"Gerçekten" haber verir 06 Şubat 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Nejat EREN

Menfîliklere karşı çaremiz “mânevî cihad”dır



“DÜşman” kelimesinin mânâsının oldukça saptığı ve kaydığı böyle bir zamanda “nefisle” mücadele etmek ve uğraşmak elbetteki kolay değil.

Menfîliklerin sel gibi döküldüğü bir ortamda meşrûiyette kalmak ve istikameti muhafaza etmek kolay bir iş değil. “Dünyevîleşme” cereyanının karşısında durmak her babayiğidin harcı değil.

Maddiyatta boğulmuş dünya piyasasının “ekonomik krizleri” karşısında ayakta durmak yürek ister.

Böyle bir ortamda “maneviyâtı ve semâvîliği” öne çıkarmak, elbetteki derin bir vukufiyet ve sağlam inanç ister.

Fitnenin kol gezdiği ve daima hedefinde masum inanç sahiplerinin olduğu bir vasatta savrulmamak ve sarsılmamak elbette ki kolay değil.

Bugünün Müslümanlarının, hele de dâvâ sahiplerinin imtihanları çok büyük!

Bu zaman ve zeminde, “Ah dâvâm!” diyebilmek, “omuzuna ihsan-ı İlâhî tarafından konulmuş” bu hizmetin esas umdelerini tatbik ederek yaşayabilmek esas imtihan ve gerçek cihaddır. Böyle bir dâvâ sahibinin, her türlü şart, zaman ve durumda, her iş ve hizmette, her halükârda dâvâsına, dâvâ arkadaşlarına ve inancına karşı:

“Ben bu işte yokum!” deme lüksü yok!

“Benden buraya kadar!” deme hakkı yok!

“Ben yoruldum, yeter artık!” deme şansı yok!

“Ben seninle / sizinle yapamıyorum!” deme aykırılığı ve bıkkınlığı olamaz!

“Ne hâliniz varsa görün!” diyerek pes edip dâvâ arkadaşlarını yalnız bırakamaz!

“Hizmeti hep ben mi düşüneceğim?” deme sorumsuzluğuna kaçamaz!

Geniş İslâm coğrafyasındaki Gazzeler, Filistinler, Iraklar, Afganistanlar, Cezayirler, Pakistanlar, Bosnalar acı ve ibret verici ciğer parçalayan örnekler olarak önümüzde duruyor. Türkiye’de asırları içine alan “ifsat komitesinin” imha plânına karşı koyacak en sağlam gerçekler Risâle-i Nur okuyan camiânın elinde var. Ümmet ve insanlık bu hakikatlerin tatbikatını bekliyor. Kalp ve gönüllere yerleşen ve maneviyât âleminde gerçekleşecek bu “cihadı” bırakmak demek olan her türlü menfî hareket, şer hesabına geçer.

Dâvâ ve inanç sahibi şuurlu bir mü’min, kavganın, silâhın, kanın, kinin, hukuksuzluğun, haksızlığın, gerginliğin, katletmenin, sömürmenin, düşmanlığın, aykırılığın ve ötekileştirmenin yanında olamayacağına göre, yapacağı çok şey var demektir.

Sorumluluğunu bilen “dâvâ adamları”, bu camianın içinde ve tarihçesinde olan şu örnekler bize ışık tutacaktır:

Molla Resül’ün cesaret ve mertliği, Molla Hamid’in saffeti, Hulusi’nin sadakati, Hüsrev’in mahareti, Re’fet’in dikkati, Tahiri’nin velâyeti, Zübeyir’in metanet ve istikameti, Sungur’un Risâle-i Nur’a hâkimiyeti, Bayram’ın Üstadının şahsında ve dâvâsında faniyeti ve serdengeçtiliği, bir asra yaklaşan “şahs-ı mânevî” gerçeğinin saffeti, gayreti, metaneti, ihlâs, muhabbet ve uhuvveti ihtiyacı karşılar her halde.

Çünkü nefis, hep bahanelere sığınmak istiyor. Kaçacak delik arıyor. Kendisini ve muhataplarını kandırmayı gözlüyor. Mesuliyetten kaçmaya çalışıyor. Dünyevîliği ön plâna çıkarmayı plânlıyor. Birliğin, beraberliğin, ittifakın, kardeşliğin, sadakatin, istikametin, saffetin ve ihlâsın imtihanındayız.

Bu tembel, sorumsuz, aldatıcı, güvenilmez, bahaneci “nefislerimizi!” ve onun sır arkadaşları olan “asabiyet, bencillik, hodgâmlık, enaniyet, öfke, kin, garaz, su-i zan, sorumsuzluk, gıybet… vb.” menfî his ve duygularımızı, terk edemediğimiz alışkanlıklarımızı, ülfetimizi terbiyeye çalışmak için yeniden bir silkinmeye ihtiyacımız var diye düşünüyorum.

Bütün Müslümanlar ve inançlı insanlar olarak, kurtuluş reçetemiz bu “manevî cihad”dadır. İnancımızın, kardeşliğimizin ve davamızın gereği olan birlik, beraberlik, sadakat, istikamet ve sebatımızı gösterip kendi işimize bakmak ve sarsılmamak durumundayız. Enaniyetten, ayrılıklardan, mânevî gurbetlerden uzak bir sadakatli yolda birlikte devam etmek dilek ve temennisiyle...

06.02.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kardeşlik hukuku



Gökhan Bey: “Bir Müslüman’ı bir davranışından dolayı kınamak, İlâhî cezâ olarak, aynı davranışa maruz kalmayı gerektirir mi? Böyle bir âyet veya hadis var mı?”

Kur’ân’ın, mü’minleri kardeş olarak bir bütünün parçaları gibi sunması1, Peygamber Efendimiz’in de (asm) mü’minleri birbirlerine karşı, bir binânın birbirine sımsıkı sarılan aksâmı olarak nitelemesi2, din kardeşliği hukûkunu gündemimizden hiç düşürmemek için yeterli belgelerdir. Kur’ân’ın mü’minlerin birbirlerinin kusurlarını aramalarını, birbirlerine sû-i zanla yaklaşmalarını, birbirlerini gıybet etmelerini ve kötülemelerini yasaklaması3, kardeşlik hukukunu muhafaza etmeye yöneliktir. Çünkü bunlar kardeşliği bozan, ihlâs ve samimiyeti kıran, riyâ ve gösterişe kapı açan, araya düşmanlık, kin, iğbirar, nefret, garaz ve çekememezlik sokan ve şeytanları güldüren davranışlardır. Bundandır ki, kusur aramak değil, bilâkis kusur örtmek emredilmiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm): “Sizden, elbisesinin ucuyla da olsa, mü’min kardeşinin kusurunu örtebilen, örtsün” buyurmuştur.4

Kardeşlik hukukunu bozan davranışların cezâlarına gelince, eğer Allah bağışlamadığı takdirde, dünyada “misil” olarak verilmesi, âhirete bırakılmasından daha mâkul ve rahmete daha yakın bulunmaktadır. Kul hakkına dayalı olduğu için, bağışlanması diğer kulun hakkını helâl etmesine bağlıdır. Bu durumda, gıybet eden, sû-i zanda bulunan, kusur arayan ve kınayan ya bu cürümleri sebebiyle karşı tarafla helâlleşmeli ve Allah’tan af dilemeli, ya da dünyada iken başına gelecekleri beklemelidir. Bediüzzaman Hazretlerinin bu konuda tavsiyesi şöyledir: “Eğer gıybet etti veyahut isteyerek dinledi; o vakit ‘Allah’ım! Bizi ve gıybet ettiğimiz kişiyi bağışla!’ demeli, sonra gıybet edilen adama ne vakit rast gelse, ‘Beni helâl et’ demeli.”5

Günahlar karşısında dünyada cezâ görmenin, âhirete nisbeten daha merhametli bir tercih oluşu, dünya sıkıntılarının ahiret sıkıntılarına göre daha hafif oluşu sebebiyledir. Peygamber Efendimiz’in (asm), “Ümmetimin azabı onun dünyası içindedir” gibi hadisleriyle6, mü’minin cezasının büyük oranda dünyada verileceğinin haber verilmesi bu merhamete işâret eder.

Mü’minin kusurunu aramaya ve kınamaya karşı uyarıcı hadislerin bir kısmını hatırlayalım:

* Fudâle bin Ubeyd’in (ra) rivâyetiyle Peygamber Efendimiz (asm) İncil’den şöyle naklediyor: “İncil’de şöyle yazılıdır: İnsanlara nasıl davranırsan, öyle karşılık görürsün. Hangi ölçüyle verirsen, sana da o ölçüyle verilir.”7

* Ebû Derdâ (ra) anlatıyor: Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurdu: “Kim ki birisini ayıplamak maksadıyla, onda olmayan bir kusurla onu anarsa, Allah söylediğini ispat edinceye kadar onu Cehennem ateşinde hapseder.”8

* Yine Ebû Derdâ (ra) anlatıyor: Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Kim din kardeşinin şerefini savunursa, bu, Cehennem ateşine karşı ona perde olur.”9

* İbn-i Ömer (ra) anlatmıştır: Resûlullah Efendimiz (asm) buyurmuştur ki: “Herhangi bir kişi din kardeşine ‘kâfir’ derse, bu o ikisinden birisine döner. Dediği gibiyse dediği kimseye gider; dediği gibi değilse kendisine geri döner.”10

* Enes (ra) bildirmiştir: Allah Resûlü (asm) şöyle buyurmuştur: “Üç şey vardır ki, îmânın aslındandır: 1) Lâ ilâhe illallah diyen kimseye sıkıntı vermemek, hiçbir günah sebebiyle onu damgalamamak ve hiçbir amelinden dolayı onu İslâm dışına atmamak. 2) Cihad. Allah beni Peygamber olarak gönderdiği günden itibaren tâ ümmetimin sonu Deccâl ile savaşıncaya kadar devam edecektir. Ne bir zâlimin zulmü, ne de bir âdilin adâleti onu ortadan kaldırmayacaktır. 3) Kadere îmân.”11

* Câbir bin Süleym (ra) bildirmiştir: Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Allah’tan kork, hiçbir iyiliği küçümseme. Bu, su isteyen birine kovandan su vermek veya Müslüman kardeşini güleryüzle karşılamak bile olsa. Yerde sürünecek kadar uzun elbise giymekten sakın. Çünkü bu kibir alâmetidir. Allah ise kibri sevmez. Biri sana dil uzatır ve sende olmayan bir kusurla seni ayıplarsa, sen onu sahip olduğu kusurla dahi ayıplama. Onu, günahı kendine, sevabı sana olduğu halde terk et. Kimseye aslâ sövme.”12

Dipnotlar:

1- Hucurât Sûresi, 49/10; 2- Câmi’ü’s-Sağîr, 3/3769,

3- Hucurât Sûresi, 49/12; 4- Câmi’ü’s-Sağîr, 3/3557,

5- Mektubat, s. 268; 6- a.g.e., 2/2635,

7- a.g.e., 3/3483; 8- a.g.e., 3/3641,

9- a.g.e., 3/3645; 10- a.g.e., 2/1599,

11- a.g.e., 2/1849; 12- a.g.e., 1/66

06.02.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Yapılan hiçbir iyilik boşa gitmez



İmtihan dünyasıdır bu dünya. İnsana akıl ve irade verilmiş; kitap ve peygamberler gönderilip iyi ve kötü yollar gösterilmiş, iyi yoldan gitmesi istenmiş, bu yolda gidenlere mükâfatlar verileceği, kötü yoldan gidenlerin de cezalandırılacakları bildirilmiş.

Dünyada iyilikler de, kötülükler de imtihan sırrı bozulmayacak derecede karşılıklarını görürler. Sonuçların alınacağı ahirette ise iyilikler bütünüyle mükâfatını, kötülükler de cezalarını bulurlar.

Gece gündüz demeden Allah için çırpınmış, iyiliklere koşmuş, kulluğun gereklerini yerine getirmiş, güçlüklere katlanmış bir insanın yaptıklarının boşa gideceğini kim söyleyebilir? Ya elindeki güç ve kuvvete dayanarak ona buna zulmetmiş, hak ve hukukunu çiğnemiş, fakat gerekli cezasını görmemiş zalimlere ne demeli?

Demek Cennet de lâzım, Cehennem de. “Cennet ucuz değil, Cehennem de lüzumsuz değil.” İlâhî adaletin bütünüyle hükmedeceği bir Mahkeme-i Kübra var. Kur’ân-ı Kerim, “Kim zerre kadar bir iyilik yaparsa onun mükâfatını görür. Kim de zerre kadar bir kötülük yaparsa onun cezasını görür” 1 buyurmuyor mu?

Bir kısım kimseler suçları gereği Cehennemi boylarlarken bir kısmı da güzel davranışları sonucu mükâfat olarak Cennete gireceklerdir.

Şimdi biz bu Cennete, Cennetliklere bakalım. Ne gibi özellikleri vardır ki böylesine bir nimetle mükâfatlandırılmaktadırlar?

Takva sahipleridir onlar. Allah’a saygıda kusur etmemiş, emirlerine uyup yasaklarından kaçınarak bu saygılarını, Ondan korktuklarını ispatlamış insanlardır. İşte böyle takva sahipleri için Cenneti vaad etmiştir Allah.2

Îman edip imanın gereği olarak güzel işler yapanlardır onlar.3

İyilik yapıp iyi kullukta bulunmuşlardır.4

“Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra da doğru yolda sebat emişlerdir.5

Peki, nelerdir onlara bağışlanan nimetler? Bunun üzerinde de bir sonraki makalemizde duralım İnşaallah.

Dipnotlar:

1- Zilzal Sûresi: 7-8.

2- Muhammed Sûresi: 15 Zümer Sûresi : 73.

3- Rum Sûresi: 15.

4- Yunus Sûresi: 26

5- Zuhruf Sûresi: 70-73.

06.02.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Ölüm, cennet-cehennem ve din!



Rüyasında babasının öldüğünü gören Ayşe Arman’ın aynen rüyası çıkar ve röportajında: “Açıklayamıyorum. Açıklamak da istemiyorum. Huzursuz ediyor bu mesele beni. Bu röportajı kabul etmese miydim acaba? Sadece baba soruları sorma, dengemi yeni yeni bulur gibi oldum, lütfen bozma...” der.

“Artık rüya görmekten korkuyor musunuz?”

“Evet. Eğer bir rüya musluğu varsa, benimki yanlışlıkla açıldı, kapatmak istiyorum. Bir daha rüya filan görmek istemiyorum. Durup düşünmek de istemiyorum. Ben koşmak istiyorum. Sürekli koşmak, hiç durmamak… Belki de babamı bir daha hiç göremeyeceğim gerçeğiyle yüzleşmek istemediğim için kendimi bu kadar paralıyorum.”

“İnsanın aklı bunu almıyor değil mi?”

“Almıyor. Ölüm bir eşikmiş… Ben babamı kefen içinde gördüm… Dışı oradaydı da içi nereye gitmişti? Bunları çok düşünürsen kafayı yiyorsun.

Babam, daha güvenli sularda yüzmemi hayal ederken, bense bir an evvel kapağı İstanbul’a atmak istiyordum, kendimi, erkekleri, aşkı (...) keşfetmek için can atıyordum… Zaman zaman onu utandırdığımı düşünüyorum. Oysa benimle gurur duymasını isterdim… Bana bak bu sorulara devam edersen ağlamaya başlayacağım! Daha eğlenceli şeylerden söz edemez miyiz?

“…Saçma sapan korkular başlamıştı bende, karanlıkta kalamıyordum, yalnız olamıyordum… Allah’tan geçti şimdi o korkularım. Babam gelip öteki dünyadan ‘Böğğğ!’ yapacak diye mi korkuyordum nedir. Sonra ‘Yeteri kadar inançlı mıyım değil miyim’ meselesine taktım…” (Taraf, 02.02.2009)

Arman gibi, hepimizin iki çıkış yolu var:

Ya rüya, kâbus görmeyi keseceğiz, ya rüyalarından korkmayı!..

Ya aklımızı başımızdan atacağız, ya imanla başımıza alacağız.

Ya kendimizi öldüreceğiz, ya ölümü öldüreceğiz!

Ya dünyayı boşayacağız, yoksa dünya “Haydi dışarı!” deyip bizi boşayacak!

Ye mezar kapısını kapatacağız veya sonsuzluğa açılan bir kapıya çevireceğiz!

Ya başkalarından ziyade kendimizi arayıp bulacağız veya ister istemez bu fani, perişan dünyada rüyalarımız, kâbuslarımız ile korkunç olaylar içinde kaybolup gideceğiz!

Ya sevdiğimiz ve ciddî alâkadar olduğumuz milyonlar sevgili insanlar, o mazi mezaristanında, nazarımızda çürüyüp mahvolacak; veya birden hakikat-i iman, Hakîm-i Lokman gibi, o büyük idamhâne tevehhüm edilen mezaristana kalb penceresinden bir ışık verecek, onunla baştan başa bütün ölüler dirilecek. Ve “Biz ölmemişiz ve ölmeyeceğiz, yine sizinle görüşeceğiz” lisan-ı hâl ile dediklerini duyup, hadsiz sevinçler ve ferahları iman bu dünyada dahi verecek… Bu ispat eder ki, iman hakikatı öyle bir çekirdektir ki, eğer tecessüm etse, bir cennet-i hususiye ondan çıkar, o çekirdeğin şecere-i tûbâsı olur…

Ya dönüp şöyle diyeceğiz: “Hiç olmazsa hayvan gibi hayatımızı keyif ve lezzetle geçirmek için sefahet ve eğlencelerle bu ince şeyleri düşünmeyerek yaşayacağız.” veya şu hakikati dinleyeceğiz:

“Hayvan gibi olamazsın. Çünkü, hayvanın mazi ve müstakbeli yok. Ne geçmişten elemler ve teessüfler alır ve ne de gelecekten endişeler ve korkular gelir. Lezzetini tam alır. Rahatla yaşar, yatar, Hâlıkına şükreder. Hattâ kesilmek için yatırılan bir hayvan, birşey hissetmez. Yalnız bıçak kestiği vakit hissetmek ister; fakat, o his dahi gider, o elemden de kurtulur. Demek en büyük bir rahmet, bir şefkat-i İlâhiye, gaybı bildirmemektedir ve başa gelen şeyleri setretmektedir. Hususan mâsum hayvanlar hakkında daha mükemmeldir. Fakat, ey insan, senin mazi ve müstakbelin akıl cihetiyle bir derece gaybîlikten çıkmasıyla, setr-i gaybdan hayvana gelen istirahatten tamamen mahrumsun. Geçmişten çıkan teessüfler, elîm firaklar ve gelecekten gelen korkular ve endişeler, senin cüz’î lezzetini hiçe indirir. Lezzet cihetinde yüz derece hayvandan aşağı düşürür. Madem hakikat budur. Ya aklını çıkar at, hayvan ol, kurtul. Veya aklını imanla başına al, Kur’ân’ı dinle, yüz derece hayvandan ziyade ve fâni dünyada dahi sâfi lezzetleri kazan.”

(Sözler, s. 18-19)

06.02.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Halil USLU

3’ler, 33’ler, 99’lar, 19’lar



Kâinatta başıboş, avare hiçbir şey yoktur. Görmememiz, olmadığına delil olamaz. Hissetmememiz, ufkumuzun darlığı ve kasavet-i kalbiyedendir. Merhum Mehmet Akif’in "Bastığın yeri tanı" tâbiri, maddî ve manevî sahada doğrudur. Âyetlerde “Her şeyin kendi lisanıyla Allah’ı zikrettiği ve her şeyin güzel yaratıldığı” 1 buyrulmuştur. İnsan bir sır, kâinat bir sır. Bizler sırlar âlemi deyip, anlatılması muğlak veya muhatabın tartması zor olan bahsi ve hakikatı geçip gidiyoruz. Fakat kesin biliyoruz ki; zerreden Süreyya’ya kadar her şey, iplere bir dest-ı gaybî ile dizilmiş tesbih taneleri gibidir, dizen var, bilen var.

Van ilimizin Erek Dağının çilehanesinde 1924’lerde misafir kalan Bediüzzaman Hazretleri, talebesi, ağabeyimiz Molla Hamid Ekinci’ye “Ellerinle tesbih çekme (karıştırabilirsin), 33 bir sırdır, bir şifredir, 99 da bir şifredir. Senin ev kapını açan anahtarın bir demir dişi fazla veya eksik olsa kapıyı açar mı? Kapı açılmaz, eve girilmez, dışarıda kalırsın” demiş. Bunun üzerine Molla Hamid yıllarca tesbihi elinden bırakmadı, o sırrı çözerek göçüp gitti.

Sesleri işittiğimden, yani kulaklarım duyduğundan beri hep söylerler: 3’ler, 7’ler, 40’lar vesâireler... Biz Konya Üçler Mezarlığı’ndan daha çıkamadık, ne kadar 3’ler varmış. Üçleri tanıyan var, tanımayan var. Hz. Mevlânâ dergâhına 7 yaşımızdan itibaren sayısız kereler girdik, kabr-i şerifini görmeye kadar. Yalnız kendim değil çok gönül ve kalp ehli zevâtla girdik, girmekteyiz. Her girişte bir huşû, bir mânevî feyz ve füyuzât vardır.

Gözyaşlarının aktığı ve duâların kabule karîn olduğu bir mübarek mekân. Bu mekânda mazinin sema salonu bölümünde teşhir edilen ve lisan-ı haliyle oturan 990 adetli bir kocaman tesbih... Halka-i zikir denilen cemaatle zikirde kullanılan büyük bir tesbih... Fakat içinde 10 tane 99 var. Bizlerin cebinde 33’lü tesbih.

3’ler, 33’ler, 99’lar ve 990’lar... Bunlar bir İlâhî kapının şifreleri. Elle tutup hissetmediğimiz, gördüğümüz hâlde göremediğimiz sırlı âlemin miftahı... 14 asırdır Efendimiz (asm) bize bahşetmiş kereminden, feyzinden, şefkatinden. 14 asırdan beri nice 33’ler var, 99’lar var. Tartılması ve hesaplanması idrak-ı beşerin fevkindedir. Kâinattaki halka-i zikrin içine bu 33’ler, 99’larla katılmaktayız.

Onun için büyük şair Ali Ulvi Kurucu Ağabeyimiz Fahr-ı Kâinatın (asm) yanından bize sesleniyordu ve bazı zamanlarda da kulaklarımıza fısıldıyordu: “Her zerrenin Allah diyen âhengine bak da, / Milyarlarla dilin andığı Sübhana gönül ver / Ey aşık-ı didar, ağyara değil candaki canana gönül ver..” 2

Bu mısralarda kâinattaki zikrin ve Efendimizdeki (asm) şifrelerin mânâları vardır.

Kasaların şifresini kabul edenler, kapıların anahtar dillerini bilenler, tesbihlerin şifresini nasıl bilemezler ve nasıl çekemezler. 33’ler çekiliyor, ya bir de her tanenin içindeki mânâlar işitilse ve hissedilse ne olur acaba? Velilerin ve peygamberlerin yolu bu değil mi? Dünyanın dönüşündeki sema hızını ve yürüyüşündeki sür’atini hissetmediğimiz gibi, tesbihteki 33 ve 99 sırlarını çözemiyoruz ve acze düşüyoruz. Fakat her şeye rağmen kısa bir iletişimle birlikte ruh âleminin huzurunun, vicdan kapısının aralandığını hissetmekteyiz, hissedilmelidir. Toprağa düşen rahmet damlaları gibi...

Hz. Mevlânâ dergâhında dünyanın en küçük el yazması bir Kur’ân-ı Kerim var. Bir hanım 19 yılda yazmış, sırlar âlemi... Hz. Bediüzzaman, “Cevşenü’l-Kebir”de bütün zatların evradlarını toplamış. İçindeki “Tahmidiye”ye baktım, 19 bölüm ve her bölümü bir şifreli şifa hazinesi. Türkiye’de resmî olarak 1818 adet “Sakal-ı Şerif” var olduğu beyan edildi. Bu 1818’de 2 tane 9 ve toplamında 99 çıkmaktadır. Allah’a açtığımız avuçlarımızda 99’u görüyoruz. Şükürler olsun...

Dipnotlar:

1- Secde: 7; İsra: 44.

2- Gümüş Tül ve Alevler, Ali Ulvi Kurucu.

06.02.2009

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Küçük şeyler



Küçük işler, küçük şeyler...

Bunu tasnif etmek her insanın anlayışına göre değişir.

Herkesin öncelikli, mühim şeyleri vardır, tâlî şeyleri vardır.

İnsandır; zalimdir, fasıktır, günahkârdır, sevimlidir, sevimsizdir, celâllidir, uysaldır, çalışkandır, tembeldir, duygusuzdur, uygunsuzdur, merhametlidir, merhametsizdir...

İnsanlar adedince karakter manzaraları yaşanır. Kimi spor sevdalısıdır, kimi çeşitli zevkler tiryakisidir.

Ölçüsü yoktur. Ama, ölçü aynıdır. Metre gibi, tartı gibi, kriter gibi, değişmez ölçüler gibi...

‘’Standartlar Enstitüsü” ne işe yarar acaba? Herhangi bir mamulün aynı ölçüler içinde yapılmasıdır. Bu ayar ve ölçünün dışına çıkan, genel anlamdaki uygulamaya zarar verir. Ceza görür.

Gerçek bir tanedir. Doğru da öyle. Yanlışın çok çeşidi vardır; karıştırmak, parçalamak, kanun ve nizamı tanımamak, vurmak, kırmak, hak ve hukuka tecavüz etmek...

Ve küçük şeyler, nice olumsuzlukların adıdır aslında.

Semâvî emirler ve ibadetler ise, hayatın mihengidir. Ona göre, onun kriterlerine göre hayat halleri şekillenir.

Yaz olur, kış olur, gençlik olur, ihtiyarlık olur, zengin olur, fakir olur... Bunların hepsi de bir mesaj içindir... Küçük şeyler ile ha-yatı devam edenlerin karşısına bir gün büyük bir mesele çıkar. “Dur!” der.

Ve hayat biter. İnsan yolcu idi hani. Vazifesi çoktu, merakı çoktu, arzuları çoktu...

Küçük zannettiğimiz şeyler, bize hayatın gerçek anlamını gösterir. Büyük zannettiklerimizin ise aslında ipe sapa gelmez şeyler olduğunu anlarız ama iş işten geçmiş olur.

06.02.2009

E-Posta: [email protected]




Rifat OKYAY

İlla ki yenilik mi?



Hepimiz gönülden isteriz ki hayat güzel günlerin ve güzel hayatların hayatı olsun. Kimse güzel olmayan günlere ve hayatlara talip olmaz. Peki, bu şekilde olmazsa ne olur? Hiç kimse evvela düşünmeden, hakkı hukuku hatırlamadan, işin hikmetini, evveliyatını ve akıbetini hesap etmeden, bu durumu kabul etmeden, hemencecik itirazı basacaklardır. Tez canlılık ve düşünmeden red etmek, beşeriyetin, insanlığın dem ve damarlarında var zaten.

Elbette ki güzel olmayan günler olacak. Herkesin gülmediği, birbirine somurttuğu, birbirine surat astığı, yan ve yamuk baktığı günler… Önemli olan, kıymetli ve gerçekten faideli olan işte böyle zamanlarda samimî olmak, yekdiğerine karşı merhamet ve şefkatle davranmaktır.

Elele, gönül gönüle, kalp kalbe olmak zamanı işte yukarda geçen iki halde de sabırlı olmak, kucaklayıcı olmak, zamanın dairesel birimleri içinde her şeyin vukuu bulabileceğini kabullenerek metin olmak gerekir.

Çok önemli bir şey daha var. Hizmeti, hizmete dair yapılması gereken bir işi, faaliyeti tarif ve tavsif etmek kesinlikle ve asla hizmet değildir ve hizmet olamaz. Herkes unutulmamalıdır ki, önce kendisinin, sonra da başkalarının akıl hocası olabilir v e bu hal daima yapılagelmiştir ve yapılacaktır da… İhlâs Risâlesini anlayarak okumak bunun tarifinin yapılması anlamında değil de tatbikinin yapılmasını gerektiriyor. Ayinemizden başka ayinelerde görüntüler arama yerine; yapılan, tatbik edilen, fiil halini almış anlayışların, tavırların ve görünüşlerin sahipleri olmalıyız veya bunun olması için büyük bir gayretin içinde çalışmalıyız...

Büyük bir iman ve irfan hazinesi ve düsturları olan Risâle-i Nurları yazıldığı şekil ve tertipte okuyup anlamaya çalışmak lâzım… Yoksa bunun yerine hergün biz bunları şöyle mi okuyalım, böyle mi okuyalım… Şekiller, tarzlar ve neşirler ve bu minval üzere çalışmalar... Galiba hemen hemen bütün düsturları yazan ve yayınlayan Bediüzzaman’ı biraz olsun anlamaya çalışmamızı gerektiriyor… İlla ki yenilik, gerçek ihtiyacın samimî ve fıtrî ortamında ve eğer şartlar müsaade ediyorsa düşünülebilir…

Genel bir kaide olarak algılayıp bunu yaymak, yani: Risâle-i Nurdan bazı bahisleri harflerle ve rakamlarla satır satır, alt alta belirli başlıklarla veya başka şekil ve şemalarda yayınlamak ve buna çeşitli adlar vermek yanlış olur. Ama kendimiz kendimize akıla gelen veya gelmeyen tarz ve şekillerde bunları yapabiliriz. Kimsenin buna müdahaleye bir hakkı da olamaz…

Bediüzzaman ve talebelerinin kendileri hayatta iken Risâle-i Nur okumaları anlayışları, en ince bir teferruata kadar va’z edilmiş ve tatbik edilmiştir. Yeni bir akıl ve şekle ihtiyaç yoktur. Çünkü önceki ağaç, Bediüzzaman’ın diktiği ve meyve aldığı tarz, yol, şekil ve akıl meyve vermeye devam ediyor Elhamdülillah…

06.02.2009

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Mûsibetzede ihtiyarlar



Helâket ve felâket asrında herkes az veya çok mûsibetzededir. Mûsibetzedelerin içinde rikkatimizi çokça tahrik ederken garibimize gidecek bir sınıf var ki; mütemâdiyen nazarlardan kaçırılıyor.

Yıllarca çalışmış çabalamış, yorgunluk devresinde dinlenmek ümidiyle etrafına bakınırken, belki de uğradıkları mûsibetin farkında değillerdir. Emekli olmak, mecburî çalışmanın sıkıntılarından âzade olmak anlamına gelse de, asgarî ücretin çok altındaki maaşlarıyla ihtiyarlar, ömürlerinin ahirinde neredeyse miskin ve muhtaçlar sınıfına dahil olacaklar…

Türkiyemizdeki mûsibetzede ihtiyarlar, bir zamanların “Almancısı” ve bu zamanın masum garip ihtiyarlarının içine düştükleri sıkıntıyı görseler, elbette şükürlerini arttırırlardı. Modern bolşeviklerin tasallutuyla iyice büzülen sosyal devletin çarkları arasında en çok ezilenlerin başında, ihtiyarlar geliyor. Bir kısmının zekâta muhtaç halde olduklarını söylersem, manzaranın görünmeyen cihetini daha iyi anlarsınız… Mûsibetin Avrupa´daki gariplerimizi inciten ciheti yalnızca derd-i maişet değil. Yalnızlık, işten ve sosyal hayattan kopma ile hücuma geçen yalnızlık… Okuma, tefekkür ve zikir ile tam tanışamamış ihtiyarların yaraları daha da derince… Ortaya çıkan boşluğu, ekranlarla doldurmaya çalışıyorlar. Dizlerin dermanı, gözelerin feri, bel ve kolların kuvveti ile bacakların takati azaldıkça, ekrana mahkûmiyeti ve bağımlılığı artıyor. Yalnızca bir mekânda size birileri birşeyi mütemâdiyen telkin etse sürmenaj olmaz mısınız? İşte gurbetteki ihtiyarların çoğu sürmenajın sınırlarında dolaşıyorlar. Dünyanın en ehemmiyetsiz, kendisini ilgilendirmeyen ve haberdar olduğunda maddî manevî marifeti ziyadeleşmeyecek mâlûmatlarla sürmenaj olmanın dehşetini, onları seyredenler ancak görebiliyorlar.

Bedeninin farklı bölgelerinden gelen isyan haberiyle sarsılan ihtiyarlardan bahsetmek istiyorum size… Dün gözler isyan etmişti, evvelki gün ise kulaklar… Akciğerlerin isyanı ise bugün… Belki yarın bir başka coğrafyasından itaatsizlik haberi alacak insanın şefkat ve ilgiye ne denli muhtaç olduğu aşikâr… Acaba o ihtiyara; dede, baba, büyükanne, dayı, teyze, hala veya amca diye hitap edenler, anne şefkatiyle onun ıztırabını hissetmeye çabalayacaklar mı? Nitekim ihtiyarların da bir nev'î çocuklar olduğunu hepimiz biliyoruz.

Maddî ve manevî gurbetlere müptelâ ihtiyarları, Allah´ın zikrinden başka birşey mutlu edemez. Mesele Allah´ın dergâhına yönelebilmek. Ekranlardan namaz vakitlerinde fiziken kurtulsa bile, ekranın onun dünyasına yığdığı heyûlâlar namazda da takip edecek. Hayali, tasavvuru, hissiyâtı ve bütün lâtifeleri istenmeyenlerce işgale uğramış insanın namaza niyetini ve namazdaki ruh halini her halde siz de merak edersiniz. Cami yolunda, bahçesinde, lokalinde ve hatta camideki ihtiyarların sohbetlerine hiç kulak kabarttınız mı? Gidecekleri diyara, oradaki ihtiyaçlarına, uzun ve çetin yolculuğun hazırlıklarına dair birşey duyabilecek misiniz? Pir-i fâni hırsını kamçılayan, gıybet üreten ve ebedî yolculuğu unutturmaya çalışan ekranların başına sür’atlice dönen ihtiyarlar, en acınacak ihtiyarlar değil mi?

Bu ihtiyarlar ki, ecdad mûsibet ve belâlara karşı onların hallerini ve dualarını şefaatçi etmiş. Beli bükülmüş ihtiyarların mûsibetlere sed olduğunu Efendimiz söylüyor. Allah´ın, kendisine açtıkları elleri boş çevirmekten hayâ ettiği ihtiyarların, ekranlarca üzerlerine boca edilen dünya pisliklerinden temizlenerek aslî vazifelerine dönmesi birazcık da bize bağlı. Gözleri hak yolunda, dilinde tevbe ve istiaze, kulaklarında Kur´ân nağmesi veya mânâsı olacak ihtiyarlarımız sosyal hayatımızın da sigortaları. En tatlı anlarını ya bir arkadaşını ziyaret veya ziyaretçilerini kabul ederek geçiren, manevî makamı yükseldikçe bulunduğu mekânda da ilgi ve alâka gören ihtiyarların sayılarının artması, elbette ki bize bağlı…

06.02.2009

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Haklı tepkinin arkası da getirilmeli



İsviçre’nin Davos kasabasında yapılan “kriz sonrasının dünyasının biçimlendirilmesi” ana başlıklı Dünya Ekonomik Forumu bitti ama yankıları hâlâ sürüyor.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Gazze Ortadoğu için bir model” başlıklı oturumda İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in yüzüne karşı “Siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz” şeklindeki sözleri ile oturum yöneticisi ABD’li gazeteci David Ignatius’a süre haksızlığı yaptığı gerekçesiyle tepki gösterip toplantıyı terk etmesinin yankıları devam ederken, konu siyasetin gündem maddesi olmaya devam ediyor.

Salı günü yapılan grup konuşmalarında ağırlıklı olarak bu konu konuşuldu. Erdoğan, moderatöre yüklenmeye devam ederken, “Bir moderatör, bir başbakanın omuzuna elini atamaz, bu edepsizliktir. Diplomatik davranmamış olsaydım daha farklı bir şey yapmam gerekirdi, ama bunu yapmadım” diye sert tepki gösterirken, muhalefet partileri “kimsenin Türk başbakanını itip kakamayacağı”nı söylerken bir taraftan da Erdoğan’ı eleştiriyorlar. Milletin gösterdiği ortak tepkinin önümüzdeki dönemde siyaset ve seçim malzemesi yapılması haklı tepkiyi zayıflatacağı için bütün siyasetçilerin bundan kaçınmaları gerekir.

Hemen belirtelim. Gazze’de 22 gün boyunca yakıp yıkmadığı yer bırakmayan, Filistinli çocuk, yaşlı, kadın demeden bin 300 kişiyi öldüren 6 bin kişiyi yaralayan “katil” bir devletin başkanının yüksek ses tonuyla katliâmları savunmasına gösterilen tepki doğru ve yerinde bir tepkiydi. İsrail’in Gazze’de katliâmlara başladığı günden itibaren Türk milletinin gösterdiği haykırışın orada yansımasıydı. Erdoğan bir Türk başbakanı, yapması gereken de buydu. Bu meselenin bir boyutu.

* * *

Şimdi gelinen noktada, bundan sonra yapılması gereken bu haklı tepkinin altının doldurulması ve arkasının getirilmesidir. Bu konuşmanın etkisinin devam etmesi için İsrail’e karşı yaptırımların gündeme getirilmesi lâzım. Askerî ve ticarî anlaşmalar başta olmak üzere işbirliklerinin gözden geçirilmesi gerekiyor. Çünkü Filistin’de ateşkes pamuk ipliğine bağlı şekille devam ediyor.

Abluka altındaki Gazze hâlâ açlıkla, susuzlukla mücadele ediyor. Bombardımandan sağ kurtulmayı başaranların hayatta kalma mücadelesi zor şartlar altında sürüyor. Müslüman ülkeler başta olmak üzere birçok ülke ilâç ve gıda yardımlarını göndermesine rağmen birçok yere hâlâ bunların ulaştırılmasında sıkıntılar yaşanıyor. İsrail’in yardımların ulaşmasına engeller koyduğunu görüyoruz. Diğer yandan Gazze bölgesinin inşası için çaba gösterilmesi gerekli.

İsrail hâlâ orantısız güç kullanacağı tehditlerini savuruyor. Gazze’den çıktılar ama hâlâ sınırda ağır silâhlarını bekletiyor. Filistin tarafından en ufak bir tepki geldiğinde hemen karşılığını veriyor.

Diğer yandan İsrail’de dört gün sonra seçimler yapılacak. Başbakanlık için yarışan Tizibi Livni, Ehud Barak ve Benyamin Netanyahu aynı zamanda “Filistin’de katliâmları nasıl arttırırız yarışı”na girmiş durumda. “Gerekirse Gazze’ye tekrar gireriz… Gazze saldırıları çok geç başladı, gerekenden önce bitti. Hamas’ı yok edeceğim... Daha şiddetli ve uzun zaman orada kalacağız…” diyerek İsrail’in gerçek yüzünü ortaya koyuyorlar. Hatta Bir bakan çıkıp, Hamas liderlerine suikast yapılması isteyebiliyor. Bir başkası Gazze’ye atom bombası isteyebiliyor. Tehditlerinin ardı arkası da kesilmiyor.

İşte İsrail’in gerçek yüzü bu. Bu yüzden bunlar ne sözden ne tepkiden anlıyorlar. Bu gerçeği bilerek ve görerek daha somut atılması gerekiyor.

“Davos’ta ağzının payını verdik, bu yetti” ya da iyi niyetli tekliflere “Bekâra hanım boşamak kolaydır” diyerek kolaycılığa kaçmadan bu çıkışın altı kesinlikle doldurulmalı. Çünkü, yarın birileri kalkıp, “Gazze’deki katliâmdan sonra ilişkileri durdurmadınız. İsrail-Filistin ile barışı reddederse ve onları vurmaya devam ederse, ilişkilerinizi durdurur musunuz?” şeklinde sorular sorulursa cevap vermekte zorlanırız.

Erdoğan’ın Peres’e verdiği tepki ne kadar haklıysa, 11 Nisan 2002’de Meclis grubunda “Eğer mevcut hükümet Türkiye’nin gücünün farkında değilse yazıklar olsun. 700 yıllık Türkiye, tanklarını modernize etmek için 50 yıllık İsrail’e muhtaç oluyorsa, bu kara kara düşünülmesi gereken bir unsurdur. Askerî anlaşmalar askıya alınsın” ve bu konuşmanın birkaç öncesinde söylenen “Bu terör karşısında Türkiye’nin İsrail’le imzaladığı M-60 tanklarının modernizasyonuna ilişkin anlaşmayı askıya alması gerekir” sözü de o kadar haklıdır.

Şimdi bunu hatırlatanlara kızmak yerine gereğinin yapılması gerekmez mi?

06.02.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Ankara, neden tepki göstermiyor?



Türkiye “Davos”tan bir türlü gerçek gündemine dönemiyor… Başta binlerce büyüklü küçüklü işyerini kapatan ve milyonlarca vatandaşı işsiz bıraktıran ekonomik kriz olmak üzere, AB müzâkere sürecindeki demokratikleşmeyi, mahallî seçimler öncesi yolsuzlukları ve ihâleye fesad karıştırmalarını konuşamıyor. Duruşmaları devam eden “Ergenekon yargılaması” bile gölgede kalıyor…

Tartışmalar Meclis’e de damgasını vurdu. Kamuoyu Davos’taki panelde Türkiye Başbakanı’nın gösterdiği tepkinin arkasında. Başbakan’ın açık bir saldırıya mâruz kaldığı, söz hakkı verilmeyip âdeta itilip kakılarak susturulmak istendiği ve buna karşı konulan tavrın yerinde olduğu hususunda herkes müttefik. Ancak Erdoğan’ın kendi sözünün arkasında durmadığı ve AKP iktidarının İsrail’e ciddî bir tepki koymadığı da açık…

Bundandır ki siyasî iktidar çevreleri “Davos meselesi”ni ısrarla “Erdoğan’ın çıkışı”yla sınırlı tutma peşindeler. Bu haklı “çıkış”ın gereği olarak alınacak tedbir ve yaptırımları konuşmaktan kaçınmaktalar…

Gazze saldırısının başında da İsrail Başbakanı Olmert’le Ankara’da başbaşa altı saat süren görüşmesinde kendisine haber verilmediğinden yakınan ve meydanlara İsrail’in okulları, evleri, hastaneleri, camileri bombalayıp yüzlerce çocuğu ve mâsum insanı katlettiğinden yakınıp kınayan Başbakan’a, İsrail’le diplomatik ilişkileri askıya alınması ya da en azından silâh alımı ihâlelerini iptal etmesi istendiğinde, “Bekâra karı boşamak kolaydır” diye tepki göstermişti…

ANKARA, İSRAİL’DEN VAZGEÇEMİYOR; NEDEN?

Erdoğan aynı tepkisini Davos sonrasında da devam ettiriyor. “İsrail’le ciddî ilişkilerimiz var” deyip bunca gürültüye rağmen başta muhalefetin teklif ettiği Gazze’deki çocukları öldüren İsrail’li pilotların Konya’da eğitilmesi olmak üzere 170 milyon dolarlık son Heron insansız casus uçaklarının alımı ihâlesinin iptalini isteyenlere ya da en azından Türkiye’nin İsrail’deki Büyükelçisini geçici bir süre için de olsa geri çekmesi önerisine, aynı tepkiyle karşı çıkıyor. Başkanlığını yaptığı ilk Bakanlar Kurulu toplantından da İsrail’le stratejik işbirliğinin ve ilişkilerin devam ettirilmesi kararı çıkıyor…

Anlaşılan o ki özellikle son altı yılda İsrail’le ilişkiler o denli derinleştirilmiş ki bunların bir kısmının “iptali” ya da “askıya alınması” bir yana, “gözden geçirilmesi”ne bile Başbakan ve AKP hükûmeti gelmiyor, gelemiyor. Bunu teklif edenlere yüksünmeden İsrail’le ilişkilerin iki ülkenin bir nev'î “siyasî evliliği”yle birbirinden vazgeçemeyeceği cevabı veriliyor.

Doğrusu Başbakan’ın ve hükûmetin İsrail’e hiçbir ciddî diplomatik tepki ve yaptırımda bulunamaması, AKP iktidarının “reel politik” dediğinin ABD ve İsrail’e karşı Ankara’nın bir tavır ortaya koyamayacağı olarak anlaşılıyor…

ABD ve İsrail’le bugüne kadar sıkı fıkı devam eden ilişkileri kuran AKP hükûmetinin, Şimon Peres’in tahripkâr saldırısıyla ayyuka çıkan hakaretine rağmen, Başbakan’ın sözlü açıklamalarla yetinmesi bunu gösteriyor.

Gerçek şu ki AKP hükûmetinin daha önce de bü tür sâbıkaları olmuştu. Irak’taki işgalci Amerikan güçleri Türk askerinin başına çuval geçirirken, Türkiye ciddî bir tepki vermemişti. “Stratejik müttefikimiz” olduğunu iddia eden ABD’ye en azından “bir nota” verilmesini isteyenlere, Başbakan Erdoğan, “Ne notası, müzik notası mı!” diye tepki göstermişti…

Irak’ta bir buçuk milyon insan katledildi, Afganistan’da yüzbinlerce insan öldürüldü; Başbakan’ın, Dışişleri’nin, AKP hükûmetinin hiçbir “tepki”si olmadı. Bir tek son Gazze saldırısına Başbakan’ın tepkisi oldu; ondan da kısa zamanda vazgeçildi…

YAHUDİ LOBİSİNİN “TEHDİDİ HİSSETTİRME” ŞANTAJI

Aslında ABD’nin önde gelen Yahudi lobilerinden ve Erdoğan’a “cesâret ödülü” veren Amerikan Yahudi Komitesinin (AJC) Erdoğan’ın Davos’taki tavrının “İsrail ve Yahudilere karşı yeni tepkiler doğurabilecek bir kepazelik olduğu” nitelemesi, Türkiye’nin bir taraftan İsrail’le ilişkileri sürdürüp diğer taraftan yeniden Amerikan Kongresinde “Ermeni soykırımı” tasarısı şantajına mâruz kalacağının ilk sinyali olmakta.

Yahudi lobisi, İsrail’in eleştirisine bile tahammül edememekte; Türkiye’nin İsrail eleştirisini, Yahudilere haraket olarak yorumlamakta. Amerikan Kongresi üzerindeki etkisini kullananak her fırsatta ABD ve İsrail’in bölgedeki “stratejik müttefiki” Türkiye’ye “soykırım şantajı” yapmakta. Bunun işâretleri daha şimdiden veriliyor; “tehdit senaryosu”nun ipuçları 24 Nisan öncesinden ufak ufak ortaya çıkıyor…

2004 yılında Yahudi ve Siyonist liderlerin dışında ilk defa bir Müslüman politikacı olan Başbakan Erdoğan’a “cesaret madalyası” veren AJC’nin başını çektiği Amerika’daki Yahudi örgütleri, Erdoğan’a bir mektup yazarak Türkiye’deki artan Yahudi karşıtlığına yönelik tedbirler almasını istemesi, AKP hükûmetinin ne denli yanlış ve neticesiz bir dış politika içinde olduğunu bir defa daha ele vermekte…

İlk kez bir Müslüman ülke olan ve Filistin’i dörtyüz sene barış ve adalet içinde idare etmiş Osmanlı’nın verâsetini taşıyan TBMM’de eli kanlı katil İsrail Cumhurbaşkanı Peres’i konuşturan AKP siyasî iktidarı, kaderin şu cilvesine bakınız ki yine aynı Peres tarafından bütün dünyanın gözü önünde “sözlü saldırı”ya uğramakta. Başbakan’ın gereken cevabı vermesi üzerine, bu kez Erdoğan’a “cesâret madalyası” veren AJC Başkanı David Haris, “Erdoğan’ın Davos’taki öfke nöbeti, haksız sözleri ve İsrail Başbakanı’na saygısızlığı İsrail’i eleştirmenin giderek daha da öldürücü bir hale geldiği, giderek artan Yahudi karşıtı hareketler karşısında yangına körükle gitmek oluyor” eleştiri sınırlarını aşan saldırıya dönüşmekte.

Ve ne garip ki Türkiye’ye en büyük infiâli gösteren ve Davos’taki tartışmayı saygısızca “kepazelik” olarak niteleme “kepazeliğini” gösteren Yahudi lobisinin başını Türkiye’nin her yıl “soykırım yalanı”na karşı milyonlarca dolar verdiği ABD’deki güçlü Yahudi lobilerinden Amerikan Yahudi Komitesi (AJC) gelmekte.

Gelinen noktada son Davos krizi üzerine başta Başbakan’ın cesaret ödülü aldığı AJC ve ADL olmak olmak üzere aynı Yahudi lobi kuruluşları Türkiye’ye karşı etkin siyasî baskı ve propagandaya girişip “1915’te Ermenilere yapılanların soykırıma tekabül ettiğine karar verme” ve Türkiye’ye karşı “tehdidi hissetirme” taktiğiyle yeniden “soykırım şantajı”nda bulunuyorlar.

Peki, Başbakan Erdoğan aynı “şantajcı” ve samimiyetsiz Yahudi örgütlerinden aldığı “cesâret madalyası”nı iâde etmeyi düşünüyor mu? Değilse neden; neden çekiniyor?

06.02.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Her mahalleye iki Kur’ân kursu!



Milletin ‘iyi’ dediğine ‘kötü’ demekle meşhur olmuş Cumhuriyet Halk Partisi, mahallî seçimler öncesi ‘iyi’ bir teklifi gündeme taşıdı. CHP’nin Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Sefa Sirmen, başkan seçilmesi hâlinde her mahalleye bir “Kur’ân kursu” açacakları vaadinde bulundu.

Tabiî ki açılması vaad edilen bu kurs, bildiğimiz mânâda bir “Kur’ân kursu” değil. Sirmen’in vaadine göre, her mahallede açılacak ‘eğitim merkezleri’nde isteyene “Kur’ân’ı Kerim’in okunması” da öğretilecek. Bir anlamda İngilizce ya da Rusça öğrenmek isteyenlere verilen kurs eğitimi gibi... Sirmen, “Kur’ân öğrenmek isteyen çocuklarımıza Diyanet ve müftülüklerin denetiminde bu kurslar da açılacak bunu her mahallede yaygınlaştıracağız...” demiş. (CNNTürk, 3 Şubat 2009)

CHP adayının bu konudaki sözleri parti içinde de tartışmaya sebep oldu. Genel Başkan Deniz Baykal bu ‘açılım’ı desteklerken, bazı parti mensupları ‘laiklik’ uyarısı yaptı. Medyada da değişik değerlendirmeler göze çarpıyor. Bir gazetenin manşeti şöyle: “Seçime doğru ‘çarşaf’dan sonra ‘Kur’ân açılımı’/ CHP çok tehlikelik bir kapıyı aralıyor.” (Radikal, 5 Şubat 2009)

“Bu ‘açılım’ın hukukî alt yapısı var mıdır? Böyle kurslar açılabilir mi? CHP’nin gerçek niyeti nedir, samimî midir?” gibi sorular elbette sorulabilir. Ekseriyetle CHP’yi bu gibi ‘açılım’larda samimî bulmak da mümkün değildir.

Ama ortada bir gerçek var: CHP bu ve benzeri ‘açılım’ları yapmak mecburiyetinde! Çünkü başka türlü milletten oy alamayacağını yaşayarak gördüler! Bu durum, görülmek istenmese de “Türkiye gerçeği”ni gözler önüne seriyor. Neymiş “Türkiye gerçeği?” diyenler olursa şöyle özetlemek mümkün: Türkiye, (halkın çoğunluğu itibarıyla) Müslümandır ve İnşaallah Müslüman kalacaktır. Türkiye’de ‘suları tersine akıtmak isteyenler’ mağlûp olmuştur! Bütün engellemelere ve yanlış yönlendirmelere rağmen millet gerçekleri görmüştür! Türkiye’yi ‘idare etmek isteyen’ler, milletin taleplerine kulak asmak durumundadır!

Elbette “Türkiye gerçeği” bunlarla sınırlı değildir. Ama hadisenin temelinde bunlar var. CHP bu açılımı ile hiç de samimî olmayabilir. Fakat, CHP’ye istemeyerek de olsa böyle bir adım attıran yine milletin kararlılığıdır. Keşke bu adımlar samimî olarak atılsa ve hatta bu adımların devamı gelse. Neticede belki bu adımlardan CHP de kâr eder, ama asıl kazançlı çıkan millet olur, Türkiye olur.

Bu vesile ile CHP yöneticilerine kısa bir hatırlatma yapmak isteriz. “Her mahalleye bir Kur’ân kursu” açmak yetmez. Çünkü bu gibi işlerde hem erkekler için, hem de hanımlar için ayrı ayrı ‘kurs’lar açmak gerekir. Böylece daha faydalı ve verimli bir eğitim imkânı olur.

CHP’nin bu açılımlarından sonra sıranın “başörtüsü yasağına son verme açılımı”na ve “her okula iki mescid açılması açılımı”na gelmesini istiyor ve bekliyoruz. Yarın bir gün bütün bunlar olacağına göre, geciktirerek mağdurların sayısını arttırmaya gerek var mı?

Haydi CHP! Yeni açılımlarla şaşırt bizi!

06.02.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

İttihad-ı İslâm



Bediüzzaman, 1910’da İstanbul’dan doğuya giderken uğradığı Tiflis’teki Şeyh San’an tepesinde bir Rus polisiyle olan muhaveresinde, şu günlerin en önemli gündem maddelerinden biri olması gereken ittihadı İslâmın en önemli unsurlarına da işaret ediyor.

“İslâmın kabiliyetli bir oğlu” olarak nitelediği Hindistan için “İngiliz lisesinde çalışıyor;” “zeki bir mahdum” olarak tavsif ettiği Mısır hakkında “İngiliz siyasal bilgiler fakültesinden ders alıyor” ve “İslâmın iki bahadır oğulları” olan Kafkasya ile Türkistan için de “Rus harp okulunda talim ediyorlar” ifadelerini kullanıyor (Tarihçe, s. 126).

Yüz sene sonraki tabloda Hind Müslümanları Pakistan, Bangladeş ve Hindistan arasında paylaşılan yaklaşık 500 milyonluk muazzam bir potansiyeli temsil ediyorlar. Hind yarımadasının vaktiyle İngiliz sömürgesi olması onlara da büyük zarar verdi, ama Said Nursî’nin “lise eğitimi” olarak ifade ettiği anlamda kazanımları da oldu.

İslâm dünyasında Nobel ödülü alan ilk ismin Pakistan’dan (Prof. Abdüsselâm), bir diğerinin Bangladeş’ten (Prof. Muhammed Yunus) çıkmış olması, bunun göstergelerinden yalnızca ikisi.

Bu isimlere ilişkin farklı tartışma ve eleştirilerin mevcudiyeti, başarılarına gölge düşüremez.

Mısır için fakülte seviyesinde bir “siyasal bilgiler” eğitiminden bahsediyor Said Nursî. Ve bu ülkenin gerek Arap âleminde, gerekse Batıyla ilişkilerde ortaya koyduğu diplomasi becerisi, hakkındaki bu nitelemeyi doğrulayıp teyid ediyor.

Bilindiği gibi, günümüz dünya şartları içinde İsrail karşısında izlenmesi gereken gerçekçi tavırda öncülüğü Enver Sedat’ın başkanlığı döneminde Mısır üstlenmiş; o güne kadarki red ve savaş politikalarının zarardan başka bir netice vermediğini görerek, Batının desteğini arkasına almak suretiyle İsrail’le diplomatik ilişki kurmuş ve böylece topraklarını da işgalden kurtarmıştı.

Hamas’a karşı izlediği katı tavrın tasvip edilir bir tarafı bulunmasa da, İsrail’in son Gazze saldırılarının durdurulması ve ateşkese varılması sürecinde oynadığı etkin rol de Mısır’ın diplomatik ağırlığının yeni bir örneğini oluşturuyor.

Rus harp okulunda talim gören Kafkasya ve Türkistan’dan Orta Asya cumhuriyetleri Sovyetler’in dağılmasını takip eden süreçte kansız ve kavgasız bir şekilde hürriyet ve bağımsızlıklarına kavuştular. Kafkasya’da sancı devam ediyor. Bilhassa Çeçenistan’ın durumu, oraya özel sebeplerin de sonucu olarak sıkıntılı. Ama genel olarak bakıldığında, Rusya Federasyonu içindeki Müslümanların, mevziî olarak birtakım zorluklar olsa dahi, komünist dönemdeki dayanılmaz baskılardan büyük ölçüde kurtuldukları bir vâkıa.

Bediüzzaman’ın, bir asır önce Rus polisine “Şu asilzade evlâtlar diplomalarını aldıktan sonra her biri bir kıt'anın başına geçerek, muhteşem pederleri olan İslâmiyetin bayrağını dalgalandıracaklar” dediği bu simge ülkeler, yine Said Nursî’nin “cehalet, zaruret, ihtilâf” olarak sıraladığı üç düşmanı “san'at, marifet, ittifak” silâhlarıyla mağlûp edebildikleri ölçüde tarihî misyonlarını yerine getirecek ve ittihad-ı İslâm idealinin tahakkuku noktasında da görevlerini ifa edecekler.

Tabiî, burada İslâm âleminin ve Asya’nın hürriyeti için kilit konumda bulunan Türkiye’nin ayrı bir yeri var. Eğer Türkiye kendi içinde hürriyet ve demokrasiyi başarır, önceki politikalarının İslâm dünyasıyla ilişkilerinde meydana getirdiği hasar ve tahribatı onarır ve aynı zamanda AB üyesi bir Müslüman ülke olarak onlara yakınlaşırsa, hem ittihad-ı İslâm hedefinin gerçekleşmesi iyice kolaylaşır, hem de bu ittihad, dünya barışının en güçlü güvencelerinden biri olur.

Bayar ve Menderes’e yazdığı bir mektupla Türkiye, Irak ve Pakistan arasında Bağdat Paktının kurulmasını tebrik eden Bediüzzaman’ın, bu paktı hem İslâm birliği, hem de dünya barışı için çok önemli bir adım olarak nitelemesi bundandı.

O pakt dağıtıldı. Kurucularının başına gelenler de mâlûm. Ama ittihad-ı İslâm ideali hâlâ canlı.

06.02.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır