"Gerçekten" haber verir 02 Şubat 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Hakan YALMAN

Doğruluk mu, fıtrîlik mi?



odern dünyada güzellikler ve çirkinliklerin tanımı ile ilgili insan ve bilim merkezli yaklaşımlar hayatın pek çok alanında işleyişin âlemlerin Rabbi’nden kopması sonucunu doğurdu. Doğrunun arayışı içinde insanoğlu varlığın hakikatinden kopmak ve doğruyu kendi bakışının sınırlılığına hapsetmek konumuna geldi. Sebebin sonucu doğurduğuna dair yanlış algılar, determinist yaklaşımlar sosyal yapıda da hakim kılınmaya çalışılırken “know how” duânın yerine ikame edilmeye çalışıldı. Aynı şartlar altında aynı sebeplerin aynı sonuçları doğuracağı vehmi o kadar güçlendi ve hayatın içine o kadar sirayet etti ki, hemen hemen her şeyin fıtrî olandan uzaklaştığı ve vazedilen kurallar çerçevesinde oynanan roller ile sonuç arayışları ortaya kondu.

Bu tablonun mahsullerinden olan diplomasi, doğru iletişim teknikleri, başarılı olma teknikleri ve pazarlama yötemleri başarı için rol yapan samimiyetsiz ve çoğu zaman riyakâr maymuna çevrilmiş insan tiplerini doğurdu. Bu da gerek devletler arası ilişkilerde gerekse insanlar arası ilişkilerde ruhsuz kuralları ve fıtrattan uzak uygulamaları netice verdi.

İnsanın en büyük zaaflarından biri, benliğini Hâlık-ı Kâinattan tamamen bağımsız olarak algılaması ve O’nun şekillendirdiği âlemde sanki ayrı bir varlık alanını kontrol ediyor ve tanımlıyor olduğunu düşünmesidir. Bu algı çerçevesinde kendi akıl ölçülerinin güzel ve çirkin tanımlarını yapıp âlemi de bu ölçüler içine sığdırmaya çalışır. Oysa güzellik tanımı yapabilecek bir beyni insanın bedeninde yaratan ve o tanıma uygun işleyişi kâinata yayan Âlemlerin Yaratıcısı’dır.

Güzellik temel bazı kurallar ve kabuller çerçevesinde şekillenen bir kavram olmakla birlikte içinde bir izafîlik ve kişiye görelik tarafı hep bulunan bir kavramdır. Bu anlamda toplumun ve ferdin kabulleri, genel kültür yapısı, inançlar gibi pek çok faktör etkili olur. Bir toplumun çok yanlış ve çirkin gördüğü haller başka bir toplumda kabul gören el üstünde tutulan durumlar olabilir. Yine ferdin o anki ruh halinin algıladığı her hangi bir nesne ya da olayı güzel veya çirkin tanımlama açısından çok önemi olmalıdır. Aynı iki olay farklı ruh halleri ile farklı şekillerde tanımlanabilir. Bu ve benzeri şartlar içerisinde güzelliğin mutlak tanımı ya da mutlak güzelliğe ulaşma imkânı maddî âlemde ve varlıklar planında pek mümkün gözükmemektedir. İnsanoğlu mülk âlemine geldikten sonra beyin ve algıların gelişimi ile varlık âleminin işleyiş kurallarına muhatap oluyor. Bu çerçevede iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış gibi tanımlamaları öğrenmektedir. Bu şekilde mülk âlemi tanımlanmakta ve insanın bu âleme muhatap oluşunun çerçevesi çizilmekte ve bu çerçeve içinde yaratılışın asıl gayesi olan Hâlık-ı Âlem’i tanıyıp, O’na muhatap olma ve sevgiyle, samimiyetle yönelme sonucu hedeflenmektedir. Bu sonun gerçekleşmesi yolunda kâinat denen zemin insanın idrakine göre hazırlanmış ve mülk onun sınırlı algılarına mânâ ifade edecek tarzda şekillenmiştir.

Bu durumda, eşyadan esmaya ulaşma konumunda olan insan, âlemin tamamını kendi algılarına münhasır olarak algılama ve kabul etme zaafı ile yüz yüzedir. İşin daha da kötü olan yönü, kulun Âlemlerin Yaratıcısı’nı da kendi algılarının sınırlılığında algılaması ve o Zat-ı Mukaddes’in de varlık âleminin tanımlarına sınırlı kalması gerektiği gibi bir vehme kapılmasıdır. Mülk âleminin bütün doğru-yanlış, iyi-kötü gibi tanımlamaları hiçbir şekilde Hâlık-ı Kâinat’ı bağlamamakta, sadece varlık lisanı ile kulların O’nu tanıması için konmuş kurallar şeklinde karşımıza çıkmaktadırlar.

Aslında O’nun yapmamızı emrettiği şeyler iyi, yasakladığı şeyler çirkindir. Yoksa, O’nun dışında tanımlanmış bir kısım doğru ve yanlışlar, güzel ve çirkinlere O tabi olmak ve o tanımlara göre hüküm vermek durumunda değildir. İnsanlar genellikle esbab âleminin sınırlılığında ve darlığında varlıkları anlamak konumunda oldukları için Hâlık-ı Kâinatı da bu yapı içerisinde idrak etmeye çalışmanın doğurduğu problemleri sıklıkla yaşamaktadırlar. Zaman ve mekândan münezzeh, dolayısıyla zaman ve mekân içinde yapılmış tanımların dışında olan O Zat-ı Mukaddesi maddî boyutun değer yargıları ile anlamaya çalışmak, O’nu maddî âlemin darlığında görmeye çalışmak ve sebep sonuç ilişkileri içinde anlamaya çalışmak gibi büyük bir yanlıştır.

Varlık âleminin başlangıcında iyiyi ve kötüyü tanımlayan kudret, zamanın her bir anında, aynı tanımlamalara devam ediyor ve tanımlar O’nun istekleri doğrultusunda şekilleniyor olmalıdır. Başlangıçta her şey nasıl O’nun ilmi, iradesi ve isteği doğrultusunda bir değer almış ve kıymet ifade eder hale gelmişse aynı şey zamanın en küçük dilimlerinde de geçerlidir. Her şey genel bir değerlendirmenin yanında ‘anda’ da, yani zamanın en küçük dilimlerinde de ezeli irade doğrultusunda yeniden kıymet almakta ve bir değer ifade etmektedir. Bu değerlendirmeyi yapan Adil-i Mutlak herhangi bir şeyin bağlayıcılığı ve sınırlılığı altında değildir. Maddî boyutta çirkin olarak gözüken bir şey O’nun güzel demesi ile güzelleşir aynı şekilde maddî âlemin en güzeli sadece O’nun çirkin demesi ile çirkinleşir. Eşyanın aslî değerlerini ve esas kıymet-i harbiyesini belirleyecek olan yalnızca İlâhî hükümdür. Çünkü, bütün vasıfları her anda ve zamanın bütününde tanımlayan, değer atfeden ve kıymet veren O’dur. Nefs’ül emiri de esas olarak belirleyen o irade ve Rabb’ül Âleminin kabulleri ve yüklediği değerlerdir.

