"Gerçekten" haber verir 23 Temmuz 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Mikail YAPRAK

NURS’TAN LEVHALAR



Hatırlarsanız dostlar, çok değerli okurlar!

Geçen haftadan size verilmiş bir sözüm var…

Kurtarırdı bu borçtan belki “unutmak” sözü,

Unutmadım, öyleyse farz oldu tutmak sözü…

Sözüm; gezilerime sizi ortak etmekti,

Müstecab duânızı böylece hak etmekti…

Öyleyse arz edeyim bir çeşni kabilinden,

Umarım anlarsınız şu fakirin dilinden…

Bilirsiniz şiirle ifade-i meram zor,

Aslolan maksat bazen bir beyite sığmıyor…

Sunayım bölük pörçük, bir oradan bir burdan,

Yalnız hakikat olsun, hem haber versin Nur’dan…

Anlatamam her şeyi tam enine boyuna,

Dokunmam şahısların sabununa suyuna…

İstanbul’dan Yalova, sonra göründü Bursa…

Onlar orada kalsın, gelin gidelim Nurs’a…

Avusturyalılarla Hizan’a vasıl olduk…

Ah, Nurs’a kavuşunca, sormayın nasıl olduk…

Ah, lisanım kalbime keşke tercüman olsa,

Keşke sizinle Nurs’a gitmeye imkân olsa…

Sabahın namazıyla yola koyulduk Van’dan,

Karşıladılar bizi Nurslular sıcak, candan…

Ağaçlar, akarsular arasından geçerek,

Ve susadıkça serin sularından içerek…

Dolaştık Nurs Köyünü, bakarak doya doya,

Avusturyalılar hep aldılar kameraya…

Kabristan ziyareti İnşallah makbul oldu,

Sûreler ve duâlar uhrevî mahsul oldu…

Bu kabristan ehlini nasıl getirsem dile…

Sofi Mirza Efendi, Nuriye Hanım ile…

Büyük evlât Abdullah ve küçük Mehmet bile…

Huzura gark olmuştur Nursî’den bir aile…

Varıp ziyaret ettik Nursî’nin hanesini…

Küçükken ders gördüğü mescid dershanesini…

Nur Said’in dünyaya gözünü açtığı yer,

Aynı mevcut haliyle gidip görmeye değer…

Parçalanmış kapıdan varıp girdik içeri,

Dediler: Görün işte onun doğduğu yeri!..

Yıkıldı yıkılacak gibi duruyor ama,

Yüz otuz yıldır öyle korunuyor, hiç korkma!

Muzaffer bir edayla göğüs geren bir duvar,

Haykırıyor: “Ey yolcu, seni bana çeken var…”

“Marifet ne bendedir, ne bu ahşap yapıda,

Ne elini sürdüğün kırık dökük kapıda…”

“Asıl olan bu evden dünyaya doğan Nur’dur…

Burada hissettiğin ondan gelen huzurdur…”

Ve Nurs’ta iki katlı dershane-i Nuriye…

Kapılar açık durur, misafir olun diye…

Nurs’ta Bediüzzaman Camii inşaatı,

Bayrama dönüşecek onun bitiş saati…

Dar, patika yollardan döndük hüzün içinde,

Ömrümüze renk katan sayılı “gün” içinde…

Hafızamızda kaldı birkaç levha asılı,

Asla silinmeyecek, sürecek yıllar yılı…

Tesbih çekerek giden bir nine, pir-i fanî,

Biz ona yönelince yüzünü döndü ani…

Üstad’ın simasını çağrıştıran bu sima,

Meğer çok yakınıymış, anacağız daima…

Hele küçük bir kızın bize kaysı vermesi,

Bir misafirperverlik örneği göstermesi…

Bir de iki yaşında bir çocuğun duruşu,

Bağdaş kurup bizimle sohbete oturuşu…

Bir başka küçücük kız, ders verdi bize cidden;

Dedi: “Her zaman size, duâ edeceğim ben.”

İsmet Okur, Üstad’ın yaşayan akrabası,

On iki adet olan çocukların babası…

Levha ki, onun bize cevap olan sözüdür,

O cevap, arz ettiğim levhaların özüdür.

“Üstad’ın akrabası ben değil, sizlersiniz!

Siz onu adım adım, okuyup izlersiniz.”

23.07.2008

E-Posta: [email protected]




Robert MİRANDA

Savaştaki iyi ve kötüler



Bazı insanlar eski bir bahriyeli olan benim gibi birinin başkanına ve milletinin Irak’taki hedeflerine karşı olmasına inanmakta zorlanıyor. Fakat ben önceden beridir bu savaşa karşıydım ve hâlâ da öyleyim.

Ben pasifize bir insan değilim. Bireysel yaşamak gibi uçuk bir takıntım da yok. İnsanların ve milletlerin kendilerini savunma haklarına da inanırım. Ama ben bu savaşa karşıyım çünkü bu savaş insanlığa karşı verilen kötü ve kirli bir savaştır.

Yıllar önce, Deniz Kuvvetleri Komutanı Smedley D. Butler “War is a racket” başlıklı bir kitap yazmıştı. Bu kitap benim savaşla ve ABD’nin askerî kuvvetlerini kullanım şekli ile ilgili bütün düşüncelerimi değiştirmişti. Sözkonusu kitap ilk olarak 1935 yılında yayınlanmıştı. Kitapta General Butler, askeriyedeki yıllarını anlatmış ve Deniz Kuvvetleri olarak, büyük ticarî şirketlerin kuklası gibi nasıl hizmetlerde bulunduklarını ifşa etmişti. General Butler bu savaş makinesi şirketlere karşı çıkmıştı, çünkü şirketlerin ve ordunun hep beraber hükümetlerin kontrolünü ele geçirerek demokrasiye nasıl ihanet ettiklerini görmüştü.

General Butler, Birleşik Devletlere büyük bir onur ve gayretle hizmet etmişti. Daha sonraları ise sınırlarımızın ötesinde yapmış olduğu gezilerde, Birleşik Devletler Ordusu’nun Birleşik Devletler’e ve onun halkına hizmet etmediğini fark edecekti. Sonradan anladı ki yapılan bütün propagandalar aslında büyük şirketlerin çıkarları içindi.

Bir keresinde General Butler, bu türden düşünceleri yüzünden ağır suçlamalarla karşılaşmış ve Birleşik Devletler’de politik olarak dışlanan bir figür haline gelmişti. Butler bir yazısında şu ifadeleri kullanıyordu: “Wall Street’in çıkarlarına hizmet etmek için binlerce Orta Amerikalı’nın haklarının taciz edilmesine yardım ettim. Bu iş çok derinlere dayanıyor. Şimdi dönüp baktığım zaman Al Capone’a bile taş çıkartacak şeyler yapmışız. Onun yaptığı en fazla üç bölge üzerine idi ancak biz Deniz Kuvvetleri olarak üç kıt'ada benzer şeyleri yapmışız.”

Şu anda Deniz Kuvvetleri’nde hizmet eden askerlerin çoğunluğu General Butler’in bu görüşlerinden habersizdir. İnanıyorum ki eğer Deniz Kuvvetleri mensupları Butler’in bu sözlerini bilse ve dikkatlice inceleseler bir çok askerî ve sivil liderler Bush’u ve onun hükümetinin politikalarını daha ciddî bir şekilde sorgulayacaklardır.

Ben Deniz Kuvvetleri’nde tam 8 yıl hizmet ettim. Çalıştığım departman bana Reagan dönemi Pro-Amerikan retoriğini yakından tanıma fırsatı verdi. Daha sonra üniversiteye gidip eğitim aldıktan sonra ise siyasî görüşlerim ve inancım keskinleşmeye başladı.

Deniz Kuvvetleri’ndeki yıllarımda Kuzey Carolina’da Camp Lejeune’de görev yaptım. Benim bağlı bulunduğum kuvvet Orta Amerika, Karayipler, Kore ve Orta Doğu gibi daha bir çok bölgeye hizmet vermekteydi. Benim bölüğümü de bu kapsamda 1984 yılında Lübnan’a yolladılar. İşte o yıl da benim İslâm ile birebir kurmuş olduğum ilk ilişki olmuştu.

Beyrut’taki görev sürecimde ilk kez namaz kılan bir Müslümanı izleme şansı bulmuştum. Onu dikkatlice gözledim ve kendimi çok garip ve tuhaf hissettim. Bu şekilde ibadet eden birini ilk kez görmekteydim. İbadetini bitirdiğinden emin olduğum anda yanına gidip ne yapmakta olduğunu açıklamasını rica ettim. Ancak dil probleminden dolayı anlaşamamıştık. Her ne kadar anlaşamasak da bana İslâmiyeti anlatmaya ne kadar hevesli olduğunu ve nasıl heyecanla anlatmaya çalıştığını hissetmiştim. Neticede namazın onun için ne kadar önemli olduğunu anlayabilmiştim. Hani Bediüzzaman Said Nursî de bir seferinde demişti ya: “Biz sadece burada ibadet hakkımızı korumak için bulunuyoruz. Hiçbir suçumuz yoktur.” [44. Acet, Mustafa, Son Şahitler, I, 28.].

Şimdi aradan geçen yaklaşık 30 yıl sonra bile aklımın bir yerinde o günü hep hatırlarım. İlk olarak bu olay İslâma olan ilgimi uyandırmıştı. Bundan yıllar sonra ise İslâmı hayatıma kabul edecektim.

O zamanlar görevimiz gereği askerî propagandalar yapmaktaydık. Ancak sonraları anladık ki; ABD’nin öncülük ettiği bir çok savaş ve barış gücü görevleri ancak bir grup insanın çıkarlarına hizmet amacıyla yapılmaktaydı.

Diğer yandan da Lübnan görevim sayesinde Müslümanlar ile ilk elden tanışmış oldum. Ve oradan başlayarak daha sonra kalbimi tamamen İslâma açmamla sonuçlanacak uzun bir yolculuğa yelken açtım.

TERCÜME: UMUT YAVUZ

23.07.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

En geniş nimet



Bir hadisi şerifte, “İnsanoğluna sabırdan daha geniş bir nimet verilmemiştir. Kim sabır isterse Allah ona sabır verir”1 buyurulmuştur.

Bu büyük ve geniş nimetten öncelikle peygamberler faydalanmışlardır. Çünkü mûsibetin en şiddetlisine onlar maruz kalmışlardır. Sonra da büyüklük sırasına göre diğer İslâm büyükleri.

Farzları yaparken, haramlardan kaçınırken ve mûsibetlere karşı bu büyük kuvvetten istifade etmez miyiz?

İnsan zaman zaman hiç de beklenmedik mûsibetlere maruz kalmaz mı? Bazıları insana o kadar dokunur ki, onur meselesi yapıp mukabelede bulunmak ister. İşte o noktada hilm denilen güzel haslet devreye girer. Cezasını, karşılığını verme imkânı varken kendimizi tutup mukabelede bulunmazsak işte bu hilm olur. Orada sabır hilme dönüşür.

İmamı Şafiî’nin başından geçen şu olay onun ne kadar sabırlı, hilm sahibi biri olduğunu gösterir. Onlar sadece ilimde değil, ahlâk ve fazilette de örnek idiler.

Birgün büyük bir kalabalığa hitap etmekteydi İmamı Şafiî Hazretleri. Güzel güzel meselelerden bahsediyor, öğütler veriyordu halka. Cemaatin içerisine bir kâfir geldi, doğruca İmamı Şafiî’nin yanına gidip, elini nur yüzlü sakalından tutup karanlık ruhu ve kalbiyle, “Sakalın benim köpeğimin kuyruğuna benziyor!” demesin mi?

Bu hakaret karşısında öfkelenmemek, adamın üzerine yürümemek oldukça zordu. Cemaat hemen harekete geçti. Fakat o büyük insan sükûnetini, ağırbaşlılığını bozmadan, “Kesinlikle müdahale etmeyin, dokunmayın” dedi. Cemaat merakla bekliyorlardı ne yapacağını, neler söyleyeceğini İmamı Şafiî’nin. Adama yönelip soğukkanlılıkla şu karşılıkta bulundu o büyük İmam: “Eğer sakalım, Cennette hurilerin eline geçecekse, senin köpeğinin kuyruğundan çok daha değerlidir. Eğer Cehennem zebanilerinin eline geçecekse o zaman senin köpeğinin kuyruğu benim sakalımdan daha değerlidir.”

Onca hakaretine rağmen içindeki insaf ve vicdan ateşi sönmemiş kâfir bu cevap karşısında dize geldi ve “Benzer bir hareket eğer büyüklerimizden birine yapılmış olsaydı, adamı lime lime doğrattırırlardı. Ama sen bana öyle yapmadın. Ne kızdın, ne öfkelendin ve ne de ders verilmesini istedin. Anladım ki senin dinin hak bir dindir. Ben de senin dinine giriyorum” diyerek hemen oracıkta Kelimei Şehadet getirip Müslüman oldu.

Demek sabır ve hilm sadece sevap kazandırmıyor, böyle güzel meyveler de verebiliyor.

DİPNOTLAR:

1. Riyazü’s salihin ve Terc., 1:53 (Hadis no: 26; Buharî ve Müslim’den.)

23.07.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Sadaka üzerine



Edirne’den okuyucumuz: “Sadaka nedir? Kimlere nasıl, ne kadar ve ne zaman sadaka verilir? Dilenciye verilen şey sadaka mıdır? Hadise göre sadakanın ömrü uzattığı doğru mudur? Öyleyse ecelin değişip değişmediği meselesini izah eder misiniz?”

Sadaka kısaca, Allah rızası için yapılan her şeydir. İnsanlara para ile, mal ile, ilim ile, yol göstermek ile yardım etmekten tutun da, mahlûkata faydalı olmaya, kötülükten sakınmak ve sakındırmaya, her türlü hayırlı işe eve iyiliğe; halka (insanlara ve mahlûkata - yaratılmışlara) güler yüzlü, hoş sözlü ve güzel davranışlı olmaktan, Hâlık’a (Yaratıcı olan Allah’a) itaat ve kulluk etmeye kadar her türlü güzel davranışımızı sadaka çerçevesinde ele alacağız.

Sadaka konusunda söz Peygamber Efendimiz’in (asm)dir. Bazı hadisleri şöyledir:

*“Sizden her birinize her mafsal ve kemik üzerine bir sadaka lâzım gelir. Her tesbih bir sadakadır! Her tahmid (hamd etmek) bir sadakadır! Her tehlil (Kelime-i Tevhidi söylemek) bir sadakadır! Her tekbir bir sadakadır! Her iyiliği emretmek bir sadakadır! Her kötülükten alı koymak bir sadakadır! Kuşluk vakti kılınan iki rek’ât namaz sadakadır!”1

*“Bir din kardeşini güler yüzle karşılamak da olsa, hiçbir iyiliği sakın hor görme!”2

*“İnsanların her mafsalı üzerine güneşin doğduğu her gün için bir sadaka vardır. İki kişi arasında adaletle hükmetmen bir sadakadır. Bir adama hayvanına binmekte yardım etmen bir sadakadır. Veya onun eşyasını hayvan üzerine kaldırıvermen bir sadakadır. Hoş söz bir sadakadır. Namaza gitmek için attığın her adım bir sadakadır! Halka eza verecek bir şeyi yoldan kaldırman bir sadakadır.”3

* “And olsun ki ben, bir adamı yol üzerindeki Müslümanlara ezâ veren bir ağacı kesmesi sebebiyle Cennet içinde dolaşırken gördüm.”4

*“Bir Müslüman bir ağaç dikerse; ondan yense de onun lehine sadaka olur! Ondan çalınsa da onun lehine sadaka olur! Ondan hayvan da yese, kuş da yese onun lehine sadaka olur! Herhangi bir kimse, hangi sebeple olursa olsun, onu eksiltirse onun lehine sadaka olur!”5

* “Her iyilik sadakadır!”6

Her iyilik sadaka olunca, sadaka hiçbir sınır kabul etmez ve sadakanın verilme zamanı bütün ömrümüzü kapsamış olur. Verilme keyfiyeti ise, tamamen bizim imkânlarımıza ve gücümüze bağlı olarak gerçekleşir. Kayıtsız - şartsız başkasına iyilik yapmak, ihtiyaç anında elinden tutmak, hastaları ziyaret etmek, insanlara nazik davranmak... Vs. sadaka hükmüne geçer.

Bizden Allah rızası için isteyen dilenciye vermek sadakadır. Dilencinin gerçek halini bilmemek durumu değiştirmez. Ancak dilencinin bir sahtekâr olduğundan ve istediği şeye ihtiyacı olmadığından kesin olarak emin olursak, istediği şeyi vermeyebiliriz. Yine de kırmak, hakaret etmek veya rencide etmek değil, yumuşak bir söz kullanmak daha uygun olur. Böylece de para yerine, hoş bir sözle yine sadaka vermiş oluruz.

Sadakanın ömrü uzattığı şeklindeki müteşâbih hadisler vardır. Böyle hadisleri muhtelif şekillerde yorumlamak mümkündür. Sadaka verenin ruh dünyasında huzur ve saadetin hâkim olduğu ve yaşadığı her dakikanın âhiret hesabına beka ve ebediyet cilvesine mazhar olduğu düşünülmeli; Allah rızası için atılan her adımın, ömür dakikalarını ebedî seneler hükmüne getirdiği anlaşılmalıdır. 7

Her bir ömür dakikasını, milyonlar sene ebedî meyveler verecek şekilde yaşayan bir hayırseverin ömrünün kısa olduğu söylenebilir mi?

Diğer yandan, şüphesiz hayatı Allah takdir ettiği gibi, eceli de, hayatın gitmesini de, bitmesini de, berzah hayatını da Allah takdir eder. İnsanın, sadakaya düşkünlüğü sebebiyle ömrü uzamışsa eğer, bu Allah’ın takdiri dışında bir tecelli değildir.

Netice itibariyle, sadaka veren mutlu eder, mutlu olur, mutlu kalır. Kişi, sadakanın verdiği pozitif enerji ile dar ve kısa ömrünü geniş ve uzun etmiş olur.

DİPNOTLAR:

1. Riyâzu’s-Salihîn, 118.

2. Riyâzu’s-Salihîn, 121.

3. Riyâzu’s-Salihîn, 122.

4. Riyâzu’s-Salihîn, 127.

5. Riyâzu’s-Salihîn, 135.

6. Riyâzu’s-Salihîn, 134.

7. Lem’alar, s. 23.

23.07.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Doğru söyleyen tarih konuşsun (6)



Elde olmayan teknik aksamalar sebebiyle yayınlanamayan yakın tarihle ilgili yazı serisinin son iki bölümünü takdim ediyoruz.

İFTİRALARA SEYİRCİ KALINMAZ

Hayatı boyunca hükümetlerin takip ve tazyikine maruz kalan Said Nursî'nin çilesi, nice teessüfler ki vefatından sonra da bitmedi. Onu mezarında bile rahat bırakmadılar.

Öte yandan, onun vefatıyla birlikte dâvâsının da biteceğini sanan muarızları, Nur hizmetinin devam ettiğini görünce, bunu takdir etmek yerine daha da hiddete geldiler. Nur Risâlelerini okuyor diye, binlerce insanı tutuklayıp mahkemeye sevk ettiler.

Ancak, bundan da bir şey elde edemediler. Hizmet kervanı, istikametli yolunda yürümeye devam etti.

Aradan otuz–kırk yıllık bir zaman dilimi geçtikten sonra, artık takipler bitmiş, mahkeme dâvâları sona ermiş, Nur Risâleleri serbestçe basılıp okunmaya başlamıştı. Görünürde bir rahatlama vardı.

Ne var ki, sıkıntılar, saldırılar, manialar bitmemişti. Karanlık tezgâhların hazırlamış olduğu taarruz, sadece şekil değiştirmişti; o kadar…

Zaten, Said Nursî Kur'ân'ın dürbünüyle bakarak yaşanan gelişmeleri bir şekilde hissedip görmüş ve talebelerine de haber vermişti. Özetle diyordu ki: Kardeşlerim! Gün gelecek, bütün bu yaşadığımız mahkeme tazyikatı sona erecek. Fakat, münafıklar boş durmayacak ve bu kez dindar görünenleri kullanarak saldırmaya devam edecekler. Bunun farkında olun ve ona göre de tedbirli, temkinli, ihtiyatlı davranmaya çalışın. (Bkz: Denizli Mektupları)

İşte bugün açıkça görüyoruz. Gizli münafıklar, Said Nursî, eserleri ve talebeleri hakkında olmadık isnat ve iftiralar uydurarak, bu nuranî hakikatleri lekelemeye çalışıyorlar. Gariptir ki, kullandıkları insanlar, nisbeten âlim ve dindar görünümlü kimselerdir. Yani, tam da Üstad Bediüzzaman'ın tarif ederek haber verdiği türden insanlar.

Evet, açıkça görülüyor ki, Nur dâvâsına yönelik elli sene devam eden mahkeme safhasından sonra, aynı mihrak tarafından bu kez haksız isnat ve iftiralarla şiddetli bir karalama kampanyası başlatıldı.

Allah'ın izniyle, bir önceki taarruz dalgaları gibi bu tehlike de tam bir muzafferiyetle aşılacak ve atlatılacak.

Bizim hayretimize dokunan husus ise şudur: Said Nursî'ye dost ve yakın gibi görünen bazı kişi, grup ve hatta hükümetler, ileri sürülen bunca isnat ve iftira karşısında sessiz ve suskun kalmayı tercih ediyorlar. Kendilerini yahut liderlerini müdafaa etmek için mangalda kül bırakmadıkları halde, sıra Said Nursî'ye gelince, adeta kör ve sağır numarasına yatıyorlar.

Bu da, haliyle bazı biçareleri etkiliyor. Bilhassa yeni nesillerin hukukuna tecavüz hükmüne geçiyor. Said Nursî ve dâvâsını yanlış anlıyorlar, dolayısıyla yanlışa sapıyorlar.

Şüphesiz her şey nasip meselesidir. Ancak, sebepler dünyasında yaşadığımız için, her şey bir sebep ve hikmete bağlı şekilde cereyan ediyor.

Fert olsun, cemiyet veya hükümet olsun, herkes bildiğinden ve yaptıklarından, bazen da yapmadıklarından sorumludur.

Seksen–doksan yıldır Türkiye ve dünya gündeminde olan Said Nursî ve eserleri hakkında bizler üzerimize düşeni yapmaya gayret ediyoruz. Dileriz, sorumluluk mevkiinde olan başkaları da, artık olup bitenlere hiç olmazsa seyirci kalmaktan bir an evvel kurtulsunlar.

Tarihin yorumu = 23 Temmuz 1894

İstanbul'da Temmuz zelzelesi

İstanbul, 1894 yılı Temmuz'unda tarihinin en büyük ve en yıkıcı sarsıntılarından birine sahne oldu. İlk şok dalgası 10 Temmuz günü başlayan ve yaklaşık yirmi gün müddetle Temmuz ayının sonlarına kadar devam eden artçı şoklarla, koca İstanbul şehri adeta bir harabeye döndü.

Bazı kayıtlarda, ilk sarsıntının en az bir dakika devam ettiği belirtiliyor. Bir de bu şiddetli sarsıntının artçı şok dalgaları birbirini öylesine takip edip gitmiş ki, İstanbullular günlerce evlerine giremeyip meydanlarda yatmak mecburiyetinde kalmışlar. Bilhassa At Meydanı, Eski Hipodrom ile Sultanahmet Camii çevresindeki meydanların insan kalabalığıyla dolup taştığı rivayet ediliyor.

Binlerce insanın ölümüne ve bir o kadar da ev ve işyerlerinin yıkımına sahne olan zelzele, sadece İstanbul'u sarsmakla sınırlı kalmadı. Bu sarsıntıdan İzmit'ten Tekirdağ'a kadar olan bölgenin tamamı en yüksek seviyede etkilenmiş oldu. Öyle ki, Gebze'nin de bilhassa sahil kesimi en az İstanbul merkezi kadar zarar gördü.

Zelzele sükûnet bulduktan sonra, Sultan II. Abdülhamid'in de üstün gayretleri sayesinde hummalı bir imar ve inşa faaliyeti başlatıldı.

1999'da İstanbul'u da sarsan Büyük Marmara Depremi, o tarihten yaklaşık yüz sene sonra vuku buldu.

23.07.2008

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

Karabük yolları



Çarşamba günü dâvet üzerine Karabük’e gitmek için otobüsne bindiğimde, yan koltukta genç bir adam oturuyordu. Hayırlı yolculuklar diledikten sonra tanıştık. Safranbolu’da oturuyor ve bir helva lokum imalâthanesinde çalışıyormuş. Bir müddet sohbet ettik. Sonra kitap okumaya başladım. Gerede’nin biraz ilerisinde ihtiyaç molası verildi. Birkaç kişiyle ikindi namazını kıldık ve tekrar otobüse bindik.

Yol arkadaşım Bülent’e “Meslek itibariyle işi hep tatlıya bağlıyorsun. Lokum ve helvayla insanları tatlandırıyorsun. Genç ihtiyar fark etmeksizin geliveren bir hakikat var. Hayatın sonunu tatlıya bağlamak için de bir çalışma yapıyor musun?”diye sordum. Gülümsedi. Ne demek istediğimi anlamıştı. “Cuma namazlarını hiç kaçırmıyorum” dedi. “Yetiyor mu?” dedim. “Yetmiyor, fakat bir türlü başlayamıyorum. Bir yıl, beş vakit kıldım. Sonra terk ettim. Niye devam ettiremedim ben de anlayamadım” dedi. “Toplum olarak Elhamdülillah Müslüman’ız. Fakat, mevcut imanımız taklidî ve geleneksel olduğu ve ispata dayalı kuvvetli bir imana sahip olamadığımız ve var olan imanımızı tahrip edecek sebeplerin de çok olmasından inancımızın gereğini yerine getiremiyoruz” diyerek sohbet devam ederken yolculuğumuz da bitmişti. Ona yeni çıkan “Ölümsüzlük Ülkesine Yolculuk” adındaki kitabımı imzalayarak hediye ettim. “Sana anlatmak istediğim çoğu meseleler bu kitabın içinde var” dedim. Yere indiğimizde temsilcimiz Şenel Beyle tanıştırarak bundan sonra birbirlerini ziyaret etmelerini arzu ettiğimi söyledim. Akşam hizmet merkezimizde etraf ilçelerden de katılanlarla kalabalık bir toplantı ve sohbet oldu. Mensubu olduğumuz dâvânın kadrini ve kıymetini bilmeliydik. Bediüzzaman Hazretleri on dört asırdır yolu gözlenen son mücedditdi. Kur’ân aleyhindeki en dehşetli tahriplerin yapıldığı bir zamanda tamir vazifesini üstlenmişti. Risâle-i Nurlar tecdit vazifesini hakkıyla ifâ ediyordu. Cemiyetin imanını tahkik mertebesine yükseltmek bizim misyonumuzdu. Bundan dolayı sürekli Nur Risâlelerini okumalıydık. Günlük okumalarımız noktasında nefsimize taviz vermemeliydik. Hattâ, okumalarımızın her gün sayfa miktarlarını kaydederek karnemizi görmeliydik. Hiçbir mâzeret bizi derslere gitmekten alıkoymamalıydı. Mesleğimizin dört esasından biri olan şevki mutlak ancak böyle inkişaf edebilirdi. Bir kişinin daha imanının kurtulmasına vesile olmayı hayatımızın en büyük gayesi bilmeliydik. Sahabeler bu tarz hizmetlerle çoğalmıştı.

Olumsuz olaylar bizi etkilememeliydi. Her şeye hikmet cihetinden bakarak iyisini alıp, fenâ taraflarına lüzumsuz nazar etmemeliydik. Meslek ve meşrebimizin temel prensiplerini iyice öğrenip orada sebat etmeliydik. Hususan ictimâî meselelerde kitaba bağlı kalmayı tercih edip geçici rüzgârlara kapılmamalıydık. Tepeyi terk eden Uhud okçuları veya Calut’a karşı savaşa giden Talut’un nehirden doyasıya su içen askerleri gibi olmamalıydık. Nur prensiplerine aykırı düşenlerin zamanla hizmetten de gevşeyip, hattâ genel yapı ve gidişatı da tenkit etmeye sebep olacağının endişesini taşımalıydık. Vazifemizin ulvî, hizmetimizin kudsî, her bir saatimizin bir gün ibadet hükmünde kıymetli olduğunu hatırdan çıkarmamalıydık. İki saat süren ders ve sohbetimiz bu minval üzere sürüp gitti.

Hizmete sahip çıkma hususunda kararlı gördüğüm Karabüklü gönül dostlarımızla vedâlaşıp gece dönüş otobüsüne bindiğim zaman yine genç bir yol arkadaşım olduğunu gördüm. Bahtiyar isimli genç, imam hatip mezunuydu. Malatya’nın bir köyüne yeni tayin olmuştu. Altı aylık imamdı. Risâle-i Nurlardan haberdardı. Bir hayli sohbet ettik. İnsanların ebedî hayatlarının kurtulması için daha çok çalışmamız gerektiği üzerinde durduk. “Ölümsüzlük Ülkesine Yolculuk” adındaki kitabımı imzalayıp ona da verdim. Çünkü, anlatmak istediğim çoğu meseleler orada vardı.

Tekrar haberleşmek dileğiyle vedâlaştık. Sabah dörtte eve geldiğim zaman, on iki saate sığan böyle bir hizmetin mutluluğunu yaşıyordum. Zira Allah, hizmetin ücretini bizzat hizmetin içine koymuştu.

23.07.2008

E-Posta: [email protected]




Saadet Bayri FİDAN

İnsanlar şaşırmıyor ama…



İNSANLAR evlenenlere seviniyor.

İki kişinin birlikteliğini destekleyip, aldıkları dâvete icabet edip, mutluluklarına şahitlik ediyorlar.

İstisnaî durumlar hariç…

Ne evlenirken üzülen birine rastladım, nede düğüne giderken üzülene.

Zoraki gitmeler hariç.

Evet ağlar gelin ya da annesi, ya da yakınları… Ancak yine de sevinçtendir bu damlalar. “Mutlu olsunda, varsın ben ağlayayım” denir. Herkes halinden memnun, birbirine bakarken… Çiftlere ise, sevinçten tebessüm etmek düşer, çevresindeki herkese.

Alkışlanır da alkışlanır her halleri…

Ne kadar mutlu.

Sonra hastalanır bir diğeri. Hüzünler başlar artık. Azar azar yoklar mutsuzluk kapıyı. Çare aranır, bir an önce iyi olmanın araştırmasına girilir.

Ziyaretçiler gelir teker teker.

Olağan karşılanır bu hal. Zira herkesin başındadır bu tür olumsuzluklar. Yaşarken her şeye hazır olmak gerektir.

İnsan bu, demirden ya da taştan değildir ya nihayetinde.

Teselli verilir. Ve binlerce “Şöyle yap. Böyle yap” tarzı teklifler sıralanır.

Ve zaman aynı hızında kayıp gider, kapılarından. Kimine göre koşarken, kimine göre hiç geçmez durur yerinde.

Derken zamanın geçişlerinden elimizde kalanlar olur. Uzun bir bekleyişin ardından hayatlarına yeni bir fert katılır.

Küçücüktür gözleri, elleri, ayakları ve bakışları.

Mutluluktan ne yapılacağı şaşılır. Şaşkınlık yoktur bu tepkilerde. Olması gerekliydi ve olmuştur işte.

Ne kadar olağan.

Gelenlerin yüzünde bir pırıltı, olması gereken bir haberdi ve sonunda duyulmuştur. Birbirlerini tebrik ederler. Mutluluk kokar buram buram.

Kahkaha sesi inletir bütün duvarları.

***

İnsanlar her gün aynı hayata uyanıyor. Aynı olayları, aynı durumları ve aynı konuları yaşarken hiç şaşırmıyor.

Sıkılmadan, umursamadan, değiştirmeden geçip gidiyor hayatın içinden.

Ne kadar tuhaf.

Her gün sela sesi duyuluyor, ya da mutlaka bir ölüm haberi izleniyor. Okuduğu sayfaların birinde bir taziye ilânı çekiyor ilgisini.

Ya da duvarda duran bir resim, artık olmayan birini hatırlatıp dururken, insan bir tek ölüme şaşıp kalıyor.

Evet, insanlar ölüme şaşırıyor; sanki hiç olmamış, sanki hiç olmayacak, sanki bir daha gelmeyecekmiş gibi.

Ne kadar komik.

23.07.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Cehennemden gelen adam



Doktor Radovan nihayetinde enselendi ve postu deldirdi. Sırbistan Lideri Tadic’in deyimiyle Doktor Radovan cehennemden gelen bir adamı andırıyor. Enselendikten sonra, basına dağıtılan son fotoğrafları adeta bir hortlağı andırıyor. Gerçekten de Bosna’ya cehennem sahneleri yaşatmış ve bu sahneleri kurgulamış bir mimardı. Üç özelliğiyle dikkat çekiyor. Psikiyatrist olması onun ötesinde şairliği ve bir de gayri resmi olarak yaptığı soykırım mimarlığı var.

Basın kendisine ‘Soykırım canavarı veya çılgını / genocidal madman’ adını uygun bulmuş. Bünyesinde tezad eğilimler barındırıyor. Bu açıdan kişilik bozukluğunun bir ifadesi olarak çift kişilikli bir tabiatı var. Bununla birlikte kayıp yıllarında sireti suratına daha fazla akseder olmuştu. Adeta suratı günah çanağına dönmüştü. Hem lirik yani ince bir şair hem de lirik ve ince bir katil. Dolayısıyla bu özellikleri bünyesinde barındıran insan ruh hastası olarak tanımlanır. Arkan Çetesi gibi çetelerin liderleri de bir zamanlar ‘bebek yüzlü katiller’ olarak anılıyorlardı. Doktorluk esasında insana şifa verme mesleği ve şafi isminin tecellisi iken, Radovan’da bu özellikler tersinden gelişmiş durumda. Adeta bir ölüm makinasıydı. Bosna’da iki buçuk yıllık savaş sırasında yaklaşık olarak çeyrek milyon insan hayatını kaybetti. Elbette bunda Miloseviç’ten ziyade Radovan Karadziç ve Mladiç’n payı var. Bu itibarla, 12 yıl sonra da olsa Radovan Karadziç’in enselenmesi her açıdan büyük bir vurgundur. Balkanlar’ı sükûnete erdirecek ve sukuneti kalıcı hale getirecek bir gelişmedir. Balkan komitacılığının sonudur. Bundan dolayı da Sırp Çetnik kalıntıları AB yanlısı olarak gördükleri Tadic aleyhine söylemedik lâf bırakmıyorlar. Karadziç için sarhoş ağızlarıyla ‘Kahraman’ naraları atarken Tadic için ise ‘Hain’ sloganları atmışlar. İlâhî adalet sonunda tecelli etmiştir. Allah imhal eder ama ihmal etmez.

***

Karadzic’in bu şekilde enselenmesinin elbetteki jeopolitik sonuçları da olacaktır. Tadic’in Batı nezdindeki itibarı artmış ve Karadziç’in yakalanması Sırbistan’ı AB’ye bir adam daha yaklaştırmıştır. Rusya Balkanlar’daki son mevzilerini de kaybediyor. Karadziç’in yakalandığının duyurulduğu sıralarda Kosova heyeti de Bush’un misafiriydi ve Bush uluslar arası camiadan Kosova için daha çok tanınma ve destek istiyordu. Kosova, Sırbistan vesayetinden ve dolayısıyla Moskova hegemonyasından kurtulurken Karadziç’in yakalanmasıyla birlikte Sırbistan da daha fazla AB limanına demirlemiş oldu. Karadziç’in jeopolitik önemi Sırbistan’ı bir adım daha AB’ye yaklaştırmış ve Moskova ekseninden uzaklaştırmış olmasıdır. Karadziç Bosna’yı Sırbistan toprağı olarak görüyor ve Sırbistan’a ilhakını savunuyordu. Halefleri de Kosova için aynı şeyi düşündüler ama hep hüsrana uğradılar. Hatta Radovan Karadziç’in doğduğu topraklar olan Karadağ bile bugün bağımsızlığını kazanarak Yugoslavya denklemi dışına çıktı. Karadziç, Mladic ve Milesoviç gibiler Sırbistan’ın son İttihatçıları idiler. Dolayısıyla buradan bizim Ulusalcılarımıza da dersler çıkıyor. Karadziç, İttihatçı ileri gelenleri gibi tebdili kıyafetle dolaşırken enselendi. Batılılar her ne kadar Karadziç’in yakalanmasını şamata ile karşıladılar ise de aslında Karadziç gibiler biraz da onların suçu. Srebrenika katliâmında nasıl muvazaa varsa, bugüne kadar Karadziç’in yakalanmamasında da muvazaa vardı. Ve keza, Sırplar eski Yugoslavya’nın silâh stoklarına ve tersanelerine sahip olurken Boşnaklara Batılılar 1992 ile 1996 yılları arasında resmen silâh ambargosu uyguladılar. Kurbanları da silâhsızlandırdılar. Bu muvazaayı açığa çıkaran kitaplarından birisi Florence Hartmann’ın ‘Barış ve Cezalandırma’ kitabıdır. Lahey’de eski Yugoslavya’da işlenen savaş suçları için kurulan uluslar arası mahkemenin eski sözcüsü Florence Hartmann kitabında, aranan Bosnalı Sırpların eski lideri Karadziç’in yakalanmasını, Rusya ve ABD’nin engellediğini iddia ediyor. Hartmann, ABD, İngiltere ve Almanya’nın dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’ı, Karadziç’in yakalanması konusunun peşini bırakmaya ikna ettiğini öne sürdü.

***

Florence Hartmann’ın kitabına göre, dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, uçakları Sırp güçlerce düşürülen iki Fransız pilotun rehin alınması olayı nedeniyle son derece öfkeliydi ve Radovan Karadziç’in yakalanması için bastırıyordu. Ancak, dönemin Almanya Başbakanı Helmut Kohl, İngiltere Başbakanı Tony Blair ve ABD Başkanı Bill Clinton, Bosna savaşı bittikten 17 ay sonra, Mayıs 1997’de Paris’teki Elysee Sarayı’nın bahçesinde biraraya geldiler ve Chirac’ı, Karadziç olayını fazla kurcalamaması yönünde ikna ettiler.

Hartmann, o gün olanları kitabında şöyle yazdı: “Chirac bahçede, iki Fransız pilotun rehin alınması olayı yüzünden, intikam ateşiyle yanıp tutuşuyordu. Ancak Clinton, Chirac’ı sakinleştirdi ve yakalama operasyonunun Ruslara haber vermeden yapılamayacağını söyledi. Chirac önce itiraz etti. Chirac’ın operasyon ısrarına, Moskova’nın Karadziç’in yakalanmasına kesinlikle karşı olduğu ve operasyonu kendisine derhal haber vereceği gerekçesiyle karşı çıkıldı. Clinton ısrar etti, Blair de onu destekledi. Chirac sonunda işin peşini bırakmak zorunda kaldı.”

Kitapta Batılı liderlerin Karadziç yüzünden birbirlerini suçladığı da anlatılıyor. 2000’de Chirac, Savaş Suçları Mahkemesi Savcısı Carla del Ponte’ye, ABD ile Karadziç arasında, Karadziç’i yakalamamak için gizli bir anlaşma olduğuna inandığını söyledi. Aynı şey Suriye cephesinde de oldu. Fransızlar Lübnan’da öldürülen Fransız askerleriyle ilgili Şam’ın da sorumlu olduğuna inanıyor ve Chirac, Beşşar Esad’a kin besliyordu. Akdeniz için Birlik toplantısıyla birlikte bu meselenin de üzerine sünger çekilmiş oldu. Sarkozy Beşşar Esad’ın ayaklarına kırmızı halı sererek Suriye’yi Lübnan’la ilgili hesaba çekmekten feragat etmiş oldu. Böylece Chirac’ın Karadziç için yaptığını halefi de Beşşar için yapmış oldu.

23.07.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Meşrutiyetten 100 yıl sonra demokrasinin neresindeyiz?



Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin geçen 23 Mart’ta idrak ettiğimiz 48. vefat yıl dönümü vesilesiyle gerek neşriyatımızda, gerekse bu sene yapılan Üstadı anma etkinliklerinde işlemeye çalıştığımız konu başlığı “Meşrutiyetin 100. yılında demokrasi serüvenimiz”di.

Bu bağlamda 23 Temmuz’un özel bir yeri var.

Çünkü İkinci Meşrutiyetin bundan tam 100 yıl önce ilân edildiği gün 23 Temmuz’du. Yani, demokrasinin cumhuriyetten bir evvelki aşaması olan meşrutiyetin ilânının üzerinden geçen bir asır dün itibarıyla tamamlanmış oluyor.

23 Temmuz’u yeni bir başlangıç olarak alırsak, bugün yeni bir asrın ilk gününü yaşıyoruz.

Yüz yıl öncesiyle bugünkü hal kıyaslandığında, şaşırtıcı benzerlikler de var, aradan geçen zamanın getirdiği gelişme ve değişiklikler de.

O zaman öne çıkan en önemli mesele, “şahıs istibdadı”ndan kurtulma mücadelesiydi.

Meşveretin hakkının verileceği bir Meclis ve hürriyetler sistemine geçilerek problemlerin çözüleceği, tıkanıklıkların aşılacağı ve gelişme yolunun açılacağı düşünülüyordu.

Ne yazık ki, öyle olmadı. Güya son verilen şahıs istibdadının yerini çok daha şiddetli bir komite istibdadı aldı. 26 Temmuz’da Sultanahmet meydanındaki hürriyet mitinginde yaptığı konuşmada vatan evlâtlarını “Hürriyeti su-i tefsir etmeyiniz (yanlış yorumlamayınız), tâ elimizden kaçmasın ve müteaffin (kokuşmuş) olan eski esareti başka kapta bize içirmekle bizi boğmasın” diye ikaz eden Said Nursî’nin endişesi maalesef gerçekleşti.

(Hürriyetin yorumu ayrı bir tahlil konusu...)

Ve daha sonraki süreçte bugünlere kadar yaşadığımız gelişmeler, yine Bediüzzaman’ın 31 Mart hadisesinden sonra haksız ithamlarla çıkarılıp beraat ettiği sıkıyönetim mahkemesindeki müdafaasında yer alan tarihî tesbitlerini defalarca doğruladı, tasdik ve teyid etti:

“Acaba müstebit yalnız bir şahıs mı olur? Müteaddit şahıslar müstebit olmaz mı? Bence kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdat münkasım olmuş (kısımlara ayrılmış) olur. Ve komitecilik tam şiddetlenir.” (Divan-ı Harb-i Örfî, 47)

Nitekim öyle oldu. Altı asırlık Osmanlı çınarını devirmenin vebalini taşıyan komite istibdadı, çeşit çeşit cunta ve komiteleri de besledi. İşin kötüsü, bu durum ve yol açtığı olumsuzluklar, cumhuriyet adı altında kurulan tek parti—ve Bediüzzaman’ın ifadesiyle “istibdad-ı mutlak”—rejiminde de devam etti.

Üstelik şahıs istibdadı amansız bir komite istibdadıyla tahkim edilip perçinlenmek suretiyle.

İkinci Meşrutiyetin ilânından yüz sene sonra karşı karşıya olduğumuz tablo, bu bir asırlık serencam içerisinde, söz konusu istibdatlara vücut veren karanlık ve ceberut zihniyetin yol açtığı kronik sorun ve sıkıntıların kasvet yüklü birikimini önümüze koyuyor.

Kökleri derinlere uzanan cuntalar, “Devlet için herşey feda edilir” anlayışıyla beslenen “resmî” suç örgütleri, faili meçhul cinayetler, provokasyonlar, vurgun ve soygunlar bu birikimin sonuçlarından sadece bir kısmı.

Demokratikleşme serüvenimizde yeni bir yüzyıla girerken, bütün bu olumsuzluklardan arınma; hukuk, demokrasi, hürriyet ve laiklik gibi kavramları doğru tarifleriyle hayata geçirme mücadelesinin iyiden iyiye kızıştığı çok ilginç ve hararetli bir süreçten geçmekteyiz.

Bu haklı ve masum talep ve arayışların, yine istibdadın ömrünü uzatmayı hedefleyen dessas ve sinsi tertip ve manipülasyon tuzaklarına takılmaması, millet olarak, şimdiye kadar yaşanan tecrübelerden doğru dersler çıkarıp, şuurlu ve müteyakkız bir kararlılıkla hukuka ve demokrasiye sahip çıkabilmemize bağlı.

Divan-ı Harpteki savunmasının sonunda “Millet uyanmış; mugalâta (demagoji) ve cerbeze ile iğfal olunsa da devam etmeyecektir” (s. 51) diyen Bediüzzaman da bunu ifade ediyor.

2008 Türkiye’sinin sivil toplum alanlarında gözlenen uyanış ve hareketlenme sinyalleri; darbeleri reddedip demokratik anayasa ve hukuk talebini seslendiren inisiyatiflerin giderek daha fazla kuvvetlenip yaygınlaşması ve bu gelişmenin siyasetten de bağımsız zeminlerde neşvünema bulması, böyle bir gelişmenin ümit verici işaretleri olarak dikkatleri çekiyor.

İnşaallah yeni 100 yıl bu işaretlerle şekillenir.

23.07.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

‘Zengin ülke’lerin fakir ayıbı



Afrika’nın fakir ülkelerinden Zimbabwe’de tam bir insanlık dramı yaşanıyor. Gazetelere yansıyan haberlere göre Zimbabwe, kırılması zor bir ‘dünya rekoru’nu kırmış görünüyor. Zimbabwe’de resmî enflasyon yüzde 2 milyon 200 bini bulmuş. Şaka değil, yüzde 2 milyon enflasyon! Hayal etmesi bile zor...

Nitekim bu fakir ülkenin hükümeti “100 milyar Zimbabwe Doları”nı piyasaya sürmüş bile. Nihayetinde ‘dünya komşumuz’ olan bu ülkede yaşayan ‘insan’ların bu feci durumu, bizi de ilgilendirmez mi?

Elbette bizi de ilgilendirir, ama önce; topyekûn Afrika’yı sömürerek zengin olan gelişmiş ülkeleri ilgilendirmeli. Çoğumuzun haritadaki yerini dahi bilmediğimiz ve 10 milyondan fazla insanın yaşadığı bu ülkenin tarihine bakınca çektikleri sıkıntıları anlamak mümkün. Ansiklopedik bilgilere bakılırsa, bu ülkede herkese oy hakkı ancak 1979 yılında tanınmış! Zimbabwe’nin bu günkü hale gelmesinde elbette işbaşındaki yöneticilerin kabahati vardır. Fakat, yakın zamana kadar bu ülkeyi sömüren - yöneten İngiltere’nin ve bütün bu olanlara ses çıkarmayan ‘dünya ülkeleri’nin suçu yok mu? Zimbabve ancak 1980’de tam bağımsızlığına kavuşabilmiş. O güne kadar bu ülkede ‘yetkili’ olanlar yine İngilizler...

Deniz seviyesinden yüksek ‘yayla’larla kaplı olan ülkede; krom, altın, nikel, asbestos, bakır, demir ve mâden kömürü de varmış ama muhtemelen onlar da ‘zengin ülke’lerin koruma ve kollaması altındadır! Halkın ancak yüzde 20’si şehirlerde, kalanı köylerde yaşıyormuş. Beyazlar arasında okuma - yazma oranı yüzde 100, genel okuma - yazma oranı ise yüzde 45 nisbetindeymiş. Resmî dil İngilizce, ama halkın çoğu Shona ve Ndebele dillerini konuşuyormuş. Bu bilgiler bile, yaşanan sıkıntının kaynağı hakkında ipucu vermiyor mu?

1 ABD dolarının 100 milyar Zimbabwe dolarına karşılık geldiği ifade edilen ülkenin durumuna bakıp halimize şükretmekle vazifemizi yapmış olabilir miyiz? Üstelik Zimbabwe, geçmişte Afrika’nın ‘durumu iyi’ ülkelerinden biriymiş. Birçok uluslar arası gözlemci, son yıllarda başlayan ekonomik kaosun suçlusu olarak Zimbabwe Devlet Başkanını gösteriyor. O ise, İngiltere’yi, ülkesinin ekonomisini yıkıma uğratmakla suçluyormuş.

‘Kim haklı, kim haksız?’ tartışmasını yapacak durumda değiliz. Bir otobüs bilet fiyatının “250 milyar Zimbabwe doları” olduğu ülkede ticarî hayattan bahsedilebilir mi? O halde bu problem bütün dünyanın problemidir. Başta BM ya da Dünya Bankası olmak üzere herkes elinden geleni yapmalı ve ‘batan ülke’ düzlüğe çıkarılmalıdır. Çünkü bu ülkede de süt emen çocuklar olmak üzere ‘insan’lar yaşıyor. Dünya bir günlük ‘israf parası’nı bu ülkeye gönderse ihtimaldir ki ülke düzlüğe çıkabilir.

Bütün insanlık âlemi, medyada yer alan bu haberleri ‘tiyatro izler gibi’ izlemeye devam ederse, korkulur ki sıra onlara da gelir. Sıkıntı içerisinde yüzen ülke elbette sadece Zimbabwe değil, ama bu felâket insanlığın uyanışı için bir vesile olsun. En kötü durumdaki ülkelerden başlayarak, bütün insanlığa el uzatılsın. İnsan olmak bunu gerektiriyor...

Unutmayalım, onlar da dünyadaki ‘komşu’muz...

23.07.2008

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Ergenekon’un kuyrukçuluğu



“DENİZ Baykal ile 4 dönem aynı partide siyaset yaptım. Baykal kritik, önemli konularda tartışmak istemeyen bir yapıya sahip. Bugün ise Ergenekon’un kuyrukçuluğunu yapıyor.”

Tekrar genel başkan seçildikten sonra parti grubunda konuşan DTP lideri Ahmet Türk, Baykal’ın Ergenekon olayındaki tavrını böyle yorumladı. Belli ki Baykal’ın Ergenekon avukatlığının altında farklı bağlantılar arıyordu.

Gözaltına alınması sırasında CHP’li Şahin Mengü’yü arayarak ne yapması gerektiğini soran emekli orgeneral Hurşit Tolon’u da hatırlatan Türk, Dink sanıklarından Yasin Hayal örneğini vererek CHP ve Baykal’ın “bizi savunun yoksa konuşuruz” şeklinde yorumlanabilecek mesajlar almış olduklarını ima etti.

***

CHP’nin bugüne kadar gösterdiği tepkiyi göz önüne alırsak bu telâşın başka bir izahı da yok. Ana muhalefet partisi CHP ve lideri Baykal, Ergenekon avukatlığında gösterdiği performansının onda birini Türkiye’nin demokratikleşmesi hususunda gösterseydi bugün çok farklı bir yerde olurduk.

Baykal avukatlılığını dün de sürdürdü. “Soruşturmanın laik cumhuriyetle hesaplaşma” olduğunu söyleyerek konuyu amacından saptırmaya, sulandırmaya dönük gayretlerine yenisini ekledi.

Anlaşılan Baykal, Sinan Aygün ile görüşmemiş. Aygün de gözaltına alınma sebebini “Atatürk’ü sevdiğine” bağlamış ancak salıverilmesinden sonra “darbeye nasıl karşı olduğunu” örnekleriyle anlatmıştı.

Demek ki Ergenekon terör örgütü soruşturmasının “Atatürk’ü sevmekle” veya “laik cumhuriyet hesaplaşmasıyla” bir ilgisi yok. Umarım Aygün, Baykal’la görüşmesinde bunları anlatır.

***

Normalde 1 Temmuz itibariyle tatile girmesi gereken Meclis, kapatma dâvâsı sebebiyle çalışmalarını sürdürüyor. Buna rağmen MHP tatile girdi. DTP de bu haftadan sonra tatile çıkacak.

DTP ve CHP’den başka AKP’nin de grup toplantısı vardı. Konuşmasının büyük bölümünü Kıbrıs’a ayıran Başbakan Erdoğan, isim vermeden Ergenekon ile “Türkiye’nin ağırlıklarından kurtulduğunu” söyledi.

MHP lideri Bahçeli ise yazılı açıklama ile yetindi. Ancak Bahçeli’nin gündeminde kapatma dâvâsı etrafında yapıldığı iddia edilen pazarlıklar vardı.

Ankara kulisleri son zamanlarda pazarlık söylentileri ile çalkalanıyor. Kapatılmayacak söylemlerinin artması da buna bağlanıyor.

Ancak pazarlığın bir kefesinde kapatma dâvâsı bulunurken diğer kefesinde hangi konunun olduğu belirsiz. Çok değil, yakın bir zamanda ne olduğunu göreceğiz.

23.07.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır