"Gerçekten" haber verir 19 Temmuz 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Selim GÜNDÜZALP

SIRAYI KİM KAPACAK?



Dünya nice ibret verici gerçek olaylarla dolu.

Bu yazı da bunlardan biri.

Şevki ve Adil Amcaların ruhuna fatihalarla.

Yıllardır yazmaya niyetlendiğim ve sizlerle paylaşmak istediğim çok ibretli bir hatıra var. Yakın dostlarım bilirler, defalarca dinlemelerine rağmen, esrarını korumuştur hep. Yazıya dökmek için uygun bir zaman ve ruh hâli bulamamıştım. Nasip şimdiymiş. Şimdi anlıyorum ki, bu tür hatıralar, yılların renklerini soldurduğu o eski zaman fotoğraflarına hiç benzemiyor. Hep canlı, hep taze kalıyorlar.

Yıllar su gibi akıp geçti. Neredeyse on beş yıl oldu Şevki Amcanın vefatı… Bu cümleyi önce ‘ölümü’ diye yazmıştım. Sonra Şevki Amcanın o tatlı sert bakışlarını görür gibi olup, cümleyi düzelttim. Sorgulayan bir eda ile bakıp; “Bize de mi?” diyordu sanki.

Doğru ya, nezaket erbabı o eski zaman insanları ‘öldü’ dememek için hayatın bu son ânına dair ne de güzel ifadeler bulup, kullanmışlardı. Bugün elimizde ve dilimizde maalesef kendinden sonra noktadan başka hiçbir şeyi kabul etmeyen sadece ‘öldü’ kelimesi kalıverdi. Halbuki eskiler, bu soğuk kelimeden ısrarla kaçınırlardı. Ölüm son değildi çünkü. Ölüm yoktu onlar için. Ölüm, ‘asude bir bahar ülkesi’ydi. Neler denmezdi öldü yerine: “Hakk’ın rahmetine kavuştu, Hakk’a yürüdü, ebedî âleme göçtü, sırlandı, terhis oldu, ruhu uçtu, irtihal etti, sevdiklerine kavuştu, nakl-i mekân eyledi, rahmetli oldu, vefat etti, vd.” Bu büyük olayı ifade etmek için, en son tercih edilecek kelimeydi ‘ölüm.’ Hiç zorlanmadan bir çırpıda aklıma gelip sıraladığım bu kelimelerde bir incelik vardı. Asırlar ötesine dayanan bir mirasın yansıması, kuvvetli bir imanın ve sarsılmaz bir inancın havası vardı.

Gelelim sadede: Şevki Amca, ismi gibi şevk ve neşe adamıydı. Şakacı ve nüktedandı. 80 öncesinin kasvetli günlerinde sığınacak, ferahlayacak bir mekân aradığımızda onun evi bizi bağrına basardı. Sofraya doluşur, bir tas çorbanın başına derviş ruhuyla çöker, ard arda hatıralar dinlerdik. Bu bir tas çorba, o eski dâvetlerin demirbaşıydı. Ama bununla kalınmazdı hiç. Ardından börekler ve diğer yemekler… Rahmetli hanımı ve evlâtları da yarışırlardı ağırlamak için. Bu mütevazi sofralardaki asıl tat, o hiç unutulmaz ve tarif edilmez huzurdaydı. Hayat da böyleydi, aşağısına razı olana yukarısı veriliyordu. Kanaat eden, bereket buluyordu.

Tarhana çorbasının kokusu, odanın içinde dalga dalga yayılırken, Şevki Amcanın gür sesi, sokağın tâ öte ucundan duyulurdu. Ramazan topuydu sanki o mübarek ses. Mübalâğasız söylüyorum, bu kadar tok ve gür bir sesin, insanın içini huzurla doldurması nadir bir şeydir. Az görünür ve unutulur gibi değildi!

***

Şevki Amca, bu yüzyılın ilk çeyreğinde dünyaya merhaba diyen Balkan göçmenlerinden. Özde ve sözde doğruluk takipçisi olmuş bir insandı. İnandığı doğruları hayatta dosdoğru yaşamaktan başka bir gayesi yoktu.

Yeni çiçeğe durmuş ağaçların, baharın ilk habercisi olduğu bir mevsimde, yine o eski evi dolduran bütün dostlar, bu kez cenazesi için gelmiştik bir araya. Hepimizin yüzünde tatlı bir hüzün vardı. Canciğer bir dosttan, geçici de olsa ayrılmanın acısını, her yürekten çok torunları ve çocukları hissediyordu. Bir yandan ahiret inancının verdiği sağlam bir denge hâli, bir yandan hayret... Yanaklarımızdan süzülen ve her biri Fatiha niyetine akan gözyaşlarımızla beraber bütün dostlar mezarlığa doğru yürüyorduk.

Şevki Amca’nın oğlu Ramazan’la yıllar önce aynı takımda basketbol oynamıştık. Çok eskilere dayanan, samimî bir dostluğumuz vardı. Mezarlıkta bir ara, baş başa kaldığımızda; “Sana çok garip gelecek bir şey anlatayım mı?” dedi ve başladı anlatmaya. Ramazan bu ilginç olayı anlatırken âdeta gözyaşlarına boğulmuştu. Onu dinlerken yüzünün aldığı garip hâli, anlatmasını bitirdikten sonra da ben yaşadım. Sadece dinleyenleri hayrette bırakacak kadar ilginç değil, belki melekleri bile tebessüm ettirecek kadar garip bir vefattı Şevki Amca’nın vefatı.…

Haydi daha fazla meraklandırmadan sizinle de paylaşayım bu ilginç olayı.

Şevki Amca ile otuz yıllık kalp ve kapı komşusu Âdil Amca, aynı inancı paylaşan, bir ömür komşuluktan da öte bir bağlılıkla, aynı çizgide beraberce yürüyen, birbirlerini çok seven iki dost insan. İkisi de emekli. İkisi de, aynı mahallenin Sukenarı Camiinin hatırlı cemaatinden. Aralarında ayrılık, gayrılık hiç olmamış. Bilâkis yakınlık, benzerlik pek fazla.

Şevki Amca, öyle kolay kolay herkesle dost olabilecek bir adam değildi. Bu konuda hayli titiz ve seçiciydi. Kader bu iki dosta nasıl bir sürpriz yapacaktı acaba? Şimdi merakla izleyiniz. İnsanın ne olacağını ve başına ne geleceğini önceden bilememesi ne büyük bir rahmet eseri olduğunu göreceksiniz. Bunu her zaman ve her vesile ile yaşıyoruz.

Âdil Amca ile Şevki Amca’nın birbirlerine lâtife yollu takılmaları, meşhurdu. “Bu dünyadan öte diyara, sen mi önce göçeceksin, ben mi? Bakalım hangimiz önce yol alacak?” yollu konuşmaları ahir ömürlerine kadar sürmüştü. Etraflarında bulunanlar da, bu garip sohbeti sevmeye başlamışlardı. İkisi de çok samimî ve çok inançlıydılar. Hiç kimsenin sırayı bir diğerine kaptırmak gibi niyeti de yoktu. Özde ve sözde doğru insanlardı. Öyle yapmacık değildi bu konuşmaları. İkisi de bir an önce ötedeki dostlara, en başta da Hz. Peygambere (a.s.m.) kavuşma sevdalısıydı. Kalpte iman, ruhta da arzu ve iştiyak olunca, bu dünyadan göçmek ve öteleri istemek zor bir şey değil herhalde. Çünkü cennet ve ebedî saadet oralardaydı.

Yahya Kemal’in dediği gibi:

“Âhiret öyle yakın seyredilen manzarada

O kadar komşu ki dünyaya, duvar yok arada.”

***

Uzunca bir hastalık döneminden sonra, Âdil Amca bir Perşembe günü, İstanbul’da bir hastanede vefat eder. Cenazeyi ise, evine Cuma günü getirirler. Doğuda memur olarak görevli, oğlunun da yetişebilmesi için, cenaze namazının Cumartesi günü öğle üzeri kılınması kararlaştırılır.

Son görev için bütün eş-dost hizmet yarışındadır. Kimi öteberinin tedarikiyle meşgûldür, kimi teselli vermekle. Şevki Amca ise, kadim dostunu yıkayacak suyun ısınması için, kara kazanın altına odun taşımaktadır. Hüzünlüdür ama üzüntüsünü kimseye göstermek istemez. Daha önce ağır bir kalp krizi de geçirmiştir zaten. Bir ara cenazeye doğru yaklaşıp yaşlı gözlerle: “Sıramı kaptın Âdil! Önce ben gidecektim; sıramı kaptın Âdil!” diye söylenir.

O gün, akşama kadar koşuşturmaktan yorgun düşen Şevki Amca, Âdil Amcayla bitişik olan evine geçip, biraz olsun dinlenmek ister. Dinlenmek için uzanırken, bir yandan da söylenmeye devam eder: “Sıramı kaptın Âdil...”

Şevki Amca yorgundur ve çok geçmeden de uykuya dalar. Yatsıya yakın kapı zilinin sesiyle uyanır. Kapıyı açtığında, karşısında yeğeni Hasan’ı bulur. Hasan, hayretten donakalmış bir halde bakakalır Şevki Amca’ya.

Şevki Amca;

“Ne var, ne oldu Hasan; söylesene!” der.

Hasan yutkunur. Zar zor konuşur.

“Amca,” der, “kahvede arkadaşlar bana, ‘Hacı amcan vefat etti; duymadın mı?’ dediler. Bende, çabucak koştum geldim. Fakat seni karşımda sağ salim görünce hem sevindim, hem şaşırdım.”

Şevki Amca, yeğenini dinledikten sonra, haberde bir yanlışlık olduğunu, bitişikteki komşusu Âdil Amca’nın vefat ettiğini söyler. Sözlerini ise şöyle tamamlar:

“Tasalanma Hasan! Madem vefatımı duydun diye buraya kadar geldin, o zaman şimdiden başın sağolsun,” der.

Kucaklaşıp helâlleşirler. Hasan gider.

Şevki Amca birkaç saat sonra şiddetli bir kalp krizi geçirir ve âcilen hastaneye kaldırılır. Ama vâde dolmuştur, hiçbir yardım, hiçbir çare fayda vermez. Şevki Amca o gece vefat eder. Yeğeni Hasan ise, yaşarken kendisiyle vedalaşan tek kişidir.

Âdil Amca’nın vefatından bir gün sonra, yani Cuma gecesine denk düşer Şevki Amca’nın vefatı. Şimdi, iki dostun, aynı gün aynı vakitte, yani Cumartesi öğle üzeri cenazeleri kalkacaktır. Yıllarca beraber gidip yine beraber evlerinin yolunu tuttukları, acısıyla, tatlısıyla birçok hatırayı paylaştıkları yerden; Sukenarı Camii’nden.

Ancak, son dakikada enteresan bir gelişme olur. Âdil Amca’nın oğlunun gelmesi gecikir ve cenazesi Cumartesi günü ikindiye kalır. Şevki Amca ise, bir gün sonra vefat etmiş olsa da, yine Âdil Amca’ya sırasını kaptırmaz. Yani aynı gün Âdil Amca’dan bir vakit önce, öğle namazının ardından ebedî yolculuğuna uğurlanır.

Allah, samimî duâsını kabul etmiş olmalı ki, son yolculuğuna Âdil Amca’dan sadece bir vakit, belki de bir adım önde çıkmıştır Şevki Amca.

***

Âdil Amca ile Şevki Amca’nın ilginç hikâyeleri böyle.. Aslında, bu anlattığımız biraz da bizim hikâyemiz. Şevki Amca da, Âdil Amca da hem inançlı, hem lâtifeci adamlardı. Gittikleri âlemden, yani berzah diyarından ruhlarının Allah’ın izniyle bizi seyrettiklerine inanıyorum.

Kim bilir, Şevki Amca, “Bak Âdil! Biz yaşadık, bitirdik. Rahatız çok şükür. Bizim çocuklar ise hâlâ maceramızı anlatmakla ve yazmakla bitiremiyorlar” diyordur belki de.

Böyle güzel başlayan dostluklar, Allah için olan dostluklar, ölümle bitmiyor; dünyanın ötesinde de inşaallah ebediyen devam ediyor. Böylesi dostların vefatını hatırladıkça, dostun gerçek dostuyla beraber olacağı bir diyarın bize el ettiğini görür gibi oluyorum.

Duâlarımız bu mübarek dostlarla olsun. Allah, mekânlarını cennet etsin inşaallah.

Ya Rab, imanımızı son nefeste yoldaş eyle, bütün inananlara bizleri dost ve kardeş eyle. Günahlarımızın azını da, çoğunu da affeyle. Kul haklarımızı da öyle affeyle. Mahşere kara yüzle çıkanlardan eyleme Allahım. Hz. Peygamberimizin (a.s.m.) âl ve ashabına bizleri, cennette komşu eyle. Kabir azabından ve cehennem ateşinden bizleri muhafaza eyle. Âmin.

19.07.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (05.07.2008) - Gafletten uzak, Allah’a yakın ol

  (28.06.2008) - Ümitsiz hayat ölümdür

  (21.06.2008) - Var Allahım var, duâlarda bir sır var…

  (14.06.2008) - RABBİM, HER İŞİNE HAYRETTEYİM

  (07.06.2008) - “Andıkça Sen’i büyür hayalim”

  (31.05.2008) - ÇLeylekler niye gelmiyor?

  (24.05.2008) - Allah'ım, dünyan ne güzel!

  (17.05.2008) - Severim baharı, hem de beyazı

  (10.05.2008) - Duâların anası, anaların duâsı

  (26.04.2008) - Cihana bedelsin Sultanım

 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır