"Gerçekten" haber verir 06 Eylül 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


S. Bahattin YAŞAR

İnsan, himmeti kadardır



Şu himmete bir bakın!

Hanımefendi 50’li yaşlarda. İlkokul mezunu. Çocuklarını da büyütmüş artık. Evde trafik yoğun değil. Beyefendi de emekliliğin tadını çıkarıyor. Ve böylece sürüp giden bir hayat serüveni.

Bu serüvenin konuşulacak çok boyutları var.

Hayat, içinde taşınan hedefiyle anlamlıdır. O hedefin de yüzünün nereye dönük olduğu önemlidir. İman sahibi insan için, öldükten sonrasına bir katkısı olmayacak hedefin, şevkin, heyecanın pek de bir anlamı yok.

Bu süreç şu an herkes için işliyor.

İlkokul mezunu, ama Arapça ve İngilizce

öğreniyor

Geçenlerde duydum, 50’li yaşlarda, ilkokul mezunu bahsi geçen hanımefendi, İngilizce ve Arapça öğreniyormuş. Hem de epeyce ilerletmiş.

Peki, derdi neymiş diyeceksiniz?

Hacca gidecekmiş.

Ee, ne âlâka?

Ne âlâkası yok ki, şu dil öğrenme amacına bir bakın. Hacta, farklı farklı ülkelerden gelen, farklı farklı diller konuşan Müslüman kardeşleriyle, İngilizce bilenlerle İngilizce, Arapça bilenlerle Arapça görüşüp, konuşacakmış.

Bu amaç, bu dilleri de sevdirmiş.

Ve gelen cümleler hanımefendinin kendisine ait:

“Hac, Müslümanların kongresi ise, bu kongreye ne götürüyoruz?

Kiminle, neyi konuşacağız?

Kur’ân hazinesi nur eserlerini, tanımayanlara nasıl tanıtacağız?

Kiminle nasıl selâmlaşacağız?

Nereden gelip, kim olduğumuzu, kime, nasıl anlatacağız?

Konuşmadan, görüşmeden, dertleşmeden kardeşlik yaşanır mı?

Onun için Nur talebelerinin, bu zamanda en az bu iki dili bilmesi lâzım.

Bu, hizmet için de, dünya işleri için de gerekli.

Artık asrın donanımlarından birisi de bu diller.”

Aydın insan deyince hatırınıza kim geliyor?

Nasıl efendim? Ben, bu düşüncelere, aydın insan düşünceleri diyorum. ‘Dar düşünceler, dar görüşler’e inat, ufku geniş mü’min düşüncesi, işte böyle olur.

Dil gibi araçları, doğru amaçlar için kullanmak işte budur.

Yıllarca dil okuyup ama kullanamayan, kurslarda dil öğrenip ama sınavı verdikten sonra unutan ‘yüksek diplomalıların’ kulakları çınlasın.

‘Kazanımlarını dâvâsı için kullanmak’ kavramı kime hitap ediyor?

Fakültelerdeki kazanımlarımız

neden hayatla iç içe değil?

Hedefi de himmeti de büyük, insanlardan alacağımız daha çok dersler var. Sadece hacta kullanmak amacıyla, iki dil öğrenmeye azmetmiş bir hanımefendi örneği, ibretle ele alınması gereken bir örnektir.

İçinizden ‘işte kahraman bu!’ dediğinizi duyar gibiyim.

Ben de öyle diyorum. Ama bir şey daha yapıyorum. Bu amaçla dil çalışmalarına çoktan başladım bile.

Peki, ilköğretimden üniversitelere kadar dil dersleri alan öğrencilerimize ve yıllarca kurslara gidip, ancak iki cümleyi bir araya getiremeyen, derdini bir insanla paylaşamayan eğitimcilerimize ne demeli?

Ne acı ki, bizim değişik alanlardaki pek çok profesörümüz bile, -pratik anlamda- bir yabancıya, yıllarca öğrendiği yabancı dille, derdini anlatma konusunda ciddî zorluk çekmektedir.

Bu sonuç, dile sadece akademik kaygı için çalıştıklarından mıdır acaba?

Kim bilir belki de.

O zaman, yabancı dile farklı anlamlar yüklenmeli ve hayata katılmalıdır. Yani hem akademik hayata vesile, hem de hayatı kolaylaştıran bir etken ve çok amaçlı bir kazanım gözüyle bakmalı ve öylece uygulanmalıdır.

İnsanı insan yapan faaliyetidir

Evet, insan faaliyetiyle anlamlıdır. Yıkıcı ve yapıcı olarak tezahür eden faaliyetler, insan hayatının da anlamını oluşturuyor.

Faaliyetin etkisi önce yapanda hissedilir. İçten dışa doğru, yapılan faaliyetin dalgaları oluşur. Bu dalgalar da, mutluluk ve neşe olarak tezahür eder. Bundandır ki insan için hayat, faaliyet ve hareketten ibarettir.

Faaliyetin küçüklüğü ve büyüklüğü de kişiden kişiye değişecektir. Durumu, imkânı, şartları ne olursa olsun insan, sahip olduklarını kullanma faaliyetiyle imtihandadır. Hasılı insan, himmetiyle anlamlıdır. Hazret-i Peygamber’in (asm), ‘Ümmeti! Ümmeti’ yakarışıyla, ümmetinden bir tek ferdin bile Cennete girmemesi karşısında, cenneti de istemeyen bir himmet yansıması asırlara hep örnek olmuştur.

Hazret-i Ebubekir’in, ‘Ya Rabbi! Cehennemde benim vücudumu öyle büyüt, öyle büyüt ki, ehl-i imana yer kalmasın’ yaklaşımı, tam bir iman yansıması olarak tarihe geçmiştir.

Yine Bediüzzaman’ın, “Kur’ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.” cümleleri, harika birer himmet yansımasıdır.

Kimin himmeti yalnız nefsi ise; o insan değil

Evet, insan içinde taşıdıklarıyla insandır. Taşıdığı yürekle insandır. Ve insan, himmeti kadardır. Düşüncesinde, davranışında ve gayretinde bütün bir milletin varlığını taşıyan, onların hukukunu dikkate alan ve onlara karşı kendisini manevî olarak sorumlu hisseden insan, büyük insandır.

