"Gerçekten" haber verir 14 Temmuz 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İslam YAŞAR

Nur talebesi olmak



Nur Talebesi…

Bediüzzaman Said Nursî kazandırmış dilimize bu tabiri.

Eserlerinin telifi safhasında, yazdıklarının Kur’ân tefsiri olması, Kur’ân’a da Nur denmesi hasebiyle külliyatına Nur adını vermiş. Kitaplarının telifi, istinsahı ve intişarı sırasında kendisine gönüllü olarak yardım eden insanları da talebe sıfatıyla tavsif etmiş.

Sık sık birlikte telâffuz edilen bu iki kelime, zaman içinde Risâle-i Nur’a hizmet eden insanları isimlendirmek maksadıyla birlikte kullanılmaya başlanınca Nur Talebesi tabiri teşekkül etmiş.

Taşımış olduğu mesuliyet hissi ve sahiplenme şuuru sebebiyle, dünya çapında güçlü bir içtimâî cemaat, câmiâ veya ekol telâkki edilen Nur Hareketinin, mensuplarını sınıflandıran daireler içinde, çekirdek mesabesindeki esas unsurun adı olmuş.

Nur hizmetinin mahiyetini bilen her insanın taşımak istediği bu sıfatın telâffuzu kolay olsa da teşekkülünü sağlamak veya o sıfatı taşıyıp mânâsını yaşamak pek o kadar kolay olmamış.

“Ben cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, ahiretimi de. Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefâ, görmediğim ezâ kalmadı.”

Bediüzzaman’ın, bu sözlerle de dile getirdiği gibi meşakkatli bir hayatın ve gerektiğinde ahireti bile feda edecek kadar büyük bir fedakârlığın neticesinde teşekkül etmiş bu hareket.

Nur Talebesi sıfatını taşıyıp icaplarını yerine getirerek mânâsını yaşamak isteyenler de ancak hayatlarını dâvâlarına adayıp ahireti gaye-i maksat yaptıkları nisbette o sıfatı taşımaya muvaffak olmuşlar.

Zîra sınıfı, senesi, süresi, mezuniyeti, diploması olmayan; ömür boyu an be an devam eden imtihanın notunu zaman içinde yaşanan ihlâsın, samimiyetin, sadakatin ve gayretin tayin ettiği daimî bir talebelik bu.

Risâle-i Nur Külliyatının müellifi ve Nur Hareketinin müessisi olan Bediüzzaman da, kendisini, “Kur’ân’ın bir hizmetkârı ve Risâle-i Nur Talebelerinin ders arkadaşı” olarak tavsif ettiği gibi ancak kayd-ı hayat şartı ile girilebilen bu ilim, iman ve irfan mektebinin ders kitabı Risâle-i Nur Külliyatı, hocası ise talebenin bizzat kendisidir.

Nur hizmeti, mütedahil daireler gibi iç içe geçmiş tabakalardan meydana geldiğinden isteyen herkes, mükellefiyeti daha az olan ‘Dost’ veya ‘Kardeş’ dairelerinde de kendisine yer bulabilir.

O tabakaların herhangi birinde yer almak için ‘Risâle-i Nur’a ciddî taraftar olmak, haksızlığa, bid’alara, dalâlete kalben taraftar olmamak ve beş farz namazını eda edip yedi kebâiri işlememek’ yeter.

Bunu yaptıkları takdirde dostlar, Said Nursî’nin şahsî ve zatî şahsiyeti ile münasebet kurarlar. Kardeşler onun abdiyeti ve ubudiyet noktasındaki şahsiyeti ile alâkadâr olurlar ve Bediüzzaman’ın umumî mânâdaki duâlarına dahil olup mensubiyetteki samimiyetleri ölçüsünde feyz alırlar.

Talebe sıfatını taşıyanlarla Said Nursî arasında ‘Kur’ân-ı Hakim’in dellâlı cihetinde ve hocalık vazifesindeki şahsiyeti ile münasebet peyda olduğundan her sabah isimleriyle, bazen de hayalleriyle yanında hazır bulunurlar’ ve mânevî kazancından hissedar olurlar.

Zîra, ‘Talebe’ dairesi kemiyetten ve mensubiyetten ziyade keyfiyeti ve mükellefiyeti muciptir. Nur hizmetinin esasını teşkil edip devamını sağlayan erkânlar, sahipler, haslar, hassü’l-haslar, nâşirler hep talebe dairesinin içinden çıkar.

Bu itibarla, Nur Talebesi olmak için sadakatle çalışmak gerekir.

***

“Sözler’i kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini, onu neşir ve hizmet bilsin.”

Talebeliğin hassasını ve şartını bu şekilde ifade etmiş Bediüzzaman.

Bu hassaları taşıyıp şartları yerine getirmek zannedildiği kadar kolay olmadığından, Said Nursî’nin yaptığı gibi Nur Talebelerinin de sadece dünyasını değil, ahiretini bile feda edecek kadar büyük fedakârlıklar göstermeleri gerekir.

Bilhassa Risâle-i Nurların yasaklanmak istendiği ve onları okumanın, yazmanın, anlatmanın, bulundurmanın suç sayıldığı; yakalananların en ağır şekilde cezalandırıldığı bir zamanda onu kendi malı gibi hissedip neşrini hayatının gayesi bilmek elbette zordur.

O daireye girmek isteyenler, her zorluğa katlanmayı göze alsalar da, bu fedakârlıkları mukabilinde Bediüzzaman’ın velâyetinden, kerâmetinden veya mânevî şahsiyetinden medet umma, dünyevî mânâda ondan istifade şansına sahip değillerdir.

Çünkü o, ‘hayat-ı dünyeviye cihetiyle’ veya ‘şahsını mübarek ve makam sahibi zannederek’ yanına gelmek isteyenlere kapıları kapatmıştır. Ama ‘Kur’ân-ı Hakim’in dellâlı olduğu cihetiyle yanına gelenleri “ale’r-re’s ve’l-ayn kabul edeceğini” söylemiştir.

Nur hareketine girmek isteyen her insanın ilk hedefi talebe sıfatını kazanmaktır. Talebe olanların maksadı ise, erkân liyakati ve has hasleti taşıyarak hizmet kadrosunda yer alabilmektir.

Lâkin bunun tek çaresi, bu hususta Said Nursî’nin himmetini umup onun talebeliğe kabul etmesini beklemek değil, sadakatle Risâle-i Nur’un intişarına çalışmaktır.

Nitekim, Re’fet Beyin yazdığı bir mektupta, ‘Sözler’le alâkadarlık eden ve aralarında Hafız Mehmed’in de bulunduğu bazı zâtlar kendilerinin talebeliğe kabul edilmelerini istemişler.

Said Nursî ise Re’fet Beye yazdığı cevabî mektupta onlara “Sebat etsinler, onları kardeş dairesine kabul etmişim, talebe dairesine girmeye çalışsınlar” diyerek, kardeş dairesine kabul edildiklerini ancak talebe dairesine girmek için sebatla çalışmaları gerektiğini hatırlatmış.

Aynı mevzuda Re’fet Beye ve Hüsrev Efendiye yazdığı bir başka mektupta da “Hafız Bekir, Hafız Tahir, Hafız Şükrü Efendileri kardeş kabul ettim. Talebe olmaya çalışsınlar” sözleri ile, talebe dairesine ancak çalışılarak girilebileceğini ifade etmiş.

Bu hususta kimseyi kayırmayan Bediüzzaman, on üç yaşında kendisini ziyaret ettiği için on üçüncü evlâd-ı mâneviyesi olarak kabul ettiği Bedreddin Uşaklıgil’e bile; “İnşallah evlâtlık mertebesinden talebelik mertebesine gidiyor” diyerek talebe dairesinin, evlâtlık mertebesinden daha yüksek olduğunu hatırlatmış ve onu da talebe olmak için çalışmaya teşvik etmiş.

Mezkûr lâhikalarda medar-ı bahs olan ‘sebat etme, çalışma’ tavsiyeleri belli bir zamana ve şartlara münhasır değildir. Sadece Risâle-i Nurları okuyup yazmak da kast edilmemiştir.

Bir Nur Talebesi, Risâle-i Nurları okuyup anlama, yazma ve yayma çalışmalarına ömür boyu devam etmekle ve bu çalışmalar sırasında karşısına çıkabilecek olan her türlü maddî zarûretlere, mânevî sıkıntılara; resmî engellere, içtimâî zorluklara karşı sebat etmekle mükelleftir.

“Hiçbir Nur Talebesi yoktur ki, sınıfının en faziletlisi, en çalışkanı olmasın. Memleketin her tarafında bu yüz binlerce Risâle-i Nur Talebesinden hiç birinin, hiçbir yerde âsâyişi muhil hiçbir hareketi, hiçbir vak’ası yoktur. Her Nur Talebesi hükümetin nizam ve intizamının tabiî birer muhafızıdır, âsâyişin mânevî bekçisidir.”

Eşref Edip’in, Said Nursî ile yaptığı bir mülâkatta onun talebelerinin hususiyetlerini anlatırken bu sözlerle de ifade ettiği gibi, bir Nur Talebesinin, mensup olduğu cemaatinin yanı sıra, içinde yaşadığı cemiyete karşı da bazı mesuliyetleri vardır.

Nur Talebesi sıfatını taşıması itibariyle yaşadığı hâllerde, yaptığı işlerde ve hareketlerde şahsından ziyade dâvâsını temsil ettiğinden; çalışkanlığı, dürüstlüğü, fazileti, ibadet hassasiyeti ve sâir insânî hasletleri ile herkese örnek olmakla mükelleftir.

Devletin işleyişine hâkim olan zihniyetler ve hükûmetlerin kontrolünde hareket eden çevreler onun meziyetlerini takdir etmeseler, yok farz etseler, hatta hareketlerini suç sayıp cezalandırmaya kalksalar da o müsbet hareket etmekten vazgeçmez.

Nur hareketi tarihinin her safhası bunun örnekleriyle doludur.

***

“Tanzimattan beri her hisarı deviren teceddüt dalgası ilk defa Nur kalesi önünde geriler. Bu emekleyen, bu kekeleyen yığın, devrim yobazları için bir yüz karasıdır. Düşünmezler ki kendi yüz karaları bu.

“Nurcuları yok farz etmek gaflet. Nurcular adalarında kendi hayatlarına devam edebilirler. Ama kökünden kopmak kimseye mutluluk getirmez. Aydının görevi fildişi kulesini yıkarak bu mazlûm kitleyi muhabbetle bağrına basmak, acısını anlamaya çalışmak.”

Merhum mütefekkir Cemil Meriç, son asırlarda yenileşme adına yaşanan gaflet tablolarını ve Nur Hareketinin, bu karanlık tabloyu çizen ‘aydın’ sıfatlı, karanlık maksatlı güruhun karşısındaki asil duruşunu, muhataplarına bu ifadelerle hatırlatmış.

Ardından da bu tavır karşısında kaybeden tarafın Nurcular değil aydınlar olacağını söyleyerek devletin, hükûmetlerin ve aydın çevrelerin geç de olsa yapmaları gereken hareketleri hatırlatmış.

Bu isabetli ikazın üzerinden de yıllar geçmiş. Lâkin değişen pek bir şey olmamış. Nurcular, Meriç’in; “Said’in müridi bir havariler ormanı. Yekpare ve kesif. Ağaçlar kaynaşmış birbiriyle” diye tavsif ettiği Nur Talebelerinin gayretleriyle gittikçe büyüyüp genişleyen ‘adalarında’ hayatlarına devam ediyorlar.

Ne var ki, hiçbir menfî hadiseleri olmamasına rağmen, onlara karşı hâlâ devlete hâkim olan zihniyetler tahammülsüz, hükûmetler sağır, aydınlar kör, adalet câmiâsı kayıtsız, bürokrasi umursamaz.

Hepsi birbirine bakarak karşısındakinin yüz karasını seyretmekte.

Fakat Nur Talebeleri yine mütehammil, mutedil ve müsterih.

Zira onlar yaptıklarını, münhasıran Allah razısı için yaparlar. Mükâfatlarını da sadece Rablerinden beklerler. O da kendisinden bekleneni, kulunu hiç bekletmeden verir.

Nitekim Said Nursî, ‘imanla kabre girmek, tefekkür ibadeti yapmak, kalemle ilim tahsil etmek, Üstadına neşir hizmetinde yardım ederek ehl-i dalâlete karşı mânen mücahede etmek’ diyerek sıralamış Risâle-i Nur’la iştigal etmenin uhrevî faydalarını.

Hakikî ve sadık Nur Talebelerinin, Risâle-i Nur’a sadakatle hizmet etmelerinin neticesinde kazanacakları dünyevî faydaları da ‘Rızkta bereket, kalpte rahat ve sürûr, maişette sühûlet, işlerde muvaffakiyet ve Nur Talebelerinin duâlarına hissedâr olmak’ sözleri ile ifade etmiş.

Bediüzzaman bu ifadelerle, her mü’minin, hayat hedefi hâline getirebileceği dünya ve ahiret saadetinin esas unsurlarını tarif etmiş ve bunları yaşamanın yollarını göstermiş.

Nur Talebeleri, maddî mânevî her zorluğa göğüs gererek intişar etmesi için sadakatle çalıştıkları Risâle-i Nurlar sayesinde Saadet-i Dâreynin dünya safhasını yaşıyorlar.

İnşallah ahiret safhasını da yaşayacaklar.

14.07.2008

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Zaman ve ben



Sen benim küçüklüğümü de bilirsin.

O zamanlar ben seni henüz yeni yeni tanıyordum: Doğan ve batan güneştin önce. Sonra uzayan ve kısalan günler ile geceler oldun. “Aaa ne kadar büyümüş” dediklerinde sana göz kırptım.

Ramazanın her yıl güneş takvimine göre daha öne gelmesi ilginçti o yaşlarda. Ama ben ona da alıştım.

Tarih ile tanışınca daha bir karmaşıklaştın. Demek ben daha tanışmadan seninle tanışanlar vardı ve şimdi yoktular.

Sabahki acılar, akşam unutuluyor ve buna “Zaman her şeyin ilâcıdır” deniyordu. Senin bir de bu yönünü, iyileştirme yönünü tanımış oldum.

“Zamanla nasıl değişiyor insan / Hangi resmime baksam ben değilim” diyordu şair ve ben senin değiştirme yönünü öğrenmiş oldum.

Giderek saatli maarif takvimlerini daha sık değiştiriyorduk sanki. Yılları gösteren o farazi sayaç, filmlerdeki gibi hızlı hızlı akıyordu. Eski Türk filmlerinde bir anda büyüyüveren çocuklar, bir anda yaşlanıveren büyükler gibiydik.

Kucağımıza alıp sevdiğimiz bebeklerle fikir tartışmaları içine giriyor, bilmediğimizi onlara soruyorduk.

Kaldırımlara kazınmış tarihlere bakıp, o gün neler yaptığımızı düşünüyorduk.

Bir köşede unutulmuş eski mektuplar, evin kullanmadığımız yerlerine saklanmış fotoğraflar vardı, konusu “Bir zamanlar ben” olan.

Doğan ve batan güneşten de, uzayıp kısalan gün ve geceden de çok fazla bir şeydin artık.

Yılın her gününde, havanın her sıcaklığında, günün her uzunluk ve kısalığında yaşanmış Ramazanlar vardı.

Şimdi sadece arkama bakmıyorum. Bana neler getireceksin diye de bakıyorum. Biliyorum aslında senin varlığın bizim zaafımızın sonucu. Bir yönüyle dünyanın, diğer yönüyle benim fanîliğimin. Ve biliyorum aslında sen ne getiriyorsun, ne de götürüyorsun.

Ama bazen suçu sana atmak da, bazen senden tedavi beklemek de, o seni henüz tam olarak tanıyamamış benim zaaflarımdan.

Ve biliyorsun aslında ben daha büyümedim.

14.07.2008

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Sürekli savaş veya sürekli devrim...



İnsan, bir varlığın sıfatlarını; husûsiyet, mahiyet ve özelliklerini bilemediği zamanlarda yalnızca isim ve resimlerine takılır. Rengini, dış giysisini ve dolayısıyla ismini değiştirerek bizi yanıltan onca kişi, hadise ve cereyan var ki…

Meseleye bu zaviyeden baktığımızda, ruhumuzun yanılmamak için mütemadiyen belirleyici düstur, ölçü ve prensipleri aramakta olduğunu müşahede ediyoruz. Kur’ân’ın, zamanımızı ve gelecek zamanları aydınlatan tefsiri Risâle-i Nur’u dikkatlice okuduğumuz an, ruhumuzla birlikte akıl ve kalbimizin aramakta olduğu sözkonusu ölçülerin nurlarda, genellikle satıraralarında muhafaza edildiğine şahit oluyoruz. Fikrin, hadisenin ve şahısların buradaki çeşitliliği, değişkenliği ve genişliği, sizi hiçbir zaman sıkıntıya atmaz. İçtimaî konular, ekonomik, tarihî, itikadî ve hatta fennî meselelerde de bizi istikàmette tutacak, sehiv ve yanılgılardan kurtaracak düsturlarla karşılaşırız, risâlelerde.

Biz burada, önceki yazılarımızda da değindiğimiz “bolşeviklik” meselesi üzerinde duracağız. Sosyolojik olarak 19. ve 20. Yüzyılın saldırgan ideolojisini tedai ettiren bu kelimenin – yani bolşevizmin– o zamanın sınırlarını aşarak zamanımızı ve belki de gelecek zamanları ilgilendirdiğine şahit oluyoruz: İnkâr-ı uluhiyet dediğimiz semavî din düşmanlığı parolasıyla yola çıkan bu cereyanın; temel insanî değerlerin tamamına saldırdığını görüyorsunuz: inanç, aile, hürriyet, sevgi ve şefkat, adalet, devlet, sermaye, hukuk ve ahlâkın her türlüsüne düşman bir cereyanın varlığını, yer yer sloganlarına akseden çizgilerden çıkarabildiğimiz gibi, daha ziyade onun bin senelik Avrupa medeniyetini ve yine bin seneyi aşkın Rusya’nın maddî–manevî bütün varlığını ve tarihini berhava eden icraatlarında müşahede ediyoruz.

Bolşevikler “Allah’a imanı” bir otorite kabul ettiklerinden; iman, aile ve ahlâkı ilkelden inkâr eden bu cereyan mensuplarının sloganlarına dikkat ettiğinizde de oyunu fark edersiniz: Sürekli devrim!… Sürekli savaş!… Sürekli değişim… Bolşeviklerin bu sloganlarla neyi kastettikleri, onların medya ve yazılı basınında daha da netlik kazanır. Aileyi faşist yetiştiren bir kurum, kiliseyi; köle yetiştiren bir müessese ve sermayeyi de soygunculuğun merkezi telâkki eden bu dehşetli tahribkâr hareketin liderlerinden Troçki´yi dinlediğinizde; dünyanın hiçbir köşesinin savaşsız kalmaması gerektiğini duyuyorsunuz. Onlarda savaş yalnızca amaçtır. Nerede ve hangi şartlarda olursa olsun savaş ve çatışma… Sonra da kurtuluş gelecektir. Hangi kurtuluş: Savaşın varlığı kurtuluşun ta kendisi değil mi? Ülkeleri fethetmek, galip gelmek, devlet kurup hüküm sürmek değildir, bu cereyanın hedefi… Savaş, çatışma, kaos ve kargaşa… Bediüzzaman Hz.leri, Peygamberimizden (asm) tevârüsle bu harekete “Kızıl tehlike” de diyor.

Zamanımızdaki parolalarına bakıyoruz: Sürekli devrim… Önce totaliter rejimleri çözerek kaosa atıyorlar: Ukraina, Kırgız, Gürcistan ve daha sonra da demokrasi maskesiyle devrim ve değişim devam edecek. Devrim bir san'attır, onlara göre… İnsanî değerler yıkıldıkça devrimleri devrimler izleyecek, gözyaşı sel ve oluk oluk kan aktıkça; daha dehşetli anarşistler – teröristler türeyecek. Turuncu devrimcilerin hedefi, paralarıyla devrim yaptıkları coğrafyalarda ideal bir yapı, devlet ve sistem kurmak değildir. Ruhlarının yankısını duymak ve pis arzularının yansımalarını seyretmek onlara lezzet veriyor. Bir kısım semavî din karşıtı Yahudîlerin trilyonlarca doları bu yola feda olsun. Yeter ki o ülkeler karışsın, ihtilâller, devrimler, kaoslar ve iç çatışmalar olsun, oralarda…

11 Eylül’ün bolşeviklerce hazırlandığını hâlâ bilemeyenleri, Çingiz; onlara kendi elleriyle kazdırdıkları çukurlara dolduracaktır. Neocon ve neoliberalli teorisyen ve pratisyenlerin mahiyetini tanımamakta ısrar edenler, insanlığa ihanet etmiş olacaklar. Troçki’nin ahfadı tıpkı Troçki gibi Rothschild sermayesini kullanıyor, bolşevizm yolunda… Troçki kızılorduyu organize etmişti, Wolfowitz ise; Afganistan’ı, Irak’ı, Mogadişu ve Kuzey Afrika´yı yağmalayacak çapulcuları hazırlamıştı. Zavallı Bush, Irak’tan hâlâ bir netice bekliyor. NATO orduları ise boşu boşuna Hindukuş dağlarında nöbet tutuyorlar. Hadisenin mahiyetini bilmeden, yani bu çatışmaların tamamının Avrupa ve Amerika’da konuşlanmış bolşeviklerce çıkarıldığını öğrenmeden, sözkonusu yerlere barış gelmez. Bolşevikler, müsait buldukları dünyanın her yerinde bu savaş ateşini yakmaya adeta and içmişler. Dünyanın her yanı tutuşmadan ve daha doğrusu kıyamet gelmeden bunların rahat edeceğini düşünmek hakikati bilmemekten gelir. Onların en büyük emelleri; para kazanmak, işgal etmek, hüküm sürmek ve galip gelmek değildir. Yılan ısırmaktan zevk aldığı gibi onlar da; savaştan, devrimlerden, anarşi, kaos ve karmaşadan zevk alıyorlar. Bugünkü izmlerin, coğrafyalar ve renklerin değişikliği sakın sizi yanıltmasın.

14.07.2008

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Üç acı kayıp



Geçtiğimiz günlerde bu dünyadaki hizmet ve vazifelerini tamamlayıp berzah âlemine göçen değerli isimlerden üçünü Yeni Asya ile olan özel ilgileri hasebiyle bu köşede de hayırla yad ederken, bu irtibatlarını kısaca ifade etmeye çalışalım.

Bu isimlerden biri, Marmara İlâhiyat Fakültesi emekli öğretim üyelerinden, İslâmî Türk Edebiyatı kürsüsü kurucusu Doç. Dr. Neclâ Pekolcay.

Yeni Asya’nın kadîm okuyucuları, bu ismi özellikle 70’li yıllarda gazetede ve unutulmaz edebiyat eki Elif’te zaman zaman yayınlanan makalelerinden hatırlayacaklardır.

Özellikle Marmara İlâhiyat’ın İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü adıyla hizmet verdiği dönemde Pekolcay'la verimli bir müşterek mesai içindeydik.

Diğer isim, daha çok şair ve sanatçı kimliğiyle iştihar bulmuş olan Erdem Bayazıt.

Bayazıt’ın Yeni Asya yayın tarihinde iz bırakmış değerli katkısı, Risale-i Nur’daki sosyal ve siyasî yaklaşımların akademik bir disiplin içinde ele alındığı ilk eser niteliğini taşıyan, Safa Mürsel’in hazırladığı—ve sahasında hâlâ ilk ve tek olma özelliğini koruyan—“Bediüzzaman Said Nursî ve Devlet Felsefesi” kitabı hakkında kaleme alıp neşrettiği sitayişkâr makale.

Bayazıt’ı bazı fanatiklerin önyargılı ve haksız hücumlarına da hedef kılan bu makale, birtakım çevrelerde Bediüzzaman’a karşı mevcut olan mesafeli ve soğuk duruşun delinmesi açısından önemli bir hizmete vesile olmuştu.

Üçüncü isim ise, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Başkanlığı, İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Dekanlığı ve Teorik Fizik Kürsüsü Başkanlığı gibi görevlerde bulunmuş olan Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre.

Özemre ile ilk buluşmamız ve beraberliğimiz, Nobel ödüllü ilk Müslüman âlim olan Pakistanlı fizikçi merhum Prof. Dr. Abdüsselâm’ın 1981 yılındaki Türkiye ziyareti vesilesiyle oldu.

Söz konusu ziyaret, Özemre’nin başında bulunduğu İÜ Fen Fakültesinin davetiyle gerçekleşmiş ve fakülte tarafından Abdüsselâm’a fahrî doktora payesi tevcih edilmişti.

Bir Müslüman ilim adamının Nobel kazanmasının önemini fark edip bunun hakkını vermeye çalışma gayreti, Özemre ile Yeni Asya’yı bir araya getiren çok anlamlı bir buluşma noktası oldu.

Abdüsselâm’ın elde ettiği başarının, bir zamanlar kâinat kitabını Kur’ân’ın rehberliğinde okuyarak dünyaya ilim, teknoloji ve medeniyette üstadlık yapmışken, sonradan bu vasfını kaybeden İslâm dünyası için taşıdığı tarihî önemi idrak edip değerlendirme sorumluluğunu Türk üniversite camiası adına Özemre, medya adına da Yeni Asya paylaştı.

Pakistanlı fizikçinin Türkiye ziyareti, Fen Fakültesindeki ödül töreni, Abdüsselâm’ın ve Özemre’nin yaptıkları konuşmalar, o zaman 12 Eylül sebebiyle ismini Yeni Nesil olarak değiştirmek zorunda kalan Yeni Asya’da, Araştırma Merkezi Koordinatörü Ümit Şimşek’in yakın ve enerjik takipleriyle günlerce manşetten takip edildi. Ayrıca Özemre’nin konuşması, Köprü dergisinin Ekim-1981 sayısında yayınlandı.

Özemre ile yıllar sonra Atom Enerjisi Kurumu Başkanı olduğu ve Çernobil-radyasyon tartışmaları hengâmında görevden alındığı dönemde bir hafta arayla iki ayrı mülâkat yaptık. Barışçı nükleer enerji çalışmalarının o dönemdeki durumu, üzerinde emek vererek belli noktalara getirdikleri projeler, Çernobil ve radyasyon tartışmaları, Türkiye’nin ilim hedefleri, fen eğitimi ve ilim-din münasebetleri konusunda görüşlerini dile getirdiği bu mülâkatlar, yine Köprü’nün Mayıs-1987 sayısında neşredildi.

Özemre, Yeni Asya Yayınları olarak Abdüsselâm’ın “İdealler ve Gerçekler” kitabını yayınlamamızdan duyduğu memnuniyetle takdir ve tebriklerini de iletmişti.

Aynı günlerde Hakkın rahmetine kavuşan Pekolcay 83, Bayazıt 69, Özemre 73 yaşındaydı.

Üçünü de hayırla ve rahmetle yad ediyoruz. Mekânları Cennet olsun.

14.07.2008

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Korkularımızın kaynağı güvensizlik ve yalnızlıktır



Bu hafta sonu İzmir’in geleneksel pikniğine Tire’li ağabeylerimiz ile gitmek üzere o şirin ilçede buluştuk. Bir gün öncesinde yapılan derste farklı farklı her yaştan hizmet erbabının aktif, dinamik ve hizmet aşkı ile çarpan kalplerinin cevvalliği aynen devam ediyordu. Genel olarak zihinlerde ortaya çıkan yeni tabloların memleketimiz ve insanlık genelinde oluşturduğu korku tablosuna nasıl ne tarz çözümler ortaya konulması gerektiğine yönelik arayışlar hizmet aşkı ile yanan gönüllerin gündeminde birinci sıradaydı.

Modern dünya insanları özellikle manevî değerler açısından büyük ölçüde dejenere etti ve maddenin, paranın ve ekonomik kaygıların ön plana çıkarıldığı varlık anlayışı ruhsuz ve duygusuz topluluklar oluşturdu. Nübüvvetin maddî ve manevî âlemleri bir arada gözeten bakışı yerine felsefenin benlik ve maddî âlem üzerinde şekillenmiş bakış açısı hakim olunca zulümlerin, bencilliklerin, “Ben tok olayım...”, “Bana dokunmayan yılan...” anlayışlarının zemini olan bir dünyada kendimizi bulduk. Hiç kimse bu durumdan memnun değil. Stres, huzursuzluk, sıkıntılar ve yalnızlıklar içinde bocalayan insanlar bunların sebeplerinden bihaber olunca varlık âleminin acımasız çarkları arasında kemikleri çatırdarcasına eziliyorlar ve tabiat bataklığında çırpınıp duruyorlar. Sınırlı bakışlarının, dar akıllarının ürünü olan çözüm yolları hep beni merkeze alıyor. Üstün ırk, neslin ıslâh edilmesi, teknoloji ile tabiata hükmetme, moda, bütün mesainin yeme, içme, giyim ve kuşam üzerinde yoğunlaşması hep bu anlamsız arayışlarının bir ürünü olarak karşımıza çıkıyor. Kendi ırkını üstün görme ve üstün insan genleri ile daha seçkin bir insan ırkı oluşturma arayışları insanoğlunun haddini bilmemesinin ve acz ve fakrına bakmadan varlığa hükmedebileceği vehmine kapılmasının bir sonucudur.

İnsan vücudunun işleyişinde biyolojik ve sosyal faktörlerin etkisiyle psikolojik sonucu doğurduğu kabul edilmektedir. Aslında sosyal faktörlerin içinde ele alınması gereken çok sayıda çevre faktörü de psikoloji üzerinde etki etmektedir. Beslenme, çevreden gelen koku ve ışıklar, karşılaşılan insanların yüz ifadeleri, kulağımıza ulaşan seslerden başlayan ve uzaydan dünyaya ulaşan yıldızların ışıkları ve nötrinolara kadar bir dizi faktör bedenimiz ve psikolojimiz üzerinde etkili olmalıdır. Sonra görünen âlemin ötesinde görme sınırlarımız ve algılarımızın ötesinde hayal, misal ve ruhlar âlemi gibi pek çok farklı varlık boyutunun günlük yaşantımız, bedenî fonksiyonlarımız ve psikolojimiz üzerinde şu an bilemediğimiz ve tesbit edemediğimiz etkileri var olmalı. İnsan ve onun psikolojisinin tarifi yapılırken bütün bu faktörler dikkate alınmalı ve problemlere çözüm arayışı içine girilirken kâinat insan bütünlüğü göz ardı edilmemelidir. Bilimsellik ve pozitivizm adına inkâr edilen bazı şeyler insan ve dolayısı ile hastalıklarının tanımını çok sınırlı bir varlık alanına hapsetmekte sığlaştırmaktadır.

Bazı zamanlarda yaşadığımız sebepsiz korku halleri aslında manevî oryantasyonun bozukluğundan kaynaklanıyor olmalıdır. Bu hal zaman içinde hastalık boyutuna ulaşabilir ve hayatımızı katlanması çok zor bir imtihan haline dahi dönüştürebilir. Kalp atışlarımız, belirli dış uyarılara cevap olarak kan damarlarındaki değişiklikler, utanınca cildimizin kızarması gibi durumlar isteğimizin anında da kalp atışlarımızın hızlanması, benzimizin atması, nefes alıp verme sıklığının artması ve kalbimizin yerinden çıkacak gibi olması bizim kontrolümüz dışında istemsiz işleyen sinir sisteminin bir fonksiyonu olarak ortaya çıkar. Dışarıdan bir uyarı ya da korkutacak bir sebep varken bu gayet fıtrî ve bedenin normal işleyişinden kaynaklanmaktadır. Ancak bazen dışarıdan bu durumu oluşturacak herhangi bir sebep yokken bu sonuçlar ruh âleminde ve psikolojik boyutta yaşanır. Kişi karşısında korkunç bir köpek varken hissettiği ve yaşadığı bedenî değişiklikleri, böyle bir uyarıcı sebep yokken yaşar. Şuur planında da bunu izah edecek bir sebep bulamaz. Sanki iç âleminde korku sebebiyle oluşan olaylar zincirini başlatan bir düğme vardır ve zaman zaman bu düğmeye içeriden böyle bir sebep olmaksızın basılmaktadır.

Korkunun çoğunlukla kaynağı güvensizlik ve yalnızlıktır. Fıtratının derinliklerinde acz ve fakr hep var olan insan, doğduğu andan itibaren bir himayeye muhtaçtır. Yalnızlığa müsait olmayan fıtratı hep bir sığınak arayışı içindedir. Bu ana rahminden şehirleri dolduran gökdelenler şeklindeki barınaklara kadar uzanan farklı şekillerde tezahür eder. Doğduğunda ağlayan çocuk bir ölçüde ana rahminin güvenli ortamından çıkmanın sıkıntısını dile getirmektedir. Evinden, memleketinden uzaklarda insanın hissettiği tedirginlik ve huzursuzluk aynı refleksin uzantısı olmalıdır.

Aslında her ruh, ruhlar âleminden şehadet âlemine gelmişliğinden dolayı özünde bu sıkıntıyı vatanından uzaklık duygusu barındırmaktadır. Hele dünyada aslî özelliklerini ve gerçek vatanını unutup orada kulluk sözü verdiği Rabb-ı Kerim’in mutlak şefkatini ve her an yanında olduğunu hissedecek ruh halinden uzaklaşmışsa ruh boyutundaki tedirginlik daha fazla olacaktır. Elest meclisinde verilen sözlerin muhakkak ruhumuzun derinlerinde bir yerlerde yansımaları ve izleri olmalıdır. Bu yüzden belki de zaman zaman efendisinden kaçmış köle ruh halini yaşıyoruz. Başıboş algıladığımız varlık âlemi içinde kendimizi güvensiz ve yalnız hissediyoruz. Vehimler üzerine bina edilmiş varlık algısı, bizi akıl almaz ölçüde korkutuyor ama bu korkularımızdan da kaçış halindeyiz. Bu da bizleri çözümsüzlükler yumağı olan bir kısır döngüye itiyor. Gece yatağınızdan bir tıkırtıyla uyanıp pencerede bir gölgenin hareket ettiğini gördüğünüzde yapılacak en doğru şey bu olayın aslını anlamaya çalışmak olacaktır. Bu gölgenin bir hayalet ya da hırsız olduğu vehmi ile yorgana gömülüp sabahı, korku ve kan ter içinde etmek, sabah havanın aydınlanması ile üstteki komşunun balkona astığı çarşaf yüzünden geceyi kendimize büyük bir azaba çevirmemiz sonucunu doğurabilir. Oysa ışığı yakıp da olan biteni anlamaya çalışmak bütün kâbusun beş dakika sonra rahat yatağında uyku şekline dönüşmesi olabilirdi. Varlık âleminin karanlığı içinde bizleri korkutan çarşaflardan kurtulmanın tek yolu iman nuru ile eşyanın hakikatini anlamaya çalışmak olmalıdır.

14.07.2008

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Maneviyatsız hayatlar



İSTERSENİZ “dinsiz felsefe” deyin, isterseniz başka bir isim takın bu zamanın menfaat üzerine dönen hayatlarını yönlendiren anlayışa. Neresinden bakarsanız bakın, insanlığın hiçe alındığını, süflî duyguların ön plana çıkarıldığını görürsünüz.

İnsanlığın değil, “hodgâmlığın” yani benmerkezciliğin cereyan ettiği bir dünyada insan olarak yaşamak hiç de kolay görülmemektedir. Tahribâtın kolaylığı bozguncuların işini kolaylaştırmakta, tamir etmenin zorluğu ise insan olan insanların işlerini oldukça zorlaştırmaktadır. Adeta kömür dağında elmas aramak gibidir, insan olan insanları aramak bu zamanda. Bu sebeple ümitli olmak, gelecek açısından endişelenmemek ilk bakışta zor görünmektedir. Ancak insânî duyguları hayata geçirme azmi içinde olanlar, zor zamanda zoru başarmanın zevkini yakalamanın peşine düşmektedirler. Bu durum, az da olsa, çok değerlerle mücehhez olmuş insanların varlığını mümkün hale getirmektedir.

Büyükmüş gibi görünenlerin ne kadar alçaklarda olduğunu, bir hiç şeklinde görünen nicelerinin ise aslında çok yücelerde olduğunu görebiliyoruz bu karmaşık zamanda. Maddî imkânların insanları nasıl insanlıktan çıkardığını, mânevî değerlerin ne kadar dejenerasyona uğradığını ve bu vahim durumları görenlerin insanlıklarını kurtarmak için nasıl büyük bir telâşla sağa-sola koşuşturduğunu da görebiliyoruz…

Kur’ân’ın insana vaad ettiği huzur dolu hayatların gaflet perdeleriyle örtüldüğü bu zamanda, o insanı insan eden değerler arayışına çıkmak herkes için hayatî bir mesele haline gelmiştir aslında. Ama bakarkörler gerçekleri görmemekte direnince ortalıkta huzur denilen nesneden eser kalmamakta, yarasa tabiatlı insanlar kendileri için karanlıkları tek çıkış yolu olarak görmektedirler.

“Komşusu açken tok yatan bizden değildir” diyen bir Peygamberin (asm) ümmetinin çoğunluğu teşkil ettiği bir toplumda, “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne?” mantığı ile hareket eden insanların ekseriyeti teşkil etmesi, toplumu yaşanmaz hale getirmiştir ne yazık ki…

İnsana değer verilmesini vaaz eden, zayıf ve fakirlerin korunması ve kollanması şartını “zekât ve sadaka” ile ortaya koyan, insanların karşılıklı saygı ve sevgi prensibiyle hareket etmeleri gereğini hayata geçirmeye çalışan bir İslâm dini anlayışı varken, hayatı menfaatlerin çarpıştığı bir alan olarak bilen, “Altta kalanın canı çıksın” anlayışıyla hayatı yorumlayan ve dinsiz felsefelerle dünya hayatını dizayn etmeye çalışan yaklaşımların ilgi gördüğü yerde elbette toplum insânî değerlerden mahrum kalacaktır.

İslâm’ın ve Kur’ân’ın yüce hakikatlerinin ehemmiyetini bilen insanlara bilhassa toplumun çok ihtiyacı vardır. Bilen insanların mutlaka bildiklerini en iyi bir şekilde hayata geçirmenin peşine düşmeleri gerekmektedir. Tek hayatlı insanların zahiri süs, batını kof olan yaşantılarından uzak durmalı, nefis ve şeytanın bu yöndeki aldatıcı tuzaklarına düşmemek için azamî gayret içinde olunmalıdır.

Geçiciliği her halinden anlaşılan bir dünya hayatının cazibesine kapılmak bir intihardır, bile bile cehenneme talip olmaktır. İnsanlık dünya hayatının cazibeliği konusunda oldukça büyük bir imtihan geçirmektedir. Fena ve fani değerlerin aldatıcı çekiciliğinden kendilerini kurtarabilenler, bir rüya şeklinde olan dünya hayatlarından uyandıklarında imtihanı kazanmanın dünyalara değişilmeyen huzuruyla kendilerinden geçer gibi olacaklardır.

İstemezsek de ölüm mukadderdir bütün canlılar için. Bizlerin her şeyimiz sandığımız dünyevî zenginliklerimizin, ölümden sonraki hayatta hiç işimize yaramadığını ve hatta bazılarımız için ebedî hayat nokta-i nazarından zararlara tahavvül edeceğini mutlaka göreceğiz. Mutlak sonu gördüğümüz zaman artık son pişmanlıklar fayda vermeyecektir. Ebedî hayatın başlangıcında sorguya çekildiğimiz zaman, kendimizi haklı çıkaracak hiçbir mazeret sergileyebilme imkânımız da olmayacaktır. Orada sadece gerçeklerle yüzleşeceğiz.

14.07.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Kur’ân’a perde olmamak



İHLÂS, enaniyeti terk, kendini kusurlu bilme, hodfüruşluk etmeme, yani söz ve davranışlarla kendini satmama, nazara vermeme, imana, Kur’ân’a hizmetin esasları arasında yer alıyor.

Onca ilim ve faziletine rağmen kendini aradan çekip doğrudan doğruya Kur’ân’ı ve içerisindeki hakikatleri nazara veren Bediüzzaman Hazretleri bu gerçeğe tam ayna olmuştu. Şöyle diyordu o:

“Bunu katiyetle îlân ediyorum ki: Risâle-i Nur, Kur’ân’ın malıdır. Benim ne haddim var ki, sahip olayım; tâ ki kusurlarım ona sirayet etsin. Belki o nurun kusurlu bir hâdimi ve o elmas mücevherat dükkânının bir dellâlıyım. Benim karmakarışık vaziyetim; ona sirayet edemez, ona dokunamaz. Zaten Risâle-i Nur’un bize verdiği ders de, hakikat-ı ihlâs ve terk-i enaniyet ve dâima kendini kusurlu bilmek ve hodfürûşluk etmemektir. Kendimizi değil, Risâle-i Nurun şahs-ı mânevîsini ehl-i îmana gösteriyoruz. Bizler kusurumuzu görene ve bize bildirene—fakat hakikat olmak şartıyla—minnettar oluyoruz, Allah razı olsun deriz. Boynumuzda bir akrep bulunsa, ısırmadan atılsa, nasıl memnun oluruz; kusurumuzu,—fakat garaz ve inat olmamak şartıyla ve bid’alara ve dalâlete yardım etmemek kaydı ile—kabul edip minnettar oluyoruz.”1

Mahviyet ve tefanî sırrını önce kendi şahsında yaşar Bediüzzaman ve sonra da anlatır. Bir çekirdek gibi çürür, kurur ve Risâle-i Nur ondan fışkırır. Onun için de bütün kıymet, hayat ve şerefi o çekirdekten çıkan Risâle-i Nur ağacı ve Kur’ân’ın bu mânevî mû’cizesine geçmiş bilir.2

Kendini kendine beğendirmediği, nefsinin ayıp ve kusurlarını gösterdiği ve nefs-i emmâreyi başkalarına beğendirme arzusu kalmadığı için Hàlık-ı Rahîme yüz binler şükreder. Kabir kapısında bekleyen bir adamın, arkasındaki fânî dünyaya riyâkârâne bakmasını acınacak bir hamakat ve dehşetli bir hasaret olarak görür.3

Yine o kendini kuru bir üzüm çubuğuna benzetir. Lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyetlerinin o kuru çubukta aranmaması gerektiğini söyler. Kur’ân’ın malı olan risâlelerin, Kur’ân’ın meziyetlerinin reşhalarına mazhar olduklarını göstermeye kendini mecbur bilir.4

Kendisi gerçek bir mürşid, büyük bir üstad, eşine ender rastlanır bir âlim olduğu halde kendini talebelerinden üstün bile görmez, “Ben size nisbeten, kardeşim; mürşidlik haddim değil; Üstad da değilim, belki ders arkadaşıyım” der. Ve kusurlarını nazara vererek şefkatkârâne davranıp duâ ve himmetlerine muhtaç olduğunu söyler. “Benden himmet beklemeniz değil, bana himmet etmenize istihkakım var” der ve şahs-ı mânevînin meziyetlerini nazara vererek şu önemli hususu hatırlatır: “Tesânüdümüzden hâsıl olan bir şahs-ı mânevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı bize yeter. ”5

Demek hakka hizmet enaniyetten, benlikten sıyrılmayı, doğrudan doğruya hakikatleri göstermeyi gerektiriyor.

Dipnotlar: 1- Emirdağ Lâhikası, 1 : 49. 2- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 108. 3- Sikke, s. 107; Emirdağ Lâhikası, 1 : 68. 4- Barla Lâhikası, s. 10. 5- Kastamonu Lâhikası, s. 56.

14.07.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Kırk yıllık AB serüveni



AB yolu zorlu, mayınlı...

“Bu uzun ince bir yoldur. Meşakkatli bir yoldur. Bu yolda bizi caydırmak isteyecekler, hatta küçültücü şeyler yapacaklar. Ama yılmamalıyız.”

Bu sözler Avrupa Birliği yolunda Türkiye’ye ivme kazandırmaya çalışan Turgut Özal’a ait.

AB adaylığı, rahmetli Adnan Menderes ile başlayan uzun bir hikâye. Bilhassa Süleyman Demirel ve Tansu Çiller ile, Turgut Özal’ın bu uğurda gayretleri olmuştur.

40 yılı aşan uzun yürüyüşte gerek içerde, gerekse dışarıda Türkiye’yi aldatarak caydırmak isteyenler çıktı. Oyaladılar, geciktirdiler, fakat adaylık ve üyeliği engelleyemediler.

Türkiye, 31 Temmuz 1959’da, AET’ye ortaklık için başvurdu. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül darbesi ve çeşitli oyunlar ile kesilen bir serüven...

Ve 10 Aralık 1999’da Helsinki’de yapılan AB zirvesinde, “adaylık teklifini”, AB Komisyonu Başkanı Romano Prodi, “resmen” açıklar.

Adaylığın kronolojik tarihi ve serüveni bir çırpıda sıralanabilir. Takdir edilir ki, “adaylık” o kadar kolay olmadı. “Üyelik” için de, birçok mayınlar, dikenli teller döşenecektir.

Fransa Cumhurbaşkanı eski Başdanışmanı Jacques Attali, “Ekonomi, insan hakları bahane. Avrupa’nın asıl derdi din. Siz Müslümansınız diye sizi almıyorlar” diyerek destek vermişti bu zihniyete geçen senelerde tertiplenen 6. Ulusal Kalite Kongresi’nde...

Kimi maksatlı kafalar da, İslâmiyet ve terörü özdeşleştirerek, “Türkiye köktendinci, fundamentalisttir” diye diretiyordu.

Oysa, Alman eski Cumhurbaşkanı Roman Herzog, “İslâmiyet insanlığa hoşgörüyü getirmiştir” derken, Alman Yayımcılar Birliği’nin, 1995 yılı Barış Ödülünü Doğu-Batı yakınlaşması çalışmaları dolayısıyla alan Prof. Annemarie Schimel, “İslâm bağnaz değil, fundamentalist hiç değil” diye anlatıyordu o çevrelere.

Bunun yanında İngiltere Veliahtı Prens Carls, Fransız düşünürleri ve birçok tarafsız ilim adamı, aynı görüşü paylaşıyordu. Bilhassa Fransa’da birçok sosyal bilimci, politikacı ve idâreci de, müsbet duygular besleyerek, “İslâmiyetten ve Müslümanlardan öğrenecekleri, alacakları pek çok şeyin bulunduğunu” söylüyorlardı.

AB Dönem Başkanlığında, Alman Cumhurbaşkanı Herzog, “AB’nin kapısı Türkiye’ye hiçbir zaman kapanmadı. Türkiye, laiklik ve ekonomik meseleyi halletti. Şimdi insan hakları ve hukuk sistemini halletmesi lâzım. AB, problemli bir üye kesinlikle istemiyor!” demişti.

***

Aslını isterseniz, “sekiz yıllık eğitim”, imam-hatip okullarının kapatılması ve Kur’ân kurslarının çok sıkı denetim altına alınıp, âdeta kapılarına kilit vurulması; başörtüsüne karşı inanılmaz baskılar; AB’ye adaylığı engellemeye yönelik politikalardı. Çünkü, II. Avrupa “dinî bağları kuvvetli” bir üye istemiyordu! Onlara göre Türkiye “fundamentalist” bir ülke idi.

Diğer taraftan, Dr. Theo Sommer, hak, hürriyet ve dinden yana olan I. Avrupa’nın da görüşlerini yansıtarak, “Türkiye’nin AB’ye girmesini engelleyen konu, Türkiye’nin Müslüman bir ülke olması değildir” (Die Zeit Hamburg, 1999) diye açıkça beyan etmişti.

***

Biz “AB bizi alır, almaz!”, bâzı Avrupalılar da “Müslüman Türkleri alabiliriz, alamayız!” derken, adaylığımız 1999 Aralık 10’unda tescil edilmiş.

Halbuki, NATO’dayız; ama Müslümanız! BM’deyiz; Müslümanız! IMF’deyiz; oysa Müslümanız! UNDP, UNİCEF, WEP, İLO, AFO, UNESCO, WHO, GTTD’yiz vesâire...

Öte yandan, Hıristiyan din adamları da, “Türkiye’nin AB’ye üye olması dinî tehdit değil” diye ifâde ederken, kraldan fazla kralcılar, dine, bilhassa İslâmiyete olan kinlerini kusmak için bu iddiâları ileri sürdü. Bundan sonra da sürmeye devam edecektir!

Fener Rum Patriği I. Bartholomeos bile, Atina’da yayınlanan Şubat 2000 Elefterotipia gazetesindeki beyanatında, Türkiye’nin dinlere karşı tarafsız laik bir devlet olduğunu, AB’ye tam üye olarak girmesi durumunda dışa karşı herhangi bir dini telkin ya da yönlendirme hareketinde bulunmayacağını ifade ederek, “Ayrıca, sizin tehdit olarak tanımladığınız bir dinin yayılmasına, Ortodoks anlayışına göre siyasî yöntemlerle değil, sadece dinî yöntemlerle karşı konulabilir” diye demokratik bir tavır sergiler.

Demek ki, “Müslümansınız!” dayatması, sadece bir oyalamaca-boyalamaca siyasetinin bir taktiğiydi.

14.07.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Faruk ÇAKIR

Kaldırımdaki israfa dur de!



Kaynakların boşa harcanması anlamına gelen ‘israf’ı önlemek için ‘vakıf’lar bile kuruyoruz, ama yine de bu hastalığı tedavi edebilmiş değiliz. İsraf denildiğinde ilk akla gelen, ekmek israfı oluyor. Bunun bir sebebi de bu israfın nisbeten ölçülüyor olabilmesi. İlave olarak, çöp kutularında ekmek görmek, herkesin içini acıtıyor. Gerçekten de ciddî bir tezad: Bir yanda açlık, sefalet, fukaralık; öte yanda çöpe atılmış tonlarca ekmek!

Elbette başta ekmek israfı olmak üzere, israfların bütününe karşı çıkmak ve mümkün olan tedbirleri almak zorundayız. Sadece ekmek israfını nazara verip, yapılan diğer israfları görmemek çok yanıltıcı olur. Nitekim, ekmek israfından daha yaralayıcı israfları görmüyoruz.

Meselâ, önümüzdeki yıl mahallî idarelerle ilgili seçimler yapılacak. Bu esnada partilerin yapacağı ‘israf’ı bir düşünün. Tonlarca kâğıt, tonlarca plastik bayrak basılacak ve nihayetinde çevre kirlenecek.

Mühendisler alınmasınlar, ama seçimler yaklaştıkça, bilhassa ‘kaldırım mühendisleri’ne fazlaca iş düşecek. Şimdiden pek çok yerde kaldırım çalışmaları başladı bile. Kaldırım olmayan yerlere yeni kaldırım yapılsa itiraz edmeyeceğiz, var olan kadırımlar kırılıyor ve yerine daha ‘lüks’ kaldırım taşları döşeniyor. Peki, Türkiye’nin kaldırım israfı yapmaya ayıracak parası var mı?

Şu anda İstanbul’un pek çok ilçesinde bir iki yıl önce ‘yenilenen’ kaldırımlar kırılıp, yerine yenileri yapılmaya başlandı. Buradan bu vesile ile bütün ‘yetkililer’e sesleniyor ve itiraz ediyoruz: Lütfen, fakir fukaradan toplanan vergileri seçim yatırımı olarak kaldırımlara gömmeyin!

Gerçekten merak ediyorum: Her hangi bir belediye, keyfine göre, istediği zaman istediği kaldırımları kırıp yenisini döşetmeye yetkili midir? Kimse, “Dur bakalım, bu kaldırım ne zaman yapılmıştı? Kullanım ömrü ne idi? Yenilenmesi gerekir mi? İhtiyaçtan mı yoksa israftan mı bu yatırım yapılıyor? Yoksa eşe dosta maddî imkân transferi mi sağlanıyor” diye sormaz mı?

Daha iki gün önce İstanbul’un bir ilçesinde, büyük bir caddenin girişine ‘levha’ asıldı ve güzelim kaldırım taşları sökülüp, yerine ‘ultra lüks’ kaldırım taşladı döşenmeye başlandı. Hangi belediye olduğu önemli mi? Çünkü bu yanlışı neredeyse bütün belediyeler yapıyor. Bir belediyenin ismini afişe etmek ne kazandırır? Bu israfa en başta hükümet ciddî olarak itiraz etmeli, imkân tanımamalıdır.

Kaldırım israfı yapan belediyer, güya milletin gönlünü hoş tuttutlarını zannediyorlar, ama kusura bakmasınlar, millet onları hayırla yad etmiyor. Çünkü yapılan işin kökten yanlış olduğu apaçık ortada. Yenilenmeye çalışılan kaldırım taşları bozulmamış, kırılmamış, eskimemiş... Zaten bir ya da en fazla iki yıl önce yapılmıştı...

Millet kızmasın diye, bu işlere harcanan para da gizleniyor. Meselâ, çalışma başlanan ve bahsettiğimiz cadde girişinde asılan ‘levha’da işin ne zaman başlayıp ne zaman biteceği belirtilmiş, ama alışılmışın dışında ‘ihale bedeli’ belirtilmemiş... Yoksa bu israflar, ihalesiz mi yapılıyor?

Dur de, kaldırım israfına da dur de!

14.07.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Uluslar arası kural” komedisi



Yeniden ertelenmezse “Ergenekon” iddianâmesi bugün açıklanıyor. Ancak Amerikan Başkonsolosluğu’na yönelik “karanlık saldırı” üzerinde garip istifhamlar sürüyor. En garibi Amerikalı güvenlik görevlilerinin dışarı çıkıp yardıma gelmemesi ve yaralı polislerin tedavi için bile binaya alınmaması…

Gerçek şu ki binayı koruyan polisler taranırken üst katta bekleyen ve duvarın arkasında siper alan özel eğitimli güvenlik görevlilerinin polislere destek vermemesinin hiçbir gerekçesi yok. Amerikalıların “kartal yuvası” denilen kale gibi korunan binanın kalın duvarların arkasında seyretmeleri, hele kan kaybeden yaralı polislerin kan kaybına bigâne kalmalarının hiçbir izâhı olamaz.

Bu yüzden başta Büyükelçi Wilson ve Bayan Başkonsolos Winer olmak üzere Amerikalı diplomatik yetkililerin güya “uluslar arası bir kural”la “bina dışına çıkmakla Türk topraklarına ayak basmış olacakları ve orada müdahâle edemeyecekleri” safsatasına sığınmaları, gülünç kaçıyor…

“Güvenlik sistemi gereği belli bir alarm verildiği ve kapıların otomatik olarak kapandığı ve açılmadığı” iddiası da kimseyi inandıramıyor. Acaba saldırı anında Amerikalılar dışarıda kalsaydı kapılar yine kapalı mı kalacaktı? Kapalı kapıların kumandası Amerikaların elinde değil mi?

ABD’nin 135 ülkedeki elçilik ve konsolosluklarını en az üç yıl silâhlı koruma eğitimi gören Amerikan Deniz Piyadelerine bağlı özel bir birim koruyor. Öncelikli görevleri elbette “Amerikan vatandaşlarını korumak." Ne var ki sözkonusu “kural”ı öne süren Amerikalılar, kendilerini koruyan polisleri destek ateşiyle korumaları bir yana; hele yaralı polisleri kabul etmemelerinin hiçbir gerekçesi bulunmuyor.

Kaldı ki Amerikalı korumalar, “gerektiğinde” sözkonusu “kural”ı dinlemiyor; rahatlıkla dışarı çıkıyor ve saldırganlara müdahâle ediyorlar. En son 1996’da Liberya’daki iç çatışmada elçilik binasına kurşunların gelmesi üzerine elçilik görevlileri çatışan Liberyalıların üzerine kurşun yağdırdı ve 12 kişiyi katletti.

Nitekim Amerikan diplomatik misyonlarını koruyan birimlerin ana görevlerini bildiren yönetmeliğe göre, “çok âcil durumlar”da korumaların görevlerini bina dışına taşıma yetkisine sahip oldukları belirtiliyor. Peki Amerikalı güvenlikçiler neden bu “yönetmeliğe” uymadı?

Doğrusu Amerikalıların hiçbir ahlâkî ve insanî kuralı dinlemiyor. Bizzat dönemin Amerikan Dışişleri Bakanı Colin Powell ve Amerikalı senatörler, bir buçuk milyon mâsum insanın katledildiği Irak işgalinde gerekçe gösterilen “kitle imha silâhları” ve “El Kaide bağlantısı”nın yalan olduğunu ikrar ettiler…

Bu durumda ABD hangi “uluslar arası kural”la onbinlerce kilometre öteden gelip Irak’ı işgal etti?

Hangi “uluslar arası kural”la Irak’ın maddî ve mânevî potansiyeline el koymakta; ülkedeki petrol ve enerji kaynaklarının işletmesini Amerikan ve İngiliz petrol şirketlerine peşkeş çekmekte? Hangi “uluslar arası kural”la Afganistan’ı işgal edip istilâ etmekte; Asya’nın kalbine pençesini sokmakta?

Hangi “uluslar arası kural”la, Pakistan’da ülkenin temel dinî eğitim müesseseleri olan medreseleri “terörist yetiştiriyor” diye kapatılmasını dayatmakta; stratejik ortağı”nı kıskaca alıp fitne ve kargaşaya mâruz bıraktırmakta?

Sahi ABD savaş uçakları hangi “uluslar arası kural”la “Darfur fitnesi”yle sudan bahaneler aradığı Sudan’da “silâh fabrikası” diye “ilâç fabrikası”nı bombaladı?

“Uluslar arası kurallar”a, ahlâkî ve insanî değerlere, adalet ve hakkaniyete aykırı olarak işgaller, suikastlar yapan, ekonomik krizlerle, etnik ve mezhebî çatışmalarla iç karışıklık ve kaosla ülkeleri istikrarsızlık ateşinin içine atan, iç savaş ve terörle toplumları birbirine kırdıran ABD’nin yeri geldiğinde büyük bir pervâsızlıkla çiğnediği “elçilik binasından dışarı çıkmama” kuralına riâyet ettiği te’vili açıkçası tam bir komedi.

Gerçekten coniler, hayatlarını hayatlarına, hatta binalarına siper eden polislere neden yardım etmediler; yaralıları dahi içeri almayıp kan kaybından vefatlarına yol açmasına kurşun geçirmez camların arkasından izlediler? Üzerinden altı gün geçtiği halde hâlâ bu sorunun cevabı verilmiş değil…

Bu bakımdan iki saldırganı öldürdükten sonra yaralanan ve kurşununun bitmesi üzerine konsolosluk kapısından içeri alınmayan trafik polisinin hastanede Amerikalıların gönderdiği “çiçeği” geri göndermesi anlamlı olmuştur.

Bu olay, ABD’nin vefâsızlığının açık bir örneği olmuştur. Peki neden Türkiye “stratejik ortağı” ABD’nin bu tür incitici vefâsızlıklarına mâruz kalmakta...

İçte demokratikleşme ve millet irâdesinde olduğu gibi dış politikadaki irâde zâfiyeti ve fazlasıyla Amerikan politikalarına eklemlenmekten mi?

14.07.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Rusya’nın takallusu ve ABD’nin büzüşmesi



Osman Paksüt’ün deyimiyle AKP’nin kapatılma davası ile Ergenekon davası Türkiye’nin kıyameti ise ABD’nin kıyameti de Irak’tır. ABD’nin hem yükselmesi hem de düşüşü Irak’la olmuştur. Bu yönüyle, kaderi Moğolların kaderine benzemiştir. Moğolların Bağdat zaferi Pirus zaferi olmuştur. Ardından iki yıl sonra nalları diktiler.

Bağdat’tan sonra hızla İslâmın son ordusu olan Mısır’ı işgal niyetiyle Afrika’ya doğru sürünürken Aynu’l Calut’ta yolları kesildi. Ama önce Moğolların mafsallarını sarsan bir olay oldu. Baybars veya Muzaffer Kutz psikolojik hezimeti veya hezimet ruhunu yenebilmek için Kahire’ye böbürlene böbürlene gelmiş olan Moğol elçilerini şehrin dört bir yanında idam ettirdi. Böylece Moğolların yenileceği fiziken gösterilmiş oldu ve Moğollar bununla metafiziki bir kırılmaya tabi tutuldular. Oysa Moğolların yükselmelerinin nedeni yine böyle bir olay olmuştur. Mehmet Harzemşah kalleşce bir şekilde içlerinde Müslümanların da olduğu Moğol tüccarlarını veya elçilerini yağmalatmış ve onları kılıçtan geçirtmişti. Bir de bunu inkâr etmiş ve Moğolları da oyalamıştı. Haliyle ve haklı olarak buna öfkelenen ve daha önce Çin’i gözüne kestiren Cengiz Han, kısa bir süre içinde hedefini değiştirerek Harzemşahlar devletini ortadan kaldırmış ve yağmalamıştı. Ama inişleri de çıkışları gibi oldu. Harzemşahlar haksız oldukları için kaybetmişlerdi. Yine Kahire kapılarında Hulagu da haksız olduğu için kaybetti ve Moğol güneşi sönmeye başladı. Aynu’l Calut sonun başlangıcı oldu.

ABD için de aynı durum geçerli. Baba Bush döneminde yönlendirilen Saddam Hüseyin gözlerini bürüyen tehevvür ve öfkesiyle Kuveyt’e kadar yürümüş ve akabinde süklüm püklüm bir vaziyette Kuveyt’ten atılmıştı. Kuveyt tahliyesi ve SSCB’nin havlu atması Soğuk Savaş’ın da sonu ve ABD’nin de zaferi olmuştu. Ama oğul Bush, babasının bıraktığı yerde aynen Hulagu-Cengiz münasebetinde olduğu gibi haksızlığa tüy dikmişti. İşte bu noktada Bağdat zaferi hezimete dönmeye başladı. Bağdat’tan sonra Moğollardan da beter olarak Rice’ın deyimiyle 22 Arap ülkesine nizamat vermeye kalkışmışlardı. Bu yönde Moğol iddialarını bilie sollamışlardı. İki yıl içinde havaları indi.

***

ABD Irak bataklığından ve lânetinden kurtulamıyor. Petrol fiyatlarının artması ve Amerikan dolarının ‘ruble trouble’ tekerlemesinde olduğu gibi inişe geçmesi sadece ABD açısından değil, dünya finans sistemi açısından da ölümcül bir darbe anlamına geliyor. Bağdat işgali bu noktada dünya sisteminin dahi sonunun başlangıcı oldu. ABD’ye öfke doruk noktaya ulaştı. Var olmak istediği noktada talih tersine döndü ve yok olmaya doğru koşmaya başladı. ABD hem İran hem de Irak politikasında tıkanmış durumda. Ne ileriye ne de geriye gidebiliyor. Hatta iki cephede de ricat ve gerileme emareleri gösteriyor. Washington Post gazetesinde David Ignatius’un Tehran’s Definite ‘Maybe’ gibi yazılarında bu çaresizliğin tasviri var. Son iki olay somut bir şekilde ABD’nin geri adım attığını gösteriyor. ABD Irak’ı fiilen işgal etmiş olmasına rağmen sözünü geçiremiyor. 2008 sonrasında Amerikan varlığının kalıcılığı noktasında Irak ile varılacak bir mutabakat sürüncemeye girdi. Bunda İran’ın ve İran’la birlikte Irak’taki müttefiklerinin büyük payı var. Bu müttefikler aynı zamanda işgal sırasında ve sonrasında ABD’nin de müttefikleriydi. Irak’ta ABD’nin gizli gündemiyle İran’ın gizli gündemi iç içe geçmişti ve İran bölgesel avantajlarını kullanarak ABD’yi manevra yapamaz hale getirdi. İsrail, İran’a saldırma ihtimali karşısında yanındaki Hizbullah cephesini düşünmek zorunda. Keza ABD de İran’a saldırması karşılığında Irak’taki varlığını gözden geçirmek durumundadır. Bundan dolayı geçen hafta sızdırılan bir haber anında tekzip edildi.

ABD’nin İran’ı vurması için Irak semalarını İsrail hava kuvvetlerine açtığı yönündeki haber anında İsrail tarafından tekzip edildi. ABD’nin uzun vadeli Irak’ta kalma planları ve bu planlara dair antlaşma beklentisi gelecek başkana devredilmiş durumda. İran’ın ABD karşısında bir başka zaferi de Washington’ın İran ile müzakereler için uranyum zenginleştirilmesinin durdurulması önşartından vazgeçmiş olmasıdır. Hem de İran’ın uzun münzilli füze denemesinin hemen akabinde. İran bunu,’ Batı nükleer gücümüzü kabul etti’ şeklinde yorumlamıştır.

***

ABD bölgedeki kartlarını ve kozlarını giderek kaybediyor. Bağdat işgali ABD’ye çok pahalıya patladı ve bedeli giderek de ağırlaşıyor. Onu her şeye kadir olduğunu söyleyen dostları iğfal etti. Morton Abramowitz’in dediğine gelecekler ama geç olacak. ABD erken dönemde çekilse ve burayı BM gücüne teslim etseydi durum çok daha fazla lehine olacaktı. ABD’nin çekilme takviminde yaptığı her dakikalık gecikme, bedeli ağırlaştırıyor. Bedel katlanarak büyüyor. ABD’nin akibeti, Bediüzzaman’ın Tiflis ile Bitlis güzergâhı için söylediği gibidir. Rusya’nın takallus (geri çekilme) edeceğini haber vermiştir. Hatta üç aşama geçireceğini de haber vermiştir. Bunlardan birisi Bolşevizm ve Bolşevizmin yıkılışı ve yeni idareye geçmesi olmuştur. ABD’yi de aynı akibet bekliyor. Buna da büzüşme yani geri çekilme deniliyor. 19 ve 20’inci yüzyıl İslâm dünyasının geri çekilmesi dönemiydi. 21’inci yüzyıl da büzülmeye (takallus, inhisar) karşı yeniden dürülme veya yayılma dönemi olacaktır. İngiltere’nin büzüldüğü yerlerde ABD yayılmıştır. ABD’nin büzüldüğü yerlere de eski toprakları ve nüfuz bölgeleri olması hasebiyle yeniden Müslümanlar yayılacaktır. Kur’ân-ı Kerim’den şahit mi arıyorsunuz: Tilke’l eyyamu nüdaviluha beynennasi. Zafer ve hezimet günlerini insanlar arasında yayar dururuz.

14.07.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır | Site yöneticisi | Editör