırdım. Olacak iş mi bu? Ben veliyim sonuçta. Lütfen bu sorun artık bir şekilde halledilsin ve bizlerin de bu acısı dinsin.”

Elbette bu tepki sadece bir veli tarafından dile getirilmiyor. Yüzlerce, binlerce veli bu durumda. Hem kanunsuz hen de çağa, Türkiye ve dünya gerçeklerine de uymayan bir yasak var karşımızda. Bu yasağı bir an önce ‘çöpe’ atmak ve Türkiye’nin ufkunu karartan perdeyi kaldırmak durumundayız. Aksi halde gençlerin asıl problemlerine çare aramaya fırsat bulamayacağız...

16.06.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır