"Gerçekten" haber verir 05 Mart 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Umut YAVUZ

İslâm alemi Kosova’ya sahip çıkmalı



Geçtiğimiz ay içinde, 17 Şubat tarihinde, dünyanın en genç ülkesi Kosova, bağımsızlığının ilk yıldönümünü kutladı.

Bir yıl içinde Kosova yeni ve tartışmalı bir devlet olması hasebiyle kaplumbağa hızında, bir devlet olması için gereken alt yapı ve üst yapı çalışmalarına başta ABD ve AB’nin ve Türkiye gibi ülkelerin desteğiyle devam etti.

Kosova’nın bu anlamda çok yol aldığı söylenemez ancak en azından vatandaşlar kendi kimlik ve pasaportlarına ve ülke de adlî yapılanmasına ve kolluk kuvvetlerine kavuşmuş oldu. Şüphesiz zaman içinde daha önemli gelişmeler yaşanacaktır.

Bu genç ülkeye, bağımsızlığını ilan ettikten sonra biz de bir ziyarette bulunmuş ve Yeni Asya sütunlarında izlenimlerimizi paylaşmıştık.

Kosova’nın şüphesiz en önemli hedeflerinden biri tanınmadır. Kendi bulunduğu Balkan bölgesinde Sırbistan, Rusya’dan da aldığı cesaretle Kosova’yı tanımayı red etti. Sırbistan daha ileri giderek Kosova’yı bir nevi ekonomik ambargo ve abluka altına almaya girişti. Ne yazık ki altyapı ve sanayi bakımından tamamen Sırbistan’a bağımlı olan bu eski Yugoslavya ülkesi, Sırbistan’ın bu tavrından ötürü çok zarar görüyor ve küçük adımlarla büyüyebiliyor.

ABD-AB ve Rusya troykası Kosova ve Sırbistan’ın arasını yapmak için bağımsızlıktan önce çalıştıkları gibi, tek taraflı bağımsızlık ilanından sonra da çeşitli çabalara giriştilerse de, bu başarılı olamamıştır.

Bağımsızlık ilanından sonra bölgede istikrarın bozulacağı, Balkanlarda karışıklıklar çıkacağı ve Kosova’nın bağımsız olarak varlığının çatışmalara yol açacağı gibi çeşitli varsayımlar yapılıyordu. Ancak aradan geçen bir senelik sürece baktığımız zaman bu öngörülerin hiçbirinin gerçekleşmediği ve ufak tefek problemler haricinde herşeyin yolunda gittiğini görmekteyiz. Varolan problemler ise Kosova’nın bugün içinde yaşayan Sırp bölgelerinin varlığından kaynaklanmaktadır. Bunlar da Sırbistan’ın kışkırtmasıyla gerçekleşen problemlerdir. Kosova bağımsızlığını ilan edeceği zaman Bosna Hersek içinde yer alan “Sırp Cumhuriyeti”nin de bağımsızlık talebi olacağı öngörülmüş ve endişelere yol açmıştı. Yunanlar da Makedon varlığının bağımsızlık isteyeceğinden endişeyle Kosova’nın bağımsızlığına karşı çıkmıştır. Romanya’nın da Karpatların doğu ve kuzeyinde yer alan Transilvanya bölgesindeki Macar azınlığın bağımsızlık isteğinin ateşleneceği endişesi sebebiyle Kosova’nın bağımsızlığına karşı çıkıyordu. Bu sebeple Kosova’yı tanımadı. Nitekim 24 Şubat’ta bu bölgedeki yerel azınlık meclisi resmen bağımsızlık talebinde bulundu.

Bu denli yoğun etnik karışıklığın yaşandığı bölgelerde bağımsızlık tartışmalarının yapılması normal karşılanabilir. Ancak bölge istikrarının bozulmaması ve yeniden Bosna ve Kosova savaşlarında yaşanan dramların yaşanmaması için küresel güçlerin denge politikalarını çok dikkatli uygulamalarına ihtiyaç vardır.

Kosova’yı bölgedeki etnik azınlıklardan ayıran en önemli özelliklerden biri Müslüman çoğunluğa sahip olmasıdır. Kosova, çoğunluğu Arnavut olan ve elle tutulur Türk varlığının da bulunduğu önemli, Müslüman ve Osmanlı bakiyesi bir ülkedir. Bugün Kosova’yı tanıyan ülke sayısı son olarak Maldiv Adaları’nın da katılmasıyla 55’e yükseldi. Ancak gelin görün ki, bu 55 ülke arasında İslâm Konferansı Teşkilâtına (İKT) üye olan sadece ve sadece 9 ülke Kosova’yı tanımıştır. Bu İKT üyesi ülkeler Afganistan, Arnavutluk, Türkiye, Senegal, Burkina-Faso, Sierra Leone, Birleşik Arap Emirlikleri, Malezya ve Maldivler... Aynı şekilde Arap Ligi’ne bağlı ülkelerden ise sadece bir tanesi Kosova’yı bu tarihe kadar tanıyabilmiştir. O da Birleşik Arap Emirlikleri’dir... Avrupa Birliği ülkelerinin 22’si ise Kosova’yı tanımıştır. Bu tablo Müslüman Kosova için büyük bir hayâl kırıklığı olmuştur.

Halen Kosova, İslâm Konferansı Teşkilâtına da üye olmamıştır.

Müslüman ülkeler Kosova, Bosna ve Arnavutluk gibi çok önemli ülkeleri ABD ve AB ülkelerinin eline terk etmiştir. Halbuki İslam devletleri açısından Avrupalı bu ülkeler küçük olmalarına rağmen büyük öneme sahip ülkelerdir. Zira bu ülkeler İslamiyet’in her coğrafyada devletler bazında dahi var olabileceğinin ve sadece Asya yahut Afrika’ya ait değil bilakis alemşumûl bir din olduğunun somut kanıtlarıdır. Zira orada yaşayanlar hem öz Avrupalı hem de öz Müslümandır.

İslâm âlemi derhal bunun farkına varmalı.

05.03.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Siyasette kalıcılık



Siyasî partiler tarihimiz boyunca var olan ve toplum yapımızın derinliklerine kök salmış partilerle, olağanüstü şartların ve toplum mühendisliği projelerinin ürünü olarak ortaya çıkarılmış konjonktür partileri arasındaki en önemli ve ayırd edici farklardan biri “kalıcılık” noktasında kendisini gösteriyor.

12 Eylül kabinesinde görev aldıktan sonra askerî idarenin icazetiyle parti kuran rahmetli Özal’ın ANAP’ı, ikinci gruptakilerin tipik örneği.

Özal, konuyu görüştüğü cunta yönetimini, “Siyaset emir-komutayla tanzim edilmez. Siz bu işi bana bırakın. Geçmişten bugüne belli çizgilere dayalı olarak gelen siyaset tarlasını düm düz edip, onun üzerine yep yeni bir siyasî yapı ikame ederim” diyerek ikna ettiğini söylemişti.

Partisini oturttuğu temeli ise, meydanlarda iki elini birleştirerek havaya kaldırmak suretiyle yaptığı meşhur işaretin anlamı olan “dört eğilimi birleştirme felsefesi” olarak deklare etmişti.

Kendisi, Devlet Planlama Teşkilâtının, laikçi CHP çizgisi tarafından “takunyalılar” olarak anılıp “irtica” ile suçlanan ekibindendi. 1977 seçiminde MSP’den aday olmuş, kazanamamıştı.

12 Eylül öncesindeki AP azınlık iktidarında Başbakan Demirel’in müsteşarı konumundaydı.

ANAP’ta ise, parti kurucusu ve kabine üyesi olan yakın çalışma arkadaşları içinde MSP, CHP, MHP ve AP kökenli isimler vardı. Böylece dört eğilimi birleştirdiğini fiilen de göstermiş oluyordu. Ama partisini asıl oturtmak istediği toplumsal taban, DP-AP çizgisine oy verenlerdi.

Birleştirdiğini öne sürdüğü eğilimleri temsil eden partilerin cunta kararıyla kapatıldığı ve lider kadrolarına konulan siyaset yasağının devam ettiği bir ortamda böyle bir iddia ile ortaya çıkmak, herşeyden önce ahlâkî açıdan problemli, oportünist, fırsatçı bir yaklaşımın ifadesiydi.

Yasaklar kalkıp eski siyasetçilerin geri dönmesinden sonra, iktidarda olmanın da avantajından istifade etme düşüncesiyle ANAP çatısı altında geçici bir koalisyon oluşturan farklı eğilimler kendi aslî adreslerine avdet etmeye başladılar.

İki seçim döneminde iktidar olan, üç başbakan ve iki cumhurbaşkanı çıkaran ANAP, 1991 seçiminde iktidarı kaybettikten sonra gerileme ve dağılma sürecine girdi. 1995 seçimini takiben DYP ile kurduğu hükümet çok kısa bir süre sonra çöktü. Sonrasında da 28 Şubat hükümetlerinde başrol oyunculuğu ve figüranlık yaptı.

2002 seçiminin sandığa gömdüğü partilerden biri oldu. Ama sonra, ağırlığını AKP’den ayrılanların oluşturduğu isimlerle Mecliste yeniden temsil edilir hale geldi. Başına da, AKP hükümetlerinde bakanlık yapmış olan bir isim geçti.

İlginçtir; 12 Eylül’ün ürünü olarak ortaya çıkan, 28 Şubat politikalarının hayata geçirilmesinde aktif rol üstlenen bu parti, 27 Nisan sürecinde de “misyon”una uygun şekilde davrandı.

Son dönemde medyada yer alan ses kayıtlarıyla açığa çıktığı üzere, askerî cenahtan gelen talimatlara uyarak, cumhurbaşkanı seçiminde Meclise girmedi ve tam o günlerde yine asker patentli bir proje olduğu şimdi daha iyi anlaşılan “DP-ANAP birleşmesi” tezgâhıyla DP’yi de aynı tuzağa düşürerek son marifetini sergiledi.

Gelinen son noktada ANAP, Türkiye siyasetinin genleriyle oynayıp kimyasını bozma niyetiyle hazırlanan ve uygulamaya konulan bir toplum mühendisliği projesinin ürünü olarak, siyaset sahnesinde yer aldığı andan bugünlere kadar geçen çeyrek asrı aşkın zaman zarfında hep antidemokratik dayatmaların aleti oldu; bunun için kullanıldı ve artık sekerat halinde olduğu şu son demlerinde bile kullanılmaya devam ediyor.

Ancak son kullanma tarihi fazlasıyla geçtiği için, bundan sonraki süreçte bir varlık göstermesi beklenmiyor. 28 Şubat’ın yan ürünlerinden olup, 29 Mart seçimine katılmama kararı alarak altı yılda teslim bayrağı çeken Genç Parti gibi, ANAP da bu seçimden sonra siyasî ömrünü bitirip partiler mezarlığındaki yerini alabilir.

05.03.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Türkiye’nin en büyük problemi…



Plânı, programı, projesi olmayan siyasetin, ülkenin gerçek gündemini bırakarak kendi kalabalıklarına karşı siyasî rakiplerini “külhanbeyi üslûbu”yla ve “saygısızlık”la suçlaması, siyasetteki seviye düşüklüğünün göstergesi.

Demokrasinin resmen rafa kaldırıldığı 28 Şubat’ın yıldönümünde, işsizliğin yüzde 100 artıp ve ihracatın geçen yıl aynı döneme göre yüzde 35’e düştüğünün ilân edildiği günde de demagojiler devam etmekte. Popülist politik polemikler, medyanın da desteğiyle “çarşaf açılımı” ve “her mahalleye Kur’ân kursu” vaadinden “fes açılımı”na ve “rap”lı magazine kaydırılmakta…

Başbakan, Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik krizin hesabını vermek yerine muhalefeti hedef alan siyasî salvolarla seçmenin desteğini tutma taktiğinde. Baykal’ın medyalardaki “maganda” nitelemesine karşı yüz milyarlık mânevî tazminat açması, baştan beri siyasî iktidara övgüler dizen lâkin son demde salınan ağır vergilerle arası açılan malum medya yazarlarını “köpekleriyle yatıp kalkmak”la târif etmesi bunun bir nümûnesi.

Bu tür provokatif söylemlerle siyaset, gerilim tuzağına düşüyor; proje üretmek yerine karşılıklı atışmalarla devam ediyor. Krizin Türkiye’ye mâliyeti gündem dışı. Bu gürültü ortasında 28 Şubat ve 12 Eylül gibi darbeler ve darbecilerin yargılanması güme gidiyor. Ne dokunulmazlıklar, ne de siyasî kavganın güya sebebi olan “dosyalar” gündemde. Hiçbiri konuşulmuyor.

Demokratikleşme, “yeni anayasa”, temel hak ve hürriyetler, din eğitimi ve öğretimi, düşünceyi ifade özgürlüğü, siyasî partiler ve seçim kanunu gibi AB’ye söz verilen reformlar da siyasetin gündeminde yok…

DEMOKRATİK REFORMLAR

GÜNDEMDE YOK…

Şu hale bakın; Yargıtay Başkanı açık açık ekonomik krizle Türkiye’nin tehlikeli bir sosyal çalkantı içine itildiğini haber veriyor. Toplumun hızla suç bataklığına sürüklendiğinden yakınıyor. Toplumun güvencesi yargının toplumdaki kargaşa ve suç kabarıklığının altında kaldığından yakınıyor.

Soygunculuğun, hırsızlığın, gasbın arttığını, toplum değerlerinin aşındığını ve suç oranının vâhim boyutlara vardığını bildiriyor. Örnek olarak bir tek kaçak elektrikten 70 bin dosyanın yargıçların masasında olduğunu belirtiyor. Kısacası “Yargıda yangın var; dosyalar arşivlere, arşivler dosyalara sığmıyor” diye felâketi haber veriyor.

Ne var ki buna mukabil siyasetin gündeminde hâlâ yargı reformu yok. Hâlâ Ankara’nın AB’ye taahhüd ettiği “yargının işlevselliği ve verimliliği” hususunda hiçbir gayret gözükmüyor. Türkiye’nin AB Müktesebatının Üstlenmesine İlişkin Ulusal Programda söz verdiği, demokratik devletin temel niteliklerinin başında gelen evrensel hukuk değerlerine uygun demokratikleşme sürecinin esasını oluşturan yargı reformu için en ufak bir çaba gösterilmiyor.

Ankara’nın, “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihadlarrı konusunda yüksek mahkeme üyeleri dahil bütün yargıda eğitim programlarının yaygınlaştırılması” vaadi de unutulmuş. Siyaset bunların hiçbirini ele almıyor.

Keza ekonomi can çekişiyor. Sert siyaset üslûbuyla birlikte ihracatta sert düşüşler yaşanıyor. Binlerce fabrika, büyüklü-küçüklü işletmenin kapısına kilit vuruluyor. İşten çıkarmaların ardı arkası kesilmiyor. Milyonlarca işsize hergün binler, onbinler ekleniyor. Hükûmet ekonomik krize “tedbir paketi”ni hâlâ çıkarmış değil. 2001 krizindeki bir esnafın Ecevit’e karşı yazar kasasını fırlatması gibi, dört hafta sonra toplanan Bakanlar Kurulu öncesinde Başbakanlığın önü yeniden protesto eylemlerine sahne oluyor. Emekli bir polisin borçlarından ve geçinemediğinden yakınarak çift tabanca ile intihar teşebbüsünde bulunması sadece bir örnek. Bunun gibi ülkenin değişik bölgelerinde “kriz bunalımları” ve eylemleri açığa çıkıyor. Ancak siyaset başka şeylerle meşgul; bunları ciddî bir biçimde tartışmıyor…

MANİPÜLASYONLARLA OY AVCILIĞI

Siyasî kulislerde Kemal Derviş döneminde Türkiye’deki atamalara, batırılacak bankalara karışan IMF’nin, Gelir İdaresinin özerkleştirmesini ve hükümetin belediyelere aktarılan paranın kontrol altına alınmasını şart koştuğundan bahsediliyor.

Bundandır ki mahallî seçim öncesi bunun gündeme getirilmesinden çekinen hükûmet, bizzat ekonomiden sorumlu bakanın ifadesiyle IMF ile yaptığı kredi anlaşmasının açıklanmasını seçim sonrasına bırakıyor. İktidar partisi ve hükûmet sözcüleri, kapalı kapılar arkasındaki görüşmelerdeki “pürüzleri” ve “dayatmaları” bir türlü açıklamıyorlar…

İşin ilginci, meydanlarda AB’ye rest çeken, “Almıyorlarsa biz de ‘Ankara kriterleri’yle devam ederiz” diye meydan okuyan başbakan, bu dayatmalara karşı çıkıp, Türkiye’nin kendi bütçesini nasıl kullanacağının, parasını nasıl harcayacağının bir hükümranlık hakkı olduğunu, IMF’nin buna karışamayacağını söylemiyor, söyleyemiyor... Ekonomistler sağlıksız ekonominin dibe vurduğunu uyarıyorlar. Küresel ekonomik krizde dış dinamiklerin etkisi büyük. Ancak içte de hiçbir tedbir alınmıyor. Türkiye’nin kaynakları harcıâlem harcanmış, israf edilmiş. GAP’a yıllardır bir çivi çakılmamış. İç ve dış borcu karşılayacak yatırımlar yapılmamış. Plânsızla yurtdışından alınan krediler lükse, plazalara, adım başı bir işe yaramayan dev alışveriş merkezlerine harcanmış.

Verimsiz ekonomik politikalardan türeyen enflasyon yeniden tırmanışta ve çarşı pazardaki gerçek enflasyon resmi rakamların dört-beş katı üzerinde. Üretim ve istihdamdan yoksun ekonomik politikalarla Türkiye’de hâlâ Brezilya’dan sonra en yüksek faiz uygulanıyor. Dalgalı döviz kuru her türlü şoka teşne kaypaklıkla yükseliyor, yalpalıyor…

Ve ne yazık ki bunların hiçbiri siyasetin gündeminde yok. Tıkanan ve Türkiye’nin hayatî meseleleri hakkında hiçbir sözü olmayan “seviyesiz siyaset”, çözüme değil, karşılıklı gerilimi arttırıcı manipülasyonlarla, hakarete varan suçlamalarla oy avcılığında, seçmenin oyunu kapma peşinde…

Türkiye’nin en büyük problemi bu…

05.03.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Doğru kanun, doğru uygulama



Geçtiğimiz dönemde Avrupa Birliğine uyum maksadıyla hazırlanan ‘demokrasi paketleri’ sırasıyla açıklanıyor; umumî bir memnuniyet hissediliyordu. AB cenahından ise her yeni paket sonrası “Yeni paketler/çıkarılan kanunlar iyi de uygulamayı da görmemiz lâzım” anlamında beyanatlar veriliyordu.

Son dönemde, ‘1982 darbe dönemi anayasası’ndan kurtulmak gerektiği yönündeki fikirler benzer tesbitleri gündeme taşıyor. Ekseriyet ‘sivil bir anayasa yapılsın’ derken, bazıları da “Mevcut anayasa değişmese de olur. Yeter ki doğru dürüst uygulansın” diyorlar.

Hemen herkesin kabul edeceği bir gerçek var: Her konuda önemli olan uygulamadır. Çok ‘güzel’ kanunlarla çok kötü uygulamalar yapılabileceği gibi, ‘kötü’ kanunlarla da iyi uygulamalar yapılması ‘teknik’ anlamda mümkündür. Fakat bu, ‘kötü’ kanunlar değişmesin, ilel ebed devam etsin anlamına da gelmez. İdeal olan ‘iyi/güzel’ kanunlar ve aynı ölçüde ‘iyi ve güzel’ uygulamalardır. Kanunlar ihtiyacına göre düzenlenmesi gerektiğine göre, ‘kötü’ kanunlarda ısrar etmenin de bir anlamı yoktur.

Her şeyin ‘güzel’ kanunlar hazırlamakla halledilemediğinin en güzel örneklerinden biri, geçmişte TCK’da yapılan 142-142 ya da günümüzde yapılan 312, 301 gibi maddelerle ilgili düzenlemelerdir. Bilhassa 312. madde ile ilgili olarak yapılan düzenlemeler, uygulamanın değişmemesi ya da daha ‘kötü’leşmesi sebebiyle netice vermemiştir. Bir başka nokta da; aynı ‘kötü’ kanun maddelerinin her dönem yürürlükte olmasına rağmen bazı dönemlerde ‘özel’ olarak kullanıma sokulmasıdır. Öyle ya, son yıllarda meşhur olan TCK 312 ya da 301. maddeler son yıllarda yürürlüğe girmedi ki! Ya da bu maddeler tamamen devre dışı bırakılmış olsa bile şu anda ‘uyumakta’ olan başka maddelerin devreye girmesi ve hatta 301 gibi maddeleri aratmayacağı ne malum?

Hadise gelip ‘uygulama’ noktasında düğümleniyor. Özgürlükleri kısıtlayan kanun maddeleri bile, iyi niyetle ve özgürlükleri genişletici yönde yorumlanabilir. Böyle durumlarda ‘kötü’ maddelerle bile ‘doğru ve iyi’ hükümler kurulabilir. Zaten AB yetkililerinin de her imkân ve fırsatta ‘uygulama’ya dikkat çekmesi bu sebeptedir.

Bütün bunlara rağmen Türkiye’nin; 12 Eylül’ün ‘hediyesi’ olan 1982 ihtilâl anayasından kurtulması gerektiği de bir vakıa. Türkiye’nin ihtiyaçlarına cevap vermekten uzak olduğu uygulamalarla ortaya çıkmış ve bu sebeple onlarca maddesi değiştirilmiş bu anayasadan kurtulmak lâzım. Ancak ‘hal ve gidiş’e bakınca, ‘yeni ve sivil bir anayasa’ taleplerinin ciddiye alınmadığı anlaşılıyor. Daha da üzücü olan, gelmesi muhtemel yeni bir anayasanın ‘ihtilâl anayası’nı aratması ihtimali... Çünkü yeni anayasa çalışmaları ta baştan değişmez ana muhalefet partisi CHP’nin arzusu ve keyfine havale edilmiş görünüyor.

Hayır, yeni ve sivil bir anayasa çalışması CHP’nin arzusu ve keyfine bırakılacak kadar sıradan bir iş değildir. Yeni anayasa hazırlanacaksa, söz hakkı baştan sona kadar millette olmalı. Başkasında değil!

05.03.2009

E-Posta: [email protected]




Mikail YAPRAK

Bediüzzaman’dan demokrasi dersleri



Demokrasi adına işlenen yanlışlardan, hatalardan kurtulmak; ancak o yanlış uygulamaların demokratik ortamlarda tartışılarak, demokrasinin doğru bir zemine oturtulmasıyla mümkündür. Yoksa gücü eline geçirenin, demokrasi var diye gücünü keyfince kullanmasını nasıl durdurabiliriz?

Avusturya’da Müslümanların demokrasi anlayışı iyiden iyiye merak konusu oldu. Aylardır tartışılıyor, anketler yapılıyor ve medyanın malzemesi oluyor. Avusturya okullarının İslâm öğretmenleri hedef tahtası yapılıyor. Bu öğretmenleri vazifelendiren resmî makam ile hükûmet karşı karşıya getiriliyor. Devlet ve anayasa bile devreye sokuluyor. Öğretmenlerin yeniden imtihana tâbi tutulacaklarından, kazanamayanların iş sözleşmelerinin feshedileceğinden söz ediliyor. Bu arada, İslâm dersi öğretmenlerine toplantılar yaptırılarak, onların demokrasiye bağlılıkları kamuoyuna deklare ettiriliyor. Düşüncelerine ve gerçekten demokrasiyi kavrayıp kavramadıklarına bakılmadan, sözde beyanlarına itibar ediliyor. Halbuki onların yüzde 22 si, gizli anketlerde, demokrasinin İslâmiyetle bağdaşmadığını işaretlemişlerdi. Açıktan yüzleşme ortamında ise yüzde yüzüne, "Bizim demokrasiyle problemimiz yoktur" dedirtiliyor. Yani "demokrasi" adına antidemokratik uygulamalar yapılıyor.

Bundan da anlaşılıyor ki, demokratik ve laik devletler bile, demokratlığı kavramada, Bediüzzaman gibi bir İslâm âliminin tariflerine çok muhtaçtırlar. Gerçi biz risale okurları bile, Hazret-i Üstâdın bu husustaki beyanlarını ve duruşunu, meslek ve meşrebini acaba tam kavrayabilmiş miyiz ki, elin ecnebisinden bu anlayışı bekleyelim. Öyleyse Avusturya’yı bırakalım, kendimize bir bakalım.

***

Her şeyde olduğu gibi demokrasi bahsinde de asıl olan özdür, mânâdır, isim değil, müsemmadır. Hele hele Bediüzzaman’ın ve bize emaneti olan külliyatın rehberliğinde yol alanlar demokrasiye de böyle bakarlar. Farklı bakanlara ise sormak lâzım: Acaba farkında olmadan "siyasal İslâmcı" söylemlerin moduna girerek, "hâkimiyet-i millet" tabirine mi itiraz ediyorlar? Ve bu itirazlarına da, bazı âyet-i kerimelerin sadece meallerine bakarak, kendilerince delil mi getirmek istiyorlar?

Halbuki bu zamanda, sadece âyetin mealine bakarak kafadan yorum yapmak, baltayla saat tamir etmeye benzer. Bu zamanda selâmet-i ruh ve istikamet-i fikir isteyenler, Ahirzaman Müceddidinin tefsirlerine kulaklarını ve kalplerini iyi açmalıdırlar ve itimad etmelidirler. Kendi akıllarıyla tartamasalar bile..

Ezel ve Ebed Sultanı, Hâkim-i Kadîr-i Zülcelâl’n kudret ve hâkimiyeti; tamamen yerel, arzî ve beşerî seviyedeki hâkimiyetleri düşünmeye ve telâffuza mâni değildir. O takdirde, "sultan, hâkim, padişah ve hükümdar" gibi ünvanlara da itiraz edilmeliydi. Yani bir şahsa, bir zümreye, bir hanedanlığa hakimiyet yüklemeye evet, ama millete yüklemeye hayır mı?

Hem faraza yerdeki bütün sultanlar, hakimler, krallar ve hükümdarlar, Allah’ın emirlerini unutsalar, keyiflerince yönetseler, acaba Allah’ın saltanatına—hâşâ— zerre kadar halel gelir mi? Nerede şimdi Firavunlar, Nemrud’lar, Şeddat’lar, Deccal’ler ve dünyada keyiflerince saltanat sürenler? Kadîr-i Zülcelâl Hazretleri kudret-i ezeliyesiyle onları perçemlerinden tutarak lâyık oldukları yerlere atmamış mıdır?

Halbuki Hazret-i Üstad bu "hâkimiyet-i millet" tabirini birçok defa kullanmıştır. Meşrutiyetin "hâkimiyet-i millet" demek olduğunu her vesileyle ifade etmiştir.

"Evet, meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir; siz dahi hâkim oldunuz. Umum akvâmın sebeb-i saadetidir; siz de saadete gideceksiniz. Bütün eşvâk ve hissiyât-ı âliyeyi uyandırır. Uyku bes! Siz de uyanınız. İnsanı hayvanlıktan kurtarır; siz de tam insan olunuz. İslâmiyetin bahtını, Asya’nın tâliini açacaktır. Size müjde. Bizim devleti ömr-ü ebedîye mazhar eder."(Münazarat, 24)

Eğer milletin kalbine, ruhuna, kafasına, dimağına, vicdanına ve her ferdinin nefsine ve ameline hâkim olan Allah‘ın emirleri ise ve iktidara da demokratik yolla taşınan böyle bir milletin "efkâr-ı âmme"si ise, o zaman netice itibariyle hâkimiyet kimin olur? Hazret-i Peygamberimiz de, iman hâkimiyetini, din hâkimiyetini, kalp ve vicdan hâkimiyetini, tabandan tavana, milletten devlete taşımadı mı?

Bugün zerratı günahkârlardan ibaret olan hükümetlerle yönetilen devletlerin başına "İslâmî" ifadesini koyduğunuz zaman, o devletin işlediği cinayetler, zulümler, dünya kamuoyunda İslâma mal edilmez mi? Onun için Bediüzzaman, "Milletin hastalığı zaaf-i diyanettir" diyerek teşhisi koymuş, imana ve Kur’ân’a hizmeti esas vazife bilmiştir. Devlete yürümeyi hedefine koymamıştır. Talebelerinin hizmetlerinde de böyle bir hedef yoktur.

"Elhasıl: İnkılâb-ı siyasî cihetiyle dininden havf eden adamın dinde hissesi, beytü’l-ankebut (örümcek ağı) gibi zayıf düşmüş cehalettir, onu korkutur; taklittir, onu telâşa düşürttürür. Zira itimad-ı nefsin fıkdanı ve aczin vücudu cihetiyle, saadetini yalnız hükümetin cebinden zannettiğinden; kalbini, aklını da hükümetin kesesinden tahayyül eder, korkar." (Münazarat,s.47)

05.03.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Allah’ın himayesi altına girmek



Allah’ın himayesi altına girmek kadar daha önemli ne olabilir hayatta? Arkasında dayısı olan, yani güçlü birine dayayan insanın sırtı yere gelmez, denilir.

Peki, ya bir kimse on sekiz bin âlemin Rabbine sırtını dayarsa onu kim yıkabilir?

İşte bu himayeye girmenin yollarından bir kısmı:

Peygamberimiz (asm) sabah ve akşam, “Bismilâhillezi lâ yedurru maasmihî şey’ün fil’ardı velâ fissemâi ve Hüve’s-Semî’ul-Alîm” (İsmiyle birlikte bulundukça yerde ve gökte hiçbir şeyin zarar veremeyeceği Allah’ın adıyla (sabaha erdim / akşamladım). O herşeyi işiten ve bilendir” duâsını okuyan kimseye hiç birşeyin zarar vermeyeceğini bildirmektedir.1

Yine Resûl-i Ekrem (asm), “Lâ ilâhe illallâhü vahdehû lâ şerîke leh. Lehü’l-mülkü ve lehü’l-hamdü ve Hüve alâ külli şey’in kadîr” (Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. Tektir; eşi ve benzeri yoktur. Mülk bütünüyle Onundur. Hamd de Ona mahsustur. O herşeye hakkıyla kadirdir) duâsı günde yüz defa okunduğunda bu zikrin akşama kadar şeytanın hilelerine karşı koruyucu bir kalkan olacağını müjdelemektedir.2

Peygamberimizin (asm) bin bir ismiyle Cenâb-ı Hakk’a yaptığı harika Cevşenü’l-Kebir duası da sihir dahil nice belâ ve musibetlere karşı büyük bir koruyucudur. Yazar Arif Arslan bir medyumla görüştüğünde arkadaşları ısrarla kendisine baktırmasını isterler. Medyum tasla bir su getirip bakar. Cinlerini çağırır, büyü yapılıp yapılmadığını sorar. Birkaç defa suya, sonra da Arif Beye bakar ve “Ne ile korunuyorsun?” diye sormaktan kendini alamaz. Arif Arslan “Nasıl yani?” diye karşılık verince, merakla, “Hergün ne okuyorsun?” diye sorar. “Ne oldu ki?” der Arif Bey. O da, “Size pek çok kere büyü yapılmış, ama tutturamamışlar. Eğer bunları özel bir duâ ile korunmayan, normal bir insana yapmış olsalardı, şimdiye kadar ölürdü” der. O da hergün mutlaka Cevşenü’l-Kebir duâsını okuduğunu ve namazlardan sonra da sünnete uygun dua ve tesbihatları yaptığını belirtir.3

Demek okuduğumuz sure ve duâlar her türlü kötülük ve musibete karşı birer kalkan oluyor.

Dipnotlar:

1- İbni Mace, Dua: 14.

2- Buharî, Daavat: 64; Müslim, Zikr: 10.

3- Arif Arslan, Büyü, Fal, Kehanet, s. 41-42.

05.03.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Siyasetteki büyük vazife



Bir önceki yazıda iktibasen yer alan bazı ifadeler, muhlis ve müteyakkız okuyucularımızın ziyadesiyle dikkatini çekmiş.

Bunlardan bir tanesi, Üstad Bediüzzaman'ın 1950'de işbaşına gelen Demokratların ve hususan Adnan Menderes gibi zatların hatırları için 35 senedir terk etmiş olduğu siyasete yeniden bakmaya başlamasıdır. (Emirdağ Lahikası, 387)

Bir diğer nokta ise, Üstad Bediüzzaman'ın Emirdağlı Hamza Emek ve Mehmet Çalışkan'a hitaben "Benim ve Risâle–i Nur'un bedeline, gidin Demokrat Partiye kaydolun" demesidir. (Son Şahitler–II, s. 422'de yer alan bu hatıranın hakikatli bir vechesi Emirdağ Lâhikası, s. 422'de mevcut.)

İşte, aşağıda okuyacağınız satırların ve iktibasların tamamı, bu iki mühim noktanın açılımı, izahı, teyidi ve te'kidi mânâ ve mahiyetinde olacaktır. (NOT: Kaynakların sayfa numaraları, daha ziyade 1990'lı yıllarda yapılan baskılara ait.)

Eski Said siyasetle alâkadardır

Birinci Said (Eski Said) gibi Üçüncü Said'in de siyasetle lüzûmu derecesinde alâkadar olduğunu, başta Tarihçe–i Hayat olmak üzere Eski Said'e ait içtimaî dersleri ihtiva eden eserler ile hususan Emirdağ Lâhikası isimli eserdeki mektuplardan açıkça anlıyoruz.

Yine aynı kaynaklardan anlıyoruz ki, 1910'lu yıllarda siyasetten yüz çeviren ve "Euzubillâhimineşşeytani ve's–siyaseti" diyen Üstad Bediüzzaman, aradan 35 sene geçtikten sonra, yani 1950'den sonra siyasetle yeniden alâkadar olmaya başlamış ve hatta siyasete "Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzûm oldu" diyerek, bazı talebelerini siyasete aktif şekilde girmeye teşvik etmiştir. (Emirdağ Lâhikası, s. 423)

Bu talebelerden on dört kişinin isim ve imzası aynı eserin aynı sayfasında "Demokrat Nur Talebeleri" şeklinde takdim ediliyor.

"Hutbe–i Şâmiye" isimli eserin 52. sayfasında ise, Hazret–i Bediüzzaman, siyasetle alâkalı birkaç meselenin birden cevabını verip izâhını yapıyor. Özetle:

1) Eski Said, siyasetle, içtimaiyat–ı İslâmiye ile ziyade alâkadardır.

2) Fakat sakın zannedilmesin ki, Said, dini siyasete âlet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Hâşâ! Belki, bazı münafık zındıkların siyaseti dinsizliğe âlet etmeye teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukabil, Said de bütün kuvvetiyle siyaseti dine ve İslâmiyetin hakikatine bir hizmetkâr, bir âlet yapmaya çalışmış.

3) Yine, anlaşıldı ki: O gizli münafık zındıklar, Garplılaşmak bahanesiyle, siyaseti dinsizliğe âlet etmelerine mukabil, muhakemesi zayıf bir kısım dindar ehl–i siyaset de, dini siyasete âlet etmeye çalıştı. Hattâ, Eski Said o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki: Bir sâlih âlim, kendi fikr–i siyasisine muvafık bir münâfıkı hararetle senâ etti ve siyasetine muhalif bir salih hocayı tenkit ve tefsik (fâsık ilân) etti. İşte bunun içindir ki, Eski Said "Euzubillâhimineşşeytani ve's–siyaseti/Şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah'a sığınırım" dedi ve otuz beş sene müddetle siyaseti terk etti.

(NOT: Bu üç noktadan bakılarak, Üstad Bediüzzaman'ın 1910'larda siyaseti niçin terk ettiği ve hangi siyasî anlayıştan kaçarak Allah'a sığındığı hususu daha iyi anlaşılabilir.)

Bediüzzaman: "Büyük bir vazifem var; bakamadım, yapamadım. Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzûm oldu."

Bediüzzaman Hazretleri, 1948–49 yıllarında Afyon Hapishanesinde mevkufen bulunduğu esnada, "Afyon Mahkemesine ve Ağırceza Reisine" hitaben, siyasetteki pek mühim mânevî vazifesini hatırlatan şu beyanda bulunuyor:

"Eskiden beri fıtratımda tahakkümü kaldıramadığım için dünyaya karşı alâkamı kesmiştim. Şimdi o kadar mânâsız, lüzumsuz tahakkümler içinde hayat bana gayet ağır gelmiş, yaşayamayacağım. Hapsin haricinde yüzler resmî adamların tahakkümlerini çekmeye iktidarım yok. Bu tarz hayattan bıktım. Ben sizden bütün kuvvetimle tecziyemi talep ediyorum. Şimdi kabir elime geçmiyor. Hapiste kalmak bana lâzımdır. Makam–ı iddianın asılsız isnad ettiği suçlar, siz de bilirsiniz ki, yok; beni cezalandırmaz. Fakat beni mânen cezalandıracak, vazife–i hakikiyeye karşı büyük kusurlarım var. Eğer sormak münasipse, sorunuz, cevap vereyim.

"Evet, büyük kusurlarımdan birtek suçum: Vatan ve millet ve din namına mükellef olduğum büyük bir vazifeyi, dünyaya bakmadığım için yapmadığımdan, hakikat noktasında affolunmaz bir suç olduğuna ve bilmemek bana bir özür teşkil edemediğine, şimdi bu Afyon hapsinde kanaatim geldi." (Tarihçe–i Hayat, s. 490)

Burada kast edilen "büyük vazife"nin, siyasetteki vazife olduğu ve artık şimdi (1949–50) bu vazifeye bakmaya lüzûm, hatta mecburiyet hasıl olduğu, aşağıdaki ifadelere bakınca daha iyi anlışılır:

"...Biz Kur'ân hizmetkârları ve Nurcular, evvelki iki cereyana (komünist ve ifsat komitelerine) karşı daima Kur'ân hakikatlerini muhafazaya çalışmışız. Mümkün olduğu kadar dünyaya ve siyasete bakmamaya mesleğimiz bizi mecbur ediyormuş. Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzûm oldu. Gördük ki, Demokratlar, evvelki iki müthiş cereyana karşı bize (Nurculara) yardımcı hükmünde olabilirler." (Emirdağ Lâhikası, s. 423)

"Beş–on günde iki–üç defa siyaset dünyasına baktım, acip bir hal gördüm. Müdafaatımda dediğim gibi, istibdad–ı mutlak ve rüşvet–i mutlaka ile hareket eden bir cereyan–ı zındıka, masonluk, komünistlik hesabına bizi böyle işkencelerle ezmeye çalışmış. Şimdi o kuvveti kıracak başka bir cereyan (Demokratlar) bu vatanda tezahüre başladığını gördüm." (Emirdağ Lâhikası, s. 263)

"Bize işkence edenlere, siyaseti asabiyetle dinsizliğe âlet etmelerine mukabil, biz de siyaseti dine âlet ve dost yapmakla bu vatan ve milletin saâdetine çalışmışız." (Emirdağ Lâhikası, s. 264)

"Otuz beş senedir ki siyaseti bırakmıştım ve Nurculara da 'Bırakınız' diyordum. Sebebi, siyaset ihlâsı kırar. Fakat şimdi hissettim ki, ...hüriyet başında bizimle, yani İttihad–ı Muhammedi (asm) Cemiyeti ile İttihadçıların bir kısmındaki gizli farmasonlara muarız ve manen bizimle, yani İttihad–ı Muhammedi ile müttefik olan Ahrar Fırkası yine otuz beş sene sonra dirildi, yine uyandı.

Birden şeâir–i İslâmiyenin başında olan ezan–ı Muhammediyeyi farmasonların zincirini kırıp ilân etmesiyle; siyasetten kat–ı alâka eden, eskide 'İttihad–ı Muhammedî' şimdi 'Nurcular' nâmını alan ve İttihad–ı İslâm içinde bulunan kardeşlerimiz yanlış basmamak için bazı şeyleri söylemek isterdim. Fakat Risale–i Nur benim bedelime konuşuyor." (Beyanat ve Tenvirler–s. 12/1970 baskısı)

05.03.2009

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Bin yıl önce, bin yıl sonra



Yeni Asya’yı anlamak ve anlatmak için bin yıl öncesini ve bin yıl sonrasını bir düşünmek gerekiyor.

Yeni Asya’nın bu asrın önemli bir mesaj aracı olduğunu, fikir erbabları iyi bildi ve iyi tanıdı.

İnsanın kendisini anlatması biraz zordur. Ama, ne yazıkki, Yeni Asya kendisini anlatması gerekiyordu.

Ve nihayet artık kırk yaşına geldi. Kırk yıldır onunlayız, kırk yıldır onun sevdası ile ve tatlı meşgalesiyleyiz.

Başlangıçta hemen hemen hiçbir Yeni Asya çalışanı profesyonel gazeteci değildi. Ama, şartlar ve onun taşıdığı yüce mesaj, zamanla onu yetiştirdi ve birçok çalışanı kalifiye bir değer haline getirdi.

Birçok zorlukları ile beraber, çileleri ve büyük sıkıntıları oldu Yeni Asya’nın. Bir taraftan asrın ceberutlarıyla mücadele ederken, diğer taraftan da can dostları ile arası açıldı. İmkânsızlıklar, sıkıntılar, acemilikler ile yıllar yılları kovaladı.

Yüzlerce insana okul oldu, üniversite oldu, enstitü oldu, yuva oldu. Kimi hayatta, kimi ahirette, kimisi ise başka mevkutelerde hizmet eden fertleriyle Yeni Asya, Türk basın hayatında Risâle-i Nurlar’ın anlatılması ve anlaşılması anlamında büyük harfler ile yazılması gereken hizmetler verdi.

Kırk yıl kolay geçmedi. Günlük olarak cihana boyuna posuna bakmadan hakikati haykırdı.

Hiçbir gazetede bulunmayan tabileri ile dilden dile, ilden ile, kıtadan kıtaya ulaştı. Şimdi Risâle-i Nur ve onun cihan vüs’atindeki mefkuresini matbuât lisanı ile duyuran yegâne gazetedir.

Binlerce nüshası ile hakkın ve hakikatin mikrofonu oldu. Gençleri yaşlandırdı, çocukları gençleştirdi. Nasıl başladı ise öyle devam etti.

Yolundan ayrılmadı. Dünya menfaatleri için dâvâsından vazgeçmedi. Müsbet icraatlarını “Vatan, Millet ve Kur’ân menfaatine” desteklediği siyasî hareketten hiçbir şey beklemeden yayın yaptı.

Mevcut hâlimiz, nefesimize ve büyük dâvâmıza yakışır durumda olmayabilir. Bunu daha güzel levhalar ile şekillendirmek ise, yine bizim gayretimize bağlı olarak Rabbimizin tevfikiyledir.

Geçmişin övgüsü, geleceği daha mükemmel hâle getirmeye vesile olmalıdır.

Sayısız isimsiz kahramanları da unutmamalıyız.

Şehir, kasaba ve köylerdeki Yeni Asya fedailerini, beli bükülenleri, emeği geçenleri de unutmamalıyız.

Yeni Asya’nın yeni romanları, yeni teknik serileri, yeni çocuk hikâyeleri, yeni cd’leri olmalıdır.

Tarih bize bir gün bunun hesabını, kitabını soracaktır.

Bin yıl önce, bin yıl sonra yine Yeni Asyalı’yız. Nice güzel hizmet yılları ile...

05.03.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Peygamber mu’cizeleri



Maltepe’den Havva Hanım: “Aklı aciz bırakan Peygamber mu’cizeleri, teklif sırrına uygun düşer mi? Yani mu’cizeyi gören insanlar inanmak zorunda kalmazlar mı? Kur’ân-ı Kerim Hazret-i Muhammed’in (asm) bir mu’cizesine yer vermiş mi?”

Önce bu iki kavramı tanıyalım: Mu’cize, bir peygamberin, kendi hakkâniyetini ve doğruluğunu ispat etmek için Allah’ın izniyle gösterdiği olağandışı, fevkalâde, benzerini insanların yapmaktan âciz kaldıkları hâdisedir. İmtihan ve teklif sırrı ise, insanların kendi hür irâdeleriyle îman etmelerini gerektirir; îmanda icbâr ve zor kullanmayı aslâ kabul etmez.

Bütün peygamberler mu’cize göstermişlerdir; ama aslâ icbâr kullanmamışlardır. Mu’cizenin, kâinât Hâlık’ı tarafından peygamberin dâvâsına bir tasdikten ibâret olduğunu beyan eden1 Bedîüzzaman Hazretleri, peygamberlik dâvâsını ispat etmek ve münkirleri iknâ etmek için buna ihtiyaç olduğunu, bunun icbâr etmek için verilmediğini ve bu amaçla da kullanılmadığını kaydeder. Bu sırdan dolayıdır ki, mu’cizeleri sadece peygambere muhatap olanlar görmüşler; onun dışında diğer insanlara bizzat gösterilmemiştir. Meselâ, ayın ikiye bölünmesi mu’cizesi yeryüzü halkının tamamı tarafından görülebilecek bir mâhiyette iken, sadece Peygamber Efendimiz’e (asm) muhatap olanlar görebilmişler; diğerleri muhtelif sebepler perdesi altında görmekten uzak tutulmuşlardır. Çünkü bütün yeryüzü halkına göstermek icbâr mânâsı taşıyabileceğinden, teklif sırrına uygun düşmezdi. Oysa îman sadece teklif sırrı ile akla kapı açmayı, ama ihtiyârı elden almamayı gerektirmektedir.2

Kur’ân-ı Kerim’de ayın ikiye bölünmesi mucizesi yer almıştır. Kur’ân, “Ay ikiye bölündü”3 buyurarak, Peygamber Efendimiz’in (asm) bir gece müşriklere kendisinin Allah’ın elçisi olduğunu ispat için mübarek parmağıyla ayı ikiye bölmesini haber veriyor. Keza yine Peygamber Efendimiz’in (asm) bir gece vakti Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya bir anda gittiği haberi Kur’ân’da yer almıştır.4

Peygamberler insanlar içinde seçilerek Allah elçiliği vazifesiyle görevlendirilmişler; ara sıra mu’cize göstermekle berâber, ekseriyetle normal insanlar gibi yaşamışlardır. Genelde münkirlerin isteğine nazaran Cenâb-ı Hakk’ın takdir buyurduğu mu’cizeleri dışında, hiçbir olağan üstü hayatları ve yaşantıları olmamıştır. Normal insanlar gibi, hattâ daha da ağır şartlarda aç kalmışlar, susuz kalmışlar, yorulmuşlar, çile çekmişler, hastalanmışlar ve ızdırap içinde yaşamışlardır. Bütün bu olumsuz hallerde en mükemmel şekilde insanlığa numûne olmuşlar; sabrı, sebatı, îmanı, teslimi, tevekkülü ve Allah’a güvenmeyi hem öğretmişler, hem de bilfiil yaşayarak göstermişlerdir.

Peygamberler tarihine bir göz attığımızda, mu’cizelerin icbâr yönünün değil, bilakis iknâ edici yönünün tamâmen ön plâna çıktığını görmekte gecikmeyiz. Ne Hazret-i Salih Peygamberin (as) devesi, ne Hazret-i İbrâhim’in (as) ateşi, ne Hazret-i Mûsâ’nın (as) değneği, ne Hazret-i Îsâ’nın (as) hastalara şifâ vermesi ve ölüleri diriltmesi; ne de Hazret-i Peygamber Efendimiz’in (asm) şakk-ı kameri, elinden su akıtması, Mescid-i Aksâ yolculuğu ve sâir mu’cizeleri... Hiçbirisi icbâra vesîle teşkîl etmemiştir. Bütün mu’cizelerde gördüğümüz ortak tepki şu olmuştur: Bir kısım insanlar hidâyetle şereflenirken; yine çoğunluk ya sihir veya büyü demişler; ya da peygamberin mecnun ve deli olduğu zehabına kapılmışlardır. Ebû Bekir gibi elmas ruhlu adamlarsa ancak bu teklif sırrı kriterinin korunmasıyla ortaya çıkmışlardır.

Aslında insanoğlunun olağan ve sıradan zannettiği tabiat olaylarının her birisi de Allah’ın birliği, büyüklüğü, azameti, izzeti, cemâli...ve sâir sıfatlarını tanımak için yeterli mu’cize örnekleriyle doludur; en azından hiçbirisi sıradan değildir, hiçbirisi âdiyâttan değildir. Fakat gelin görün ki, kevnî mu’cizeler bazılarının îmanlarını artırırken, bazılarının da inkârlarını kalınlaştırıyor. Yani yine icbar yapılmama sırrı muhafaza ediliyor; yine teklif sırrı korunuyor. Îmanda nasibi olanlarsa küçük bir emâreyi ve işâreti bile hidâyeti için vesîle kabul edebiliyor.

Dipnotlar:

1- Mektûbât, s. 91

2- Sözler, s. 538

3- Kamer Sûresi: 1

4- İsra Sûresi: 1

05.03.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır

Kurumsal Linkler:
Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl

Reklam Linkleri:
Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla