10 Haziran 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Faruk ÇAKIR

Başörtülü vekil mecliste!


A+ | A-

Evet, ‘Başörtülü vekil mecliste,’ ama şimdilik Belçika meclisinde. Eh, her şeyi Avrupa’dan ‘ithal’ ettiğimize göre bu ‘güzel âdet’i de her halde önümüzdeki yıllarda ithal ederiz ve bizim de bir ‘başörtülü vekil’imiz olur. Eğer, ‘Gülerim senin hayaline’ diyen varsa, ona çok meşhur bir ‘gerçek’ ile cevap veririz: Bu kışın ilelebed devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir sabahı yok mu? O halde ‘yasak’ kışının baharı da yakındır!

Suların tersine akıtılamayacağına bir defa daha şahit olduk. Başörtülü olarak önce belediye meclisi üyeliğine seçilen Mahinur Özdemir, son seçimlerde de Belçika Parlamentosuna ‘milletvekili’ olarak girmeyi başardı.

Adaylığı sürecinde Belçika basınında çeşitli haber ve tartışmalara konu olduğu ifade edilen Özdemir, Valon Hıristiyan Demokrat Parti (CDH) listesinden 21. sırada aday olmuştu. Ancak Özdemir, 2 bin 851 ‘tercih oyu’ elde ederek, bu partinin 11. sırasından milletvekili seçilmeyi başardı.

Başörtülü bir vekilin Belçika Parlamentosunda görev yapması hem ‘hiçbir şey’dir, hem de ‘çok şey’dir. ‘Hiçbir şey’dir; çünkü hür ve demokrat ülkelerde kişilerin ‘dış’ına değil, ‘işi’ne bakılır! Dolayısı ile ‘işi’nde başarılı olan, kendisini millete en iyi anlatan milletvekili seçilebilir. Her halde Özdemir de bunu yapmış ki, hem de ‘tercihen’ bu koltuğa seçilmeyi başarmış.

Başörtülü bir hanımın, hem de Belçika’da milletvekili seçilmesi başka bir yönüyle de ‘çok şey’dir. Çünkü Belçika nihayetinde halkının çoğunluğunun ‘Müslüman olmadığı’ bir ülkedir. Bunca olumsuz propaganda ve yayılmak istenen ‘İslâm korkusu’na rağmen bir hanımın başörtülü olarak milletvekilliğine seçilmesi önemlidir. Hele hele Türkiye’den baktığımızda bu seçimin çok daha önemli olduğunu anlayabiliyoruz.

Burada çok önemli bir nokta daha var: Bir hanımın başörtülü haliyle millet vekili seçilmesi ne kadar önemliyse, o kıyafetin onurunu, vakarını ve ağırlığını taşıması, savunması ve sürdürebilmesi de bir o kadar önemlidir. Bu bakımdan, Belçika Parlamentosuna giren başörtülü vekilimize duâcı olmalıyız.

Tabiî biz hadiseye Türkiye penceresinden baktığımız için ‘endişe’ duymakta haklıyız. Düşünün, ‘kazaen’ de olsa son seçimlerde bir başörtülü, bulunduğu ilçede belediye başkanı seçildi. Ama ne yazık ki yayılan ‘laik mahalle baskısı’ sebebiyle başını açmak durumunda kaldı! Aynı şekilde geçmiş dönemlerde seçilen bir ‘başörtülü vekil’imiz de başını açmıştı. Haklı olarak başını açmayan hanım vekilimize ise dönemin başbakanı haddini bildirmişti!

İşte, Belçika’daki seçim bize hemen bu ‘kötü hatıralar’ı hatırlattı. Haberi duyunca, “Belçika’da millet vekili seçilen bu hanıma kim haddini bildirecek?” diye tahminlerde bulunduk... Acaba Belçika’nın Bülent Ecevit’i var mıydı? Belçika’da da bir ‘yasakçı Ecevit’ olmamasına sevindik...

Hür ve demokrat ülke ile, “isimden ve resimden ibaret hür ve demokrat ülke” arasındaki fark bu olsa gerek!

Bu vesile ile ‘şeair’i ilân eden başörtülü vekil Mahinur Özdemir’i tebrik eder, istikametini muhafaza etmesini Allah’dan niyaz ederiz. Mevlâm hiçbirimizi şaşırtmasın. Amin.

10.06.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

İstifhamlar cevaplanmalı…


A+ | A-

Siyaset tuhaflaştı. Kamuoyunda yükselen infiâle rağmen “mayın yasası”nı inadına çıkartan Başbakan Erdoğan hâlâ tepkili. Kendisi ve partisi de sıkıntılı ki Başbakan peşini bırakmıyor; parti kongrelerinde “mayın yasası”nı garip bir biçimde gündeme getiriyor. İtiraz edenlere veryansın ediyor…

“Mayın yasası”nın Meclis’ten geçmesinden bir gün sonra partisinin Kütahya il kongresinde, “Tutturdular bir İsrail gidiyorlar’ diye… Bizden önceki MHP-DSP-ANAP üçlü döneminde İsrail ile yapılmış birçok anlaşmalar var. Dürüst olun, dürüst...” diye 28 Şubat postmodern darbesi sürecinin son siyasî aktörü Anasol-M koalisyonunun İsrail’le yaptığı anlaşmaları örnek gösteriyor.

Dahası, İsrail’le yapılan antlaşmalarda “gizlilik kaydı olmasa bunlar rahat açıklanır, ama bunların gizlilik kaydı var” diyor. “Biz açıklamayız; biz hukuka saygılıyız, bizim her şeyimiz açık, yaptıysak ‘yaptık’ deriz” diye konuşuyor.

Doğrusu, tıpkı Meclis’te olduğu gibi, “küresel sermaye gelip ülkeme girmelidir” görüşünü tekrarlayan Erdoğan’ın, “yasa”ya karşı çıkanları “yabancı sermaye düşmanlığı” ile suçlayıp “Nerede İsrail yazıyor?” diye sorması da evlere şenlik.

Yasada elbette İsrail ya da bir başka ülkenin isminin yazılmayacağını, ancak AKP’nin millete rağmen çıkardığı yasada “Suriye sınırındaki toprakların kullanım seçeneği”nin durduğunu bir nev'î tecâhül-ü ârifle gözlerden kaçırıyor; kendince “politika” yapıyor…

“GİZLİLİK KAYDI”

OLMADIĞINA GÖRE…

Başbakan işi gürültüye getirip İsrail’le imzalamış olduğu kaç tane gizli ya da kamuoyuna açıklanmayan anlaşma olduğunu ve bu anlaşmaların ne zaman ve kimler tarafından imzalandığını belirtmiyor. “Savunma” olarak, Anayasa’nın 90. maddesinin buna “izin vermediği” bahanesiyle sadece ortaya istifhamlar atıyor…

Oysa sözkonusu maddede, “ekonomik, ticarî veya teknik ilişkileri düzenleyen ve süresi bir yılı aşmayan andlaşmalar, devlet maliyesi bakımından bir yüklenme getirmemek, kişi hallerine ve Türklerin yabancı memleketlerdeki mülkiyet haklarına dokunmamak şartı”na bağlı.

Buna bakıldığında, AKP iktidarının yeni “mayın yasası”nda “yabancı memleketlerdeki mülkiyet hakkı” bir yana, yabancıların Türkiye’de topraklarındaki mülkiyet hakkı üzerinde tasarrufta bulunulacağı ve 800 kilometrelik Suriye sınırı boyunca ülke topraklarına, vatandaşların mülkiyetine “dokunulması”nın ötesinde “yabancılarca kullanılacağı” ortada.

Keza son “mayın yasası”nda “Meclisin bir kanunla uygun bulduğu gizlilik onaylaması” da yok. Yasa hakkındaki görüşmeler açık toplantılarda görüşüldü ve “gizliliğe” dair hiçbir karar alınmadı. Bu durumda, “mayın yasası”nı gizlemenin hiçbir gerekçesi kalmıyor.

“Mayın yasası”nda “gizlilik kaydı” olmadığına göre Başbakan neden ikide bir sanki “gizlilik hükmü” varmış gibi “burada İsrail yok” demekle geçiştirip ille de “yabancıların toprakları işletmesi”ne açılmasının “yasa”da yer almasının sebebini söylemiyor? Niçin yasayı bu şekilde düzenlemelerinin gereğini kamuoyunun önüne koymuyor…

YİNE “NE YAPALIM,

YAPTIK OLMADI…” MI?

Diyelim ki sözünü ettiği döneme ait “gizli olduğunu” iddia ettiği “İsrail’le anlaşmaları”, “ulusal çıkarlar” açısından açıklayamıyor. Bu anlaşmalardaki “gizlilik kaydını” kaldırmayı uygun bulmuyor. Peki, yeni çıkardıkları “mayın yasası”nda hangi “gizlilik kaydı” var; hangi “ulusal çıkarlar” gereği arka plânını gizliyor?

Kaldı ki adı geçen partilerin sözcüleri bahsedilen dönemde “yapılan gizli anlaşmaları açıklama” çağrısında bulunuyorlar. Başbakan’ı bütün hükûmetler döneminde İsrail’le imzalanan savunma sanayii işbirliklerini, silâh alımı ihâlelerini, ekonomik mutâbakat zabıtlarını deşifre etmeye dâvet ediyorlar. Çoğu resmi gazetede yayınlanan bu anlaşmaları Erdoğan neden açıklamıyor.

Bunlar da anlaşılmış değil…

Türkiye’nin gündemini önce “AKP değil, AK Parti” tartışmasına, ardından “Sen bana ‘sen’ diyemezsin” atışmasına boğduran Erdoğan’ın ve siyasî iktidarın “mayın yasası”ndaki bu çelişkili hali, peşpeşe istifhamları akla getiriyor.

Sahi “veto” edilmezse bile Anayasa Mahkemesi tarafından “iptal” edileceğini bile bile bu mayın yasası hangi mantık ve gerekçeyle Meclis’ten geçirildi? Yoksa Anayasa Mahkemesi’nin “iptal etmeyeceği” kanaati mi var? Acaba birilerine verilen bir “söz” mü var ki “Ne yapalım, ‘yasa’yı da çıkardık, elimizden geleni yaptık ama olmadı” mı demek isteniyor?

Sonra AKP baştanberi bu “birileri”ne sınırdaki toprakları temizlettirip 44 yıllığına varan “kiralatma yasası”na neden mecbur kalmakta? Değilse bu neyin karşılığı?

Başbakan başkalarına yüklenmek yerine asıl bu soruları cevaplamalı…

10.06.2009

E-Posta: [email protected]



Vehbi HORASANLI

Savunma politikası nasıl olmalıdır?


A+ | A-

Osmanlı Devleti zamanında askerler en modern eğitimi alır, teknolojisi en yüksek silâh ve cihazları önce onlar kullanırdı. Hatta Fatih Sultan Mehmed gibi büyük askerler, havan topundan tutun da, gemileri karadan taşıtmak gibi tarihte ilk defa görülen icatlara imza atmışlardı.

Fakat günümüzde özellikle Batılı ülkelerin etkisi altına giren askerlerimiz, teknolojide ulaşılan en son tekniklerden oldukça habersizdir. Silâhlanma konusunda olduğu kadar askerlik yönetiminde de çağın gerisinde kalmıştır.

Hâlâ “mükellef askerlik sistemi” denilen çağdışı bir yöntem ile gençlerimiz hayatlarının en verimli döneminde vazife başına çağrılmaktadır. Edindiği birçok beceri ve tecrübeyi ne yazık ki bir daha kullanılmayacak olmasından dolayı adeta emekler çöpe atılmaktadır. Hâlbuki “profesyonel askerlik” sayesinde elde edilen bilgi ve tecrübeler ziyan edilmeyecek daha uzun yıllar kullanılabilecektir.

Profesyonellik sayesinde günümüzün en kötü ekonomik hastalıklarından biri olan işsizliğe karşı bir tedbir alınmış olacaktır. Zira profesyonel askerlik, en az 300 bin kişiye istihdam imkânı sağlamaktadır.

Özellikle yıllardır büyük sorun yaşadığımız PKK terörüne karşı en etkili savunma yöntemi profesyonel timlerden oluşan askerler sayesinde olmuştur ve bundan sonra da aynı sonucu almak mümkündür. Hayatında ilk defa eline silâh almış gençlerimizi eşkıyaya karşı kullanmak en hafif ifadesi ile sorumsuzluktur. Sırım gibi delikanlılar işsiz güçsüz kahve köşelerinde pineklerken bunlara hayatları boyunca düzenli bir iş imkânı sunan “profesyonel askerliği” geciktirmek büyük bir hatadır.

‘Hamidiye Alayları’nın günümüz versiyonu olan koruculuk yerine, aynı masrafla çok daha iyi ve güçlü güvenlik güçleri temin edilebilir. Hayatının 15 yılını askerlik mesleğinde geçirmiş birisi olarak, hâlihazırdaki uygulamayı üzülerek izliyor, boşa giden emeğe endişe ile bakıyorum.

Ecdadımız, başta Kur’ân’ın ve Peygamberimizin (a.s.m) emrine uymuş en yüksek teknolojiyi ve askerlik mesleğinin gerektirdiği yönetim anlayışını uygulamıştır. Bunun sonucunda dünyada eşi benzeri görülmemiş zaferlere imza atmıştır.

Bakın, Enfal Sûresinde Cenâb-ı Allah, mealen şöyle buyurmaktadır: “Karşıtlarınızı caydırmak için olanca gücünüzle kuvvet hazırlayın.” Nitekim bu âyetin tefsirini yapan sevgili Peygamberimiz (asm), “Ey Ashabım! Dikkat edin! Kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır” diye buyurmuştur.

Zaman göstermiştir ki silâhını en iyi bir şekilde kullanan yani düşmanının silâhı üzerine gelmeden onu etkisiz hale getiren, daima galip gelmiştir.

Önceleri okçular, daha sonra topçular şimdi de roketleri kullananlar tartışmasız olarak savaşın geleceğini tayin etmektedirler. Sırbistan ve Körfez Savaşı bunun en iyi delilidir. Sadece güdümlü mermi atılarak hiçbir piyade askeri kullanılmadan Sırbistan, devlet başkanlarını teslim etmek suretiyle dize getirilmiştir. Keza Irak’ta büyük bir tank ve asker sayısı üstünlüğü bulunan Saddam’ın ordusu, tank avcısı füzeler karşısında büyük bir trajedi yaşamıştır.

Yıllarca eskimiş ve demode olmuş silâhlara para harcayan devletler ekonomilerini batağa sürükledikleri gibi büyük yenilgilere ve acılara da sebep olmuşlardır.

Bakın Bediüzzaman “şeşhane ile mitralyöze mukabele edilmez” diyerek düşmanlarımızın karşısında savaşırken “…o silâhın karşısında dayanmak, onun naziriyle mukabele etmek lâzım gelir” ifadesini kullanmaktadır. Aksi halde sonuç tam bir hüsran olacaktır. Bu hamur çok su götüreceğinden, fazla söze gerek duymuyorum.

O halde ne yapmalı? Teknolojimizi geliştirirken aynı zamanda ülkemiz ekonomisinin de belini büken savunma harcamalarını nasıl kontrol etmeliyiz? Cevabı çok basittir. Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yoktur. Batı ülkelerinin yaptığı gibi yaparak hem “Ergenekon Çetesi” gibi oluşumların önüne geçilmiş olur, hem de akıllı bir silâhlanma politikası uygulanabilir.

En başta (hâlâ büyük bir ayıbımız olan) Genelkurmay Başkanlığının Millî Savunma Bakanlığına bağlı bir yönetime kavuşturulması sağlanmalıdır. Bu güne kadar gelişmiş ülkeler karşısında yaşadığımız utanç verici bu durumdan bir an önce kurtulmalıyız.

Nerede bir Latin Amerika veya Afrika ülkesi varsa onlarda olduğu gibi geniş yetkileri olan bir askerî otoritemiz var. Bunlar, halk tarafından seçilmiş yöneticileri saymadıkları gibi “muhtıra” benzeri yöntemlerle demokratik sistemin bozulmasına yol açmaktadırlar. Böylesine çağdışı kalmış bir tutumu hiçbir sağduyu sahibi insan kabullenemez. Ben kendi adıma üzülüyor, korkak devlet adamları yüzünden içine düşmüş olduğumuz bu berbat durumdan ötürü kaygı duyuyorum.

İş söze geldiği zaman “mangalda kül bırakmayan” Başbakanımızın kulakları çınlasın. Ayinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz… Yıllardır devleti idare ettiğini sanan hükümetimiz, bu gayrı ciddî durumdan bir an önce kurtulmak için gerekli teşebbüslerde bulunmak zorundadır.

Eğer bu adım gerçekleşirse modern bir ordu için atılması gereken adımlar çok daha kolay bir şekilde yapılabilecektir. Zira “profesyonellik” başta olmak üzere akılcı silâhlanma yapılarak yıllardır milyarlarca dolar ödediğimiz Amerikan hurdalarının alımına bir son verilecektir. Teknolojinin ulaştığı son yenilikler iktisatlı bir savunma harcaması yapmayı kolaylaştırmıştır. Ülkemizin sanayide geliştiği noktayı hiç kimse küçümsememelidir. Avrupa’nın otomotiv devi olmayı başarmış bir ülke olarak en iyi atışı yapan silâhları üretmek ve pazarlamak çok zor olmasa gerektir, vesselâm…

10.06.2009

E-Posta: [email protected]



Umut YAVUZ

Müslümanlara potansiyel terörist gözüyle bakmak


A+ | A-

Daha önce Amerikalı yazarımız Robert Miranda’nın gündeme getirdiği (30 Nisan 2009) ve ABD’deki Müslümanları derinden endişelendiren Amerikan Federal Soruşturma Bürosu (FBI)’ın camilere ajan ve dinleme cihazları yerleştirmesi yeniden gündeme geldi.

Barack Obama’nın İslâm dünyası ile yeni bir başlangıç vaat eden ve değişimi öngören konuşmasının hemen akabinde FBI tarafından camilere sızma çalışmalarının hız kazanmış olması oldukça düşündürücü ve hayret vericidir.

Obama ülkesini güçlü bir İslâm ülkesi olarak nitelemiş ve İslâm ile asla savaşta olmadıklarını vurgulamıştı.

Ancak şimdi FBI Başkanı Robert Mueller ise “muhbir yerleştirme” ve “alan dinleme” eylemini savunarak, ‘’meskenleri değil, kişileri soruşturduklarını’’ öne sürüyor.

Muhbir yerleştirerek suç oluşturabilecek konularda bilgi veya delil elde edilebileceğini, daha sonraki soruşturma da bunların kullanılabileceğini belirten Mueller, ‘’Bunu (muhbir yerleştirmeyi) yapmayı sürdüreceğiz’’ diyerek bu yanlıştan dönülmeyeceğinin sinyalini veriyor.

FBI’ın camilere ‘’muhbir’’ yerleştirmesi ve camileri ‘’dinlemesi’’ haklı olarak büyük tepkilere yol açıyor.

Michigan İslâmî Kuruluşlar Konseyi bir süre önce Adalet Bakanlığına başvurarak, FBI’ın dinî liderler ve topluluk üyelerini izlemek amacıyla camilere muhbir yerleştirmek istediğini, bunun muhtemel teröristler yerine ibadete gelenleri ve din adamlarının izlenmesi sonucu doğurduğunu bildirdi. Başvuruda, uygulamayla cemaatin ve din adamlarının hedef haline getirildiği uyarısında bulunularak, bunun rahatsızlığa sebep olduğu ifade edildi. Konsey’den ABD Başsavcısı Eric Holder’a da bir mektup gönderilerek, bazı kişilerin camilere gelerek, ibadet edenleri gayrı resmî olarak sorgulamaya çalışmasına tepki gösterildi.

Güney California’daki caminin üyeleri de birkaç ay önce aynı konuda tepki vermiş, FBI’ın camilere ‘’casus’’ yerleştirmeye çalıştığını belirtmişti. Bölgedeki Müslüman toplum temsilcileri, FBI’ın 2006’dan bu yana İslâmî kuruluşlara ‘’sızmaya’’ çalıştığını ifade ederek, ‘’gerçekte, bu şekilde Müslümanların ve camilerin şüpheli duruma düşürülmeye çalışıldığını’’ kaydediyor.

FBI’ın işini yapması gerektiğini ve buna karşı çıkmadıklarını vurgulayan temsilciler, ‘’ancak bu kuruluşun yasalara bağlı insanları kışkırtmaya ve tuzağa düşürmeye çalıştığını’’ ifade ediyor.

FBI yetkilileri ve savcılar ise ‘’ulusal güvenlik tehditleri veya gizlenmiş teröristleri açığa çıkarmak için en uygun silâhlarının camilerde casusluk yapmak olduğunu’’ utanmadan savunuyor.

Daha önceki bir yazımızda (22 Mayıs 2009) İngiliz iç istihbarat kuruluşu MI5’in şok bir polis raporuyla ortaya çıkan skandalından bahsetmiştik. MI5 de “Ya bizimle iş birliği yaparsın ya da terörist olduğunu ilân ederiz” diyerek Müslüman gençleri tehdit ediyordu. Bu yolla Müslümanları ajan olarak kullanmak isteyen istihbarat kuruluşu aksi halde işbirliği kurmayanları terörist ilân ederek mağdur ediyordu.

Ne yazık ki FBI da camileri gözetim altında tutuyor ve Robert Miranda’nın da aktardığı üzere bazı Müslümanları diğerlerine karşı ajan olarak kullanmak istiyor.

Sanırız ABD Başkanı Barack Obama’nın İslâm dünyası ile ilişkiler geliştirmeye çalıştığı bir süreçte önünde duran ve halletmesi gereken problemlerden biri de kendi ülkesindeki Müslümanlara potansiyel birer terörist gözüyle bakmaktan vazgeçilmesidir.

Obama, Kahire konuşmasında ‘İslâm ile ilgili önyargılarla savaşmayı vazife bildiğini’ söylemişti. Şimdi bu vazifesini yerine getirmesi gerekiyor.

10.06.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Silâh ticaretinde dünya rekoru!


A+ | A-

Geçen yıl dünya silâh ticareti rekor düzeye ulaşarak 1 trilyon doları aştı. Bunun 607 milyar dolarını ABD harcadı. En çok dikkat çeken ülke ise; herhangi bir savaş hâli içinde bulunmayan Suudi Arabistan. Bu ülkenin geçen yılki askerî harcamaları 38,2 milyar dolar.

Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI)’nin silâhlanma konusunda yayınladığı yıllık rapora göre, son on yıl içinde küresel askerî harcamalar yüzde 45 arttı.

Bu artışın yarısından fazlasını ABD’nin askerî harcamaları oluşturuyor. Çin ve Rusya ise son on yılda askerî harcamalarını hemen hemen üç katına çıkardı.

Özellikle Çin, silâhlanması en büyük artış gösteren ülke. Enstitü bunun sebebini hem ekonomik büyümeye hem de bu ülkenin süper güç olma arzularına bağlıyor.

Bölgesel güç oluşturan ülkeler arasında en büyük silâhlanmayı ise Hindistan, Brezilya ve Cezayir gerçekleştirmiş. Afganistan ve Irak’taki savaş ABD’ye son on yıllık dönemde 903 milyar dolarlık ilâve askerî harcamaya mâl olmuş.

Şimdi de silâh satan ülkelere bakalım. En büyük silâh satışı yapan 20 şirketin tamamı Amerikalı veya Avrupalı. Zirvede ise 30,5 milyar dolarlık silâh satışı ile Boeing şirketi yer alıyor.

Enstitünün kaygı verici tesbitlerinden birisi de nükleer silâh başlıklarına dair. Dünyada toplam 8400 adet işler hâlde nükleer silâh başlığı bulunuyor. Bunların 2000 adedi birkaç dakika içinde ateşlenebilecek şekilde hazır tutuluyor. Depolarda tutulanlar ve sökülmesi planlananlar da dahil edilince 23.300 nükleer silâh sekiz devletin elinde bulunuyor. İlk üç ülke ise ABD, Rusya ve Çin.

Ekonomik kriz bile bu silâhlanma yarışını pek etkilemişe benzemiyor.

Peki en büyük silâh satıcısı kim? Dünya çapındaki bütün silâh satışlarının yüzde 36’sını yapan bu ülke aynı zamanda gelişmekte olan ülkelere satış yapan en büyük silâh tüccarı. Aynı zamanda en büyük barış havarisi de bu ülke.

Hâlâ bulamadınız mı hangisi olduğunu?

Elbette milletlere rağmen, onların canları pahasına, onlara barış ve demokrasi getirmek için Irak ve Afganistan’ı—şimdi de Pakistan’ı—kan gölüne çeviren Amerika.

Peki en çok silâh nerelere gidiyor?

Ortadoğu, Doğu Asya, Kafkaslar ve Pakistan’a... Amerika’nın sattığı silâhların yüzde 37’si Ortadoğu’ya gidiyor.

Bir yandan Obama, İsrail-Filistin sorunu çözülsün derken, öbür taraftan ülkesi bu bölgede istikrarın bozulmasına ticarî olarak katkıda bulunuyor.

Bir başka ibretlik olay daha.

Afrika’daki çatışma bölgelerine yasadışı silâh taşıyan hava kargosu şirketlerine, BM dahil uluslar arası kuruluşlar tarafından aynı zamanda insanî yardım taşıma işleri de yaptırılıyor.

Yani uçaklar bir seferinde kaçak silâhları sokup, uyuşturucu, soygun, vs. yollarla elde edilen paraları bu zengin silâh üreticisi ülkelere geri götürüyor. Aynı uçaklar bir sonraki seferinde ise, bu paraların zekâtını, daha önceki gönderdikleri silâhlarla vurulan, yurdundan edilen, açlığa mahkûm edilen insanlara gönderilen insanî yardımları taşıyor.

ABD başkanlarından Dwight D. Eisenhower bu durumu ordu-sanayi kompleksi olarak tanımlamıştı. Yani silâhlı kuvvetler, ticaret ve politikanın birbiriyle yakın bağlantı içinde bulunduğu bir durum.

Böyle bir durumda dünyada çatışmaların tamamen sona ermesi demek bu bir trilyon doları aşan ticaretin ortadan kalkması demektir. Sizce silâh tüccarı devletler buna izin verir mi?

Bu kirli oyunları bozmak ise ancak insanları, huzur ve refahın ancak barışla geleceğine inandırmakla mümkün. Yoksa bir eliyle kurşun satıp, öbür eliyle sargı bezi uzatan düzenbazlar daha çok kan akıtacak.

10.06.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

İslâmı mahbub göstermek


A+ | A-

Başlıktaki ifade “İslâmı sevimli göstermek” anlamına geliyor. İslâm sevimli değil mi ki bu ifadeyi kullanıyorsunuz diyebilirsiniz?

İslâm şüphesiz sevimli, güzel, her yönüyle faydalı, mükemmel; başka hiçbir şeye ihtiyaç hisettirmeyecek kadar harika; ruh, kalp, akıl ve hissiyâtı doyuran bir din.

Siz gelin görün ki İslâmı tanımadığı için onu terörle örtüştürenler var. İslâmı kafa kesme, el kesmeden ibaret bir din zannedenler var. Şüphesiz bu bakış açısı her şeyden önce cehaletin eseri. İslâmı tanıyan insaflı bir kimsenin söyleyebileceği bir lâf değil bu.

Şüphesiz bunda İslâmı bilmeyip ona, ayna olamayan, perde ve gölge olan, Müslüman kimliğini taşımaktan öte dinle fazla ilgisi olmayan, dinini tanımayan insanların olumsuz söz ve davranışlarının da rolü var.

Bize düşen şu veya bu şekilde İslâm hakkında bilgisiz kalmış, yanlış bilgilere angaje olmuş insaflı kimselere hakikatleri duyurmaktır. Çünkü Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, “Gayr-i müslime karşı hareketimiz iknadır. Zira, onları medenî biliriz. Ve İslâmiyeti mahbub [sevimli] ve ulvî göstermektir. Zira, onları munsıf [insaflı] zannediyoruz.”1

İşte bu bakış açısı sayesindedir ki hakikati araştıran birçok insaflı Batılı, İslâmın güzelliklerine mest olmuş; kurtuluşu, huzuru onun sinesine sığınmakta bulmuştur.

Geçmişte de öyle olmamış mıydı? Hz. Ömer’in (ra) halife bulunduğu yıllardı. Ebû Ubeyde, Suriye taraflarında Bizanslılara karşı mücadele veriyordu. Bir ara Herakliyus’un büyük bir kuvvetle üzerlerine doğru geldiğini öğrendi. Taktik icabı ordusunu geri çekecekti.

Yalnız ihmal edilmemesi gereken önemli bir nokta vardı. Suriye halkından cizye (vergi) alınmıştı. Vergi onları korumak içindi. Oysa şimdi koruyamayacaklardı. Komutanlarına gerekli tâlimatı verdi. Hıristiyan halka şunları söyleyeceklerdi: “Öğrendiğimize göre güçlü bir Bizans ordusu bize doğru geliyormuş. Sizden aldığımız cizyeleri geri veriyoruz. Çünkü aramızda antlaşma yaptık. Cizye karşılığında sizleri koruyacaktık. Ama şimdi bu görevin üstesinden gelebilecek durumda değiliz. Onun için cizyelerinizi iade ediyoruz.”

Hıristiyan halk şaşırıp kalmıştı. Böylesine bir dürüstlüğü ne görmüşler, ne de duymuşlardı. Hayretlerini gizleyemediler: “Sizin yerinizde Romalılar olsaydı, değil aldıklarını geri vermek, elimizde ne var ne yok, hepsini alırlardı. Ne olur tekrar gelin, bize hâkim olun!”

Sonra da ellerini kaldırıp şöyle duâ etmişlerdi: “Yâ Rab! Müslümanlar tekrar gelsin, bize hâkim olsunlar!”

Bütün mesele İslâmı iyi öğrenip yaşamak, ona perde ve gölge olmamak, onu bütün sevimliliği ve güzelliğiyle gösterebilmek!

Dipnotlar:

1- Hutbe-i Şamiye, s. 95.

10.06.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Doğru istihdam


A+ | A-

Gönül isterdi ki, hükümetin açıklamış olduğu beş yüz bin kişilik yeni istihdam paketinin içi dolu dolu olsun.

Ancak, üzülerek ifade edelim ki, konuyu yakından inceledikçe ve özellikle uzmanların değerlendirmeleri ışığında meselenin iç yüzüne baktıkça, söz konusu istihdam paketinin, hükümet çevreleri ile hükümetin her icraatini kayıtsız şartsız alkışlayan bazı medya organlarının yansıttığı gibi dolu ve güvenilir olmadığını gördük.

Zira, kalıcı ve güvenilir bir istihdamın öncelikli şartı, yeni ve köklü yatırımlardır. Yeni yatırımlar yapmadığınız müddetçe, işsizlik sıkıntısını gideremez ve ilâve istihdam imkânlarını ihdas edemezsiniz.

İşte, gündemdeki "istihdam paketi"nde ise, kalıcı ve güvenilir yatırım projelerinin yeri yok denecek kadar az. Geçici indirim ve teşvik tedbirleriyle de, kast ettiğimiz yatırımların gerçekleşmesi mümkün görünmüyor. İstihdam paketinde, daha ziyade şu husus dikkate alınmış durumda: Geçici işlerde, geçici statüde eleman çalıştırmak.

Yani, ortada kalıcı işlerden pek söz edilmediği gibi, uzun vadeli bir çalışma hayatının şartlarının garantisi de yok.

Hatta, evvelki akşam bir tv programına katılan sayın Başbakan'ın kendisi de kalıcı ve garantili bir istihdam durumundan söz etmedi. Nitekim, çözüm noktasında şöyle bir misâl verdi: "Yakında okullar tatile girecek. Bu okulların, meselâ tamir, boya, badana gibi işlerinde binlerce vatandaş çalışacak. Nereden bakarsanız, bu, üç aylık bir istihdam süresidir."

Sayın Başbakan! Peki, ya sonrası?

Hem, verdiğiniz bu misâlde yatırımın esâmisi dahi okunmuyor. Sadece, mevcut binalardaki muvakkat iş durumundan ve hemen her sene zaten yapılan mutad bir istihdamdan söz etmektesiniz.

Paketin diğer kısımlarına bakıldığında da, yine mevcut zeminlerde yapılacak muvakkat işlerden dem vurulduğunu görmekteyiz: Mevsimlik ağaçlandırma, çimlendirme çalışmaları, yol kenarı temizlik işleri, vesaire... Şüphesiz, bunlar da istihdam alanları. Ancak, bunlar hem "yeni" değil, hem de daimîlik arz etmiyor.

İdeal olan istihdam programı ise, şu olsa gerektir: Tarımda, sanayide, teknolojide, elektronikte... dünya ile rekabet şansı olan mâmüllerin üretimi ve bunların dünya pazarlarına sunulması imkânlarının oluşturulması.

Hükümete düşen, bu tarz bir inkişâfın önünü açmak, müteşebbisler için projeler geliştirmek, üretim ve hatta satış safhasına geçinceye kadar teşviklerin ötesinde vergi muafiyetlerini sağlamak, yol, su, elektrik gibi temel ihtiyaçları asgari bir bedelle karşılamaya çalışmak olmalıdır.

Nitekim, gelişmekte olan ülkelerde ve bilhassa yatırıma hız veren Çin, Rusya, ve bazı Türkî Cumhuriyetlerdeki (özellikle Kazakistan'daki) durum böyledir.

Buralarda, kalıcı yatırım alabildiğine teşvik edilmekte ve her türlü kolaylık sağlanmaya çalışılmaktadır. Darısı, Türkiye'nin başına diyoruz.

Tarihin yorumu 10 Haziran 1960

Yaklaşık 600 Demokrat Partilinin 11 ay müddetle acımasızca yargılanmış olduğu Yassıada Duruşmalarından bir sahne.

Askerî cuntanın silâh zoruyla iktidardan devirmiş olduğu Demokrat Başbakan Adnan Menderes ile Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın 10 Haziran (1960) günü Yassıada'ya getirilmesiyle birlikte, 450 günden fazla sürecek çileli, işkenceli günler de başlamış oldu.

Yargılama süreci 14 Ekim 1960 günü başladı. Bu tarihe kadar, Yassıada'ya Demokrat Partili olduğu tesbit edilen yaklaşık 600 maznun daha getirtildi.

Aylarca işkenceye tabi tutulduktan sonra, Yüksek Adalet Divanı isimli uyduruk bir mahkemede 19 ayrı dâvâdan yargılanan Demokratlar, 11 ay devam eden duruşmalar esnasında da çeşit çeşit hakaretlere maruz bırakıldı.

Aylarca süren baskı, hakaret ve işkenceler sonunda, DP'li 9 kişi Yassıada'da vefat etti. İki kişinin de, gördüğü muameleyi haysiyetine yediremediği için intihar ettiği belirtildi. Böylelikle, vefat edenlerin sayısı 11'i buldu.

30 Mayıs 1960 günü Ankara Harp Okulu penceresinden atılan İçişleri Bakanı Namık Gedik, 16–17 Eylül 1961'de idam edilen Dışişleri Bakanı F. R. Zorlu, Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Başbakan Adnan Menderes'le birlikte, darbe tasarrufları sebebiyle vefat edenlerin yekûnu 15'i bulmuş oluyor.

Bu arada hastalanan ve ağır hapis cezasına çarptırılarak hayatı azaba çevrilen yüzlerce (402 kişi) Demokrat Partili vatan evlâdının olduğunu da unutmamak lâzım.

Hâsılı: Nimetler, külfetler mukabilindedir. Demokrasi nimetinin külfetini çeken ve en ağır şekilde bedelini ödeyenler, işte bu samimî Demokratlar olmuştur.

10.06.2009

E-Posta: [email protected]



Raşit YÜCEL

Yılmaz Er


A+ | A-

Ülkemizin her bir yeri ayrı bir güzelliktedir. Özellikle Karadeniz. Mavi ile yeşilin kucaklaştığı mekânlardır. Bu bölgenin insanları hareketlidirler, sevecendirler.

İşte Yılmaz Ağabey de onlardan biri idi.

Geçtiğimiz günlerde gazeteden vefat haberini okuduğumda sanki içimden bir şeylerin koptuğunu hissettim.

Benim en çok bulunduğum ve seyahat ettiğim bölge, bu bölge idi. On yılı aşkın gazetemizin bölge temsilciliğini yaptım. Trabzon ilimize ulaştığımda ilk mekânımız Soğuksu mevkiinin sıcakkanlı insanları idi. Yımaz Ağabey bu mekânın ana direği idi.

Bazı insanların vasıfları zor anlatılır. Yılmaz Ağabey de öyle idi. Onun ile o hayatı yaşayanlar, iyi bilirler. Nur dâvâsı genellikle ailece yaşanır. Er ailesi böyle bahtiyar bir ailedir. Dedesinden torununa, gelininden annesine, babasından oğluna uzanan bir silsiledir bu. Baştan sona kadar Nurlar ile dolu bir ailedir Er ailesi. Yıllar yılları kovalar iken, eğilmeyen, bükülmeyen ve usanmayan bir silsiledir bu…

Mertliğin ve samimiyetin cömertçe yaşandığı yerdir Soğuksu mekânı.

Allah mekânını Cennet eylesin.

En son olarak, millî eğitim eski müfettişlerinden Tokatlı Ahmet Kara ve emekli ilahiyatçı Ömer Bey ile uğramıştık mekânına. Her zamanki samimiyeti ile, nükteli lâtifeleri ile güzel bir sohbette bulunmuştuk.

Teklifsiz olarak sofrasına oturulur. Gönül ve muhabbet fedaisi idi.

Tesellimiz, geride bıraktığı altın değerinde oğulları ve bütün ailesidir.

İşte dünya böyledir. Ya bizim ömrümüz kısadır, ya da onun vefası azdır. Mekkardır, tattırır, iştahını almadan, sana “Allahaısmarladık” demeden çeker gider.

Bir defasında uğradığımda “Uşağum, bizim uşaklar komisyonlar kurmuşlar, bizi hiçbirine almamışlar” demiş, sorduğumuzda ise “Sizi duâ komisyonunu aldık” demişlerdi. “Bu komisyon eyü müdür?” diye sordu. Bunu öyle bir üslûpla söyledi ki, Şeref Abi ile kahkahalar ile güldük.

Dedim: “Ağabey, sizi en güzel komisyona seçmişler. Buradan güzel duâlarınızı okuyup Trabzon’un aşağısına gönderirsiniz” dedim.

İnşallah bundan sonra Yılmaz Ağabeyimin yeri boş kalmayacaktır. Nasıl ki Müslim ve Ramiz Ağabeyimin yerini evlâtları doldurdu; Er ailesi de kıyamete kadar bu kudsî dâvânın takipçileri olacaktır.

Trabzonluların başı sağ olsun.

Yılmaz Ağabey unutulmayacaktır.

Daima kalbimizde yaşayacaktır inşallah.

Bütün aileye başsağlığı diliyorum.

10.06.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Evlenilmesi sakıncalı kişilikler? - 5


A+ | A-

* Zalimlerle evlenmeyin: Zulüm, başkasının hakkını yemek, haksızlık yapmak, canlı, cansız, bitki, hayvan ve insanlara haksızlık, eziyet, işkence etmek, sıkıntı çektirmektir. Zalim, zulmünü dışa yönelik kullanmadığı zaman onu içe yönelik kullanır. Aile efradına zulmeder. Çünkü, zulmetmekten zevk almak, artık bağımlılık hâline gelmiştir. Buna hedonistlik, narsistlik de denir.

* Sihir (büyü), fal, burç, tarota (müneccimlik) inananlarla evlenmeyin: Aslında fal, burç veya yıldızlardan meded umma, totem ve cehâlet devrinin bâtıl mahsulleridir. Sihir ise kötüye kullanılan, karıyla koca arasını açabilecek kadar etkili olabilen, bir kısmı gözboyamacılığa dayanan İslâmın kesinlikle yasakladığı, yedi büyük günahtan birisidir.

Bugün, ‘şans, talih oyunları, fal, sihir, büyü’ gibi meselelere olan rağbet, eski devrin hortlamış düşüncesinden başka bir şey olmasa gerek. Fal, sihir, tarot gibi bâtıl inançların en tehlikeli tarafı insanları şartlandırmasıdır. Çevresinde cereyan eden hâdiseleri izah etmekten âciz olanlar, akıl ve mantık melekesini kullanamayanlar, inançlarını sağlam temeller üzerine bina edemeyenler, falcı ve büyücülerin tuzaklarına düşüyorlar. Bunlar, inançları veya iradeleri zayıf insanları etkileyerek kendi yanlış, indî, hissî, nefsî arzularına endeksler. Adetâ köleleştirirler. Ve onları şartlandırarak, kıskançlık, kin, nefret, öfke, düşmanlık gibi duygularını tahrik ederler. Bunun sonucu, hırsızlıktan yaralamalara, aile kavgaları ile huzursuzluklara, hatta boşanmalara kadar uzanır.

* Müstebitlerle/diktatörlerle evlenmeyin: Baskı ve diktatörlük mânâsına gelen istibdat, hürriyet zaafından doğar. Cehâlet ve vahşetten kuvvet alır. Kibirle karışmış, nefsin firavunluk ve nemrutluğudur. İstibdat, bir tahakküm, keyfî bir muâmele, kuvvete dayalı bir cebir, tek kişiye dayanan görüş, sûistimâle açık bir zemin, sefâlet ve sefâhete sürükleyen ve insanlığı mahveden bir zehir, bir zulüm, bir üstünlük taslama hastalığıdır. Küfrün temelinde istibdat vardır. Nemelâzımcılık istibdadın yâdigârıdır.

Baskı, kabiliyetleri öldürür, gelişmeleri önler. Çocukların sosyalleşmesini engeller. İnsanları geri bırakan sebeplerin başında istibdat vardır.

Nedir bu istibdat ki, müstebitlerden kaçınalım; onlarla aile yuvası kurmayalım? İstibdat; zorlama, tahakküm, keyfi muamele, kuvvete dayanarak cebir kullanma, zorbalık, tek görüş, suistimâle gayet müsait bir zemin, zulmün temeli, insanlığı mahveden, sefalet derelerine yuvarlayan, İslâm âlemini zillet ve sefalete atan, garaz ve düşmanlığı uyandıran, İslâmiyeti zehirlendiren, her şeye bulaşarak zehrini atan muzır ve olumsuz bir haslettir.1

* Müfteri, iftiracı ile evlenmeyin: İftirâ, mâsûm ve suçsuz insanlara suç isnat etmek; şahsı veya yakınlarının kabahat ve günahlarını, haksız yere başkalarına yüklemektir. İftira alçakça bir kötülüktür. Müfterî, şeytana kulak veren katmerli bir yalancıdır.

İslâm hukukunda, müfterilerin şahitliği ebediyyen kabul edilmez. Ve dünyada da, kendilerine ta’zir cezâsı verilir. Ancak, samimî tevbe edenler, yine belli şartları yerine getirmeleri kaydıyla bundan müstesnâ tutulurlar. Bilhassa iffetli kadınlara iftira atanlar, dünyada lânetlenmiş ve âhirette büyük bir azap ile müjdelenmiş!

* Hilebaz ile evlenmeyin: Hilebazlık, aldatmak, kendini ve malının kusurlarını gizlemek veya abartılı bir şekilde övmektir. Bir nevî yalancılıktır.

Hilebaz, işlerini katakullilerle halletmeye çalışır. Aldatmayla iş görür. Hilebaz, kendini ve malını överek kusurlarını örter. Üstelik başkalarının kusurlarını nazara verir.

Dipnot: 1- Münâzarât, s. 23.

10.06.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Sami CEBECİ

Nur mesleğinde ihlâs, sadâkat ve tesânüd


A+ | A-

Asya Nur Kültür Merkezinde devam eden seminerler dizisinin bu haftaki konuğu Ali Vapurlu idi. Ele aldığı konu ise, Nur Mesleğinin en temel düsturlarını ihtivâ ediyordu. Bahsi geçen sıfatlar, âdetâ o mesleğin rûhu mesabesindeydi. Katılanlar oldukça kalabalıktı.

Âhirzamanın son müceddidi olan Bediüzzaman Hazretleri, ihlâs, sadâkat ve tesânüd sıfatlarına çok önem vermiştir. Sâdık talebeleri için “Ne kadar az da olsalar, mânen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar” demiştir.

İhlâs; yapılan ibâdetlerin yalnız Allah emrettiği için yapılması ve neticesinde de Allah’ın rızâsından başka bir maksat ve gaye gözetilmemesidir. Tam ihlâs ise, maddî ve mânevî, dünyevî ve uhrevî hiçbir maksat gözetmeden sırf Allah rızâsı için amel yapmaktır. Başta enbiyalar ve asfiyalar, evliyalar ve sâir büyük zatlar bu mânâya uygun hizmet etmişlerdir. Bediüzzaman Hazretleri de onlar içinde en mümtaz şahsiyetlerden biridir.

İbâdetin rûhu niyettir. O rûhun rûhu da ihlâstır. Dünyevî faydalar, ancak tercih ve teşvik edici bir unsur olarak görülmelidir. Bu mânâyı Bediüzzaman “Medâr-ı necat ve halâs yalnız ihlâstır” diye özetler. Molla Hamid Ağabey bir görüşmesinde Üstada sorar: “İhlâs Risâlesi evrad değil, ezkâr değil. Niçin başına ‘En az on beş günde bir okunmalıdır’ diye yazmışsın?” Üstad cevaben “Kardaşım! Eğer elinizden geliyorsa haftada bir okuyun” der. Tahiri Mutlu Ağabey de “İhlâsı kazanmak belki kolaydır. Fakat, son nefese kadar muhafaza etmek zordur” demiştir.

Bediüzzaman, ihlâsı kazanmak için dört düstur beyan eder: 1- Amelinizde rızâ-yı İlâhî olmalı. 2- Bu hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üzerinde faziletfüruşluk nev'înden gıpta damarını tahrik etmemektir. 3- Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz. 4- Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirâne iftihar etmektir. Bu düsturların açıklamalarını yapan Üstad, ihlâsı muhafaza etmek için ölümü hatırdan çıkarmamayı ve her an huzur-u İlâhide bulunduğumuzun şuûruyla başkalarının teveccüh ve iltifatını aramayarak riyadan kurtulacağımızı beyan eder. Riyakârlığın sebeplerinden birisinin maddî menfaat, diğerinin şöhretperestlik hastalığı olduğunu ifâde eden Bediüzzaman, desinler için ibâdet, hizmet ve cihad yapılamayacağını söyler.

Nur Mesleğinde sadâkat vasfı çok önemlidir. Merhum Zübeyr Ağabey “Sadâkat kelimesinin lügat karşılığı çok kısadır. O ancak yaşanmakla anlaşılır” demiştir. Mi'rac Gecesinin sabahında bu olayı Kureyş reislerine haber veren Hazret-i Peygamber’i (asm) hepsi yalanladılar. Hazret-i Ebûbekir’e söyledikleri zaman “Bunu o mu söylüyor? Eğer o söylüyorsa doğrudur. Vallahi o bana bundan daha garip şeyler söylüyor da ben yine tasdik ediyorum” diyerek, tereddütsüz tasdik etmiş ve Sıddık ünvanını almıştır. Yine, Zübeyir Ağabeyin “Ehl-i imanın imtihanı bir, bizimki ikidir. Üstadın mesleğine sadâkat da diğer imtihanımızdır. Meslekten ayrılmak, meslekî dalâlettir” demesi ilginçtir. “Yol iki görünüyor. Cadde-i kübrâ-yı Kur’ân’iye olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, bize düşman olan dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek ihtimali var” diyen Üstad bu hakikati teyid ediyor. Bayram Yüksel ve diğer ağabeylere mesleğinden ayrılmamak için Kur’ân’a el bastırarak yemin ettiren Üstad “Eğer, Şeyh Abdülkadir Geylâni gelse ve dese ‘Ya Said! Mesleğinden şu kadar tâviz ver, milyonlarca talebelerin olacak ve bu sıkıntıları çekmeyeceksin.’ O mübârek üstadımın elini öpeceğim, fakat mesleğimden zerre kadar tâviz vermeyeceğim” dermiş.

Tesânüd; birlik, beraberlik ve dayanışma anlamındadır. Cenâb-ı Hak, Enfal Sûresi 46. âyette meâlen “İhtilâfa düşmeyin. Sonra cesaretiniz kırılır ve kuvvetiniz de elden gider” ferman etmekle mü’minleri birliğe dâvet etmektedir. Bunun ehemmiyetini nazara veren Bediüzzaman “Bizim ihlâstan sonra en büyük kuvvetimiz tesânüddür. Tesânüd bozulsa cemaatın tadı kaçar. Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizaçkârâne ittihad gittiği vakit, mânevî hayat ta gider” demektedir. En büyük kuvvetimizden biri olan tesânüdü bilerek veya bilmeyerek bozanlar, ağır bir vebâl altında kalmaktadırlar. Niyetin ne olduğu değil, netice önemlidir. İtaat ve istirahat yerine, ihtilâf ve zararı netice veren fikir ve fiiller bozgunculuktur. “Hiçbir müfsit, ben müfsidim demez. Daima sûret-i haktan görünür. Evet, kimse demez ‘Ayranım ekşidir.’ Siz mihenge vurmadan almayınız” îkazları dikkate alınmalıdır. Böyle bozguncuları tövbekâr etmenin yolu da, herkesin kendi hizmetine ve cemaat fertlerine sahip çıkması ve hizmetin etrafında halka tutmasıdır.

İhlâs, sadâkat ve tesânüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şâkirtler hakikatine sımsıkı sarılan Yeni Asya Nur Câmiası, dahilî ve haricî gelen bütün ihtilâf cereyanlarına karşı, demir direk gibi dimdik durmalı ve bu mesleği orijinal kimliğiyle gelecek nesillere ihlâs ve istikamet dairesinde taşımalıdır, duâsıyla seminer sona erdi. Bu program, www.asyanur.info Risale Sitesine gönderilmek üzere kayda alındı. Başarılı ve feyizli bir çalışmaydı.

10.06.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.