Şunu hiç unutmamak gerekir ki, güzellik ve bizde onun karşılığı olan duyguların yaratılması tamamen İlâhî irade iledir. Bu anlamda fıtrat, yaratılışımızın gereği olan haller hep güzele ve güzel olmak tanımlanmışlara eğilimlidir. Ancak insanın kabiliyetleri her zaman ve şartta güzelin ne olduğunu ayırt etmeye ve gerçek anlamdaki doğruyu bulmaya yeterli olmayabilir. Bu durumda belki de işlediği fiilleri güzelleştirecek olan niyetidir. Niyetin bu anlamda fertle bağlantılı fiillerin tanımlanmasında çok önemli bir yeri bulunmalıdır. Bir şeyin güzel olmasının tek şartı Âlemlerin Rabbi ve Cemal-i Mutlak tarafından güzelleştirilmesi, yani güzel olarak tanımlanması olmalıdır. Kulun fillerindeki güzellik tanımında ise her şeyin derinini ve en ince ayrıntılarını, kalbinden geçenleri bilen Yaratıcı niyeti önemli bir şart olarak ortaya koymuştur. Hakikat-i halinde, estetik boyutu ile güzellik ne ise de bize uzanan yansımaları ile uğrunda binler ömür heba edilse az gibi geliyor. O halde asıl güzelliğe ulaşmak için mutlak güzelliğin sahibi olan Zat-ı Zül’cemal’i razı etmek O’na güzel gözükmek şart.

Diplomasi, doğru iletişim kuralları ve insan ürünü bazı psikolojik ve sosyal çıkarımlar belki genel bir çerçeve çizebilir. Ancak doğruluğu bu alanda arayıp semavî verilerden uzak bir arayış içinde olmak hep hüsran ile neticelenmiştir. Aslında insanın içinde bulunduğu sınırlılık ve algılarının darlığı ile mutlak doğruyu bulabilme imkânı yoktur. Varlık kitabı, semavî kitaplar ve vicdanı gibi verilerin toplamından doğruya yakın veriler elde edebilir. Ancak, kendi kabiliyet ve özellikleri ile gerçekten doğruyu bulduğundan eminlik konumunda hiçbir zaman olamaz. Bu şartlar içinde güzellik ve doğruluk fıtrilikte aranmalıdır. Fıtrilik irade ve şuur sahibi insan açısından iç âleminde toplanmış ve yorumlanmış verilerin bir meyile dönüşmesinin ardından yapmacıklık ve rol yapıyor olma halinden uzak bir şekilde davranışa yansıyor olmasıdır.

İnsan belki de hiçbir davranışının doğru ya da yanlış olduğundan emin olamayacaktır. Ancak her davranış samimiyeti ve fıtrîliği ölçüsünde doğruluğa ve güzelliğe yakınlaşmış olacak ve Âlemlerin Rabbi tarafından güzelleştirilmeye namzet olacaktır. Diplomasi, sosyoloji ve psikoloji gibi alanlarda belki de aranması gereken doğruluktan çok fıtrilik ve samimilik olmalıdır.

02.02.2009

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Dünyevîleşmek



Şüphesiz dünya kâinat içinde en güzel yaratılan bir mekândır. Cenâb-ı Allah’ın bütün isimleri en güzel bir şekilde dünyada tecellî etmektedir. En önemlisi de, Kâinatın Rabbi, dünyayı “eşref-i mahlûkat” olarak yarattığı insanlara geçici bir sûrette hayat geçirecekleri bir mekân olarak tayin etmiş, burayı asıl memleketimize gitmek için bir bekleme salonu haline getirmiştir. Ve en güzel bir şekilde yaratılan insanoğluna bu dünyada bütün mahlûkattan kat kat fazla güzel imkânlar sunmuştur.

Dünyadan çok daha büyük olan güneşler ve yıldızlar bile insanoğlu için ve dahi dünya için yaratılmış gibidir. Kâinatın içinde çok küçük bir yer kaplayan dünyada yaratılışın en güzel incelikleri yerleştirilmiştir.

Elbette bu cihetlerle dünya sevilmesi gereken bir mekândır ve Rabb-i Rahîmin isimlerinin en güzel bir şekilde tecellî etmesi cihetiyle, kâinatı ve bilhassa dünyayı sevmek şuur sahibi her insan için bir vazifedir.

İnsan, Kâinatın Rabbini tanımakla insan olur, O’na kulluk yapmakla yaratılan her şeyin mahiyetini anlamaya başlar. “Kâinatın Yaratıcısı”nın san'at eserlerini göstermesi cihetiyle dünyayı seven bir insan, insan olmanın gereğini yapmış olmaktadır.

Ayrıca dünyayı ahiretin bir mezrası olarak sevmemiz istenmiştir. İmtihana tabi olan biz insanlar bu dünyada ektiğimizi ahiret âleminde biçeceğiz. Bu cihetlerle, bizlere ebedî bir hayat, ebedî bir saadet kazandırdığı için dünyamızı seveceğiz ve insan olduğumuza şükredeceğiz. Bizleri insan olarak yarattığı, bin bir güzelliklerle donattığı dünyayı emrimize sunduğu ve bizleri yaratılanların en şereflisi olarak dünyaya gönderdiği için Rabbimizi seveceğiz. O’na karşı kulluk vazifemizi en güzel bir şekilde yaparak şükreden bir kul olacağız. Yaratılanları “Yaratan”dan ötürü sevmek güzeldir. Sahib-i Hakikîmizin yaratmış olduğu her şeyin binlerce hikmeti bulunmaktadır. Abeslik, başıboşluk, sahipsizlik yok bu âlemde...

“Kadir-i Külli Şey” olan Rabbimizin mükemmel san'at eserlerini sevmek, ebedî saadeti kazanmak için bir tarla olarak bilmek cihetiyle dünyayı sevmek gerçek insan olmanın gereğidir. Tehlikeli olan, bu sınırların dışına çıkmak ve dünyayı fani cihetiyle sevmektir. Dünyada ebedî olarak kalacakmış gibi bütün mesaimizi dünya nimetlerini elde etmek için çalışmalıyız.

Dünyevîleşmek, ahirette hiçbir getirisi olmayan dünya nimetlerine gönül bağlamak ve bunları kazanmayı birinci hedef yapmak demektir. Dünyanın her zamankinden daha çok cazip bir hâle geldiği günümüzde, sadece dinden, imandan bîhaber olanları değil, dindar olanları bile bekleyen bir hastalıktır bu...

Görüldüğü kadarıyla nefis ve şeytanların bu zamandaki en önemli silâhı ‘dünya sevgisi’dir. Belki de bu sebeple Peygamber Efendimizin (asm) “Ölümü çokça zikrediniz” şeklindeki tavsiyesini yeterince yerine getirememekteyiz. Ve ne yazık ki bizler çoğu zaman dünyamızı güzelleştirdiğimiz gibi, ahiretimizi de o nisbette güzelleştirmeyi düşünmüyoruz. Dünyayı güzelleştirmek, dünyanın fani zinetlerine boğulmak demek değildir aslında. Dünyayı güzelleştirmek, dünyayı Kâinat Sultanının bir büyük san'at eseri olarak görmek demektir. Dünyayı güzelleştirmek, hayatı, Rabb-i Kerimin izni ve rızası dairesinde yaşamak demektir.

Dünyayı bize yaşanır hale getirecek olan yine Rabbimizdir. Eğer O istemezse dünyanın hiçbir zenginliği dünyamızı güzelleştiremez. O bizden razı olursa, O bize huzur-u kalp nasip ederse dünyanın en huzurlu insanı oluruz. O halde dikkatli olmamız gerekir. Nefislerimiz çaktırmadan bizi dünyevîleştirmesin. Görünürde Rabbimizi bildiğimiz, O’na karşı kulluk vazifesini yaptığımız halde, bir dünya sevgisi çabalarımızı boşa çıkartmasın. “Kesben değil, kalben dünyayı terk etmek” düsturumuz iken, farkına varmadan kalplerimizi de dünyaya bağlamayalım sakın...

02.02.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Şerden hayır çıkar



Murat Bey: “Beni en çok meşgul eden soru şu: Yeryüzünde neden bu kadar çok acı ve kötülük var? Risâle-i Nur’da bu soruma tatmin edici bir cevap var mı?”

Bediüzzaman’a göre kâinatta gerçek mânâda çirkinlik ve kötülük yoktur. “O her şeyi en güzel şekilde yarattı.”1 âyeti her bir çirkin görünen şeyde de birçok güzelliğin gizli olduğunu haykırır. En çirkin görünen şeylerde, en kötü bilinen olaylarda bile hakîkî bir güzellik ciheti vardır. Kâinâtta her şey ya hüsn-ü bizzattır, yani ya bizzat güzeldir. Ya da hüsn-ü bilgayrdır, yani ya da neticeleri itibariyle güzeldir.

Çirkinlik ve kötülük gibi gözüken ve insanların hoşuna gitmeyen eşya ve olaylar, perde arkasında parlak güzellikler ve büyük intizamlarla sarılmış vaziyettedirler.

Meselâ bahar mevsiminde korku veren fırtınalı yağmur ve sevilmeyen çamurlu toprak perdesi altında sonsuz derece güzel çiçek ve muntazam bitkilerin tebessümleri saklanmıştır.

Meselâ güz mevsiminin haşin ve korku verici tahribâtı, yıkımı ve hazin ayrılık perdeleri arkasında, mevsimlik hayat vazifesi biten nazlı çiçeklerin dostları olan hayvancıkları Allah’ın Celâl tecellîlerinden olan kış hadiselerinin tazyikinden ve zararından korumak için saklamak; soğuk kış perdesi altında da tâze ve güzel bir bahara zemin hazırlamak gibi güzellikler vardır.

Meselâ, fırtına, vebâ, deprem gibi ürperti verici ve çâresizlik getiren olayların perdeleri altında pek çok mânevî çiçekler açmaktadır. Söz gelişi bir çok yer altı kaynağı depremlerin hareketiyle yer üstüne çıkmakta, insan oğlunu mutlu etmektedir. Yerin içi depremlerle ve volkanik fışkırmalarla nefes almakta, sakinleşmekte, böylece daha korkunç fâcialar önlenmektedir. Üstündekilerle birlikte saatte yüz sekiz bin kilometre hızla, korkunç bir hızla dönen yer kürenin içi ve merkezi de her an kaynayan ve kükreyen iki yüz bin derecelik bir ateşle fokur fokur hareketli olmasına rağmen; biz yer kabuğunda, koca ömrümüzde, ancak toplam seksen-yüz saniye bile sürmeyen küçük sarsıntılardan veya bazen korku da verebilen birkaç depremden başka sarsıntı hissetmiyoruz.

Oysa dünyanın sahip olduğu baş döndürücü dönüş hızına ve karnında taşıdığı göz karartıcı alev yumaklarına ve volkanik patlamalara rağmen yüz senede duyduğumuz yüz saniyelik sarsıntı, sâkinliğine oranla elbette milyonda bir bile değildir. Yani evimizi kurduğumuz, hayatımızı yaşadığımız dünyada gece gözümüze uyku giriyorsa, gündüz işimize rahat gidebiliyorsak, çok büyük bir sükûnet hâkim olduğunu görmek zorundayız. Yoksa bu hıza ve bu dev patlamalara göre her gün kıyâmetin kopması gerekecekti! Kaldı ki, bu sarsıntıların yer altı zenginliklerini yer üstüne çıkarma gibi, arsız, hırsız, soysuz ve zâlim insanları uyarma gibi çok hayatî fonksiyonlar icrâ ettiğini de gözden kaçırmamalıyız. Öyleyse, dünyayı birer kemer gibi dağlar ile kuşatan ve dağları birer sakinleştirici hazineli direkler kılan Allah’a bu sonsuz iyilikleri için ne kadar şükretsek azdır!

Kezâ, meselâ tohumlar görünüşte çirkin görünen bir takım hareketlerin tahrikiyle sünbüllenip güzelleşirler. Bütün inkılâplar, değişimler ve dönüşümler birer mânevî yağmurdur. Sancılıdır, acılıdır, ağrılıdır. Fakat perde arkası güzeldir. Kezâ meselâ otların ve bitkilerin dikenleri görünüşte zarar vericidir. Fakat o dikenler onların savunma silâhlarıdırlar. Kezâ meselâ, atmaca kuşunun masum serçelere saldırmaları görünüşte rahmete ve şefkate uygun düşmez. Fakat bu saldırı serçe kuşunun uçma tekniğini ve kendini savunma yeteneğini geliştirir. Kezâ meselâ, kış mevsiminde kar ve fırtına çok soğuk ve tatsız görülür. Fakat o soğukluk ve tatsızlık perdesi altında toprağın beslenmesi gibi, tohumların çimlenmesi gibi, yer yüzünün mikroplarının kırılması gibi çok sıcak ve şeker gibi neticeler vardır.2

Bedîüzzaman’a göre, ne kadar iyilik, güzellik ve nimet varsa, doğrudan doğruya Allah’ın rahmet hazinesinden geliyor ve husûsî ihsan ve ikrâmının meyveleridir. Mûsîbetler, şerler, çirkinlikler ve kötülükler ise, âdetullah denilen, Allah’ın tabiatta hâkim kıldığı kânunların uygulanışının çok neticelerinden tek tük ve küçük çıktılarından ibârettir. Kânunların uygulanışı büyük iyilikler ve hadsiz hayırlar gereğidir. Fakat böyle umûmî kanunlar, küçük çapta da olsa zararlı bazı neticeleri de berâberinde getirebilmektedir. Bu, eşyanın tabiatı gereğidir.

Fakat Cenâb-ı Allah zâlim değildir. Elem ve acı verici küçük çaplı neticelerden zarar görenlere Allah husûsî merhametiyle ve şefkatiyle imdat etmekte, kayıplarını gerek âcil bir nimet, kerem ve ihsan ile, gerekse hadsiz ve ebedî âhiret servetiyle telâfî etmektedir. Netice olarak her zaman ve her yerde, mûsibete düşen, belâya uğrayan, acı ve ıztıraplara gark olan, zarar gören ve ağlayıp inleyen her canlının ve inancı olsun-olmasın her insanın imdat çağrılarına, feryatlarına ve ağlamalarına herkesten önce yetişen, imdat eden, acısını hafifleten, derdine derman yetiştiren, hastalığına ilâç yaratan ve acısına karşılık mânevî lütuflar yağdıran Allah’tan başkası

değildir.3

Lügatçe:

1. Secde Sûresi: 7

2 . Sözler, Y. A. Neşr., Germany, 1993, s. 210, 211

3. Şuâlar, s. 33, 34

02.02.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Allah’ın himayesini hissetmek



Sabahleyin uyandığınızda neler hissedersiniz? Elinizin, ayağınızın tuttuğunu, gözünüzün görüp kulağınızın işittiğini, aklınızın çalıştığını, sağlığınızın yerinde olduğunu düşünüp hâlinize şükredersiniz değil mi? Rabbinizin verdiği sayısız nimetlerle hayatınızı devam ettirdiğinizi, Allah gibi bir Rabbiniz, Hz. Muhammed (a.s.m.) gibi bir Peygamberiniz bulunduğunu, İslâm gibi bir nimete kavuştuğunuzu düşünüp sevinirsiniz. Yeniden hayata dönüşünüz sizi mutlu etmez mi? Ölümün küçük kardeşi olan uykudan uyandığınızda aklınıza neler gelir?

Akşam yatağına yatarken, “Senin ismini yâd ederek yaşar, Senin ismini zikrederek ölürüm” buyuran Allah Resûlünün (a.s.m.), “Bizi öldürdükten sonra yeniden hayata kavuşturan Allah’a hamd olsun. Kabirlerden çıkıldığı gün de dönüş onadır”1 dediğini biliyoruz.

Kâinatın Efendisi (a.s.m.) sabaha çıktığında, akşama ulaştığında da, “Rab olarak Allah’a, din olarak İslâma, peygamber olarak da Hz. Muhammed’e (a.s.m.) razı oldum” diyen kimseyi Kıyamet gününde Cenâb-ı Hakkın razı edeceğininin üzerine bir vazife olduğunu bildiriyor.2

Ayrıca Allah Resûlünün (a.s.m.), sabahleyin ve akşamleyin, “Allah’ım, Senin lütuf ve ihsanınla sabaha erdik. Yine Senin lütuf ve ihsanınla akşama kavuştuk. Senin bağışladığın hayatla yaşar, Senin iradenle vücut emanetini Sana teslim ederiz. Dönüş Sanadır”3 buyurduğunu da öğreniyoruz.

Gün boyunca gerekli olan sıhhat ve afiyete ermek, üzerimizden uzak kalmasını istediğimiz belâ ve tehlikelerden korunmak için de Allah’a duâ ettiği4 bilgilerimiz dahilinde. Seyyidü’l-istiğfar duâsı da sabah akşam okuduğu duâlardandı.

Her an, her saniye Allah’ın rahmet ve himayesini hisseden insanın bir nev'î ölüm olan uykuya yatmadan önce de okuyacağı mühim bir âyet var: O da Âmenerresûlü. Allah Resûlü (a.s.m.), Bakara Sûresinin son iki âyeti olan Âmenerresûlü’yü gece okuyan kimsenin Allah’ın koruma ve himayesi altında olduğunu bildiriyor.5

Gece de gündüz de hep O'nun himayesi, rahmet ve ihsanıyla ayakta kalmaz mıyız?

Dipnotlar:

1- Buharî, Daavat: 7.

2- İbni Mace, Duâ: 14.

3- A.g.e.

4- A.g.e.

5- A.g.e.

02.02.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Yeni Osmanlılar/Ahrarlar



Ahrar–Demokrat çizginin 144 yıllık (1865-2009) serüveni (1)

Dünyada ebedî ve ölümsüz bir devlet yoktur. Osmanlı için söylenen "Devlet–i ebed müddet" sözü de, daha çok duâ ve temennî yerinde kullanılmış olup, ayrıca bu büyük cihan devletinin manevî dinamiklerinin ebediyete kadar uzandığı mânâsını yansıtıyor.

Dolayısıyla, insanlar nasıl doğup büyüyüp sonunda vefat ederek şu fâni âleme vedâ ediyorsa, devletler de aynen öyledir.

Kezâ, insanların ömrünü uzatmak için nasıl ciddî tedbirler alınıyor ve hastalıklara (tehlikelere) karşı çeşitli yollara başvuruluyorsa, devletlerin ömrünü uzatmak ve onları sıhhatine kavuşturmak için de benzer yöntemlere başvuruluyor.

İşte, Osmanlı'da da Tanzimat Hareketi (1839) ile başlayan ve Islahat Fermanı (1856) ile devam ederek 1876'da Meşrûtiyetin ilânı, Kànun–u Esâsinin kabulü ve Meclis–i Mebûsânın açılmasıyla müşahhas (somut) bir şekil kazanan o fevkalâde süreçteki canhıraş çabalar, esasında birçok kurum ve kuruluşu artık eskimiş, köhnemiş olan Osmanlı Devletine yeni bir hayatiyet ve dinamizm kazandırma maksadına matuf idi.

Bunda ne derece başarılı olduğu ayrı mesele. Ancak, aynı yöndeki çabaların 1908'de yeni bir ivme kazandığı ve bu yeni sürecin tâ 1918'e kadar devam ettiği söylenebilir.

Bu tarihten sonra ise, artık peyderpey Osmanlı'dan ümit kesilmiş ve yeni bir çare arayışının vetiresi/süreci içine girilmiştir. Her ne ise... Tekrar sadede dönelim.

Hamiyetli aydınların çabası

Osmanlı'nın yeniden ihyası için, başta padişah ve sadrâzam olmak üzere, birçok vezirin de (nazır) bilfiil içinde bulunduğu Tanzimat ve Islahat Hareketlerinin yanı sıra, ayrıca bazı hamiyetli Osmanlı aydınlarının da kendi çapında birtakım düşünceleri, hatta gayret ve teşebbüsleri vaki olmuştur.

Bugünkü deyimle bir nev'î "sivil inisiyatif" şeklinde gelişen bu teşebbüsler, ne yazık ki tâ 1865'e kadar gizli kalarak kendini rahatça tebârüz ettirememiş; yani, kendini açık ederek fikir meydanına çıkamamıştır. Zira, fikir hürriyeti bu tarihlerde hayli kısıtlanmış ve farklı fikir sahipleri olanca şiddetiyle baskı altına alınmaya başlanmıştır.

1865'e kadar tam bir gizlilik içinde yürütülen ve bu tarihten sonra da gayr–ı resmî bir cemiyet şeklinde tarih sahnesine çıkan Yeni Osmanlılar Hareketinin fikir öncüleri arasında şu isimleri görmekteyiz: Namık Kemâl, Ziyâ Paşa, Şinâsi, Mehmed Bey, Reşad Bey, Nuri Beyler, Ebüzziyâ Tevfik, Agâh Efendi ve meşhur "Çırağan Baskını" organizatörü Ali Suâvi Bey.

Bilâhare Avrupa'da "Jön Türk/Fransızca: Jeunes Turcs) diye isimlendirilen bu yeni hareketin en öncelikli talebi fikir hürriyetinin sağlanması ve garanti altına alınmasıydı. Ardından, sırasıyla meşrûtiyetin ilân edilmesi, padişahın yetkilerine sınırlama getirilmesi, farklı siyasî eğilimlere fırsat tanınması, yeni bir anayasanın hazırlanması ve parlamentonun tesis edilerek buna işlerlik kazandırılmasıydı.

Esasında istikbâli gören basiretli zâtların da içinde bulunduğu bu yeni fikrî hareket, olabildiğince gizli bir şekilde yürütülmeye ve yaygınlaştırılmaya çalışılıyordu.

Ne var ki, bir siyasî fikrin uzun müddet gizli kalabildiğini beşer tarihi kaydetmiyor.

Nitekim, burada da durum aynen öyle oluyor: Bir müddet sonra, devlet ve hükümet çevrelerince varlığı fark edilen bu yeni fikir hareketini boğmaya, hiç olmazsa bertaraf etmeye yönelik baskıcı teşebbüslere tevessül edilmeye başlanıyor.

Özellikle, bu fikir hareketinin en yılmaz savunucusu olan Namık Kemal, bilhassa Tavsir–i Efkâr gazetesinde neşrolan yazılarından dolayı çok ağır tazyiklere maruz kalır. Tazyiklerin dayanılmaz noktaya varması karşısında ise, daha fazla dayanamaz ve bir fırsatını bularak hudut haricine hicret eder, Fransa'ya gider. Ancak, burada da boş durmaz; neşriyat yoluyla hürriyet ve meşrûtiyeti burada da vatan ve İslâmiyetin selâmeti nâmına müdafaaya devam eder.

Burada şunu da hatırlatmakta fayda var: Jön Türkler hareketinin içine zaman zaman ilgisiz ve hatta münasebetsiz adamlar da girmiş ve orada kendine yer edinmeye çalışmıştır. Meselâ, Mısır Valisi M. Ali Paşa ile menfaat kavgasına giren ve Sultan Abdülaziz'le de aynı sebepten dolayı zıtlaşan Mustafa Fazıl Paşa gibi. Bu paşa, şahsî isteklerine kavuştuğu anda, gruptan ayrılmış ve münferit hareket etme eğilimine girmiştir.

Bediüzzaman Said Nursî'nin tâ 1890'larda "Ahrar" diye tanıyıp öyle de tanımladığı (Bkz: Münâzarât, s. 125) Jön Türklerin ekserisi hamiyet ve milliyyet dâvâsında dürüst ve samimîdir.

Nursî, aynı eserinde, 1892'de Mardin taraflarında tanıma fırsatını bulduğu Yeni Osmanlılar için aynen şu ifadeyi kullanıyor: "Tâ o vakitte anladım; ekser Ahrarımız mutekîd (inançlı, itikatlı) Müslümanlardır."

Üstad Bediüzzaman'ın bu ifadesinden de anlıyoruz ki, 1908'de kurulan Ahrar–ı Osmaniye Fırkası henüz tarih sahnesine çıkmadan da, bu fikrî hareketin evveliyatını ve bir nev'î altyapısını teşkil eden Jön Türkleri/Yeni Osmanlıları "Ahrar" olarak görmüş ve öyle de isimlendirmiştir.

Esasında, Yeni Osmanlılar hareketinin en kudretli fikir ve ifade sahibi Namık Kemâl'dir. Ki, bu şahsiyet, özellikle "Vatan ve hürriyet şairi" olarak biliniyor.

Aynı zamanda "hürriyet" tabirini fikir, siyaset ve edebîyat literatürüne kazandıran Namık Kemâl'in, bu vatanda kànun hakimiyetinin tesisi ile hürriyet ve meşrûtiyetin yerleştirilmesi yolunda en çok çaba sarf etmiş, hatta bu uğurda hayatını hiçe sayarak, sürgünlerde, zindanlarda ömür tüketmiş büyük bir hamiyetperver olduğuna tarihimiz şehadet ediyor.

02.02.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Azrail (as) sevilir mi?



Mahmud’un analığı varmış. Her hastalığında analığı:

“Ey Azrail, Mahmud’un yerine benim canımı al!” dermiş.

Mahmud da onu imtihan etmek istemiş. Horozu yolmuş, sepetin altına koymuş. Hasta numarasına yatmış.

“Analık, hastayım!”

“Aman, Azrail senin yerine benim canımı alsın, sen ölme!” demiş.

“Ana Azrail geldi!”

“Aman benim canımı alsın!”

“Ana, işte Azrail!”

“Nerde?”

“Sepetin altında!”

Kadıncağız bir kaldırmış, cıs-cıbıldak horozu çırpınır görünce:

“Aman, aman, ben hasta değilim, Mahmud hasta, Mahmud!”

***

Azrail (as) lâfını işittiğimizde iliklerimize kadar titreriz. Soğuk soğuk terleriz. Müthiş bir korku hissederiz. Oysa, ruhumuzu alan bu emin meleği sevmemiz gerekir! Daha doğrusu onu sevmek için çok önemli ve temel bir gerekçemiz var? Neden herkesi titreten ve dehşet veren Azrail (as) sevilmeli? Gerçekten sevilebilir mi? Sevilmeli mi?

Evet, Azrail (as) ismi geçince, gayet tatlı, teselli verici, sevimli bir hâl hissetmeli ve bunun için Elhamdülillâh demeliyiz.

Bunun birkaç temel sebebi var:

Şöyle düşünelim: Değersiz malımızın kaybolmasından, yok olmasından endişe etmez ve üzülmeyiz. Ancak, kıymetli bir malımız olsa, mutlaka sağlam ve emin koruyucular, güvenlikçiler buluruz. Veya, güvenilir ellere teslim ederiz.

Meselâ, kimse zayıf, vefasız, sicili bozuk ve çelimsiz güvenlikçi, mutemed veya bekçi tutmaz. Mutlaka güçlü, çevik ve güvenilir, sicili temiz birisini seçer.

İşte, bizim üstünde titrediğimiz en değerli malımız ruhumuzdur. Onu yok olmaktan, kaybolmaktan ve başıboş kalmaktan korumak isteriz. Malımızı konuyacak bir yed-i emin bulmak, bizi ne kadar rahatlatır, sevindirir, mutlu eder.

İşte Azrail (as), en kymetli varlığımız olan ruhumuzu alıp koruyor…

Hepimizde kıymetli bir sözümüzü, fiilimizi şiir, yazı, resim, sinema vesaire ile korumak, saklamak duygusu var. Ki, şiir, resim, sinema, teyp, kamera, internet ve benzeri unsur ve cihazların yapılmasının asıl sebebi budur:

Değerlerimizi korumak, bakileştirmek!

Özellikle, söz ve fiillerimizin Cennet gibi sonsuza uzanan meyveleri varsa, onlar üzerinde daha da ihtimam gösteririz.

İşte Kirâmen Kâtibin söz ve fiillerimizi, Azrail (as) ruhumuzu baki hayata taşımak için koruması altına alıyor!

02.02.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Şükrü BULUT

Hedefe reklâmla varmak



Reklâmın ne kadarının “insanî” olduğunu sosyalbilimciler araştıradursunlar. Tüketim toplumunun bir parçası olmak üzere üretime girenlerin kazanıp kazanmayacağını zaman gösterecektir. Reklâmın örfteki yönünü reklâmcılar yeteri kadar izah ediyorlar zaten. Bu yazıda, reklâmın bazı gizli maksatlara alet edilmesi üzerinde duracağız. Daha doğrusu ifsad şebekelerinin, sefaheti tervic eden komitelerin ve bu her iki gruba da dolaylı olarak yardımcı olan tahripçi bidatçıların reklâm sektörünü kullanış biçimleri üzerinde durmaya çalışacağız.

Ehemmiyet verdiğimizden, önceki yazılarımızda da değinmiş olabiliriz. Bu yüzden düşebileceğimiz tekrarlardan dolayı şimdiden özür diliyorum. Henüz reklâmın dilini öğrenemedim. Renkleri arasına serpiştirilmiş sihirli çizgilerden de pek anlamam. Resimle sözün birlikte oluşturdukları “hipnotik” tablolardan da anladığım söylenemez. Renk, karakter ve çizgi uyumunun göze ve dolayısıyla kalp ve beyinlere nasıl tesir edebileceğini, bilmeden yaşıyoruz. Bu işlerin pirleri varmış. Büyük paraların ödendiği enstitülerde bu çalışmaların boyutları altı yönüyle ele alınıyor, buradan çıkan neticeler toplu üretim için dünyanın dört bir yanına servis ediliyormuş. Gücümüzü ve coğrafyamızı aşan bu işleri takip de vazifemiz değil. Bizi ilgilendiren önemli husus, reklâmın bilhassa mezkûr üç sahada kullanılmasıdır.

Saldırgan dinsizliğin mütemadiyen şekil ve mahiyet değiştirerek insanlığın imanına hücum ettiğini, sosyal hayattaki detaylara dikkat ettiğimizde anlıyoruz. Birçok reklâmda kullanılan kelime, cümle ve sloganların mânâlarını tahlil edenler, inkâr-ı ulûhiyet fikrinin anlam olarak reklâmlara bindirildiğini göreceklerdir. Bazen doğrudan Allah´ı inkâr, bazen Allah´a ait sıfatları tabiat veya insana mal etme, daha da incelediğinizde tevhidi inciten bir sürü mânâyı reklâm panolarındaki kelimelerde görüyorsunuz. Her şeyi yoktan var eden ve her şeyin kendisine muhtaç olduğu, her şeyin dizgini elinde olan ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah´ın varlığını, sıfatlarını, fiil ve işlerini reklâmla inkâra gidenlerin, bu işleri Müslümanların paralarıyla yaptığını fark ettiğinizde, işin vahametini daha iyi anlıyorsunuz.

Verilmek istenen mesajlar, her zaman kelime ve cümlelerle ifade edilmiyor. Aklın arka plânlara itildiği, daha çok kör hissiyâtın kullanıldığı sefih tuzaklar da kuruluyor. Sefahatten imânsızlığa giden dehşetli yolların haritasını, bu yönde kullanılan vasıtaların mahiyetini, psikolojik arka plânını ve unsurlarını Bediüzzaman Hazretlerinin Lem´alar kitabının ikinci Lem´a’sına havâle ediyoruz.

Global dinsizliğin reklâm sektöründe de globalleştiğini hepimiz biliyoruz. Enstitülerdeki ince çalışmalarla hem dinsizliği ve sefahati propaganda ediyorlar, hem de paralarımızla insanlığın tepesinde tepiniyorlar. Bilhassa kadının insan haysiyetini rencide edecek biçimdeki kullanımına insanlığın ses çıkarmaması, bu şebekeleri iyice edepsizleştirmiş. Hayvanların bile gizledikleri uzuv, fiil, hayat tarzı ve hareketleri; hayvanın aşağısına düşerek reklâm panolarında dünyaya teşhir edenlerin asıl maksatları para kazanmak değildir. Genel ahlâkı tamamen tefessüh etmiş bir toplumda, değerleri ayaklar altına almak kolaydır. İnsanî değerleriyle alay edilen toplumlar, ancak reklâm vasıtasıyla ve sefahatin bu şekilde tervic edilmesiyle elde ediliyor. Bütün semavî dinlerin haber verdikleri dehşetli ahirzaman fitnesi de böyle bir toplumda yayılma imkânı bulur. Kaosun, anarşinin ve istibdadın idare ettiği toplumlar, din ile birlikte ahlâkını kaybeden toplumlar değil mi?

Burada çok önemli bir hususu vurgulamak gerekiyor. Normalde reklâmlar örfe göre düzenlenir. Bizde ise örfe isyan nisbetinde reklâm “kıymet” buluyor. Yeni Avrupa ve Amerika ekranlarında, sokak ve medyasında normal kabul edilen bir reklâmın bizde yayınlanması hiç de normal değildir. Her iki hayat arasındaki farkı göremeyen reklâmcıyı durdurmak, Türkiye Müslümanlarının üzerine farz-ı kifâyedir. Bin yıllık İslâmî tarihimiz, dinî değerlerimiz ve millî harsımız; hayatımızı insanî değerlerle çerçeveliyor. Fakat hırsla dünyaya saldıran tüccarlardaki dehşetli cehalet, maalesef Türkiye´yi yolgeçen hanı haline getiren maksatlı reklâmcılara kuvvet veriyor.

Reklâmlarla yalnızca sefahat, israf ve müptezellik aşılanmıyor cemiyete. Kompleksli, millî kimlik ve tarihinden uzak, dinsiz ikinci Avrupa´nın hayat tarzına müptelâ ve tembel nesillerin oluşmasında da bu reklâmların katkısı büyüktür. Bilhassa Müslümanların veya insaniyetperverlerin reklâmda kendi çizgilerini oluşturamamaları; dinini ve örfünü inciten reklâmlara tepkisiz kalmaları da, reklâmı dinsizliğe, sefahat ve bid´aya alet edenlerin işini kolaylaştırıyor. Tesettür reklâmında bile “dinî hayatı” inciten çizgileri kullanan firmalar ikaz edilmeli. Bir kitabı okumaya, bir saat tefekküre ve hayata meşgaleleri dışından bakmaya zamanı olmayan zenginlerimizin bazı reklâm firmalarına verdikleri paraların zararı, yalnızca onlara dokunmuyor. Bütün insanlık bundan şikâyetçi…

02.02.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Sizi bu borçlar yakacak



Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi bazı merkezlerin bilgilerine dayanılarak yapılan bir araştırmada bütün dünya ülkelerinin ‘borç içinde yüzdüğü’ ortaya çıkmış. Çok dikkat çekici bir bilgi de şu: Toplam kamu ve özel sektörün yabancılara, yabancı para mal ve hizmet karşılığı dahil ödemesi gerekli toplam dış borç miktarını gösteren ‘’dış borç sıralamasında’’ dünyanın en büyük ekonomisi ABD başı çekiyor.

Araştırmaya göre ABD’nin 12 trilyon 250 milyar dolar toplam dış borcu (devlet ve özel sektör dış borç toplamı) bulunuyor. ABD’yi 10 trilyon 450 milyar dolar toplam dış borçla İngiltere, 4 trilyon 489 milyar dolar toplam dış borçla Almanya, 4 trilyon 396 milyar dolar toplam dış borçla Fransa takip ediyor. (AA, 1 Şubat 2009)

Haliyle ‘trilyon dolar’ dış borcu olan ülkeleri ‘milyar dolar’ dış borcu olan ülkeler takip ediyor. Türkiye, 247,1 milyar dolarlık toplam dış borç stokuyla dünya sıralamasında 23. sırada. Türkiye’yi 229,4 milyar dolarlık dış borçla Brezilya, 220,1 milyar dolarla da Güney Kore izliyor. Diğer taraftan, 6 merkezî hükümetin (Tayvan, Lüksemburg, Hollanda, İsviçre, Singapur ve İrlanda’nın) dış borcu bulunmuyor.

Tabiî ki dış borcun büyük olması tek başına bir mânâ ifade etmez. ‘Fakir’ bir ülkenin dış borcu ‘az’ olur, ama ödeme imkânı olmadıktan sonra o borç, ‘zengin’ ülkenin ‘çok’ borcundan daha tehlikelidir. Nasıl ki asgarî ücretli bir çalışan için ‘bir milyar TL’ büyük bir borç iken, ‘koçsa’ gibi zenginler için böyle bir rakam ‘borç’ bile sayılmayabilir.

Bununla birlikte, başta Amerika olmak üzere bütün ‘zengin’ ülkelerin borç batağına sürüklenmesinde her halde ‘mazlûm insanların ahı’nın da bir tesiri vardır. Dikkat edilirse en borçlu olan ülke Amerika ve onu izleyen İngiltere, işgalcilikte birbirlerine destek veren ve dünyadaki tepkileri dikkate almayan ülkelerdi.

Bunu yaparken de dayandıkları nokta, kendilerinin ‘en zengin’ olduğu teziydi. Yani, “Biz zenginiz, paramız var, sanayimiz var, teknolojimiz var. Ne istersek yaparız” diyorlardı.

Evet ‘zengin’ idiler, ama dünyada hiçbir şey kararında kalmıyor ki! Geçmiş asırlarda da çok ‘zengin’ ve güçlü ülkeler olmuştur. Ama yeri ve zamanı gelince o güçler sona ermiş ve mahvolup gitmişlerdir. En yakın örneği SSCB (eski Rusya) olsa gerek. Bu yıkılışların temelinde de büyük oranda adaletsizlikler ve haksızlıklar vardır.

İşte Amerika ve onun en büyük destekçileri ‘zengin’liklerine güvenerek zulümde lider oldular, ama aynı noktadan yıkılmak üzereler. “Mümkün değil, yıkılmaz” dememek lâzım. Hem ‘yıkılmak’ illa da yerine başka devlet kurulması anlamına gelmez. Eski gücünü ve kuvvetini kaybettiği anda ‘hükmen’ yıkılmış sayılır ki, gidişin o yönde olduğunda herkes ittifak halindedir.

Amerika’da patlak veren finansal krizin ne zaman sonlanacağı bile meçhul. Daha bir iki gün önce 3 yeni bankaya daha el konuldu, yani batan banka sayısı artıyor. Bu durum, “Alma mazlûmun ahını, çıkar aheste aheste” tesbitini bütün dünyaya bir defa daha hatırlatmış oluyor. Afganistan’dan Irak’a, alınan ‘ah’lar Amerika başta olmak üzere zulme sessiz kalan bütün dünyaya ‘borç’ olarak dönüyor. Allah (cc) muhafaza!

02.02.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Ankara’nın İsrail kırılganlığı



Ankara – Telaviv hattında Başbakan Erdoğan’ın Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı Peres’e tepkisinin altı bir türlü doldurulamıyor. Başbakan’ın İsrail’in zulmünden, saygısızlığından ve pervâsızlığından yakınmasıyla, barış görüşmelerini ıskartaya çıkaran ahdini bozan tutumundan şikâyetle kalınıyor.

Ne hükûmetten ne de Dışişleri’nden Başbakan’ı destekleyen bir açıklama henüz yapılmış değil. Oysa İsrail Cumhurbaşkanlığı ve hükûmet sözcüleri, krizin ilk saatinden itibaren Peres’e arka çıkıp peşpeşe resmî açıklamalar yaptılar. Dışişleri Bakanlığı bigâne, ses çıkmıyor; âdeta “İsrail’i kızdırmama politikası”nı güdüyor. Bakan Babacan’ın Davos’a hareket etmeden önce Ankara’da gazetecileri toplayıp hâlen enkaz altındaki gözü yaşlı Gazze’deki HAMAS yönetimine yüklenmesi, İsrail hayranı stratejistlerin ağzıyla HAMAS’ı “yanlışlarından vazgeçmeye” çağırması ise tam bir garâbet.

Başbakan’ın ısrarla HAMAS’ın uluslar arası gözlemcilerin izlediği demokratik seçimlerle Filistin halkının büyük bir ekseriyetle seçtiği meşrû hükûmeti olduğunu söylediği sırada Babacan’ın Başbakan’a rağmen HAMAS’ı suçlaması, siyasî iktidarın içinde bulunduğu çelişkili kırılganlığı ele veriyor. Ve bu kırılganlıktan İsrail “Türkiye resmen tavır koyamıyor” diye cür’et alıyor…

İSRAİL’LE İŞBİRLİĞİ PLÂNI

Görünen o ki sinsî bir plân işliyor. İçte ve dışta İsrail’e iliştirilmiş mahfillerin, Başbakan’ın son “Davos çıkışı”nın telâfisi adına İsrail’le işbirliğinin daha da arttırılması “önerileri” bunun için. Erdoğan’ın özel danışmanlığını yapmış bazı iş adamlarının tâ Davos’tan, “Başbakan dar görüşlü değildir, pragmatisttir; bu çıkışını İsrail’le ilişkileri ve işbirliğini derinleştirerek devam ettirmeye vesile kılacak” tür temennilerin amacı bu.

Keza öteden beri İsrail’e meftun Yahudi lobisiyle ilintili kimi “monşerler”in “reel politik” yutturmacasıyla Erdoğan’ın bu “çıkışı” üzerinden Türkiye’yi bir nev'î “suçluluk psikoloji”siyle ABD – İsrail eksenli politikalara çekmeye çalışmaları da bu maksada mâtuf.

Bu plânla “fatura” İsrail hizmetçisi Ermeni asıllı Yahudi moderatöre çıkarılarak İsrail’in soykırımı gözardı edilmekte. Erdoğan’ın “çıkışı” üzerindeki medyatik çarpıtmalarla İsrail’in işgal ve zulmü nazarlardan kaçırılmakta. Gazze vahşeti âdeta gündem dışı tutulmakta…

Yine bu plânla, Başbakan’ın bu çıkışla içte büyük bir sempati topladığı, önümüzdeki yerel seçimlerde oyunu arttırdığı, İslâm dünyasında bir “yıldız” olduğu pompalanmakta; “Erdoğan’ın bu kazanımlarla yetinip, bunu ABD ve İsrail ile ilişkileri ilerletme ve daha da derinleştirme aracı kılması” telkinlerinde bulunulmakta. Dahası, bunu yapmadığı takdirde kaybedeği, “siyasî akıbeti”nin iyi olmayacağı “mesajı”yla, “Türkiye’nin dostu” Yahudi lobisinin Amerikan Kongresindeki “Ermeni soykırımı tasarısı" şantajı haberi verilmekte…

Bütün bu oyunlardan belli ki İsrail, “meşrûiyetinde” istimal ve İslâm dünyasına karşı istismar ettiği Türkiye ile işbirliğinin kesilmesinden korkuyor. Krizin ertesi günü İsrail gazetesi Haaretz’in “İsrail’in Türkiye’ye Heron insansız uçak satışını tamamlaması bekleniyor; iki ülke, savunma ihtiyaçları nedeniyle birbirine bağlı” yorumunun hedefi bu.

Özetle her şeyi kendi çıkarına kullanan İsrail, dessasâne siyasetle Filistin işgali ve zulmüyle Türkiye “dostluğu ve işbirliği”ni beraber yürütmek peşinde. Davos’taki tartışmanın ardından İsrail’in destekçisi uluslar arası medyada, Erdoğan’ın ve hükûmetinin “İsrail’e en yakın duran ve yardım eden dost” olarak tanıtılması da bu amaca yönelik. Krizin ardından Peres’in, “Erdoğan’a olan saygım değişmedi, olanlardan son derece üzgünüm, dostlar aralarında zaman zaman tartışabilir, ilişkiler olduğu gibi devam etmeli” demesi, bunun ifâdesi…

BİRTEK BAŞBAKAN KONUŞUYOR!

Ancak bütün bunlar olurken, İsrail’in zulmü sürüyor. Gıdadan, sudan, ilâçtan elektriğe kadar bütün hayatî ve zarurî maddeleri kapsayan amansız ambargo devam ediyor. Yarısına yakını çocuk ve kadın olan bindörtyüz sivili öldürmekle, beşbini aşkın insanı yaralamakla, hastaneleri, okulları, camileri, evleri üç hafta boyunca bombalamakla, fosfor bombalarını atmakla yetinmeyen İsrail, zulmü “ateşkes” sürecinde de sürüyor.

Gazze kuşatma altında. İsrail, karadan, havadan ve denizden ablukaya aldığı Gazze’yi açık hava hapishanesine çevirmiş. Türkiye’den ve dünyadan gönderilen yardımlar engelleniyor. Dışa açılan tünellerin çoğunu üç haftalık bombardımanda yerle bir eden İsrail, birbuçuk milyon Gazzelinin tek nefes alma menfezi olan Mısır sınırındaki -son saldırıdan kalma- tünelleri de bombalayıp tahrip ediyor. Batı Şeria ve Gazze Şeridinin önüne elektrikli tel örgülerle çevrelediği metrelerce yüksek “utanç duvarı”nı örüyor.

Geçici “ateşkes” zar zor sağlandı ama hâlen başta seçilmiş Filistin Meclis Başkanı ve milletvekilleri olmak üzere binlerce Filistinli İsrail hapishanelerinde esir tutuluyor. İsrail Dışişleri Bakanı Livni, “yaptık, gerekirse yine yaparız” diyerek açık açık tehdit ediyor. Her an bir “roket”i bahanesiyle yeniden Gazze’ye saldırabileceği tehdidini savuruyor. Bundandır ki pamuk ipliğiyle bağlı “tek taraflı ateşkes”in kalıcı olması ve barışın tesisi için öncelikle İsrail’in Gazze kuşatmasını kaldırması, sınır kapılarını açması ve insanî yardımlara yol vermesi ve elindeki esirleri serbest bırakması gerekiyor.

Ne var ki Ankara hâlâ suskun; bir tek Başbakan konuşuyor. Gazze’yi cendere içine alan ambargonun kaldırılması, İsrail’in kalıcı bir ateşkese zorlanması ve barış görüşmelerinin başlatılması için ciddî bir diplomatik çaba ve yaptırım yok…

Hâlen Türkiye’nin İsrail ile bütün antlaşma, işbirliği ve ihâleleri tamgaz sürmekte. İsrail’in lâftan anlamayacağını bile bile, dayatılan işgal, zulüm ve vahşet, yalnızca Başbakan’ın günübirlik söylemleriyle savuşturulmakta…

Ankara’nın artık stratejik savunma işbirliği ve askerî antlaşmaları askıya almaktan başlayarak etkili yaptırımlara yönelmesi şart. Yoksa “sözlü kınamalar” ya da Başbakan’ın resti İsrail’i caydırmıyor, zulmünden alıkoymuyor…

02.02.2009

E-Posta: [email protected]




Recep TAŞCI

İhracatçıya işkence -1



Amerika’da başlayan malî kriz, dev şirketleri batırıyor, milyonlarca insan işsiz kalıyor. Hükümetler, milyar dolarlık paketlerle şirketleri kurtarıyor, ekonomiye müdahale ediyor. 1980’lerden itibaren uygulanan neo-liberal dönemde; piyasaların kendi kendilerini düzenleyeceği düşüncesi hakimdi. 1929 bunalımından sonra ortaya çıkan kriz bu yaklaşımın iflâs ettiğini ispatlamıştır. Artık devletler ekonominin en etkin aktörleri olarak sahnede yerlerini almışlardır.

Türkiye bu kriz karşısında ne yapıyor? 2001 yılında yaşanan finansal krizde gereken yasal düzenlemeleri yaptığından bankacılık sektöründe şimdilik bir sorun yok görünüyor. Reel sektörde ise kriz gittikçe ağırlaşan bir şekilde kendini hissettiriyor. Açıklanan aylık veriler bunun göstergesi. En son açıklanan rakamlara göre; imalat sanayiinde kapasite kullanım oranı son 18 yılın en düşük seviyesine inmiştir. İhracatımız da son aylarda düşmeye başlamıştır. Düşük kur politikası yüzünden zaten binbir güçlükle faaliyetini sürdürebilmekteydiler. Dış talebin daralmasıyla işleri zorlaşmıştı. Döviz sıkıntısı çeken ülkemiz, ihracatçıları mutlaka desteklemelidir. Bizce, en önemli ve saygıdeğer kesimlerin başında ihracatçılar gelmektedir. İhracat demek döviz demektir. Yani şu kriz ortamında en fazla ihtiyaç duyduğumuz kaynak...

Döviz için ne fedakârlıklarda bulunuyoruz. Egemenliğimizi bile paylaşabiliyoruz. En ağır şartları kabul ediyoruz. Yüksek faiz ödüyoruz. Ekonomimiz güven veremediğinden ve istikrara kavuşamadığından borçlanma maliyetimiz artıyor.

Çare? Tabiî ki döviz kazandırıcı işlemlere ağırlık vermekten geçiyor. Döviz kazandıranlar da ihracatçılar olduğuna göre; bütün imkânlarımızla bu kesimin yanında yer almamız gerekmez mi? Hayır! Biz destek yerine köstek olmayı tercih ediyoruz. İstihdam üzerindeki yükler, yüksek girdi maliyetleri, düşük kur ve acımasız rekabet ortamında ihracat yapmaya kalkanlara bir çelme de biz takmaya çalışıyoruz. Yasal hakları olan parayı iade etmiyoruz. Ya da iade etmemek için bin dereden bin su getirttiriyoruz. Aylarca ıztırap çektiriyoruz. Son derece düşük kâr marjıyla çalışan bu sektör için vergi iadesi hayatî önem taşıyor.

Öyle bir iade sistemi kurmuşuz ki hukuk adalet hak getire... Mantık ararsanız hiç yok. Doğru dürüst bilen de yok. Çünkü anlaşılması mümkün değil. Dünyanın hiçbir ülkesinde böyle bir sisteme rastlayamazsınız.

İnsanı hayrete düşüren, yaklaşık 20 yıldır süregelen bu sisteme kimsenin ciddî olarak tepki göstermemesidir.

Malî müşavirleri, akademisyenleri ve köşe yazarlarını geçtik ama bu uygulamadan doğrudan zarar gören ihracatçılar nerde? Nerde birlikleri, sözcüleri?... Belki zaman zaman gazetelerin arka sayfalarında bir iki cılız ses çıkarmış olabilirler. Ancak işin vehameti ve haksızlığı karşısında yetersizdir.

02.02.2009

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

40 yıllık okuyucular



Daha önce duyurduğumuz ve hemen her hafta hatırlattığımız “40 yıllık okuyucular” çalışmasına ayrı bir önem veriyoruz. Çünkü 40 yıllık tavizsiz istikrar çizgisinin bugünlere ulaşmasında, söz konusu çalışmanın kapsamında yer alan isimsiz kahramanlarca teşkil edilen şahs-ı manevînin çok büyük emek ve fedakârlıkları var.

Onlardan, halen hayatta olup bu kırıksız çizginin devamına katkıda bulunmayı sürdüren ve aynı ideali çocuklarına da intikal ettiren muhterem zevata bir cemîle, kadirşinaslık ve vefa borcu olarak düşündüğümüz bu çalışmayı lütfen gündeminizin ön sıralarına alınız ve geçen hafta yazdığımız sorular ekseninde en kısa zamanda neticelendirerek bize ulaştırınız. Bekliyoruz.

***

Enver Tezer’in mesajı

Bu çağrımıza gelen cevaplardan, hacim olarak köşemize uygun nitelikte olanları burada yayınlıyoruz. Onlardan biri de, uzun yıllardır Balıkesir temsilciliğimizi yürüten muhterem Enver Tezer. İşte onun 40. yıl için yazdıkları:

“Gazetemizin 40. yılını tebrik ederim.

“Yeni Asya’dan önce aynı hizmette İhlâs, Zülfikar, Uhuvvet ve İttihad gazetelerimiz vardı.

“21 Şubat 1970’te Yeni Asya hizmete girdi.

“Gazetemizin kendi matbaa tesisleri ise yıllar sonra Mustafa Sungur Ağabeyin dualarla şaltere bastığı bir törenle faaliyete geçti. O gün orada bulunmamız hasebiyle, o bayramı biz de yaşadık.

“Yeni Asya bugüne kadar Risale-i Nur prensiplerine sımsıkı bağlı kalarak tavizsiz çizgisini korumuş, hep hakkın ve haklının yanında olmuş, demokrasiyi savunmuştur.

“Hak bildiği yolda yürürken birçok engel ve sıkıntıyla karşılaşmış, ama hepsini aşarak yoluna devam etmiştir.

“Sınırlı imkânlarla çıkmasına rağmen okurlarına Risale-i Nur başta olmak üzere en güzel hediyeleri takdim etmekten geri durmamıştır.

“Bu hizmet yolunda emeği geçen cefakâr Yeni Asya kadrolarını tebrik eder, nice hizmet yıllarında Cenâb-ı Haktan sağlık ve muvaffakiyetler dilerim.”

***

Abdil Yıldırım’la röportajı

Bu dosya için, hayli geniş röportaj şeklinde yapılan çalışmalar da bize ulaşmaya başladı ki, hem kadîm bir okuyucumuz, hem de yazarımız olan Abdil Yıldırım’la Eskişehirli emektar okuyucularımızdan Süleyman Akkın’ın gerçekleştirdiği sohbet, bunun güzel örneklerinden biri. Onu da önümüzdeki günlerde yayınlayacağız.

Bu vesileyle hatırlatalım: Yıldırım, önce Yeni Asya’yı ve ardından gazete vasıtasıyla Risale-i Nur’u tanıyan bir okuyucu ve yazarımız. Onun bilhassa bu vasfı, Yeni Asya’nın en önemli özelliklerinden biri olan “insanları Risale-i Nur’la tanıştırma” hizmetinin çok orijinal ve müşahhas bir örrneğini teşkil ediyor.

40. yıl özel ilâvesi

21 Şubat’ta gazeteyle birlikte vereceğimiz 40. yıl özel ilâvesi için hazırlıklarımız devam ediyor. Geçen yılki “Ses getiren manşetler” ekimizin daha genişletilmiş şekli olarak hazırlamakta olduğumuz bu ilâveyi bir hafta öncesinden basmayı planlıyoruz.

02.02.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır