"Gerçekten" haber verir 24 Ağustos 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Ali FERŞADOĞLU

“Ne yaptım da bu başıma geldi?” deme, eden bulur!



Kişinin “Ah ne yaptım, ne ettim de bu başıma geldi! Zalim kader, kader utansın!” gibi ifadelerde bulunması yanlış ve tehlikelidir. Allah’ın Adil-i Mutlak, Rahîm-i Mutlak olduğuna inanan bir mü'min, böylesine isyanvârî bir tutum takınamaz.

Kader asla zulmetmez, adalet eder. Vicdanen şu hususu takdir ederiz:

Ne zaman, nerede, kime karşı nasıl bir haksızlık yaptığımızı bilemeyiz. Kimi zaman da eşya, hayvan ve sair mahlûkatın da hukuklarını çiğneriz. Dün ne yediğimizi unuttuğumuza göre, kime ne zaman hangi yanlışı yaptığımızı nasıl aklımızda tutabiliriz ki?

Kader ezelden ebede her şeyi görüp kuşattığı için, kimbilir biriken hatalarımızın da karşılığı verilir. Ve “İnsan zulmeder, kader adalet eder” hakikati ortaya çıkar.

Kader nasıl adalet eder?

Dilencinin biri durmadan gezer ve gittiği yerde:

“Kim ne ederse karşılığını mutlaka görür. Sanma ki, kötülük edenin kötülüğü yanına kalsın” der dururdu.

Mahallede bir kadın her gün onun bu sözlerinden bıkmıştı. Bir gün “Şuna bir kötülük yapayım da görsün bakalım herkes ettiğini bulacak mı?” diye bir plân hazırladı. İhtiyar dilenci evinin önünden geçerken içine zehir koyarak hazırladığı böreği ona verip:

“Al bunu, senin için yaptım” dedi.

Dilenci çok memnun olmuştu. Nasıl bir şey olduğuna bile bakmadan torbasına koyup günlerdir aç olan karnını doyurmak için köyün dışında bir çeşmenin başına gitti. Torbasından böreği çıkardı, tam yemeye hazırlandığı bir sırada uzaklardan geldiği belli olan bir asker:

“Amca çok uzak yollardan geliyorum. Çok açım. Şu börekten bir miktar versen de yesem olmaz mı?” dedi.

İhtiyar dilenci, hiç tereddüt etmeden torbasından çıkardığı böreklerin tamamını askere verdi. Kendisi de torbasında günlerden beri sakladığı kuru ekmeğini yemeye başladı. Zavallı asker âfiyetle böreğin tamamını yedikten sonra çeşmeden de su içip adama duâ ederek ayrıldı. Günlerdir kendisini bekleyen annesine yetişmek üzere yola çıktı.

Eve geldi ama “Öldüm, yandım” diye de feryat etmeye başlamıştı. Annesi askerden gelen oğlunu bağrına basmış, sevinmesi gerektiği yerde üzülüyor, oğlunun bu hastalığının ne olduğunu anlamaya çalışıyordu:

“Oğlum ne oldu sana? Dokunacak bir şey mi yedin yoksa?” diye sordu. Asker zararlı bir şey yemediğini, sadece bir ihtiyarın yemek üzere torbasından çıkardığı böreği kendisine verdiğini ve adamın merhametine hayran kaldığını söyledi.

Kadın:

“Eyvah oğlum! Seni ben zehirledim. ‘Adamcağız eden bulur’ diyordu. İşte ettiğimi buldum” diye ağlamaya yırtınmaya başladı ama, iş işten geçmişti.

***

Evet, atalarımız bu hakikati şöyle vecizeleştirmiş:

Eken biçer.

Ve kim ne ekerse onu biçer!

Rüzgâr eken, fırtına biçer.

Araplar “Men dakka, dukka!” der. Oflu Hocanın tercümesiyle, “Tak eden, tuk edilir!”

24.08.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Bir hikmet arayışı



Âdem Bey: “Allah’ın bizi ve mevcudâtı yaratmasının hikmeti nedir?”

Allah Yaratıcı’dır, her an tasarruf hâlindedir, her an sayısız-sınırsız derecede faaliyettedir, iştedir,1 hiçbir an işsiz, boş değildir. Allah dilediğini yapar.2 Dilediği gibi yapar.3 Dilediği gibi hükmeder.4 Cenâb-ı Hak faaliyetleriyle ve fiilleriyle her şeyi ihata eder, hiçbir şey Kendisini hiçbir işten alıkoyamaz. İrade ettiği her şeyi bir emirle ânında yapar, bütün varlıklar âlemi Allah’ın sınırsız faaliyetlerinin, sayısız tecellîlerinin, hadsiz iş ve fiillerinin şahididirler. Kâinatta gördüğümüz baş döndürücü faaliyetler, Cenâb-ı Faal-i Hakîm’in dilediği gibi sonsuz tasarruflarının her an devam ettiğini göstermektedirler.

Bütün kâinatta gördüğümüz “ihtimallerin/olasılıkların”, bizi “zorunluluk” kavramına götürdüğünü; her şeyde şahit olduğumuz “yapılma” işinin bir “fiili” gösterdiğini; her şeyde görünen “yaratılma” hakikatinin, bir “Yaratıcı’yı” bildirdiğini; varlıklarda görülen “çokluk ve birden fazla unsurlardan meydana geliş” olayının da, birliğe ve tekliğe işaret ettiğini beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, bu “zorunluluk”, “fiil”, “yaratmak” ve “birlik” kavramlarının ve hakikatlerinin açıklıkla, netlikle ve zarûretle “olasılık içinde olmayan”, “yapılmış olmayan”, “çok olmayan”, “unsurların birleşmesiyle meydana gelmiş bulunmayan” ve “mahlûk ve yaratılmış olmayan”; bunlarla birlikte “varlığı zorunlu olan”, “her dilediğini yapan”, “her şeyi yaratan”, “Bir ve Tek olan” Allah’a işaret ve şehâdet ettiğini kaydeder.5

Saîd Nursî Hazretlerine göre kâinat “heme ost” değil, “heme ez ost” tur. Yani “O değil”, “O’ndan”dır. Vahdetü’l-vücud ve vahdetü’ş-şuhud mesleklerinin, O’ndan başka hiçbir şeyin mevcut olmadığını iddiâ etmeleri hatadan, sehivden ve yanılmaktan ibarettir. Çünkü mevcudât evham ve hayal değil, Cenâb-ı Hakk’ın hakikî eserlerinden ve yaratıklarından ibarettir. Rahman, Rezzak, Vehhab, Hallâk, Fa’âl, Kerim, Rahîm gibi Allah’ın pek çok Güzel İsimlerinin tecellîleri hayal ve gölge değil, hakikîdirler. Bu Güzel İsimlerin aynaları hükmünde olan varlıklar da hakikîdirler. Varlıklar her ne kadar Vâcibü’l-Vücud’un vücuduna nisbeten zayıf ve kararsız birer gölgeden ibaret kalsalar da hayal değil, vehim değil, Fa’âlün Lima Yürîd olan Cenâb-ı Hakk’ın Hâlık ismiyle vücut verdiği ve o vücudu dilediği gibi devam ettirdiği hakikî birer unsurdurlar.6

Üstad Bedîüzzaman’a göre, “O her gün yeni bir iştedir”7 âyeti, Allah’ın hadsiz bir faaliyet ve fiil içinde bulunduğunu, her an hadsiz bir tasarruf halinde olduğunu bildirmektedir. Bu sonsuz kâinat, böyle hadsiz faaliyetlerin, tasarrufların, tecellilerin ve İlâhî eylemlerin hadsiz şahitlerinden ibarettir.8 Herkesin, Hâlık ismiyle Allah’ı bulması ve O’na yanaşması mümkündür. Öyle ki, önce kendi Hâlık’ı hususiyetiyle, sonra bütün insanların Hâlık’ı cihetiyle, sonra bütün hayat sahibi varlıkların Hâlık’ı unvanıyla, sonra da bütün mevcudatın ve kâinatın Hâlık’ı ismiyle alâka kurularak Allah’a zihnen ve kalben ulaşmak mümkündür.9 İnsanın şuur sahibi bir varlık olarak yaratılışının hikmeti ve gayesi, kâinat Hâlık’ını tanımak, O’na iman edip ibadet etmekten ibarettir.10 Keza, her bir hayvanın, her bir kuşun, her bir canlının duyguları, kuvvetleri, cihazları, azaları ve âletleri birer manzum ve mevzun kelime ve birer muntazam ve mükemmel söz hükmündedir. Bu sözlerle ve bu kelimelerle her bir hayvan, her bir kuş ve her bir canlı Yaratıcı’larına, Hallâk’larına ve Rezzak’larına şükrederler, vahdaniyetine ve birliğine şehâdet getirirler.11 Nitekim Kur’ân, göklerde ve yerde ne varsa ve kim varsa hepsinin, her şeyin ve her varlığın Allah’ı tesbih ve tazim ettiğini sıklıkla beyan eder.12

Saîd Nursî Hazretlerine göre, bitkilerin tohumları ve çekirdekleri yalnız kendi Hâlık’larına el açan birer niyet, niyaz ve duâ kutucuğu hükmündedirler.13 Bütün varlıklar kendilerinden çok kendi yaratıcılarını gösterirler. Kâinatta her şeyi kuşatan “yaratma” fiili, her şeyi ve her yeri Hâlık’ın vücuduna, Yaratıcı’nın varlığına ve Allah’ın birliğine apaçık işaretlerle zapt etmiştir.14

Demek, varlıkların en temel var oluş hikmetleri, şuur sahiplerine Hâlık’larını göstermek, O’nun varlığını ve birliğini bildirmektir.

Dipnotlar:

1- Rahmân Sûresi, 55/29

2- İbrahim Sûresi, 14/27

3- Hûd Sûresi, 11/107; Burûc Sûresi, 85/16

4- Mâide Sûresi, 5/1

5- Sözler, s. 619

6- Mektûbât, s. 85

7- Rahmân Sûresi, 55/29

8- Mektûbât, s. 87

9- Sözler, s. 182

10- Şuâlar, s. 93

11- Şuâlar, s. 108

12- Saff Sûresi, 61/1; Cuma Sûresi, 62/1; Tegâbun Sûresi, 64/1

13- Sözler, s. 325

14- Sözler, s. 619

24.08.2008

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Dünyadan tesettür fotoğrafları



“Tesettür Risâlesi Keşfedilirken” başlıklı diziyi hazırlarken, kadının örtünmesi ile ilgili bir çok aktüel gelişmeyi de basından takip etme imkânı oldu. “Algıda seçicilik” mi dersiniz bilmem, ama işte bu haberlerden küçük bir demet sunacağız.

Bu arada şu gerçeği hatırlatmakta fayda var. Kadının örtünmesi ile ilgili tartışmalar sadece İslâm coğrafyasıyla ilgili bir durum değil. Artık uluslar arası gündemi meşgul eden bir konu tesettür. Bunda İslâmiyeti seçen Batılı kadınların olduğu gibi, çalışma ya da eğitim sebebiyle Batıda yaşayan Müslümanların da etkisi var şüphesiz.

Şıklık ve iffetin geri gelmesi…

Bu tesbit, Daily Telegraph gazetesinin yorumu.

Müslüman kadının tesettürü sosyal hayatta çalışma ve eğitim dünyasındaki konumunda tartışmalara sebep oladursun, modacılar durumdan vazife çıkarmayı iyi biliyorlar. Malûmunuz, kapitalist sistem her şeyi paraya dönüştürmek üzerine kurulmuş.

Daily Telegraph gazetesi tesettür modasını podyumlara şıklık ve iffetin geri gelmesi olarak yorumlamış ve ünlü modacıların konu ile ilgili görüşlerini almış. İtalyan modaevi Dolce&Gabbana’nın kurucu ortağı Dolce “Eşarbı yenilemek istedik. Ona yeni bir hayat vermek ve yeni nesillere tanıtmak istedik. Amacımız eşarba modern ve şık bir anlam vermek” diyor. Habere göre Hermes, Vera Wang gibi kadın üzerinde yoğunlaşan diğer modacılar da Sonbahar-Kış koleksiyonlarında kendi tasarımları olan eşarpları podyuma sürüyorlar. Modacılar önümüzdeki aylarda eşarp sektörünün daha da hareketleneceğini ifade ediyorlar. (17 Temmuz 2008, Hürriyet)

Başörtülü hostes için özel kıyafet

ABD’nin en büyük havayolu şirketi Delta, Müslüman bir hostesin yaşadığı kıyafet problemine, örnek bir çözüm geliştirdi.

Miriam Köse’nin kıyafet sorunu birkaç ay önce başladı. İslâmı seçip, bir Türkle evlenen Köse tesettüre girmeyi de tercih etti. Başörtüsünün yönetmeliğe uymadığını belirten şefler bu konuda yönetimin karar vermesi gerektiğini, sonuç ilân edilinceye kadar da Köse’nin saçlarını açmasını, aksi halde uçuşa çıkamayacağını ifade ettiler. Miriam uçuşa çıkmamayı tercih etti. Konuyu incelemeye alan Delta yönetimi, Miriam Köse’den başörtüsünün dinî bir gereklilik olduğunu belirten yazı getirmesini istedi. New Jersey’deki camiden aldığı yazıyı şirkete gönderen Köse, bir hafta sonra istisnaî talebinin kabul edildiğini bildiren bir e-mail aldı.

Başörtülü olarak çalışmak isteyen Miriam Köse’nin talebini kabul eden firma, kıyafet için Delta Havayolları’nın üniforma tasarımcısını görevlendirdi. Delta’ya özel bir başörtüsü modeli için Miriam’ın görüşlerine başvuran tasarımcı, Köse’nin üniformaya uyumlu siyah, mavi, kırmızı ya da beyaz renkte başörtüsü takabileceğini bildirdi.

Delta’nın duyarlılığı bununla da kalmadı. Şirketin personele karşı dinî veya ırkî ayrımcılık yapılıp yapılmadığını takip etmekle görevli “Fırsat Eşitliği Bürosu” yöneticisi, özel numarasını vererek Köse’nin en küçük sıkıntıda kendisini aramasını istedi.

Delta’nın bu uygulamasından, kipa takan Yahudi erkekleri ile sarıkla dolaşan Sih erkekleri de yararlanacak.

Tesettüre Fransız kalmak!

Fransa’da yaşayan ve burka giyen bir Müslüman kadın vatandaş olmak için yetkililere başvurunca, Danıştay laiklik ve cinsiyet eşitliği konusundaki yasalarla uyuşmadığı gerekçesiyle talebi reddetti. Tartışmalar çıkaran olaya Cezayir kökenli Müslüman kadın bir bakan da katıldı. Şehircilikten sorumlu Bakan Fadela Amara “Burkalı kadınlar deli gömleği giymiş kargalara benziyor. Burka bir hapishanedir, baskıcı siyasî bir simgedir” yorumuyla tartışmalara katıldı.

Görüldüğü üzere Bediüzzaman Hazretlerinin tabiriyle “Birinci ve ikinci Avrupa” birbiriyle kıyasıya fikrî bir mücadele içinde. En azından kadının tesettürü ile ilgili konularda bunu açıkça görmek mümkün. Hadis ve Kur’ân’dan aldığı dersle Bediüzzaman Hazretleri galibiyetin iyilerden yana olacağını söylüyor. “Rüyada Bir Hitabe” ve “Leyle-i Kadir’de İhtar Edilen Bir Mesele-i Mühimme” isimli makalelerini bir de bu gözle okumakta fayda var. Ne dersiniz? (17 Temmuz 2008, Hürriyet)

İlginç kampanya!

Bu haber de Arap dünyasının önde gelen ülkesi Mısır’dan. Mısır’da “lolipop” benzetmeli türban kampanyası, örtünen kadınların sayısında büyük artışa yol açtı.

Gençler tarafından hazırlanan maillerde iki lolipop şekeri bulunuyor. Şekerlerin birisinin ambalajı açık değil. Bu başörtüsünü temsil ediyor. Diğeri ise açılmış ve üzerinde sinekler bulunuyor. Mesaj olarak ise, “Onları (erkekleri) durduramazsınız. Ama kendinizi koruyabilirsiniz” yazıyor. Mısır’da son dönemde türban takanların sayısında önemli bir artış gözleniyor.

ABD’nin önde gelen gazetelerinden Washington Times’ın haberine göre Mısır’da kadınlar erkeklerin tacizine uğramamak için örtünme yolunu seçiyor. Mısır Kadın Hakları Merkezi’nin yaptığı son araştırmaya göre ülkedeki erkeklerin yüzde 62’si açık bir kadın gördüğünde tacizde bulunuyor.

Toplumsal hayatta sırf kadın oldukları için tacize uğrayanların oranı ise yüzde 83 boyutlarına ulaşmış vaziyette. Kadınlar tacize uğradıklarında bunu yetkili makamlara da bildirmek istemiyor. Çünkü erkek “Yüz bulduğu için lâf attığı” iddiâsıyla kendisini savunuyor ve haklı görülüyor. Rapora göre iki ay önce binlerce insana ulaşan lolipop-başörtüsü tasvirli reklâm başörtüsü takanların sayısında artışa sebep oldu.

24.08.2008

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

SADULLAH NUTKU’YU ANARKEN



“Konya Hapishanesinde bir Dr. Sadullah vardı. Allah’ım ne adamdı o? Nasıl imandı onunki! Adam hapishânede idi, fakat gül gülistan içinde idi. Gülen gözlerle bakardı insana. Her şeyi unuturdum onun yanında. Adam âdeta teneffüs edilen bir şey gibiydi. Yanımdan bir ruh gibi uçuverip gideceğinden korkardım!..

“‘Şu pencereyi kapat. Sonra doktor uçar gider bu demirlerin aralarından’ demiştim yanımdaki arkadaşa. Fakat onun uçmaya, gitmeye niyeti yoktu. Bu kadar yüksek olduğu hâlde bizim gibi sürünenlerle beraberdi. Bizi bırakmıyordu, kurtaracaktı o.”

Osman Yüksel Serdengeçti işte böyle anlatmıştı Dr. Sadullah Nutku’yu.

Bir insana, hayatının akışına yön verecek kadar tesir etmek normal şartlarda bile pek mümkün olmazken, bunu hapishânenin ağır şartlarına rağmen yapmak değme insanın gösterebileceği bir maharet değildi.

Serdengeçti gibi ‘Mebus olacakken mahpus olan’ ve ‘öfke nöbetine girerek bir hamlede mahkemeleri, hapishâne duvarlarını yıkmak isteyen’ pürhiddet bir adamı, tahayyürlerini gazetede yazdığı yazı ile âleme ilân edecek kadar etkilemekse neredeyse imkânsız gibiydi.

Sadullah Nutku imkânsızı başarmıştı. Bu müessiriyette; onun doğup büyüdüğü ailenin, içinde yetiştiği cemiyetin, gördüğü terbiyenin, aldığı eğitimin ve geliştirdiği şahsiyetinin de tesiri var elbette.

Lâkin asıl sebep, hayatının orta yaşlarından sonra tanıyıp örnek aldığı büyük şahsiyet ve okuyup okutmayı, anlayıp anlatmayı hayatının gayesi addettiği eserlerdi.

Yani Bediüzzaman Said Nursî ve Risâle-i Nur Külliyâtı.

***

İbrahim Sadullah Nutku.

Aslen Trabzon’un Of ilçesinde mukîm bir ailenin en küçük çocuğu. Osmanlı Ordusunda deniz subayı olan babası binbaşı Süleyman Nutku Beyin sürgünde olması sebebiyle 1908 yılında Preveze’de doğdu.

Donanma-yı Hümayun’un meşhur zırhlılarından olan Mesudiye’de ve Aziziye’de vazife alarak çeşitli savaşlara katılan ve Deniz Müzesi’ni kuran Süleyman Bey, Üsküdar’a yerleştiğinden Sadullah’ın çocukluğu da orada geçti.

İlkokul, ortaokul ve lise tahsilini Üsküdar’da tamamlayan Sadullah, babasının da teşviki ile Askerî Tıbbiye’ye girdi. Başarılı bir tahsil hayatını müteakip tıbbiyeyi bitirdi ve kıta doktoru olarak askerî birliklerde vazife yapmaya başladı.

Bu arada ihtisasını tamamlayarak verem ve dahilî hastalıklar mütehassısı oldu. Asistan olarak ihtisas yaptığı yıllarda kendi çabası ile Almanca’yı öğrendi ve Alman Kralı Kayzer Vilhem’in, ‘Dahilî Hastalıkların Genel Teşhisi’ isimli eserini Türkçe’ye tercüme etti.

İki senelik hummalı bir çalışmanın neticesinde tamamladığı bu kalın kitabı, 1935 yılında kendi imkânları ile bastırıp dağıtınca, bu hareketini takdir eden hocası Prof. Abdülkadir Noyan, onun yanında asistan olarak kalmasını istedi.

Bu cazip teklifi kabul etmeyen Sadullah Nutku askeriyedeki vazifesine döndü. Uzun yıllar memleketin değişik yerlerinde vazife yaparak binbaşı rütbesine kadar yükseldi. 1950 yılında, yarbaylığa terfî etmesine bir sene kala kendi arzusuyla ordudan istifa etti.

Zaten dindar bir insan olduğu ve vazife yaptığı yıllarda ibadetlerini pek aksatmadığı hâlde, sivil hayata geçtikten sonra, feyizlerinden istifade etme iştiyakıyla büyük insanları ziyaret etmeye başladı.

O günlerde, Beşiktaş’taki Vişnezâde Camii’nde imamlık yapan emekli Yüzbaşı Refet Beyden aldığı Haşir Risâlesi’ni okuyunca dinî hassasiyetleri daha da arttı ve zamanın menhiyâtına karşı çocuklarını muhafaza etmek maksadıyla Konya’ya yerleşmeye karar verdi.

Ailesinin muhalefetine rağmen Konya’ya taşındı, bir muayenehâne açtı. Hep şefkatle muamele ettiği hastalarına ancak zarurî hâllerde ilâç yazarken imanî telkinlerde bulundu. Hiçbirinden ücret istemedi, verdikleri ile iktifa etti.

Bu arada, şehirdeki bazı mânevîyat büyükleri ile tanışıp görüştü, çevre il ve ilçelerde yaşayanları araştırdı. Camide tanıştığı bir kişiden Bediüzzaman’ın Emirdağ’da ikamet ettiğini öğrenince onun ziyaretine gitti.

Kerâmetine şahit olma hissiyle huzuruna çıktığında ilk dikkatini çeken şey onun parmağındaki yüzükler oldu. Birini vermesini kalbinden geçirerek elini öptüğü sırada ikisini de kendi parmaklarında bulunca hayretler içinde kaldı.

“İkisi fazla, biri yeter” diyerek yüzüklerden birini geri alan Said Nursî ile sohbet ettikçe, yıllardır aradığı mânevî mürşidi bulduğunu anladı ve kendini tanıtıp hâlini arz ederek Konya’ya gelişinin sebebini anlattı.

“Kardeşim, sen gül bahçesindesin, gübrelere fazla bakma, çiçeklere, güllere bak, iyiliklere, güzelliklere bak. Bu dünyada tam istediğin gibi bir yer bulamazsın” dedi o da.

Üstadından bu ilk hayat dersini aldıktan sonra hadiselere bakış açısı tamamen değişti. Büyük mürşid, âsûde mekân arayışlarından vazgeçti ve her hâli ile İslâm’ı yaşayıp yaşatmaya azmetti.

Bu maksatla, doktorluk önlüğünü şeair-i İslâmiye saydığı cübbe yerine kullanırken, küfür alâmeti olarak gördüğü şapkaya ve fötre her rastladığı yerde müdahale etti.

Bediüzzaman Said Nursî’yi tanıdıktan sonra Risâle-i Nur’a hizmeti hayat meşguliyeti hâline getirdi. Muayenehânesinde, gelen hastalara Risâlelerden kısa bahisler okuyup Hastalar Risâlesini hediye etti.

Risâle-i Nur’daki Kur’ânî hakikatlere cami cemaati de dahil herkesin muhtaç olduğunu düşündüğü için 2500 lira vererek bir teyp aldı ve camilerde namazlardan sonra kalan cemaate risâle dinletmeye başladı.

Faaliyetleri şehirde şuyu bulunca makamına çağırıp tehdit eden Konya Valisine, o da aynı şekilde karşılık verip hizmetlerine devam edeceğini söylemesi üzerine polisler tarafından tartaklandı. Polislerden birinin vurduğu tokat yüzünden işitme duygusunu kısmen kaybetti ama o bundan ziyade meslek şahsiyetine ve hizmet haysiyetine karşı gösterilen saygısızlığa kızdı.

O hâlet-i ruhiye içinde gittiği ziyaretlerinden birinde meseleye muttalî olan Said Nursî, “Kızmayacaksın, o polisler senin elini öpecekler, sana hürmet edecekler” diyerek onu teselli etti.

Konya’da altı sene kadar çok zor şartlar altında hizmet ettikten sonra, hem mukaddes mekânların ruhaniyeti ile hemhâl olmak, hem de mesleğini orada da icra etmek maksadıyla Suudi Arabistan’a gitti.

Mekke-i Mükerreme’de, Medine-i Münevvere’de iki sene kadar mânen mesrûr bir hayat yaşasa da maddî sıkıntılara, meşakkatlere daha fazla dayanamadı ve İstanbul’a dönerek Beşiktaş’a yerleşti.

Orada da bir muayenehâne tuttu fakat vakit namazlarını camide cemaatle eda etmeye, namazdan sonra da cemaate risâle okuyarak Nurları tanıtmaya çalıştığı için zamanının çoğu camilerde geçti.

O kimseyi zorlamasa ve kalan insanların çoğu okuduğu bahisleri iştiyakla dinlese de, bazı cami imamları çekindiklerini ihsas edince daha uzak camilere gitmeye gayret etti.

Sık sık gittiği yerlerden biri de Polis Müdürlüğünün yanındaki cami idi. Namazdan sonra o bir kenara çekilip risâle okumaya başlayınca namaza gelen bazı polisler etrafında toplanıp dinlediler.

Onun okuduğu bahislerden çok istifade eden polisler, her gelişinde onu hürmetle karşıladılar. Hastalanarak camiye gelemediği zamanlarda evine gidip elini öperek saygı gösterdiler ve Üstadının yıllar önce Konya’da söylediği sözleri hareketleri ile tasdik ettiler.

Sadullah Nutku İstanbul’a yerleştikten sonra da Said Nursî ile irtibatını kesmedi. Fırsat buldukça Isparta’ya, Emirdağ’a ziyaretine gitti. O İstanbul’a geldiği zaman da yanında yer aldı.

Bediüzzaman mahkemede ifade vermek için Samsun’a gitmek üzere İstanbul’a geldiğinde, onun gaddarâne bir emirle oraya celbedildiğini anlayınca, hastahaneden, sıhhatinin hiçbir şekilde seyahat etmeye müsait olmadığını gösteren bir heyet raporu çıkartarak ifadesini İstanbul’da vermesini sağladı.

Üstad o zaman uzun süre İstanbul’da kaldığı için otelin kapısında bekleyen polislerin; ziyaretçilerin isimlerini, mesleklerini sorup adreslerini almalarına aldırmadan sık sık yanına giderek hizmet etmeye çalıştı.

Said Nursî’nin vefatına kadar her fırsatta onunla görüşmeye çalışan Sadullah Bey, onun ahirete irtihalinden sonra da Risâle-i Nur hizmetlerine aynı sebatla ve sadakatle devam etti.

Konya’yı kendi hizmet muhiti olarak gördüğünden İstanbul’a yerleştikten sonra da irtibatını kesmedi ve her vesile ile oraya gidip eski hastalarını ziyaret etti, muhatap olduğu insanlara Risâle-i Nurları anlattı.

Altmış ihtilâlinin, Müslümanlar için kâbus hâlini alan karanlık günlerinde de oradaydı. Yaşı elliyi aşkın olmasına ve pek çok zulme, eziyete maruz kalmasına rağmen hem hizmetlerine devam etti, hem de Kur’ân-ı Kerim’i hıfzetmeye başladı.

Nurculuk propagandası yaptığı iddiasıyla karakola götürüldü, günlerce işkence edildi, birkaç sefer bayıltıncaya kadar dövüldü. Çıkarıldığı mahkemede tevkif edilip hapse atıldı.

Fakat o, Üstadından ‘gübrelere değil, çiçeklere güllere bakma’ dersi aldığından kendisine reva görülen bed muâmelelere aldırmadı. O hâliyle dikkatini çektiği Osman Yüksel’in de dediği gibi kendisini hep ‘gül, gülistan içinde hissetti ve herkese gülen gözlerle baktı.’

O bir azim ve irade âbidesiydi. Hapishanenin ağır şartlarına ve tağutların gadrine rağmen hizmetlerine de, hıfzına da ara vermedi ve üç senede Kur’ân’ı hıfzederek 55 yaşında hafız oldu.

Hapishâneden tahliye edildikten sonra bir süre daha Konya’da kalıp İstanbul’a döndü ve Zübeyir Gündüzalp’in çevresinde teşekkül eden hizmet kadrosu içinde yer aldı. Onun gayretleri neticesinde yayın hayatına başlayan İttihad ve Yeni Asya gazetelerinde ‘Hekim Gözüyle’ köşesinde yazı yazdı.

Yıllar, bu hizmet heyecanı içinde geçti.

***

Altmış üç yaşında ölmek!..

Artık bu hedef vardı Sadullah Nuktu’nun önünde.

Muhabbet-i Muhammediye (asm) meftunu pek çok muttakî mü’min gibi o da, Peygamber-i Zîşanın Hicrî altmış üç yaşında vefat etmesini nazara alarak ömrünün hududunu tayin etmek istedi.

Bunun kendi elinde olmadığını, takdir-i İlâhî neticesinde tecellî edeceğini bildiği için de duâlarında, niyazlarında Allah’tan onu dilemeye başladı. O yaşında ölmeye o kadar müştaktı ki, samimî dostlarından duâ istemeyi bile ihmal etmedi.

"Resûlullah, altmış üç yaşında vefat etmiş. Bunda da hikmet var. Demek ki, altmış üç yaşından sonra erzel-i ömür devresi başlıyor” dedi bu isteğinin sebebini soranlara.

O günlerde bazı maddî sebeplerle Fatih’e taşındı. Ailesi ile birlikte evine yerleşti, muayenehânesini açtı ve yabancısı olmadığı bu muhitte yaşamaya başladı.

Tarih 25 Ağustos 1972 idi.

Hicrî takvime göre 63 yaşına girdiği günden beri yaptığı gibi o gün de aile efradı ile helâlleşerek çıktı evinden. Hizmet merkezlerine uğrayıp arkadaşları ile görüştü, bazı dostlarını ziyaret etti. Muayenehânesine gidince bekleyen hastalarına baktı, kitaplarını düzeltti, risâlelerden birini alıp okumaya başladı.

Kitaptan başını kaldırdığında namaz vaktinin yakın olduğunu görünce hemen hazırlandı. Geride kalanlara, kendisi öldüğü takdirde neler yapmaları gerektiğini hatırlattı ve cemaati kaçırmamak için hızlı adımlarla çıktı.

Yoldan karşıya geçmeye çalıştığı esnada, hızla gelen bir araba ona çarpınca hemen hastahaneye kaldırıldı ise de meslektaşlarının müdahaleleri ve yakınlarının yalvarışları, yakarışları o müstecap duâların tecellîsini değiştirmedi.

Sadullah Nutku’nun vefat haberini alanlar, örnek hareketlerini anlatarak birbirlerini tesellî etmeye çalışırken, arştaki makamına konan ruhu, onun mütebessim simasını andıran nuranî bir yıldız hâlini alarak arzı seyre daldı.

Otuz altı sene önce başlayan o mesrur temâşâ hâli hâlâ devam ediyor.

24.08.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Biden ve Irak’a Bosna modeli



Nihayetinde Obama’nın takım arkadaşı belli oldu. O da kurulu ve yerleşik sistemin (establishment/nomenklatura) bir parçası ve uzantısı. Barack Obama’nın takım arkadaşı olarak Joe Biden’ı seçmesi gençliğini ve toyluğunu, dinamik imajını köklü ve büyük tecrübe ile birleştirme ve aşılama olarak görülüyor. Biden 36 yıllık senatör. Sadece beyin tümörü nedeniyle tedavi gördüğü müddet içinde 7 ay kadar senatörlükten uzak kalmıştı. Dolayısıyla derin tecrübesi bir faraziye değil gerçeğin tâ kendisi. İskoç asıllı Katolik bir aileden geliyor. Bir iki gün önce Obama ile Hillary’nın yolları kesinkes ayrılmıştı. Müstakbel yardımcısı gözüyle bakılan Hillary, bir iki gün önce Obama ile arasına mesafe koymuş ve ondan iş istemediğini söylemişti. Hillary, bu açıklamasıyla söylenti ve spekülasyonlara son vermişti. Hillary’nin bu açıklamasından sonra, Biden’ın takım arkadaşlığının (running mate) önü açılmıştı. Aslında Obama ile yeni ortağı Biden birbirlerine benziyorlar. Hillary de öyleydi. Irak’ın işgali noktasında ikircikli yaklaşımları olmuş, lâkin sonunda Biden, Bush’un işgal planını onaylamıştı. Irak’ın işgali noktasında Bush planını onaylayanlar, iktidara gelmeleri halinde, 2010 yılında Irak’tan çekilmek istiyorlar. Ama çekilmeden ziyade bunun nasıl bir çekilme olacağı mühim. Yani mesele, mahiyetinde veya şeytan detayda gizli.

* * *

Bilindiği gibi, Joe Biden işgalden sonra Irak’la ilgili bir teziyle temayüz etti. Bu tez Irak’ın üçe taksimini ve parçalanmasını öngörüyordu. Cumhuriyetçilerin karşı oldukları bu tez, Biden ve bazı senatörler tarafından sahipleniliyor. Bu aynı zamanda Holbrooke’un da rüyasıydı. Aslında Hobrooke’un Dayton’da yaptığını Biden ve onun gibi düşünenler Irak’ta yapmak istiyorlar. Dayton tarzı Irak için de yumuşak bir bölünme öngörülüyor. Ardından da şartlar daha fazla olgunlaştığında ve bölgesel kırılmalar arttığında Kürtler ve Şiiler başı çekecekler ve bölünme süreci tamamlanacaktı. Zaten Irak’taki İran yanlısı Şiiler, özellikle Hekim grubu taksim veya federasyon planına sıcaklar. Onlar Irak’ın bütünlüğünden ziyade kendi iktidarlarını düşünüyorlar. Kürtlerin tutumu ise, güneş gibi açık. Aslında burada iki engel var. Birincisi federatif bir çözümden sonra Şiî federe devletinin geleceği ve İran’ın kontrolüne girip girmeyeceği meselesi. Bu mesele belirsizliğini koruyor ve Araplar da bu ihtimalden tedirginlik duyuyorlar. Zira Körfez’de yoğun bir Şiî nüfus var ve bunun paralelinde İran Şah döneminde işgal ettiği BAE adalarından devrim sonrasında da vazgeçmiyor. Yani İran hem fiilî, hem de nüfuz açısından yayılıyor. İkincisi, Kürt devletine bölgesel bir kirve aranıyor. Şayet Şah dönemi olsaydı, Kürtleri İran’a bağlamak Amerikan siyaseti açısından daha mantıklı olurdu. Bugünkü şartlarda Holbrooke gibiler Kürt bölgesinin muvakkaten de olsa Türkiye’ye bağlanması arzusundaydılar. 1991/1992 yılında Özal kısmen buna teşne idi, ama o dönemde Türk ordusunun muhalefetiyle karşılaştı. Ve bu karşı irade kırılamadı. Dayton mimarı Holbrooke, o dönem ‘kaçırılan fırsat’ ile alâkalı olarak ah vah ediyor. Irak planında Dayton’a uymayan tek husus parçalandıktan sonra ortaya çıkacak federe devletlerin bölgesel patronlarının kimler olacağı. Türkiye Kürt bölgesinin ihalesini üzerine almak istemiyor. İran ise, Şiî federe devletinin himayegerdesi (protegee) olmasına dünden razı. Lâkin, buna rağmen, yine de Irak’lı Şiilerin İran’ın patronluğu noktasında kesin ve nihaî bir kararları yok.

* * *

Dayton Anlaşması mucibince Bosna’daki Sırp Federe Devletinin hamisi Sırbistan. Buna paralel olarak Irak’taki Şiî federe devletinin hamisi de İran olabilir. Bu durumda Hırvat Federe Devleti mesabesinde olacak Kürt devleti hamisiz kalıyor O na da bir Hırvatistan aranıyor. Hamisiz bir federe devletin yaşama şansı az. Yani Biden, Obama ile Beyaz Saray’a gelse ve çekilme takvimini uygulasa bile, çekilmeden sonra Irak’ın alacağı şekil ve keyfiyet muamma ve belirsiz. İlginçtir, Irak’ın üçe bölünme teklifi Biden’in teziydi ve Obama da bu tezi destekliyordu. Ama iktidara geldiklerinde, bakalım evdeki hesap çarşıya uyacak mı ? Bununla birlikte Demokratların önündeki en acil husus, Irak’tan çıkış planı. Bu planla ilgili ortak yaklaşım, Irak’a Bosna planı uygulamak. New York Times’ın önde gelen muhabirlerinden Thom Shanker’in bu yöndeki bir haberanalizi, açıkça muhtemel Demokrat iktidarındaki çekilme sonrası uygulanacak eğilimi ortayla koyuyor. Bu da Irak’a Bosna modeli uygulamak. Daha Türkçesi Irak’ı yumuşak bir şekilde bölmek.

Senato Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Biden, “Eğer Irak’ı geride bir kaos bırakarak terk edersek, bölgesel bir savaş çıkacak ve bu, bizi nesiller boyunca içine alacak. Böyle bir savaş Suudilerin, İranlıların, Türklerin (Irak’a) girmesine yol açacak” demişti. Cumhuriyetçi Partili başkan adayı Senatör John McCain de, CBS televizyonunda katıldığı söyleşide, ABD’nin Irak’tan erken ayrılmaması gerektiğini savunmuştu. McCain, ABD’nin bu ülkeyi zamansız terk etmesi durumunda, Bağdat’ta Şiiler ile Sünniler arasında çok kanlı bir savaş çıkacağını, Türkiye’nin Kuzey Irak’a müdahale edeceğini ve İran’ın nüfuzunu genişleteceğini söylemişti. Gerçekten de bölgeyi bekleyen en önemli tehlike ABD’nin Irak’tan çekilmesinden sonra doğabilecek boşluk. İşte, İran, Türkiye ile birlikte bu boşluğun nasıl doldurulabileceğinin yollarını arıyor. Nejad’ın ziyaret gündemindeki maddelerinden birisi de bu olmalıydı.

24.08.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Türkiye’nin dış politika tonajı



Bush yönetiminin gazıyla Gürcistan’ın Güney Osetya’ya girmesi ve Rusya’nın karşı müdahâlesi üzerine Kafkasya’da tırmanan çatışma ve gerginlik, bölgedeki yegâne “Amerikan müttefiki” Türkiye’yi zora soktu.

Washington, önce “hastane gemisi” adı altında ağırlıkları 140 bin tonu aşan iki dev askerî gemiyi “Gürcistan’a yardım” bahanesiyle Karadeniz’e sokmak istedi. Bu durum 1933’te İstanbul’da imzalanan Montrö Uluslararası Hukuk Anlaşmasına açıkça aykırı idi. Bu yüzden ABD’nin dayatması, Ankara’nın başına tıpkı 1 Mart tezkeresi gibi yeni bir krizi dûçâr etti. Sonra bundan güya vazgeçildi, lâkin yine ABD iki savaş gemisini boğazlardan geçirip Karadeniz’e soktu…

Oysa tonajı öncekilerden düşük de olsa savaş gemilerinin geçişine “izin” verilmesi, sözkonusu Montrö Sözleşmesinin yeniden masaya yatırılmasına sebebiyet verecek; ve Türkiye’nin gelinen noktada boğazların korunması açısından kazanılmış hakları da kaybetmekle karşı karşıya bırakacak…

Aslında “NATO görev gücü” çerçevesinde İspanyol ve Alman gemilerinin geçişinin ardından toplam tonajları 45 bin tonu bulan ABD ve Polonya’ya ait iki askerî geminin Boğazlardan geçmesi de “sözleşme”ye aykırı ve Türkiye’yi sıkıntıya sokacak türden.

Zira Montrö Sözleşmesine göre, Karadeniz’e kıyısı olmayan ülkelere ait savaş gemilerin tonajının herbirinin 15 bin tonu, toplam tonajlarının 30 bin tonu geçmemesi ve ayrıca 21 günden fazla Karadeniz’de kalmamaları gerekiyor.

Karadeniz’le kıyı şeridi olan Romanya ve Bulgaristan’ın “Amerikan gemileri”ne tam destek vermesine karşılık, Rusya’nın gemilerin “sağlık malzemesi” ve “insanî yardım” paravanında askerî malzeme, silâh ve mühimmat götüreceği endişesiyle itirazı, bu açıdan Türkiye’yi iki arada bir derede bırakıyor.

KRİZ VE ÇATIŞMA ÜZERİNDEN

HEGEMONYA VE ÇIKAR...

Görünen o ki, ABD, sırf hegemonya ve çıkarları hesâbına Türkiye’nin başını derde sokuyor; komşularıyla kavgalı hale getirmekten sakınmıyor…

Neticede, bölgede Rusya ve İran gibi istilâ politikasına itiraz eden bütün ülkeleri kuşatmayı hedef alan ABD’nin Karadeniz ve Kafkasları kontrol plânları devam ediyor.

Belli ki ABD, Soros’un fonlarıyla yaptırdığı “turuncu devrim”le başa getirdiği Mihail Saakaşvili’nin mantıksız mâcerasını da emperyal çıkar emellerine âlet etme peşinde.

En son Saakaşvili’nin, Bush politikalarını sürdürmeyi amaçlayan Cumhuriyetçi Amerikan Başkan adayı Jhon McCain’in, kampanyasını desteklemek için Bush’un yardımcısı Dick Cheney tarafından Güney Osteya’ya saldırtıp savaşa zorlandığı haberleri, bunun açık ifâdesi. Güney Osetya’ya saldırı tertibinin, Bush’un yolundaki McCain’e oy kazandırma oyunu olduğu söylentileri bunun göstergesi…

Anlaşılan ABD, 5 Kasım’da Beyaz Saray Oval Ofis’te Bush’la Erdoğan arasında varılan ve bir ay sonra Gül’ün Cumhurbaşkanı olarak ilk Amerika ziyareti ile te’yid edilen “görüşme”de deklâre edilen “stratejik ortaklığın” bedelini pahalıya satıyor.

Bundandır ki, Kuzey Irak hava operasyonlarındaki “istihbarat paylaşımı”nın karşılığını Ankara ödeye ödeye bitiremiyor…

ABD, tıpkı İsrail’le birlikte kontrolündeki Kuzey Irak’ta teröristleri himâye edip eğitmesi, bizzat terörist başının kardeşinin açıklamasıyla, örgüte başta ağır ve hafif silâhlar olmak üzere para, sağlık hizmeti ve malî yardım sağlaması misâli, Saakaşvili kabinesinde biri Savunma diğeri toprak bütünlüğünü sağlamakla görevli iki İsrailli bakanın ikrarıyla, güdümündeki Gürcistan yönetimine savaşması için destek vermekle kalmıyor.

Ve Saakaşvili’yi tahrikle tırmandırılan Gürcistan – Rusya krizi üzerinden Kafkasya ve Hazar havzası enerji kaynakları ve hatlarını elde etmek için Karadeniz’e konuşlanma plânını devreye sokuyor. Bunun için her şeyi göze alıyor…

“KAFKASYA İSTİKRAR VE İŞBİRLİĞİ PAKTI”NIN ÖNEMİ…

Kısacası Türkiye’nin bölgede bağımsız ve şahsiyetli politikasına bizzat “stratejik müttefiki” tarafından takoz konuluyor; komşularıyla karşı karşıya getirip ilişkilerini bozuluyor; manevra alanlarını kapatıp “Amerikan rotası”na mahkûm kalmasını plânlı bir biçimde dayatılıyor.

Başta Rusya ve Gürcistan olmak üzere en son Azerbaycan’ın ve hatta Ermenistan’ın olumlu bulup destek verdiği ve Türkiye’nin öncülük ettiği Kafkasya’nın barış ve refah merkezi olmasını esas alan “Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Paktı”na burun kıvırıyor, Türkiye’nin vazgeçmesini dayatıyor. Sırf uğruna ülkeleri işgal ettiği okyanuslar ötesindeki “çıkarları” zedelenebilir endişesiyle…

Ankara’nın böyle bir “stratejik müttefik”e ihtiyacı var mı? AKP siyasî iktidarının bu sâdece kendi çıkarını düşünen müttefik uğruna dış politika tonajını düşürmeye, komşularıyla ilişkilerinin bozulmasına değer mi?

Ankara’dakiler iyi düşünmeli ve kararlı olmalı...

24.08.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Toplu sözleşme olacak mı?



2.5 milyona yakın kamu çalışanını-aileleri birlikte 6-7 milyon-yakından ilgilendiren toplu görüşmelerin üçüncü turu yarın yapılacak. Memurların gözü bu görüşmelerde. İlk iki görüşmede malî ve sosyal haklar konularına girilemezken, geçmiş yıllarda mutabakat altına alınan, ancak uygulanamayan kararlar ile sendikal ve demokratik haklar görüşülebildi.

Memurların haklarını savunan üç memur konfederasyonu, bu yıl da tek vücut olamazken, memurların hakları konusunda ortak bir noktada buluşamadılar. Kamu-Sen 7, Memur-Sen 3, KESK ise bir hizmet kolunda masaya oturuyor. Ancak, KESK daha başından görüşmelere katılmama kararı aldı. İlk görüşmede masada 5 dakika oturduktan sonra kalktı. Ancak, şu da var: Bu birliktelik sağlansa dahi, görüşmelerin sonucunu nihayetinde hükümet belirliyor. Memurların isteklerini hükümet isterse yapıyor, istemezse yapmıyor.

Görüşmelerin 30 Ağustos’a kadar tamamlanması gerekiyor. Anlaşma sağlandığı takdirde, taraflar arasında mutabakat metni imzalanıyor ve Bakanlar Kuruluna sunuluyor. Anlaşmazlık durumunda ise, Yüksek Hakem Kurulu Başkanı ve 4 öğretim görevlisinden oluşan Uzlaştırma Kurulu devreye giriyor. Kurulun 5 gün içerisinde vereceği karara tarafların katılmaları halinde, sonuç mutabakat metni olarak Bakanlar Kuruluna sunuluyor.

Bu durumun değişmesi için toplu görüşme geleneğinin toplu sözleşme olarak değişmesi ve grev hakkının sağlanması gerekiyor. Bunun içinde bazı kanunlar ve anayasada değişiklik yapılması gerekiyor. Her yıl AB Müktesebatına uyum sağlanabilmesi için bunun yapılacağı söyleniyor, ancak bu bir türlü gerçekleştirilmiyor. Geçen yıl da olduğu gibi, bu sene de toplu sözleşme ve grev hakkının verilmesi için anayasa değişikliği yapılabileceği söyleniyor. Bu senede konfederasyonlar bu konu üzerinde ısrarla duruyorlar. Ancak bir sonuç çıkar mı? Biraz zor görünüyor. Toplu görüşme yerine toplu sözleşme yapılması durumunda memurların eli daha sağlam olacak. Ne görüşülürse görüşülsün hükümet istediğini yapma konumunda olmayacak.

* * *

Bu yüzden de şu anda görüşmelerin “usulen” yapıldığı görüntüsü var. Pek çok sendika memurların “konu mankeni” durumuna düşürüldüğünü söylerken, kızgınlıklarını dile getiriyor. Çünkü konfederasyonlar ne derse desin sonunda hükümetin dediği oluyor. Bu seneki görüşmeler de bunu perçinledi adeta. Konfederasyonların yıllardan beri dillendirdiği “eşit işe eşit ücret” talebini hükümet daha görüşmeler başlamadan önce açıkladı. Bu da sendikaların elindeki önemli kozlardan birisini alınması anlamına geliyor. Konfederasyon şimdi hükümetin ilân ettiği “memur maaşlarında iyileştirme”nin arttırılması ya da daha da genişletilmesi için çaba sarfediyor. Hükümet bu adımıyla görüşmelere 1-0 önde başlamış oldu.

Kamuda maaş adaletsizliğini son verilmesi için hükümetin açıkladığı ek ödemenin pek çok çalışanı kapsamadığı için de sendikalar tepkilerini dile getiriyorlar. Memur sendikaları “Bu konu bizimle istişare edilseydi, şube müdürleri, sağlık çalışanları mağdur olmazdı” diye tepkilerini dile getiriyorlar. Sendikalar bunun “etik” olmadığı görüşünde birleşiyorlar.

Özetle, bu seneki görüşmeler konfederasyonların yıllardır ısrarla üzerinde durdukları “grevli toplu sözleşme” gerçekleşebilirse bundan sonraki görüşmelerin de bir anlamı olacak.

* * *

Burada hizmet kolunda yetkili sendika olan Diyanet-Sen’in geçtiğimiz yıllarda da ortaya koyduğu, fakat yıllardır bir türlü yapılmayan, “TCK’ da din görevlilerine yönelik yasaklar kaldırılmalı (dinî nikâh gibi), Anasol-M tarafından getirilen Kur’ân eğitimine getirilen yaş engeli kaldırılmalı, hastanelere din hizmeti sunulmalı, Türk Silahlı Kuvvetlerine ‘din subayı’ yeniden alınmalı” gibi taleplerine dikkat çekmek istiyorum. Konfederasyonların bu taleplerin artık yerine getirilmesi için ısrarcı olmaları gerekiyor.

* * *

Son olarak görüşmeler devam ederken memurların durumlarını ortaya koyan bir anketi aktarmak istiyorum. Kamu Çalışanları Hak Sendikaları Konfederasyonu’nun bin memurla yaptığı anket çalışması memurların durumunu gözler önüne serdi. Anket sonucuna göre, memurların yüzde 80’i her ay bankalara 250 YTL ile bin YTL arasında değişen oranlarda kredi taksiti ödüyor. Yani, memurlar borçla yaşıyor. İlgililerin dikkatine…

24.08.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Kuraklık ve Nurcular



20 Ağustos Çarşamba günü Lâhika sayfamızın “Risale-i Nur’dan iktibaslar” bölümünde “Kuraklık sebepleri” başlığı altında aktarılan pasajlardan birinde, şimdiye kadar üzerinde durulmayan, ama son derece önemli ve dikkat çekici bir nokta nazara veriliyordu:

“Anlaşılıyor ki, bu bahar fırtınasında iki haricî, iki dahilî dört cereyan, her biri bir maksada göre ve Nurcuların şevkine ve sa’ylerine ilişmek ve yüzlerini dünyaya ve siyasete çevirmek istemelerinden kuraklık başladı, inşaallah yakında ref’ olur.” (Emirdağ Lâhikası, 171. mektup, s. 395)

Tabiat hadiselerinin de sosyal olaylar gibi tesadüfî olmadığını her fırsatta vurgulayıp aralarındaki ilişki ve irtibatlara dikkat çekerken, bu bağlantıların özellikle manevî ihtilâtlarına her fırsatta işaret eden Bediüzzaman, bu meyanda birçok lâhikasında dile getirdiği bir hakikati bu cümlenin yer aldığı mektupta da ifade ediyor:

“Şimdiye kadar çok tecrübelerle, Risale-i Nur’un serbest intişarıyla belâların ref’i ve ona ilişmek ve susturulmakla belâların gelmesi sabit olmuş, hattâ mahkemede ispat edilmiş.” (a.g.e.)

Bu tesbitten hemen sonra gelen ve yazının başında aktardığımız cümlede dikkat çekilen hususların bilhassa içinde bulunduğumuz şu kritik dönemde çok dikkatli tahlil edilmesi gerekiyor.

Burada Üstad, ikisi haricî ve ikisi dahilî olmak üzere dört cereyanın, her birinin asıl maksatları farklı olmasına rağmen ortak bir hedef olarak Nurcuların şevkini kırıp hizmet için çalışmalarına sekte vurmak istediklerine dikkat çekiyor.

Bunun için başvurdukları yöntem de ilginç:

“Yüzlerini dünyaya ve siyasete çevirmek.”

Mektuptan anlaşıldığı kadarıyla, o zaman Nurcuların yüzlerini dünyaya ve siyasete çevirerek onların hizmetteki şevk ve gayretine ilişme taktiği hayli etkili olmuş ki, kuraklık başlamış.

Çünkü Âl-i Beyt misyonunun takipçileri olarak en önemli gayeleri insanların imanını ve ebedî hayatını kurtarmak olan, tamamen uhrevî amaçlı bir hizmete odaklanmaları ve ne olursa olsun bu hedeften sapmamaları gereken Nur talebeleri eğer nazarlarını dünyaya ve siyasete çevirir ve bu sebeple hizmetteki şevkleri kaybolur, gayretleri azalırsa, rahmeti celb eden en önemli sebeplerden biri ortadan kalkacağı için kuraklık başlar.

Emirdağ’da, muhtemelen 1940’lı yılların ikinci yarısında yaşanan bir kuraklık olayı üzerine yazılan bu mektuptaki tesbit ve uyarının ışığında bugünkü durumumuzu gözden geçirecek olursak acaba nasıl bir manzara ile karşılaşırız?

Son yıllarda şiddetini daha arttırarak umumî bir âfet görüntüsü veren kuraklık musibetinde, Nur talebeleri olarak bizlerin, çok sinsi yöntemlerle derunî âlemimize ve harîm-i ismetimize nüfuz etmeye başlayan dünyevîleşme tuzağından etkilenmemizin payını acaba sorguluyor muyuz?

Üstadın o mektubunda dünya ve siyaseti birlikte zikretmesi de manidar. Demek ki, nazarları uhrevî hedeflerden uzaklaştırıp dünyaya çeviren sebeplerin başında siyasetin aldatıcı cazibesi geliyor. Bugünkü tabloya bu açıdan baktığımızda ise, bilhassa iktidar siyasetinin cazibesine kapılarak, büyük ihtimalle farkında bile olmadan yüzünü dünyaya çevirme eğiliminin, şimdiye kadar görülmemiş boyutlara ulaştığını görüyoruz.

“Yüzünü dünyaya çevirmek” denildiğinde de, rahatla yaşayıp hayatın keyfini çıkarmak, dünya nimetlerinden daha fazla pay almak, zenginleşmek, iktidar gücünü paylaşmak... gibi her nefse her zaman cazip gelen tuzaklar önümüze çıkıyor.

Ardından da, farkına varılıp zamanında frene basılmadığı takdirde insanı çok farklı uçurumlara sürükleyebilecek bir sath-ı mailde, iktidar çekişmeleri; nimet-ganimet paylaşımı kavgaları; lüks, israf, şatafat gaileleri beraberinde geliyor.

Yaşadığımız kuraklık felâketinin manevî sebeplerini yine Risale-i Nur’daki diğer izahlar çerçevesinde araştırırken, işin bu boyutunu özellikle mercek altına alıp kendimizi gözden geçirmemiz ve hesaba çekmemiz gerekmiyor mu?

24.08.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır