Hayatımın her senesinde ziyaret edebilmeyi Allah’tan hep dilediğim ülke olan Slovenya’ ya doğru bir yolculuktayım yine. Daha önceki yazılarımdan birinde yine Slovenya’dan bahsetmiş, taşıdığı Osmanlı ve Balkanlı izlerini anlatmıştım. Bu ani ziyaretime doğru yola çıkarken uçakta “Artık görecek yeni birşey kalmadı belki de“ diye düşünüyordum kendi kendime. Ne de olsa topu topu 2 milyon nüfusu olan bir ülkeydi. Öte yandan, kendine has sıcaklığı, diğer Avrupa ülkelerinden hemen ayrılmasını ve fark edilebilir olmasını sağlayan mütevaziliği ve mülâyimliği, cennetten köşeler izliyormuşçasına hayran hayran baktığımız tabiî güzellikleriyle hemen kendini belli eden Slovenya, insanın yüz kere bile gelse görmekten bıkmayacağı ülkelerden biri olmuştu çoktan.
Ljubljana merkezine doğru yavaş yavaş ilerlerken, Slovenya’ya bir kış ayında ilk defa geldiğimi Julius Alplerinin zirvelerindeki kar manzarasını görünce anladım. Havanın çok da soğuk olmaması ve hatta Türkiye’de daha çok üşümüş olmak beni şaşırtmış olsa da, kış psikolojisiyle, sarılıp sarmalanmıştık kışlıklarımıza. Bizi şehre götüren arkadaş da benim görmediğim yer kalmadığını düşünüyordu. Ama şehrin en büyük mezarlıklarından biri olan mezarlığı görmediğimi anlayınca mezarlığın önünden geçen kısa bir yolculuk yapmaya karar verdik.
Mezarlığa dair aklımda kalan ilginç şeylerden biri, görkemli bir girişi olmasıydı. Gerçi ülkemizde de genelde mezarlık kapıları oldukça görkemli yapılır, ama burada etrafında ağaçların yükseldiği koskoca bir yürüyüş yolunun bitiminde mezarlık kapısı karşınıza çıkıyordu: Kos kocaman, işlemeli, adeta bir saray kapısı. Bir yandan da çiçek satmaya çalışan çiçekçi kadınlar. Dünyanın her yerinde insanlar hayatta olmayanlarına çiçek getirme âdetiyle yaşadıklarından dolayı, mezarlık yakınında bir çiçekçi açmanın oldukça mantıklı olduğu söylenebilir.
Nehir kıyısında bir bardak çay içip Ljubljana güneşiyle ısınmak adına insanların cıvıl cıvıl doluştuğu çay bahçelerinden birinde oturup, eski dostlarla geçmişe dair sohbet ederken, Slovenya’daki neredeyse bütün kalelerin ve yüksek mekânlardaki kiliselerin Türk akınından (Osmanlı) kaçmak için yapıldığını işittim bu sefer. Buna benzer bazı söylemler duymuştum, ama bu sefer daha emin birkaç yerden duyunca, doğruluğuna kanaat getirdim. Slovenya’nın sonuca ulaşamayan akınlara rağmen hâlâ Türk kültüründen etkilenmiş olması da oldukça şaşırtıcı bir durum. Ortak kelimelerimiz, ortak müziklerimiz ve ortak yemek kültürümüz her yerde karşımıza çıkarken, bu hızlı gelişen, küçük nüfuslu ve oldukça zeki Avrupa ülkesinin hoşgörüsüne bir kez daha bırakıyoruz kendimizi.
Bu sefer beni şaşırtan ufak şeyler var. Bunlardan biri şu meşhur fast food zincirlerinden birinde, insanların sipariş vermeden ya da hesap ödemeden sadece lavaboyu kullanmasını engellemek için bazı fikirler geliştirilmiş. Meselâ lavabonun kapısını açabilmek için gerekli olan şifreye birşeyler aldığınız zaman fişin sonunda ulaşabiliyorsunuz. Onun dışında restoran çalışanları yahut diğer müşterilerden bu konuda pek bir yardım alamıyorsunuz. Bu fikrin ülkemizde de uygulanması hem güvenlik sorunlarının azalmasına yardımcı olur, hem de nisbeten hijyen oranının artmasını sağlar diye düşünmekteyim.
Slovenya’nın İtalya’nın ve Avusturya’nın iki adım ötesinde olması, Akdenizliliği, Balkan ülkesi oluşu, AB’ye sonradan katılan ülkeler arasında en hızlı gelişen ekonomiye sahip olması, kayak turizmindeki önemli yeri ile Avrupa’nın gözde ülkelerinden biri arasına girmeye başladığı bir gerçek. Bu ülkeye yolumuzun tekrar düşmesi dilekleriyle bir Slovenya gezisine daha veda ediyoruz…
03.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|