Onun için denmiştir ki, “..bir adamın kıymeti, himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise o kimse tek başiyle küçük bir millettir…”

Menfaat-ı şahsiyesine hasr-ı nazar edenin, insanı insanlıktan çıkaracağına dikkat çekilen metinde, böyleler için, masum olmayan cani bir hayvan tanımlaması yapılmaktadır. “Yâni: Kimin himmeti yalnız nefsi ise; o insan değil. Çünkü: İnsanın fıtratı medenîdir, ebnâ-yı cinsini mülâhazaya mecburdur. Hayat-ı ictimaiye ile hayat-ı şahsiyesi devam edebilir. Meselâ: Bir ekmeği yese, kaç ellere muhtaç. Ve ona mukabil o elleri mânen öptüğünü ve giydiği libasla kaç fabrikayla alâkadar olduğunu kıyas ediniz... Menfaat-i şahsiyesine hasr-ı nazar eden, insanlıktan çıkar, mâsum olmayan câni bir hayvan olur. Birşey elinden gelmese, hakikî özrü olsa, o müstesna!” Tarihçe-i Hayat, s: 88.

İnsan himmeti kadardır

Hutbe-i Şamiye’de ifade edilen hastalıklardan altıncısı: “Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek” olarak geçmektedir.

Bu, bireysel, toplumsal ve hatta âlem-i İslâm açısından da ciddî bir hastalıktır.

O zaman himmeti yüksek tutmak ve İslâmiyet milliyeti olarak hedefleri yükseltmek ehl-i himmetin bir şe’ni olsa gerektir.

Dâvâsı büyük olanın, amacı da büyük olacaktır.

Şimdi, 50’li yaşlarda, iki dil öğrenmeye kalkan himmeti büyük kahraman hanımefendinin derdini daha iyi anlıyorum.

Himmeti büyük olanın gayreti de, ganimeti de büyük olacaktır.

Evet, insan, himmeti kadardır.

06.09.2008

E-Posta: [email protected]




Saadet BAYRİ

Duygularım kayboldu



Sürgüne yolladım, bu gece bütün duygularımı.

Bütün duyguların başını, bir duygu için yaktım.

Uslanmaz bir his uğruna, yine kendimi, kendimle bağladım.

Kaç zamandır ses çıkmadı, bir şey mi geldi başlarına?

Meraklandım, aradım; yoktu kimsecikler ortada.

Bir sürgün gibi, nereye gittiler bensiz?

Oysa vefalı dost, yalnızlık…

İlk köşede çıktı karşıma.

Gidememiş bir türlü bırakıp.

Pişman olacağımı biliyormuş.

Hemdert düştük yollara, aradık sürgün ettiklerimi…

Ağlarken bulduk hüznü, birkaç sokak ötede.

Elinden tutup nemli gözlerine sürme çektik.

Sessiz sedasız kucaklaştık.

Kıskançlık geldi sonra, tahammülsüz bakışlarla gözden kayboldu.

Sabır koştu itirazsız, sataşan aceleciliğe aldırmadan…

“Kimsecikler yok mu daha?” derken,

Aşkı bulamadık…

Her faydasız arayışın kıyısında yolumuz acıya çıktı.

Acıya dayandık her vahşi dalganın sesinde.

Özlemdi kapımızı çalan her gündoğumunda…

Her günbatımında suskun bakışlardı konuşan…

Kelimeler bir bir intihar ederken dilimizde,

Bulamadığımız, mutluluktu ufukta.

Arıyoruz hâlâ…

Ses yok, seda yok…

Kaç zaman oldu gelen de yok.

Haber yolladık umuda

Kuşlardan o sihirli müjdeyi bekledik.

Nergis olduk yollarda, gözlerimiz şehla

Ey mutluluk! Bekliyoruz…

Hâlâ !

Haberin olsun!...

06.09.2008

E-Posta: [email protected]




Habib FİDAN

Devamsızlıktan kalanlar



Yahya Kemal, “Atik Valde’den İnen Sokakta” şiirinde Ramazan hayatının hâkim olduğu yaşantılara ait gözlemlerini oldukça güzel ve ibretli bir üslûpla ifade eder. Şâir iftardan önce gittiği Âtik Valde’yi, önce, “Kaç def’a geçtiğim bu sokaklar, bugün yine / Sessizdiler. Fakat Ramazan mâneviyyeti / Bir tatlı intizâra çevirmiş sükûneti” mısralarıyla uhrevî bir hava içinde gözlemler. Onun gözünde, o âlem sanki uhrevî bir köşe olup çıkmıştır. Nitekim, “Semtin oruçlu halkı, süzülmüş benizliler / Sessizce çarşıdan dönüyorlar birer birer / Bakkalda bekleşen fıkarâ kızcağızları / Az çok yakından sezdiriyor top ve iftarı” mısraları, bizi adım adım bu tablonun içine sürükleyen dümtek sesidir âdeta. Evet bu mısralar, “Meydanda kimse kalmadı artık bütün bütün / Bir top gürültüsüyle bu sâhilde bitti gün / Top gürleyip oruç bozulan lâhzadan beri / Bir nurlu neş’e kapladı kerpiçten evleri / Yâ Rab nasıl ferahlı bu âlem, nasıl temiz!” mısralarının birer habercisidir artık.

Şâir bu ferahlı âlemi temaşa eder etmesine; ama bir şey eksiktir kendisinde: Oruç… Dolayısıyla kendisini yalnız ve gurbette kalmış gibi hissederken, “Tenhâ sokakta kaldım oruçsuz ve neş’esiz / Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamı / Hadsiz yaşattı rûhuma bir gurbet akşamı” mısraları dökülüverir. Yalnız Yahya Kemal de “devam” fikrinin cemiyete karışmakla ve ana gövdeye iltihakla olabileceğini ve mazi-hal-istikbâl dengesinde insanı boşluktan kurtaracak “devam fikri”nin böyle gerçekleşeceğini bildiğinden, “Bir tek düşünce oldu tesellî bu derdime / Az çok ferahladım ve dedim kendi kendime / Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür / Madem ki böyle duygularım kaldı, çok şükür” mısralarıyla teselliyi bulabilen şahsiyetlerdendir. Bir bakıma, yapmasa da saygı duyan ve cedlerinin dinî inançlarını, vaktiyle kaybettiği kendisinden bir parça olarak görebilenlerden…

Evet, ıztıraplıdır ve kendisi ile ana gövde arasında bir kopukluk yaşandığının farkında; ama karşısında yanan bir kandilin rehberliğinde yürüyen kervanı küçük görmek, yeri geldiğinde hakaret etmek, hatta ve hatta yobaz olarak görmek gibi bir yanlışlığa asla düşmemiş; olabildiğince bu kervanın eteğine tutunmaya çalışmıştır. Zira bilir ki, bu kervan kin, nefret ve karanlıkların kervanı değil; ne olursa olsun insaf ve şefkat kandilinin aydınlattığı bir kervandır. Nitekim Ezansız Semtler’de gittiği bir bayram namazında yaşadıklarını şöyle belirtir: “O sabah o Müslümanlığa az aşina Büyükada’nın o küçücük camii içinde, şafakta aynı milletin ruhlu bir cemaati idik. Namazdan çıkarken kapıda âyândan Reşid Akif Paşa durdu. Bayramlaşmayı unutarak elimi tuttu: ‘Bu bayram namazında iki defa mes’udum. Hamdolsun sizlerden birini kendi başına camiye gelmiş gördüm! Berhudar ol oğlum, gözlerimi kapamadan evvel bunu görmek beni mütesellî etti!’ dedi.”

Peki nedir şâiri bu kadar mutlu eden? Ve bulunduğu cemaat içinde kendisine “aynı milletin ruhlu bir cemaati” “cedlerin mağfiret iklimi” fikrini aşılayan sebep ne ola? Çok açık… Âidiyet hissi… Belki de ortak şuurdan kopuşun ortaya çıkaracağı şuursuzluktan kaçış psikolojisi… O yüzdendir ki, Yunus Emre yeni yeni keşfedildiğinde, bir mücevher bulunmuş gibi devrin (bilinçli) aydınları Yunus’a sarılmakta gecikmediler. Çünkü geçmişin uhrevîliğinden kalma sızıntılardı cezbeden onları. O sızıntılar ki, cedlerin mağfiret ikliminden oluşan kendi gökkubbemizden başka bir şey değil…

Ben bunları düşünürken ve Ramazan ayının etkisiyle ebediyet (devam) gibi bir hakikate vasıl olma gayretinin verdiği ürpertiyi iliklerime kadar hissederken, arkadaşlarının tuttuğu orucu hiçe sayıp elindeki suyu midesine lıkır lıkır indiren ve ardından kahkahayı patlatan biri dikkatimi çekiyor. “Kişi kendi günahını yüklenir ve oruç tutup tutmamak gibi bir tercihi var” diyeceğim; ama öte yandan gittikçe aidiyet hissinden yoksun olanların, nurlu ve mübarek bir kandilin izinden asırlardır bir devam hâlinde yürüyen kervanı pervasızca incitmekten duydukları yabanî hazza ne demeli, onu bilemiyorum…

06.09.2008

E-Posta: [email protected]




M. Ali KAYA

Âyete'l-Kürsî



Kürsî; kelime olarak taht ve koltuk, yani oturduğu ve hâkim olduğu ve hükmettiği yer; mecâzî anlamı ile güç ve hâkimiyet anlamına gelmektedir. Allah’ın kürsîsi, hüküm ve hâkimiyetini sembolize eder. (Bakara, 2:255)

Yüce Allah’ın hüküm ve hâkimiyeti o derece mükemmeldir ki, yedi semâ ve onun misli olan arz, bir kalkanın içine atılan bir dirhem gibi kalır. Aynı şekilde Allah’ın arşı içinde kürsînin durumu da bir çöle atılan bir yüzük gibi kalır. (İbn-i Kesir, Tefsir, 1:309) Nitekim “Âyete’l-Kürsî” âyetinde “Kürsînin sema ve arzdan daha geniş olduğu” ifade edilir. Buna göre Allah’ın ilmi, hükmü ve hâkimiyeti her şeyi kuşatmıştır.

Yüce Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’de ifade ettiği “Kürsî”, “Yed”, “Arş” gibi ifadeleri maddî birer cisim olarak anlamak doğru değildir. Bu terimler Kâbe’ye “Beytullah”, yani Allah’ın evi demek gibi mecaz ifade eder. Yüce Allah’ın “Tenezzülât-ı İlâhiye” tâbir edilen insanların anlayışına göre kendi hüküm ve hâkimiyetini anlatmak için buyurduğu ifadelerdir.

Bakara Sûresi’nin 255. âyetinde; yüce Allah’ın hüküm ve hâkimiyetinin yüceliği, varlıkların ona itaati ve onun varlıklar üzerindeki hüküm ve hâkimiyeti, hiçbir şeyin Onun izni ve şefaati olmadan hareket edemeyeceği, hüküm ve hâkimiyetinin her şeyi kuşattığı ve her şeyin onun bilgisi ve tasarrufu ile olduğu, bütün işlerin Onun kudreti ile gerçekleştiği, her şeyin hıfz ve himayesinin Ona ait olduğu ve bütün bunların Ona çok kolay olduğu, Onun ise her şeyden yüce olduğu anlatılmaktadır. Yüce Allah’ın ulvî sıfatlarından ve kâinattaki hüküm ve hâkimiyetinden bahsettiği için Peygamberimiz (asm) bu âyete “Âyete’l-Kürsî” ismini vermiş, her zaman okunmasını istemiş ve her namazdan sonra okunmasını da emretmiştir.

Sahabelerden biri bir gün Peygamberimize (asm) “Kur’ân’da bulunan en faziletli âyet hangisidir?” diye sormuş, Peygamberimiz (asm) “Âllah’u Lâilâhe illâ huve’l-Hayyu’l-Kayyûm…” buyurmuşlardır. (Müslim, Müsafirîn, 258; Ebû Dâvûd, el-Huruf ve’l-Kiraa, 35; Ahmet b. Hanbel, 5:142) Yine “Kur’ân’da en faziletli âyet Âyete’l-Kürsî’dir, bu âyet hangi evde okunursa oradan şeytan kaçar” (Tirmizî, Fezâilu’l-Kur’ân, 2) buyurarak bu âyetin okunduğu ve anlamının bilinerek buna göre hareket edilip Allah’a sığınıldığı yerde şeytanın ve fikirlerinin barınamayacağını ifade etmişlerdir.

Bu yüce âyet, yüce Allah’ı, kâinatı idare eden ve her şeyi koruyan, hıfz ve himaye eden sıfatları ile tanıtarak, Allah’ın kâinatı bir hane ve bir bahçe gibi idare ettiğini anlattığı için Peygamberimiz (asm) bu âyete “Âyetü’l-Kürsî Kur’ân âyetlerinin şâhıdır” (Tirmizi, Fedailu’l-Kur’an, 2) buyurmuştur.

Yine ilmin başı ve hakikati Allah’ı kemal sıfatları ile tanımak ve her şeyin onun idare ve tasarrufunda olduğunu bilmek ve iman etmek olduğu için bu âyeti bilen Ka’b b. Ubey’in (ra) göğsüne sevinçle vurarak “Ey Ebu Münzir! İlim sana kutlu olsun” buyurmuşlardır. (Ebû Davud, Vitr, 17)

“Âyete’l-Kürsî”, bizlere “Tevhid Hakikati”ni ders vermektedir. Tevhidin sembolü olan “Lâ İlâhe İllallah” kelime ve kelâmının hakikatini ve anlamını bu âyet çok güzel izah etmektedir. Bu da yüce Allah’ın “Hayy”, “Kayyum”, “Aliyy” ve “Azîm” isimleri ile anlatılmaktadır. “Hay” ve “Kayyum” ile başlayıp “Aliyy” ve “Azîm” ile bitmesi de araştırılmaya ve anlaşılmaya değer. Demek yüce Allah’ın kâinattaki hâkimiyeti ve hükmetmesi, daha ziyade bu esmâ ile ilgilidir. Sonuçta ise her şey “Lâ ilâhe illa hû” diyerek Onun birliğine teslim olmaktadır.

Gerçekten de düşünüldüğü zaman kâinatta herşey hayata hizmet etmektedir. Bediüzzaman Hazretlerinin 30. Lem’ada izah ettiği İsm-i Hayy bahsi ve hayatın devamını sağlayan “Kayyum” isminin kâinattaki tasarrufu, kâinatta yüce Allah’ın idare ve tasarrufunun mükemmel şekilde işlediğini göstermektedir. Hayatı veren ve hayatın ihtiyaçlarını karşılayan ve hayatı devam ettiren yüce Allah’ın, bunu ne derece kolay ve rahat yaptığını herkes gözü ile görmektedir. Hayatın gayesi ise, hayatı veren yüce Allah’ı iman ile tanımak ve Ona ibadet ile itaat edip teslim olmaktır. Bu hakikati anlayan bir insan, elbette “Ayete’l-Kürsî”nin kalbine açtığı pencere ile yüce Allah’ın kâinattaki hüküm ve hâkimiyetini görecek, anlayacak ve “Lâ ilâhe İllallah” diyerek Ona teslim olacaktır.

06.09.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

AB’de yine rehavet



Anayasa Mahkemesinin AKP hakkındaki kararı belli olduktan sonra Cumhurbaşkanı Gül, kararın ardından açılan yeni dönemde demokratikleşme reformlarına ağırlık verilmesi ve demokraside ne eksiğimiz varsa tamamlanması gerektiğini söylemişti.

Dışişleri Bakanı Ali Babacan da “AB için artık düğmeye basıyoruz. ‘Duralım’ deme lüksümüz yok. Demokrasimizi AB standartlarına yükseltinceye kadar uğraşmamız gerekiyor” demişti.

Bu beyanın üzerinden iki hafta geçmemişti ki, Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, 3. AB Ulusal Programı taslağının Bakanlar Kurulunda gündeme geldiğini ve dört yıl içinde yapılacak reformların bu programda yer alacağını açıkladı.

Böylece, hükümetin neredeyse dört yıldır ara verdiği reformları tekrar hızlandıracağı izlenimi doğdu. Özellikle kapatma dâvâsının ve çıkan ihtar kararının doğurduğu ağır havayı dağıtıp ülkenin önünü açmanın başka yolu da yoktu.

18 Ağustos’taki Bakanlar Kurulu toplantısını takiben yapılan açıklamadan sonra beklenen, 3. program taslağının sür’atle işleme konulmasıydı.

Başmüzakereciliği de uhdesinde tutmaya devam eden Dışişleri Bakanının parti liderlerini tek tek ziyaret edip taslağı sunması ve eşzamanlı olarak taslak metninin ilgili kurumlarla sivil toplum kuruluşlarına gönderilmesi gerekiyordu.

Çiçek’in açıklamaları bu yöndeydi.

Ama akabinde öyle bir hareketlilik gözlenemedi. Bakanın parti liderleriyle randevuları günler sonrasına kaldı. “Hem bakanlık, hem başmüzakerecilik aynı anda götürülemiyor; müzakereleri yürütme işi başka birine devredilsin” görüşüne hak verdiren bir gecikme yaşandı.

Bakalım, kapatma dâvâsı sürecinde gündeme gelen ve hâlâ beklenen kabine revizyonu yapılırsa, bu talebin gereği de yerine getirilecek mi?

Bu arada, 18 Ağustos’taki Bakanlar Kurulu toplantısının ilginç ve düşündürücü ayrıntıları da sızmaya başladı. Buna göre, 3. ulusal programda yıl sonuna kadar sonuçlandırılması öngörülen düzenlemelerle ilgili takvime en başta Başbakan itiraz etmiş ve Babacan’ı “fırçalamış.”

Takvimdeki maddelerin bir kısmı için “Bunlar bizim programımızda yok. Bu kadar kısa sürede çıkarılmaları da mümkün değil” demiş.

Diğer bazı bakanlar da Başbakanın bu tavrından cesaret aldıkları için olmalı, kendi alanlarına giren konularla ilgili benzer itirazlarda bulunup “Yıl sonuna kadar yetiştiremeyiz” demişler.

Eğer bu haberler doğruysa, AKP hükümetinin bunca olup bitene rağmen AB sürecinin önem ve ciddiyetini ya kavrayamadığı, ya da bilerek ve isteyerek ipe un sermekteki ısrarını koruyup devam ettirdiği sonucuna varmak yanlış olmaz.

Anlaşılan o ki, Dışişleri Bakanı işinin yoğunluğu sebebiyle gereğini yerine getiremese de, durumun ciddiyetinin farkında; ama Başbakan başta olmak üzere, bir kısım kabine arkadaşları hiç o havada değiller ve “eski tas eski hamam” rehavetini terk etmemekte kararlı görünüyorlar.

Başbakanın geçen hafta sonundaki ulusa sesleniş konuşmasında AB katılım sürecini “önümüzdeki dönemde dikkatlerimizi yoğunlaştırmamız gereken konulardan biri” olarak nitelerkenki eda ve tavrı da bu isteksizliğin tezahürü.

Eğer bu konuda ciddî ve kararlı bir duruşun sahibi olsaydı, AB süreci için “dikkatimizi yoğunlaştırmamız gereken en önemli konu” demesi ve ona göre davranması gerekmez miydi?

İçeride ve dışarıda eşzamanlı olarak ilgilenilmesi gereken başka önemli konular da olabilir.

Nitekim var. İçeride sosyal ve ekonomik konular, dışarıda da özellikle Kafkasya ve Ortadoğu’daki gelişmeler sürekli ve dikkatli bir takip gerektiriyor. Ama bunların hiçbiri, AB reformlarında dört senedir gözlenen ihmalin bundan sonra da sürdürülmesi için bahane oluşturamaz.

Tam tersine, AB sürecine ne kadar sıkı şekilde sahip çıkılırsa, diğer alanlardaki çetrefilli ve zorlu sorunların çözümü de o derece kolaylaşır.

06.09.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Oruç günahlara karşı kalkandır



*İsim belirtmeyen okuyucumuz: “Oruç günahlarınıza karşı kalkandır” hadisini açıklar mısınız?”

Biz kendimizle savaş halindeyiz, vesveselerimizle savaş halindeyiz, nefsimizle savaş halindeyiz, rahat sever duygularımızla savaş halindeyiz, şeytanımızla savaş halindeyiz.

Bin bir türlü câzibe boyutuyla günahlar, nefsimizin hâin bakışlarına gülümseyen gurur, kibir, başkasından üste çıkma, başkasını hor görme, kıskançlık, başkasının zararına da olsa hasis menfaatimizi kollama ve gözetme, bencillik, enâniyetini yüceltme, kendini kusurlardan berî bilme, başkasını noksanlıklarla mâlûl görme, ölümü başkasına verme, yokluğu ve yoksulluğu başkasına verme, aşağı sınıflara merhameti unutma, riyâ, gösteriş ve daha nice olumsuz davranış örnekleri bizi tehlike ağına sarmak ister çoğu zaman.

Ramazan-ı Şerif’teki farz oruç gibi bir arınma vesîlesi olmasaydı, bütün bunlar gibi hiç farkında bile olmadığımız binlerce kusurdan, eksiklikten, ârızalardan, günahlardan, vesveselerden ve desiselerden nasıl kurtulabilecektik? Hangi şey bize kalkan olacaktı?

Ağlayan bir yetimi gördüğümüzde, sızlanan bir yoksula ulaştığımızda, acı çeken bir dertli ile yüz yüze geldiğimizde, ihtiyaç sahibi bir insanla karşılaştığımızda, onun haliyle halleşip, onun derdini dinleyip, ona eğilip, elimizden geldiğince ona yaklaşıp, onu mutlu ediyor muyuz, onu sevindirebiliyor muyuz?

İnsan aç kalmadığında tokluğun kıymetini, susuz kalmadığında suyun değerini bilmez. Lezzetlerden mahrum kalmadığında, lezzetlere değer vermez.

Oruç; nefsi terbiye eden, nefsi günahlara karşı gemleyen, büyüklenmek ve gurur gibi rezîl duyguların yersizliğini ve kabalığını tam bildiren, insanların kendisine ancak dost ve kardeş olduklarını hissettiren, insanı tövbeye sevk eden, insanın günahlarını ermiş bir ağacın meyveleri gibi döken ve bağışlanmasına vesîle teşkil eden eşsiz bir ibâdettir. Peygamber Efendimiz (asm) bundandır ki, “Oruç kalkandır. Günahlara karşı siperdir” 1 buyurmuşlardır.

Demek, oruç kalkanını elde eden geçmiş günahlardan bağışlanır, gelecek günahlardan korunur, hatâlardan muhafaza edilir, kötü duygularından arınır, iyi huylar kazanır; hem Allah’ın tam bir kulu, hem de ehl-i îmânın tam bir kardeşi olur.

***

*İsim belirtmeyen okuyucumuz: “Oruç için niçin, nasıl ve ne zaman niyet yapmalıyız?”

Niyet, o ibadeti veya ameli ne için yaptığımızın kalbimizdeki “izahıdır”. Meselâ perhiz yapmak için aç kalırsak, perhiz yapmış oluruz. Niyetimizdeki ne ise, Allah’tan onu buluruz. İyi bir perhizle şişmanlıktan kurtulmak veya bir kısım hastalıklardan şifa bulmak isteyebiliriz. Bu durumda perhiz bizim için şifâ kaynaklarından birisi olabilir. Allah dilerse şifa verir.

Ama perhiz niyetiyle oruç tutmuş olmayız. Oruç tutmak için, “Allah rızasını gözeterek oruç tutmaya niyet” etmemiz lâzım. Oruç aynı zamanda perhizi de kapsayabilir ve beklediğimiz şifayı oruçla da elde edebiliriz; ama niyetimiz oruç olduğu için, evvelemirde ibadet yapmış oluruz.

Niyet bir bakıma, tutulan oruç için Allah’tan rıza, feyiz, bereket, rahmet, mağfiret ve sevap ummak demektir. Bu da İnşallah geçmiş günahların bağışlanmasına vesile olur, yeni günahlara da kalkan olur. Öyleyse Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle niyet, önemli bir iksirdir ki, adî bir harekete ibadet niteliği kazandırır; görünüşte ibadete benzeyen bir davranışı da adî bir harekete çevirir.

Oruç için niyet, kişinin oruç tutacağını bilmesi ve oruç tutmaya karar vermesinden ibarettir. Oruç için sahura kalkılması, oruç için sahurda bir bardak su içilmesi veya oruç için sahurda bir lokma bir şeyler yenilmesi de niyet yerine geçer. Ayrıca dil ile de niyet edilebilir. Dil ile niyet edileceği zaman şöyle denir: “Niyet ettim Allah rızâsı için yarınki Ramazan orucunu tutmaya.”

Ramazan-ı Şerifte her gün için ayrıca niyet edilmelidir. Çünkü her günün orucu müstakil bir ibadettir. Niyet edilmeyen gün oruç tutulmamış demektir; oruç tutulmadığında ise bozulan bir niyet olmadığı için, kefâret gerekmez. Ancak, o günün kazâsı daha sonra bire bir yapılır.

Niyet sahur vakti yapılabileceği gibi, o günün en geç kuşluk vaktine kadar da yapılabilmektedir. Ancak bu vakitten sonraya niyet bırakılmaz. En geç kaba kuşluk vakti niyet yapmak için de, o ana kadar oruç bozacak davranışlardan uzak bulunmak lâzımdır. Yoksa niyet geçersiz olur.

Oruca niyet etmenin en erken vakti, gün batımından sonra başlar. Niyet için en hayırlı ve efdal vakit ise sahur vaktidir.

06.09.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Ebediyete uzanan hayat



MÜ'MİNİN hayatı sadece şu kısacık dünya hayatından ibaret değildir. Onun öyle mânevî bir hayatı vardır ki dünyanın kuruluşundan başlayıp kıyamete, hatta ebedî hayata kadar devam eder.

Dünya ise ebedî hayat yolculuğunda bir misafirhane, bir konak yeri, bir otel değil midir? Ruhlar âleminden başlayan yolculuğumuzda burada—Yunus Emre’nin ifadesiyle—göz kırpması gibi kısa bir süre kalır, yolumuza devam ederiz. Kabir istasyonu ve bekleme salonundan sonra Mahşer, Mahkeme-i Kübra, Mizan, Sırat derken son durak, aslî vatanımız olan Cennete uçup gideriz. Selâmet, esenlikler diyarıdır Cennet ve Allah bizleri bu selâmet yurduna dâvet eder.1 Dünyada örneklerini, nümunelerini gösterdiği nimetlerinin asıllarını, menbalarını ikram edecek orada.

Peygamberler dâhil herkesin geçtiği genel bir cadde var bu yolculukta. O da ölüm. Genç ihtiyar, makamlı makamsız ayırt etmiyor. Görünüşü çirkin, ürkütücü ölüm aslında göründüğü gibi korkunç değil. İman gözlüğüyle bakıldığında o da güzel ve sevimli.

Çünkü ölüm şu sıkıntılı, ıztıraplı dünyadan kurtuluş, mutluluklar diyarı olan Cennete gidiştir. Dost ve sevgililere bir kavuşmadır.

Ölümün yaratılmasında daha nice hikmetler var. Kur’ân, imtihan maksadıyla yaratıldığını bildiriyor ölümün de, hayatın da. Bu sûretle kimin daha güzel amel işlediği ortaya çıkacak.2 Ayrıca, “And olsun ki Biz sizi bir takım korkular ve açlıklarla ve mal, can ve ürün eksikliğiyle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele! O sabredenler ki başlarına bir mû’sibet geldiğinde ‘Biz Allah’ın kullarıyız; sonunda yine O’na döneceğiz’ derler” 3 buyuruluyor.

Evet, imtihan olunuyoruz. Bu imtihan bazan mal, bazan can, bazan evlât, bazan da sevdiklerimizle ilgili olacak. Allah Resûlü (asm), kızı Zeyneb’in oğlu vefat ettiğinde gözyaşlarını tutamıyor, kızına, “Veren de, alan da Allah’tır. Allah katında her şeyin belli bir vakti vardır” buyuruyor ve sabretmesini, Allah’tan ecir beklemesini istiyordu. 4

Bu sabrın ecri ise bir hadis-i şerifte şöyle bildiriliyor: “Allahü Teâlâ buyurur ki: ‘Bir mü’min kulumun dünyada sevdiği birini aldığım zaman sabredip Allah’tan ecrini beklerse mükâfatı Cennettir.’” 5

Evet, sabretmenin mükâfatı Cennet. Vefat eden de yakınlarıyla birlikte ebediyyen Cennette birlikte olacak.

Bunlar, mü’minin başına gelebilecek böylesi mû’sibetler karşısında imanın kazandırdığı en büyük teselli kaynağı, en önemli ümit ışığı.

Konuya İnşaallah yarın devam edelim.

Dipnotlar:

1- Yunus Sûresi: 25.

2- Mülk Sûresi: 2.

3- Bakara Sûresi: 155-156.

4- Riyazü’s-Salihîn ve Terc., I:56 (Hadis no: 29; Buharî ve Müslim’den)

5- A.g.e., (Hadis no: 32; Buharî’den).

06.09.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

İftiracı polisin başına gelenler



Tarihçe–i Hayat isimli eserin "Emirdağ Hayatı" bölümünde, Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadelerine rastlıyoruz: "...Kànun nâmına kànunsuzluk eden o zâlimler, asıl suçlu onlar olması gibi, öyle bahaneleri aradılar; işitenleri güldürecek ve hakperestleri ağlattıracak iftirâları ve uydurmalarıyla ehl–i insafa gösterdiler ki, Risâle–i Nur’a ve şâkirtlerine ilişmeye, kànun ve hak cihetinde imkân bulamıyorlar, dîvâneliğe sapıyorlar. Ezcümle: Bir ay bizi tecessüs eden memurlar, birşey bahane bulamadıklarından, bir pusula yazıp ki, 'Said’in hizmetkârı bir dükkândan rakı almış, ona götürmüş'; o pusulayı imza ettirmek için hiç kimseyi bulamayıp, sonra yabânî ve sarhoş bir adamı yakalamışlar, tehditkârâne 'Gel bunu imza et' demişler. O da demiş: 'Tövbeler tövbesi olsun, bu acîb yalanı kim imza edebilir?' Onları, pusulayı yırtmaya mecbur etmiş." (476)

Üstad Bediüzzaman'ın eserinde bahsetmiş olduğu bu hadise, 1947 yılı sonlarında Emirdağ ilçesinde yaşandı. Pusulayı yazan kişi, sivil giyinmiş Salih isminde bir casus polis. Pusulayı imzalattırmak istediği yabanî ve sarhoş ise, Emirdağ'da "Öldümoğlu" lâkabıyla tanınan bir şahıstır.

1946 seçimlerinde, Afyon'da Demokrar Parti kazanmıştı. Hiddete gelen hükümet, buradaki hemen bütün memurları baştan aşağıya değiştirdi. Buraya Üstad Bediüzzaman'a isteyerek zarar verebilecek yeni memurlar atandı.

İşte, bu memurlardan üç kişi özel olarak seçilerek, 1947 yılı Aralık ayı ortalarında Emirdağ'a casusluk yapmaları maksadıyla gönderildi. Otele yerleşen Abdurrahman, Hasan ve Salih isimli bu memurlar, soranlara kendilerini elektrik teknisyeni olarak tanıttılar. Talimat böyleydi. Deşifre olmaları halinde, bunu hayatlarıyla ödeyeceklerdi.

Ne var ki, onların gelişini rüyâ âleminde gördüğünü (bilâhare mahkemede) ifade eden Üstad Bediüzzaman, gözetleme yapmak için gidip oturdukları kahvehaneye bir talebesini göndererek yanına çağırır. Hasan isimli polis gider. Ancak, sorulan sorulara doğru cevap vermez, polis olduklarını inkâr eder. Hatta "Hocam, dört tarafımı Kur'ân çarpsın ki, biz polis değiliz" diye de yemin eder.

Ertesi gün, Bediüzzaman yine onları çağırır. Bu kez iki kişi gider. Bediüzzaman "Biz mânevî zabıtayız, bizden millete, memlekete zarar gelmez" diyerek nasihat eder ve ayrılırken de onlara üç adet lokum verir. Otelde biraraya gelirler. Polislerden biri korkudan lokumu yemezken, itikadı bozuk olan Salih, küfürler savurarak lokumu yer.

İşte bu bozuk itikatlı şahıs, daha sonra iftira yüklü bir pusula hazırlar ve "Said'in hizmetkârı ona bakkaldan rakı aldı" şeklindeki bu pusulayı başkalara imzattırmak ister. Ancak, buna muvaffak olmaz.

Aynı gün, üç casus birlikte bir düğüne giderler. Salih, kafayı bulur ve arkadaşlarından ayrı olarak geç saatlere kadar da orada kalır. Ardından, diğer sarhoşlarla kavga etmeye başlar.

Neticede, gece yarısı meraklanarak aramaya giden arkadaşları, iyice hırpalanıp perişan edilerek pis bir derenin içine atılmış ve hâlâ zilzurna sarhoş bir vaziyette bulurlar onu. Onu hem dövmüş, hem de tabancasını alarak kayıplara karışmışlar.

İşte, o iftiracı casusun bu hale düşmesi sebebiyle, hakkında tahkikat açılır ve nihayetinde "tenzil–i rütbe" ile başka bir yere sürgün olarak gönderilir.

Bu arada, bizim de hatırımıza şu fikir geldi: Acaba, aynı dönemde Üstad Bediüzzaman'ın sarığını yırtarak yere atmaya çalışan karakol komutanı İsmail Güneybölük ile aynı dönemde "Camiye, cumaya gidemezsin!" diyerek Üstad Bediüzzaman'ı kapısının önünde tehdit eden Emirdağ kaymakamı Gaziantepli Abdülkadir Uraz'ın âkıbeti ne oldu? Evet, bu dünyadan rezil ve zelil şekilde ayrılıp giden diğer zalimler gibi, bu şahısların akıbetini de cidden merak ediyoruz. Bilen varsa şayet, iletsinler, memnun oluruz.

Tarihin yorumu (6/7 Eylül 1955)

Uydurma haberin ağır faturası

Yakın tarihimizde yer alan "6/7 Eylül Olayları", tam bir yüzkarası mahiyetini taşıyor.

Gayrımüslimlerin, bilhassa Rum asıllı vatandaşların ev, işyeri ve kiliselerine yönelik yapılan yağma ve saldırılar—sonradan açıkça anlaşıldığı üzere—tamamiyle yalan ve uydurma bir habere dayanıyordu.

Evet, yalan ve provakatif maksatlı habere göre, Selanik'teki M. Kemal'in doğduğu eve bomba atılmış.

Bu uydurma haber, sanki gerçekmiş gibi radyo ve gazetelerden de halka duyurularak, zaten Kıbrıs meselesi yüzünden gerilen ortam daha da gerilmiş oldu.

Provokatörlerin halkı galeyana getirmesi sonucu, havanın kararmasıyla birlikte azınlıkların ev ve işyerlerine yönelik kitlesel saldırılar başladı.

Emniyet kuvvetlerinin yetersiz kalması sebebiyle, sabah saatlerine kadar devam eden yağma, saldırı ve tahribat, İstanbul'un belirli noktalarını adeta savaş alanına çevirdi.

Başta Şişli, Beyoğlu, Kumkapı, Yedikule ve Samatya semtlerinde, binlerce ev ve işyeri tahrip edilerek yağmalandı.

Bu arada, 15 kadar Rum ve bir Ermeni vatandaşın öldürüldüğü, 30'dan fazla Rum vatandaşın da ağır şekilde yaralandığı tesbit edildi.

Provokatörlerin zor durumda bıraktığı DP hükümeti, her ne kadar mağdur olan vatandaşların zararını milyonlarca lira ödeyerek tazmin etmiş ise de, bu hadiseden sonra bilhassa Rum asıllı vatandaşların gruplar halinde İstanbul'u terk etmelerine kimse mani olamamıştır.

Benzer hadiselerin tekerrüründen korkan Rum ve bir kısım Ermeni vatandaşlar, ilk fırsatta Türkiye'yi terk etmeye yöneldi.

Haliyle, bu durum Türkiye'nin milletler nezdindeki prestijini sarsmış ve ağır şekilde yaralamıştır.

İslâm dininin prensipleriyle de zerrece bağdaşmayan bu vahşi davranış, ne yazık ki, bir hiç uğruna yaşanmış, ülke ve millet olarak bizi zan ve töhmet altına sokmuştur.

06.09.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Meslek ve meşrebi muhafaza, “zıt bir mesleğe girmek!” (1)



Bediüzzaman, Nur dairesi içinde olanları “Dost, kardeş ve talebe” diye üç gruba ayırır. Ve özelliklerini şöyle sayar:

- Dostun özelliği ve şartı: Kesinlikle Sözler’e (Risâle-i Nur’a) ve Kur’ân nurlarına dair olan hizmetimize ciddî taraftar olmak, Nurlardan istifade etmeye çalışmak, haksızlığa, bid’alara (İslâma sokuşturulmuş yanlışlara, hurafelere) ve dalâlete kalben taraftar olmamak.

- Kardeşin özelliği ve şartı: Hakîki olarak Sözler’in neşrine ciddî çalışmak, beş vakit farz namazını edâ etmek, yedi kebâiri (büyük günahları) işlememektir.

- Talebeliğin özelliği ve şartı: Sözler’i kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıkmak, onları hayatının en önemli hayat vazifesi bilmek, ve onları neşretme hizmetini yapmak.1

Ayrıca şöyle bir ölçü de verir Bediüzzaman: “..Risâle-i Nur’a muhalif cereyana taraftar olmamak şartıyla; dâire haricine atılmaz. Hasların hâsiyeti, bulunmayan, zıt bir mesleğe girmemek şartıyla talebe olabilir. Bid’a ile amel eden, kalben taraftar olmamak şartıyla dost olabilir. Onun için, az bir kusurla düşman sınıfına iltihak etmemek için, dışarıya atmayınız. Fakat Risâle-i Nur’un erkânlarında ve sahiplerindeki esrarlar ve nazik tedbirlere onları teşrik etmemek gerektir.”2

Burada vurgulanması gereken önemli bir nokta, Bediüzzaman, bütün mü’minleri dairelerden birisinin içine almasıdır. Ancak, Risâle-i Nur dairesi içinde olan “kardeş ve talebelerin zıt bir mesleğe girmedikçe harice atılmaması gerektiğini” de söyler. Zıt bir meslek nedir?

Risâle-i Nur dairesinde olanlar, hakikat mesleğine göre değil, başka sistem ve mesleklere göre hareket ediyorsa, başka prensip ve usûllere göre çalışıyorsa, işte o zıt bir meslektir.

Ehl-i iman, özellikle Nur talebeleri Risâle-i Nur’u okuyor. Kameti miktarınca da hizmet ediyor. "İhlâs, tesanüt, sadakat, sebat ve metanetle” sürdürüyor... Ne var ki, bazıları çeşitli sebeplerden—hubb-u cah, korku, tama gibi—saparak Risâle-i Nur mesleğine zıt başka hizmet stratejileri ortaya atıyor veya ona aykırı oluşumlara yöneliyor. Kimileri ilmî ve fikrî enaniyete kapılarak yeni çığırlar açıyor. Bır kısmı da zıt bir mesleğe, meşrebe giriyor.

Elbette Risâle-i Nur meslek ve meşrebine “sadakat, metanet ve fedakârlıkla” hizmet eden ile, ondan beslendiği halde farklı yollara kulvarlara sapanları biribirinden ayırmak “adalet ve hakperestliğin” gereğidir. Bunu yaparken de, nefsimize ve hislerimize kapılarak değil, yine Risâle-i Nur’un meslek ve meşrebine sadık kalarak mihenge vurmaktır.

Risâle-i Nur’a zıt mesleğe girildiğinin ölçüsü nedir? Bediüzzaman buna dair örnekler verir. Bunlara da yarın değinelim.

Dipnot:

1-Mektûbât, s. 329.

2-Kastamonu Lâhikası, s. 193.

06.09.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Mehmet KARA

“Solcu”luk ile darbelerin akrabalığı



Ama, fakat, lâkin, ancak…

Bu kelimeler bir önceki cümleyi çürütmek amacıyla kullanılan kelimelerdir. “Ben şunu yapacağım, ama şimdilik yapmayacağım” gibi…

Hizipçiliği ve uzlaşmaz siyaseti ile son yıllarda nam salan Deniz Baykal’ın çokça tartışılmayan bir beyanı, Ergenekon soruşturması ile iki ayı aşkındır tutuklu olan Tolon ve Eruygur’un “TSK adına” ziyaret edilmesi ile gündem dışına itildi. Ancak kendisi de millet tarafından seçilen, darbelere karşı olması gereken bir siyasetçi olarak darbeyi çağrıştıran sözleri üstü kapatılacak bir konu olmamalıdır.

Baykal’ın bu tartışılan cümlesine geçmeden önce 68 kuşağının ünlü isimlerinden, bir zamanlar Doğu Perinçek, Deniz Gezmiş, Cengiz Çandar gibi isimlerle Samsun’dan Ankara’ya “Tam Bağımsızlık İçin Mustafa Kemal Yürüyüşü”ne katılan, 16 yıl Cumhuriyet’te çalıştıktan sonra Ergenekon soruşturması sürecindeki yazıları sebebiyle gazeteyle yolunu ayıran şimdinin Radikal gazetesi yazarı Oral Çalışlar’ın geçtiğimiz günlerde kendisi ile yapılan bir röportajda “Askerî darbelerle sol arasında akrabalık var. Sözde solcular darbecidir. Ben solcu olarak darbecileri tasfiye etmek için AKP’yle koalisyon yaparım. Ama laikler ve kendilerine ‘sol’ diyenler, laik-dinci kavgasını öne sürerek Ergenekoncuları, darbecileri kurtarmaya çalışıyorlar” sözüne dikkat çekmek istiyorum. (Taraf, 30.08.2008), (Neden böyle bir giriş yaptığımı yazının sonunda anlatacağım)

* * *

“Solcular darbe sever” başlıklarının hemen ardından CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın Fikret Bila’ya söylediği sözleri yan yana koyunca solcuların darbe sevip sevmediği de ortaya çıkıyor.

Genelkurmay’ın çokça merak edilen, günlerce öncesinde konuşulmaya başlanan resepsiyonuna birkaç dakikalık gecikme yüzünden alınmayan Baykal’ın Orgeneral İlker Başbuğ’un konuşmasıyla ilgili olarak, “Artık komutanların konuşmaları etrafında siyasî tartışmalar yapmak istemiyorum, sanki sözle etkili olma aşaması geride kaldı gibi geliyor bana” sözleri farklı yorumlara sebep oldu.

Fikret Bila bile bu sözleri köşesinde aktarırken “İlker Paşa çok doğru şeyler söyledi, çok güzel analizler yaptı, çok güzel saptamalar yaptı” dedikten sonra “ama” diye devam etti, “Paşalar her zaman böyle güzel konuşmalar yapıyorlar da...” Sözlerinin devamını getirmek istemedi. “Ama”yla neyi kastettiğini sorunca, “Artık komutanların konuşmaları etrafında siyasî tartışmalar yapmak istemiyorum, sanki sözle etkili olma aşaması geride kaldı gibi geliyor bana’ demekle yetindi” cümlelerini yazdı. (Milliyet, 30.8.2008)

Bu sözler bir siyasetçinin hem de bir parti genel başkanının ağzından çıkınca “Baykal darbe çağrısı yapıyor” sözüyle muhatap oldu. Cümleyi okuyunca da böyle bir durum ortaya çıkıyor zaten. “…sanki sözle etkili olma aşaması geride kaldı gibi geliyor bana” bu cümleyi okuyunca da akla “darbe” gelmiyor mu? Hele bu söz askerlerin konuşması üzerine söylendiyse... Başta yazmıştık, “ama, fakat, lâkin” kullanıldığında bir önceki cümleyi çürütüyor. Burada olduğu gibi…

Sonrasında tabiî “yanlış anlaşıldım” türü açıklamalar yaptı Baykal. Yine Bila’ya konuşan Baykal, bu sözleri “iktidar üzerinde etkili olmuyor” anlamında kullandığını vurguladı. (Milliyet, 3.9.2008) Ancak sözleri de ortada duruyor.

* * *

Şimdi Oral Çalışlar’ın “sol darbe sever” sözü ile Baykal’ın “…sanki sözle etkili olma aşaması geride kaldı gibi geliyor bana” cümlesini yan yana koyduğumuzda nasıl bir sonuç çıktığını sizlere bırakıyorum.

Bir de gerek 27 Mayıs, gerek 12 Mart ve 12 Eylül, gerekse de 28 Şubat darbe ve postmodern darbelerinin hep “sağ” iktidarlara yapıldığını buna eklersek ne demek istediğimiz ortaya çıkar.

Siyasetçi demokrasiden başka bir şey düşünmemelidir. Milletin iradesini başka “iradelerden” üstün görmesi gerekir. Medeti başkalarından değil, siyaset içinde aramalıdır. Demokrasinin daha fazla gelişmesi için çalışmalı, sorunların çözümünü demokrasi içinde aramalı.

06.09.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır