23 Haziran 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Hakan YALMAN

Hayatın ve hizmetin incelikleri


A+ | A-

Bir dantela gibi incelikle dokunan kâinat kitabı, Âlemlerin Rabbi’nin yaratttıkları ile iletişiminde kullandığı zarif ve lâtif bir dilin de yansıması. Bu dilin kullanıldığı bir kâinat kitabına muhatap olan ruhlar, zaman içerisinde asıllarından uzaklaşmanın getirdiği kabalık ve hoyratlığı yaşamaya başladılar. Dilde ve tavırlardaki kabalık, ruhların inceliğini de ortadan kaldırıyor ve hayatın inceliklerini ön plana çıkaran sanatta dahi etkilerini hissettiriyor. Sevginin bile çok tırmalayıcı ve kaba saba ifadelerle ortaya konduğu, hayatın her alanında inceliklerin ortadan kalktığı bir tablo ile yüz yüzeyiz. Bu hâl, trafikteki davranışlardan iş ve ticaret ortamlarına kadar her alanı etkiliyor.

Son zamanlarda herkes hayatta bir şeylerin eksildiğinin farkında ve bunu farklı şekillerde dile getiriyor. Özellikle incelik, nezaket, letâfet gibi kavramlar ve tavırlar hayatımızı terk etti gibi. Sadece ortamın gereği olan kurallara uymak şeklindeki yapmacık tavırlar ruhlara incelik şeklinde yansımıyor ve ruhları inceltmiyor. İnsanın dünya hayatındaki temel problemi bütün yönleri ile tanımlanmış, başlangıcı ve sonu ile, sonsuz uzay boşluğu içindeki bütün irtibat alanları ile varlığı ve hayatı anlamlandırabilmek olmalıdır. Bu günlük yaşantının her işleyişi ve karşılaşılan her problem için geçerli bir yaklaşım şeklinde ifade edilebilmelidir. Oysa, genellikle varlık ve olaylarla ilgili açıklamalar ya da algılar, sadece olayın cereyan ettiği dar alana yakın çevredeki bağlantılara sınırlı bir şekilde ele alınmaktadır.

Muhteşem bir senfoni şeklinde asırlardır yeryüzünü ve uzay boşluğunu çınlatan avazı ile kâinat, aslında incelik ve sanat dolu bir beste gibi. Yaprakların şekillerinden kar tanelerinin kristal yapılarına kadar her şeyde akıl almaz bir estetik ve tarifi mümkün olmayan sonsuz bir inceliğin işaretleri var. Varlığın bütününü ve kâinatı böyle bir beste şeklinde algılayan insanın yeryüzü ile ilişkisi ondaki nimetlerden faydalanması da ayrı bir incelik ve nezaket çerçevesinde gerçekleşiyor. Bu arada varlığın genel işleyiş ritmi ile ferdin varlığa muhatap oluşu arasında bir akord ve sistemle uyum gerektiren bir hayat bestesinin ritimlerini bulma süreci hep devam ediyor.

Yaşantısını mülk âleminin kuralları ile şekillendirmek durumunda olan insanın uygulamaları, hayata bilim ve teknoloji şeklinde yansıyan fıtrî şeriata, yani eşyanın işleyişi ile bize gösterdiği “Neden? Niçin? Nasıl?” sorularının cevaplarına uygun olmak durumundadır. Bu belki de Hazret-i Âdem’e öğretilen eşyanın ve talimin bir parçası idi ve asırlardır gelişerek, her geçen gün farklı işleyişlerin ve kuralların keşfi ve hayata aktarılması ile zenginleşerek sürüp gidiyor. Eşyanın işleyiş kurallarına ve bunları sistematik bir şekilde size ulaştırmanın şekli ya da dili olan bilimlere aykırı hareket ettiğinizde, tokadı hemen geliyor. Başarısızlık, yıkım ve mağlûbiyet gibi haller, bir cihetiyle bu kurallara uymak şeklinde ortaya koyacağınız fiilî duâyı hakkı ile yapmamaktan kaynaklanıyor. Bunun adını teslimiyet olarak koyabilmek mümkün değil. Çünkü, gerçek iman sahibinin inancına göre, mülk âlemindeki kuralları koyan ve bilimlerin diliyle ifade edilen varlık kanunlarını ikame eden Allah’tır. O’nun koyduğu kurallara uymamak bir teslimiyet değil, bilakis irade ve kasıt ile olmayan ancak tembellik, umursamazlık gibi nedenlerle ortaya çıkan bir isyan hâlidir. O’na teslim olan O’nun koyduğu kanunlara daha çok uyar ve bunu bir duâ mahiyetinde, hayatında her işleyişi, her kuralı O’ndan medet uman bir talep ruhu ile yerine getirir.

Varlık âleminin sırlarını daha iyi çözebilmemiz için, hayatı daha anlamlı hâle getirebilmek için ve yaşadığımız olayların hiç bir zaman sadece maddî boyutun katı kurallarına bağlı cereyan etmediğini görebilmek için, zaman zaman işleyişin dışına çıkarak bakmamız gerekiyor. Dar alanlarda anlayabilmemiz mümkün olmayan sırları çözebilmek için, ruhen dünyanın, hatta kâinatın dışına çıkarak bakıp o noktadan olayların nasıl gözüktüğünü tasavvur etmemiz gerekiyor. Yoksa olayları yalnızca mülke, hatta mülk âleminin yalnızca olayla ilgili olduğunu düşündüğümüz yakın çevresine sınırlı algılamanın sığlığında yaşamaktan kurtulamayız. Varlığın ve her işleyişin, iyi ve kötü her olayın gerisinde gizlenmiş hikmetleri görme imkânı bulamayız. En kötüsü de yaratılışımızın asıl gayesi olan Esmâ-i İlâhiyye’yi gerçek anlamıyla anlayıp anlamlandıramayız ve hayatımızın bütün anlamı kaybolur.

Evet, belki de kaybettiğimiz en önemli şeylerden biri ince, lâtif ve duygu dolu ruh oluşturacak müzik eserleri ve bunları arayan ruhlar. Harfî bir bakışın nağmeleri ve harfî olarak algılanan nağmeler, hayata estetik boyut ve incelikler katacak güzellikler ve varlığı daha incelikli ve duygu yüklü algılamamıza vesile olacak değerler olmalı.

Varlık âleminin genelini kuşatan çok lâtif bir ruh var. Adeta oluş hâlindeki her şey kuşatıcı bir sevginin ve sonsuz sevginin varlıklar şeklinde ifadeye dönüştürülmesinin tezâhürü. Birinci basamakta varlığı kuşatan bir ruhun farkında olabilmek, ikinci basamakta o ruhun kaynağı olan sonsuz muhabbete ulaşabilmek eşya ile doğru ve lâtif bir ilişkinin kaynağı ve zemini olmalı. Bu kaynak farkedilebildiğinde ve o letâfet zemininde varlığı kuşatan ince ruhtan ferdin ruhuna yansımalar başladığında hayat muhteşem bir besteye dönüşecek ve ruhlarda tarifi imkânsız güzellikte inceliklerin yaşanmasına vesile olacaktır.

Varlık çok lâtif bir esir maddesi zemininde yaratılıyor. Dolayısı ile her tarafımızı kuşatan bir incelik ve letâfet var. Rabbimiz, incitmeden terbiye ediyor ve rızıklandırıyor. O’nun bu tarzının cisimleşmiş en güzel örneği Hazret-i Muhammed (asm). Bu durumun farkında olan iman ehlinin ve hizmet erbabının tavırlarındaki kaba sabalık ve yıkıp dökmeler kâinatın genel ritmine uyumsuz bir tablo sergiliyor ve çoğu zaman da cezası peşinen yaşanıyor. Dar dairede ve İslâm âleminde tarzlar ve tavırların bu bakış açısı ile tekrar gözden geçirilmesini gerektirecek bir tablo ile yüz yüze olduğumuzu düşünüyorum. Kâinat Sultanı’nın üzerine titrediği ve incitmeden şekillendirdiği kırık gönülleri tamir ve muhabbetin tekrar tesisi için ciddi bir seferberlik gerekiyor. Bunu özellikle Sultanahmet Camii önünde Tabiat Risâlesi dağıtırken insanların genelinin ilk anda sergiledikleri ürkek tavırda gözledik. Biraz görüşüp diyalog içine girince çabucak dost oluveriyor, sizi dinler hâle geliyorlardı.

23.06.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Eşler arası iletişimin püf noktaları


A+ | A-

İsmi mahfuz bayan okuyucumuz: “Eşim bana karşı haksız yere çok kırıcı davranıyor. Ayrılmak istemiyorum. Çünkü çocuklarım var. Küsmek bir çözüm olabilir mi? Bazen tepki verdiğim zaman birbirimize kırıcı oluyoruz. Birbirimize nasıl davranmalıyız?”

İnsanlar arası ilişkilerde öylesine birleştirici bir dinimiz var ki, hiçbir beşerî hatâ için insanlar arasına çatlak ve ayrılık girmesine aslâ müsaade etmez. Kur’ân, gayr-i müslimlerle ilgili yaptığı uyarılarda bile, asla ve asla insanlığın rafa kaldırılmasını istemez. Cenâb-ı Hak Hazret-i Musa gibi bir büyük Peygamberine (as), Firavun gibi bir azılı kâfir için “yumuşak sözle yaklaşmayı” emrediyor!1, Bu âyet bize çok şey öğretiyor! Biz, hiç olmazsa birbirimize karşı ilişkilerimizde “yumuşak huylu olmayı, yumuşak sözlü olmayı” Allah’ın emri saymalıyız. Kavimleri tarafından taşlanarak kan-revan içinde bırakılan nice peygamberler vardır ki, bir yandan acı içinde kanlarını silerlerken, diğer yandan, “Allah’ım! Kavmimi bağışla! Onlar bilmiyorlar!”2 diye dua edebilmekteydiler. Muhatabın kötü tavrı neden küsmeyi gerektirsin?

Cenâb-ı Hak Peygamber Efendimiz’in (asm) Mekkelilere karşı yumuşak tutumunu şöyle över: “Allah’ın rahmetinden dolayı sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz onlar etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet! Onlar hakkında mağfiret iste!”3

Müslümanlar arası ilişkilerde ise Kur’ân tam bir nezaket incisidir! Asla, ama asla hiçbir Müslümana kem gözle bakılmasına izin vermez. Bakınız; Kur’ân, Müslümanları kardeş ilân eder4, Müslümanlar arası gıybeti, sû-i zannı,5 arkadan çekiştirmeyi ve kaş-göz işareti ile alay etmeyi haram kılar;6 mü’minlerin birbirlerine karşı mütevazı ve merhametli, kâfirlere karşı güçlü ve izzetli olmalarını takdir eder;7 mü’minler için hayırlı bir sıfat olarak “Onlar öfkelerini yutarlar, insanların kusurlarını affederler”8 buyurur; mü’minlere “Affetsinler! Aldırmasınlar! Allah’ın sizi bağışlamasını istemez misiniz?”9 buyurur.

Misâlleri artırmak mümkün. Kur’ân’da barışı, kardeşliği, affı ve bağışlamayı öneren onca âyete rağmen, kin ve nefretin, sürtüşmenin, küskünlüğün, dargınlığın ve kırgınlığın sürdürülmesini haklı gören tek bir âyete neden rastlamayız acaba? Kur’ân bu yaklaşımıyla,—hâşâ—bir tarafı haklı mı kabul ediyor? Yoksa her kayıt ve şartta Müslümanları “barış” ortak paydasında birleştirmek mi istiyor?

Bu âyetler, hiç şüphesiz eşler arası ilişkilerde çok daha nazik ve emredici hükümler içerir. Bir yastıkta kocayan veya bir yastıkta ebediyete yürüyen eşler, dinimize göre; 1-Birbirlerinin hatalarını görmemelidirler, 2-Birbirlerini mutlak sûrette bağışlamalıdırlar, 3-Birbirlerine kesinlikle nazik davranmalıdırlar, 4-Birbirlerine kayıtsız şartsız sevgi ve saygı duymalıdırlar, 5-Birbirlerinin hoşlanmadıkları huylarını ‘yok’ saymalı ve görmezden gelmelidirler. 6-Birbirlerinin kızgın hallerinde öfkeyi körükleyen değil, kesinlikle susmayı ve sineye çekmeyi tercih eden taraf olmalıdırlar. 7-Birbirlerinin iyi huylarını, dinî yaşayışlarını ve takvalarını örnek almalıdırlar.10

Çünkü Kur’ân, eşleri, Cennet gölgeliklerinde karşılıklı koltuklar üzerinde yaslanmış, istedikleri her meyvenin ve ikramların ayaklarına getirildiği birer “ebediyet arkadaşı / âhiret dostu” olarak takdim ediyor.11 Peygamber Efendimiz (asm) bunun için, “Hayırlılarınız, kadınlarınıza hayırlı olanlarınızdır!”12, “Allah’a iman etmiş olan bir koca, Allah’a iman eden karısından nefret etmez. Onun bir tabiatını beğenmezse, diğerinden hoşlanır”13 buyurmaktadır.

Allah aşkına insafla düşünelim: Bizim hangi sürtüşmemiz, hangi kırgınlığımız, hangi küskünlüğümüz, Kur’ân’ın bizi “ebediyet arkadaşı” olarak takdimini gölgede bırakabilir? Eşimize karşı var saydığımız yersiz onur ve izzet, âhiret dostluğunu ve ebediyet arkadaşlığını incitmeye değer mi?

Eğer kırıcı olmuş isek, birbirimizi incitmiş isek, hemen ardından barışmayı ve gönül almayı da lütfen geciktirmeyelim.

Dipnotlar:

1- Tâhâ Sûresi, 20/44

2- R. Sâlihîn, 640

3- Âl-i imrân Sûresi, 3/159

4- Hucûrât Sûresi, 49/10

5- Hucûrât Sûresi, 49/12

6- Hümeze Sûresi, 104/2

7- Fetih Sûresi, 48/29

8- Âl-i İmrân Sûresi, 3/134

9- Nûr Sûresi, 24/22

10- Lem’alar, s. 199

11- Yâsîn Sûresi, 36/55-58

12- R. Sâlihîn, 626

13- Taç, 2/928

23.06.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Muazzam ufuk açan yorumlar


A+ | A-

Mum dibine ışığını vermezmiş. Ülfet, ünsiyet ve gaflet sebebiyle nice nimet vardır ki insan bunların farkına varamaz; ilim ve fazilet sahibi insanların da çoğu kez kıymetini bilmez. Ama bu işten anlayan mânevî sarraflar veya ona dışarıdan bakan hakikat araştırıcıları, ondaki üstünlükleri hemen fark eder, gerekli değeri verirler.

Dünya çapında ilim, irfan ve fazilet sahibi Bediüzzaman gibi büyük bir zâtı bu ülke görme nimetine kavuştuğu halde çoğu insanın kıymetini takdir edememesi de böyle.

Ama dünkü makalemizde de işlemeye çalıştığımız gibi hak ve hakikat araştırıcısı İsveçli gazeteci Biyon, bu ilim ve fazilet adamının değerinin çok iyi farkında. Nitekim dün bir kısmını belirttiğimiz gibi ondan övgüyle söz ediyor. Arkadaşımız Lâtif Bey tekrar soruyor ona Bediüzzaman’ın makalelerinde neler gördüğünü. O da anlatmaya devam ediyor: “Neler görmüyorum ki… Bir kere her şey dine, ilme ve mantığa göre anlatılıyor. Hem din, hem ilim, hem mantığın aynı noktada birleştiği türden yorumlara ilk defa şahit oluyorum. İzahlar ve yorumlar mükemmel; okuyunca insanın dünyasını sarıyor. İnsânî duygularını harekete geçiriyor. Muazzam bir ufuk açıyor. Çok aydınlık pencereler açıyor. İnsanın aklına gelen bütün sorulara cevap veriyor. Kalbe gelen şüpheleri dağıtmakla kalmıyor, kalbi de tatmin ediyor. Hele benim gibi arayışta olanlara, bu yazılar tam bir ilâç gibi oluyor.”

“Ya, siz Bediüzzaman’ın yazılarını okuyunca aradığınızı bulmuş mu oluyorsunuz? Tam tatmin mi oluyorsunuz?”

“Evet, aynen öyle. Tam tatmin oluyorum. Dahası da var. Şöyle ifade edeyim: Ben bir konuda Bediüzzaman’ın yazılarını okuyunca, kendi kendime diyorum ki: ‘Bu konu ancak bu kadar güzel, ancak bu kadar mükemmel ve doyurucu anlatılabilir.’”

Daha sonra Biyon, Bediüzzaman ve görüşleri konusunda aydınlatılmak istediğinde Lâtif Bey doğum tarihini atlayıp tarihçe-i hayatından bazı bölümler okumaya başlıyor. Meşrûtiyete gelince Biyon hayretini tutamayıp, “Lâtif Bey, siz ne diyorsunuz. 1900’ün ilk yıllarından bahsediyorsunuz. Aradan seksen-doksan sene geçmiş. O tarihte Meşrûtiyetten bahseden, hürriyeti savunan bir insan, şimdi kaç yaşındadır?” deyince Lâtif Beyin boğazı düğümleniyor, gözleri yaşarıyor, konuşamaz hâle geliyor. Duygulanıyor, gözyaşlarını tutamıyor Biyon da. Sonra da, “Aman Allah’ım! Yoksa bu insan hayatta değil mi? Yoksa ben onu göremeyecek miyim? Onunla tanışamayacak mıyım?” demekten kendini alamıyor.

İkisi de bir süre gözyaşlarını tutamıyor, konuşamaz hâle geliyor, sonra da toparlanıp sohbete devam ediyorlar.

İşte Bediüzzaman yerli olsun, yabancı olsun ilim sevdalılarını, söz cevherinden anlayanları böyle etkiliyor.

Yeni Asya, ikinci sayfasında, ruhen aramızda olan Bediüzzaman’ın görüşlerine yer vermekle nasıl güzel bir hizmet verdiğinin farkında şüphesiz. Bu yönüyle sayfa baş tarafında da yazıldığı gibi bir lâhika olmuyor mu?

23.06.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Terörü Doğuran Irkçılığın Panzehiri (1)


A+ | A-

Irkçılık, vahşeti doğurdu

Yıllardır Türkiye'nin başını ağrıtan, millete kan kusturup gözyaşı döktüren şu terör belâsının mutlaka bitmesi, bir şekilde sona erdirilmesi isteniyor.

Millet ekseriyeti gibi, hükûmet, parlamento, ordu, emniyet, siyasî partiler, sivil toplum kuruluşları da istiyor, terörün bir an evvel bitmesini...

Bu umumî istek, belki hiçbir zaman olmadığı kadar güçlenip yükselmiş, önem ve ciddiyet kazanmış görünüyor. Ancak, sadece "istemek", arzu etmek yetmiyor. Ayrıca, meselenin halli için doğru bir usûlün takip edilmesi, hastalığa doğru bir teşhisin konulması ve tedâvi için de bir irade kuvvetinin ortaya konulması gerekiyor.

Şimdi, sırasıyla bu safhaları inceleyerek, herkes için doğru ve hayırlı olacak bir neticeye doğru yol almaya çalışalım.

Önce teşhis: Frengî illeti

Bugün büyük şehirlerimiz başta olmak üzere Türkiye'nin genelinde, özellikle de ülkemizin Doğu ve Güneydoğu'sunda meydana gelen müessif kanlı hadiselere, elem verici olaylara bakan hemen herkes ve her kesim, gördüğü manzarayı, kendi düşünce ve ufuk çizgisine göre doğru–yanlış bir şekilde tarif edip isimlendirmeye çalışıyor.

Gerek devlet idarecilerinin, gerek siyasilerin ve gerekse kamuoyunda tesir gücüne sahip değişik kesimlerin sarf ettikleri tabirler, yaptıkları tanımlamalar ve isimlendirdikleri problem, birbirinden hayli farklılık ve çeşitlilik arz ediyor. Halbuki, bu farklı isimlendirmelerden her birinin mahiyeti, kaynağı, karakteri ve hatta sebep ve çareleri; yani teşhis ve tedâvileri de birbirinden farklıdır.

Söz konusu isimlendirme ve tanımlamalardan bazılarını şöyle sıralamak mümkündür: "Bu bir anarşi ve terör meselesidir... Bu bir bölücülük hareketidir... Bu, Türkiye'nin Güneydoğu sorunudur... Bu, dış odakların bir oyunudur... Bu, bir Kürt meselesidir. Bu Atatürk milliyetçiliğinin bir aks–i tesiridir... Bu, ilân edilmemiş bir savaştır.. Bu bir eşkıyalıktır... Bu bir kalkışmadır, isyandır, vs…"

Sıraladığımız bütün bu hususların şu ya da bu ölçüde konuyla alâkalı bir yönü olabilir. Ancak meselenin aslını, özünü ve kaynağını teşkil eden bir isim konulmadan veya meselenin nirengi noktasını, bel kemiğini oluşturan doğru bir tanımlama yapılmadan, sıkıntıyı gidermek, problemi halletmek yine de mümkün görünmüyor.

O halde, ülkemiz dahilinde yıllardır sürüp giden bu kanlı boğuşmanın, bağlantılı olarak siyasî ve ideolojik kargaşanın evvela kaynağına inmek, doğru bir tanımını yapmak, yani mahiyetine uygun şekilde ismini koymak gerekir.

Bu hastalığın adını "Frengî illeti" olarak koymak, bize göre doğru bir yaklaşım olacaktır. Hastalığın bu tâbirle yâd edilmesi ise, Bediüzzaman Said Nursî'ye aittir. (Barla Lâhikası, s. 149; Mektûbat, s. 410))

Frengî illetinin Türkiye'deki Müslüman unsurlara ilk sirayeti ise, 1909'larda hakiki Türk olmayanların "Türkçülük" cereyanını uyandırması suretiyle olmuş ve zincirleme şekilde aksülamel meydana getirerek günümüze kadar yol almaya devam etmiştir.

Bediüzzaman Said Nursî'nin, milliyetçilik bahislerini konu edindiği Nur Risâlelerinde (Mektûbat, 4. Desise, vb...) bilhassa ve ağırlıklı şekilde Türkçülük üzerinde durmuş olması ve bu illetle mâlûl olanları hakiki Türk olarak görmediğini söylemesi, tarihî hakikatlerle de birebir örtüşmektedir.

Bediüzzaman'ın Kürtçülerden söz ettiği yerlerde ise, milliyetçilikten ziyade "vahşet, keşmekeş, dinsiz, meşrepsiz..." tâbirlerini kullanması, cidden dikkat çekici bir nokta. (Bu tâbirler, ırkçılığın zamanla terörü netice vereceğini adeta haber veriyor.)

Bütün bu bilgiler ışığında, yaşadığımız dehşetli sıkıntıyı şöyle bir ifadeyle tarif etmek yanlış olmasa gerektir: Frengî illeti Türkçülüğü doğurdu, Türkçülük Kürtçülüğü tetikledi, o da terör denen vahşet ve keşmekeşi netice verdi.

Türk–Kürt müşterekliği

Bu noktada, yaşanan sıkıntının temelinde Türkiye'nin bir "Kürt sorunu" olduğunu gören ve bütün iddialarını böyle bir soruna bina edenlerin yanlışı da hatıra gelmektedir. Burada, lafı hiç dolandırmadan şunu ifade etmek gerekir ki, Türkiye'nin "Kürt sorunu" diye bir sorunu yoktur.

Dahası, böyle bir mesele şimdiye kadar uluslararası herhangi bir antlaşmada ifade bulmuş da değildir. Bu anlamda, Türkiye'nin bir Ermeni sorunu veya azınlıklar sorunu vardır. Ayastefanos, Berlin (1878) ve Lozan Antlaşmalarında (1923) bunlar açıkça ifade edilmiştir. Fakat, hariçteki hiçbir ülke, Türkiye ile bugüne kadar Kürtlerle ilgili herhangi bir antlaşmaya imza atmış değildir. Osmanlı'dan günümüze uluslararası bütün platformlarda Türk–Kürt müşterekliği söz konusu olmuştur.

O halde sorun olan nedir?

Açıkça ifade edelim ki, öncelikli sorun "Türkçülük"tedir; yani, ırkçılığa bürünmüş Türkçülük anlayışının zamanla devletin temel harcı haline getirilmiş olmasında ve bu anlayışın dağa taşa varıncaya kadar her tarafa kazınmaya, çakılmaya çalışılmasındadır.

Zira, Selçuklu'da olduğu gibi, yaklaşık dört yüz yıllık "Osmanlı müşterekliği" zamanında da böylesi bir sorun, böylesi bir sıkıntı yoktu.

Dolayısıyla, Kürtçülük–bölücülük denen veyahut zamanla etnik teröre dönüşen kahredici belâ, esasında Osmanlılık telakkisinde olmayan tahrik edici Türkçülük cereyanının aks–i tesiriyle ortaya çıkan bir neticeden ibarettir. Şunu da vurgulamak gerekir ki, Avrupa'dan gelen ırkçılık illeti Türkçülüğü, Türkçülük Kürtçülüğü, Kürtçülük ise vahşet ve keşmekeşi doğurmuştur.

Elhasıl: Türkiye'de, başını Türk olmayanların çektiği ve sinsice yaymaya çalıştığı bu müzmin hastalığa kaynaklık eden şey ise, Avrupa'da doğup gelişen "Frengî illeti"dir. Frenkler (bozuk Avrupa) bu illeti Müslümanların içine atmış, tâ ki, bölüp parçalasın ve yutulmaları kolaylaşsın diye. Bununla birlikte, Türkçülük ile Kürtçülük, zamanla birbirini besleyen, birbirine kuvvet veren, hatta birbirinin velinimeti haline gelen iki mendebur illet olmuştur. İnanıyoruz ki, Türkçülük biter yahut zayıflarsa, Kürtçülük de sönüp tükenmeye mahkûm olacak.

23.06.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Meleklerin yaratılma sebepleri


A+ | A-

Allah’a isyan etmeyip devamlı ibadet/itaat/zikir ederler, Peygamber’e salâvat getirirler, mü’minlere duâ ederler. Bunların yanında başka temel görevleri vardır:

• Seyirci,

• Mütâlaacı,

• Dellâl

• Hamelelik, yani icraatta vasıtalık.

• Vahiy, haber ileticiliği…

Bunu açarsak, melekler akıllı/şuurlu varlıklar olduklarından şu nihayetsiz kâinat fuar ve sergisinde tecellî eden Esmâ-i Hüsnâ’yı seyreder, mütaalâ ve müzâkere ederler. Ki, bir âyette buna şöyle temas edilir:

“..başında ise Allah’ın emrine karşı gelmeyen ve verilen emri yerine getiren haşin ve şiddetli melekler vardır.”1

Keza şu uçsuz bucaksız kâinatın Sahib ve Mabud’una karşı nihayetsiz ibadet ancak meleklerin varlığıyla mümkün. Sayısız meleklerin bir kısmı kıyamda, bir kısmı rükûda, bir kısmı secdede, bir kısmı tahiyyatta, bir kısmı duâ/zikir/tesbihatta. Bir ağaç binlerce yaprak, çiçek, dal, budak, çekirdek ve meyveleri ile zikir ve tesbih ettikleri ve Allah’ı tanıttırdıkları gibi, melekler de binlerce dil ve baş ile zikreder, tesbih ederler. Diğer meleklerin ibadetleri ise, tabiat işlerinde aldıkları vazifeleri sûretinde tecellî etmektedir. İsrafil (as) ve grubu gibi…

Melekler yaptıkları işe göre sınıflara ayrılmıştır. Kur’ân’a göre dört grupta incelenir:

1- İlliyûn, mukarrebûn adlarıyla anılan melekler: Bunlar daima Allah’ı tenzih, takdis etmekle, O’nun yüceliğini anarak ve bilerek ibadet etmekle meşgul olurlar.

2- Müdebbirât melekleri: Bunlar tabiatın, yani maddî âlemin nizam ve düzeninde, İlâhî kudret ve iradenin tasarrufunda istihdam olunan meleklerdir. Bir mânâda tabiat kanunlarını, kâinattaki cârî olan kanunları uygularlar. Veya onların şahıslarında bu kanunlar, geçerliliğini sürdürür. Bunlar, aralarında kısımlara ayrılırlar. Yer, gök melekleri ve sâir işleri gören ayrı ayrı melekler...

“(...)İşleri taksim eden meleklere...”2, “Ve bulutları yeryüzüne dağıtanlara ve hak ile batılı ayıranlara ve tövbe edenler için bir özür, inkâr edenler için bir tehdit olmak üzere peygamberlere vahiy getirenlere...”3

Hadis-i şeriflerde de bildirilmiş ki, yağmur damlalarından tutunuz, kar tanelerini yeryüzüne indirene kadar her şeyde birer vazifeli melek vardır… Yağmur damlaları ve kar tanelerinin nizam intizamı ve hikmetle yeryüzüne inişi, bize bunu hatırlatmaktadır. İlmen sabittir ki, eğer üç yağmur damlası birleşse, aradaki açıları kapatacak, yere inene kadar koskocaman bir su kütlesi hâlinde düşecekti... Kar taneleri de öyle...

Şiddetli rüzgâr estiği, fırtına olduğu hâlde, milyonlarca seneden beri yağmur damlaları ve kar taneleri birleşmiyor. Öyle ise, onları idare eden, düzenlerini sağlayan, yönlendiren ruhları vardır. Onlar da meleklerdir. Sanki o yağmur ve kar taneleri, meleklerin cesetleridir. Melekler de onların ruhudur. Onlar, onlara binerler ve yeryüzüne inerler. Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz ilmi, kudreti ve hikmeti, hallakıyeti bunu gerektirmez mi?

Bildiğiniz gibi, İsrafil (as) kâinattaki hâdiseleri idareyle vazifelendirmiştir. O, tabiat hâdiselerinin başında bulunan bir melektir. Emrinde trilyonlarca melâike vardır ve bu olayları, izn-i İlâhî ile, bir karışıklığa meydan vermeden idare ve sevk eder.

Evet, melekler Allah’ın askerleridir. Arzın müekkelleri, yani Allah tarafından tayin edilen vekilleridirler. Melekler birer memurdur. En önemli vazifelerinden birisi, kâinatın seyircileri ve mütalaacıları olmalarıdır. Gezegenler ve yıldızlar, meleklerin binekleridir. Onlara binerler ve kâinatı temâşâ ederler.

Dipnotlar:

1- Kur’an, Tahrim, 6.; 2- age., Zâriyât, 4.; 3- age., Mürselât, 3-6.

23.06.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Ali OKTAY

Vefatının 9. yılında bir müzik duayenini rahmetle anıyoruz


A+ | A-

2000 yılının 29 Haziran’ıydı Cinuçen Tanrıkorur Bey hayata gözlerini kapadığında. Ertesi gün cenaze namazı için Altunizade’de ki İlahiyat Fakültesi Camiinde idik. Dönemin Kültür Bakanı sayın İstemihan Talay’dan o zamanki İstanbul Belediye Başkanı R. Tayyip Erdoğan’a, Orhan Gencebay’dan Ahmet Özhan’a kadar tüm sevenleri, öğrencileri cenaze namazında saf tutmuştu. Sanatta taviz vermeyen çizgisi, eleştirmekten çekinmeyen tavrına rağmen sevmeyeninden kat be kat fazla sevenlerinin olduğunu işte cenazesine katılan cemaat ispatlıyordu. Bekir Sıtkı Sezgin’den bir süre sonra hocanın da kaybı müziğimiz adına pek çok kişiyi üzmüştü. Birkaç dil bilen, mimar, ud virtüözü (ustaca icra eden), konservatuardaki hocalık görevinin yanı sıra yine pek çok öğrenci yetiştiren bu pek titiz insan artık yoktu. Öğrencisi ve aynı zamanda iyi bir tanbur icracısı olan Dr. Murat Tokaç’ın bir konserinde izlemiştim onu. Sahnedeki duruşu, tavrı, tarzı ve icrası hocayı diğer sanatkârlardan farklı kılıyordu. Yazdığı yazılar, kitaplar verdiği konferanslar, yaptığı konuşmalarda da bu özelliği kendini gösteriyordu. Yazdığı pek çok makaleyi ve kitabını okudum, bestelerini kendi sesinden, kendi yorumuyla dinledim. Belki kalıplaşmış bir ifade olarak gelecek ama müziğimizden büyük bir yıldız daha kaymıştır dersem yeridir.

Cinuçen Tanrıkorur kimdir?

1938’de İstanbul’da doğdu. İtalyan Lisesini ve Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Bölümünü bitirdi. Müzik kariyerine 4 yaşında başladı. Kendi kendine nota, usul, beste yapmasını ve ud çalmasını öğrendi. Şeddisaba Zavilaşiran, Gülbuse isimli yeni makamlar buldu. 500’e yakın beste yaptı. 1982 de TRT’den ayrıldı. Konservatuar’da dersler verdi. Pek çok Avrupa ve Arap ülkeleri ile ABD de konserler verdi. Hem Türk hem de yabancı pek çok öğrencisi oldu. 5 dil bilen Cinuçen Tanrıkorur, hayatının önemli bölümünde ağır hastalıklarla mücadele etti. Defalarca ameliyat oldu. Bütün bu sağlık problemlerine karşın gazete ve dergilerde makaleler yazdı konferanslar ve konserler verdi. 29 Haziran 2000 yılında İstanbul’da vefat etti. Yine bir müzik adamı Yalçın Çetinkaya’nın dilinden vefat anıyla ilgili kısmı aktaralım: “Vefatından iki gün önce tedavi gördüğü hastane odasında kendisini son kez görmek nasip oldu. Ellerinden öptüm. Helâlleştik. Tam o sırada öğle ezanı başladı. Merhum Cinuçen Bey ezan bitene kadar ‘Lâ ilâhe illâllah Muhammedun Rasulullah’ zikriyle ezana eşlik etti.” Allah rahmet eylesin.

Cinuçen isminin anlamı

İlk kez duyduğum ve anlamını merak ettiğim bu ismin nereden geldiğini Beşir Ayvazoğlu’nun köşesinde okuyunca öğrenmiştim. Cinuçen isminin hikâyesi şöyle: Yaman bir İttihatçı olan Hacı Tahir Cidali Bey çocuklarına ebced hesabıyla doğum tarihlerini veren ilgi çekici isimler verirmiş. Lütf-ı Hak, Savn-ı Hüda, Şan-ı Zafer, Dürr-i Semin, Mecd-i Nevin. Bunlardan Şan-ı Zafer, Cinuçen Tanrıkorur’un babası imiş ve terzilikten kunduracılığa çiftçilikten mobilyacılığa kadar kırka yakın sanat dalında birinci sınıf sanatkârmış. Orijinal isim merakını babasından miras alan Zafer Şan bey (Şan-ı Zafer) oğluna hiç kimsenin bilmediği Öztürkçe bir isim vermiş: Cinuçen. Bu kelime “galip, muzaffer” anlamına gelen yenuçen /yenici kelimesinin Şark Türkçesi’nde aldığı biçimmiş.

Gönülden Dile

“Nağme bir mantık-i ruhanidir.

Nağmenin lezzeti vicdanidir.

Hâne-i câne verir nur ü sürur

Neşve-i nağme –i târ u tanbur”

Erzurumlu İbrahim Hakkı

23.06.2009

E-Posta: alioktay@alioktay. net



Faruk ÇAKIR

Faiz batağı kurutulsun


A+ | A-

Yaşanan ekonomik krizde sona doğru yaklaşıldığı söyleniyor, ama piyasalarda ciddî bir düzelme yok. Elbette her çıkışın bir inişi ve inişin de bir çıkışı vardır. İçerisine sürüklendiğimiz ekonomik krizden de inşaallah çıkacağız, ama acaba bu çıkış süresince ne kadar fatura ödeyeceğiz?

Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz, “Tünelin ucunda bir ışık var, ama güneş ışığı mı yoksa araba farı mı olduğu tam belli değil” anlamında sözler sarfedince, belirsizlik biraz daha büyüdü. Bazı ekonomik göstergeler nisbeten düzelmişken, bazılarında henüz düzelme yok. En başta da istihdam ve ihracat konusunda düzelme olmadığı anlaşılıyor. Kriz sebebiyle işini kaybeden bunca ‘işçi’ varken, her an kaybetme korkusuyla yaşayanlar da var. İhracattaki düşüş de zaten tartışmasız. Her ay ihracat rekoru kıran ve bunu ‘törenlerle’ açıklayan Türkiye, artık o günleri hayal bile edemiyor.

Tabiî ki kriz sadece Türkiye’yi ilgilendiren bir problem değil. Dünya büyük bir ‘köy’ olduğu için yakın ya da uzak ‘komşu’larımızda yaşanan sıkıntılar bizi de ilgilendiriyor. Komşuları etkileyen kriz, bizim ihracatımızı etkilerken, işsizliğin artmasına da sebep oluyor.

İşadamları ve iktisatçılar, her zaman olduğu gibi krizi ve krizden çıkış yolunu farklı şekillerde yorumlamışlar. Bazı işadamları “Bizim sektörlerde de olumlu emareler var” derken, bazıları “Görünene titrek bir ışık demek daha doğru olur” demiş. İktisatçılar cephesi ise “En kötüyü gördük, şimdi kötüyüz” kanaatinde. (Milliyet, 21 Haziran 2009)

Bazı iktisatçıların, “Tünelin sonundaki güneş mi, yoksa araba farı mı?” tartışmasını değerlendirirken, Merkez Bankası’nın sürdürdüğü faiz indirimini eleştirmesi çok garip. Sanki krizden çıkış yolu ‘yüksek faiz’deymiş gibi, MB’nin faiz indirimini eleştirenler çıkıyor. Faizin ‘zehirli bal’ olduğunu anlamak için yeni krizlere mi sürüklenmemiz gerekir? Bugün bile en yüksek faizi veren ülkeler arasında olduğumuza göre, bu yanlışın Türkiye’ye maliyetini hesaplayamıyor muyuz? Yüksek faiz iyi bir yol olsaydı, dünya âlem yüksek faiz konusunda bizi gerilerde bırakmaz mıydı?

Merkez Bankası Başkanının “tüneldeki ışık” misâlini vermesi ve insanları ‘şüphe’ye düşürmesi kendi içerisinde tartışılabilir. Fakat bunu yaparken “Faizler niçin düşürülüyor? Yüksek faize devam edilsin” demek Türkiye ve dünya gerçekleriyle uyuşmaz.

Zaman zaman ‘terörle mücadeleye’ ya da sosyal güvenlik kuruluşlarının ‘açık’larını kapatmak için harcanan ‘milyar dolar’lardan bahsedilir. Peki, aynı şekilde ‘faize harcanan milyar dolarlar bahsi’ niçin açılmaz? Elbette terör biran önce bitsin, sosyal güvenlik kuruluşları da açık vermesin. Ama ‘faiz batağı’ da kurumasın mı?

Her hal ve şart altında, öncelikli olarak ‘faiz batağı’nın kurutulmasına çalışılsa iyi olacak...

23.06.2009

E-Posta: [email protected]



Ahmet DURSUN

Buraya kadar


A+ | A-

Bediüzzaman’ın “Eski hal muhal; ya yeni hal ya izmihlal.” öngörüsüyle işaret ettiği olguların Türkiye’yi zincirlerini kırmaya zorladığı bir dönemi yaşıyoruz. Hak, hukuk, adalet ve hürriyet gibi kavramları sahip olduğu otoriter geleneğe ve kültüre kurban eden Türkiye, Bediüzzaman’ın işaret ettiği mücadelenin içindedir. Bu mücadele demokarasiyi isteyenler ile demokrasinin varlığını kendi varlıkları için tehlike görenler arasında devam edegelmektedir.

Bu mücadelenin galibini ise “değişim” sözcüğünün kendisi belirleyecektir. Aslolan bu değişimin hangi yönde olacağıdır.

Otoriter yapılar, kendi varlıklarını devam ettirebilmek ya da kendi yanlışlarını örtbas edebilmek için arada bir kükremeye devam edecekler, arada bir darbe senaryoları yazacaklar, bunları hayata geçirebilmenin yollarını arayacaklardır. Buradaki temel soru; bunun farkında olanların nelerle uğraştıkları ile ilgilidir. Üzücü olan, bu otoriteryen yaklaşımlara sivil yapının temsilcisi durumundaki siyasetin de yaslanmış olmasıdır. Bu yaslanmanın en önemli göstergelerinden biri, “darbe anayasası”nın olanca ihtişamıyla hayata devam ediyor oluşudur.

Türkiye’nin ciddî bir anayasa problemi olduğu, bugün için teşhis edilmiş bir problem değildir. Son dönemlerde “yargı-siyaset-ordu” üçgeninde yaşanan büyük tartışmalarda kendini iyice hissettiren bu probleme karşı sivil toplumun büyük bir desteğiyle istenen çağdaş ve demokratik bir anayasa beklentisine niye cevap verilemediği sorusu; son günlerde deşifre olan darbe hazırlığı belgesinin sahte olup olmamasından daha önemlidir. Zira bataklığı kurutması gerekenlerin bataklığın nimetlerinden faydalanma yolunu seçmeleri ve kendilerini bir sivrisinek ısırmaya kalktı diye ortalığı velveleye vermeleri “değişim”in kirli boyutlarını da gözler önüne seriyor. Modern toplumlara yakışan ve özgürlükçü demokrasinin ilkelerini benimseyen bir anayasayla değişimi gerçekleştirmesi gereken siyaset ne yazık ki bu kirliliğin içinde kalmıştır.

Bizde demokratikleşme projesinin temel dinamiği olan devleti ve bunu algılama şeklinin “güç” ile eşdeğer anlamda olması ve bu anlayışın kutsanması; normal bir hukuk devletinde olması gereken “hesap sorma, hakkı arama, hakkı teslim etme, haklının yanında olma” gibi olguların önüne geçmektedir. Bu yüzdendir ki, hakim zihniyetin “doğru”su ile sivil anlayışın doğrusu bir türlü örtüşmemektedir. Bu yüzdendir ki, sivil yargı her zaman askerî yargının gölgesindedir. Bu yüzdendir ki, Şemdinli sanıklarına otuz dokuz yıl veren sivil mahkemenin mahkumiyetini askerî yargı beraatle hükümsüz bırakabilmekte, “iyi çocuklar”ı serbest bırakabilmektedir. Bu yüzdendir ki, değişimin öncüsü olması gereken, hesabı sorması gereken iktidar, bu güne kadar yapılan yanlışların hesabını sormak yerine cazgırlığa –ucu kendine dokunmadığı, iktidarını tehlikeye atmadığı sürece- boyun eğmek “hak” arayışlarını ötelemek, demokratikleşmeyi de başkalarının belirlediği bir yer ve zamana bırakmak yolunu seçmiştir.

Hukuk kavramının kişilere ve kurumlara göre değişkenlik gösteremeyeceğini, bunun konjonktürel olarak değerlendirilip uygulamaya geçirilemeyeceğini vurgulayan bir yapıya ve bunu hayata geçirecek özgürlükçü anayasaya ihtiyacımız var. Hukuk devletinin temel argümanlarından olan “hak haktır” anlayışı bizim pusulamız olmalıdır. Bu pusulayı elinde bulunduranlar makam, mevki ve statüye göre pozisyon belirlemezler ve bu pozisyona göre “hak” kavramını değerlendirmezler. Başta işaret ettiğimiz değişim yönü bu yönde olduğu takdirde “hak-güç” karşılaşmasının galibi hak yönünde olacaktır. Bazıları istemese de, siyaset yan çizse de bu kaçınılmazdır.'82 Anayasası’nın ruhundan beslenerek minare boyu rüya görenler için yılın şarkısı bile hazır: “Buraya kadar...”

23.06.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Çare demokratik anayasa…


A+ | A-

“Gizli belge” tartışmaları, Türkiye’de hep ötelenen demokratikleşme ve “yeni anayasa” tartışmalarını gündeme getirdi. Türkiye’nin demokratikleşmesinin önündeki en baş engelin, geniş bir meşruiyet zemininden yoksun “12 Eylül darbe anayasası” olduğu bir defa daha te’yid edildi.

Doğrusu daha evvel “dibâce”sindeki ihtilâlin “milletin çağrısıyla yapıldığı” garâbeti çıkarılsa da hâlâ ilk paragrafında, ölümünden 71 yıl sonra “ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve onun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda” cümlesiyle başlayan ve “hiçbir faaliyetin Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliği karşısında koruma göremeyeceği” açık açık yazılan “başlangıç”la başlayan bir “anayasa” ile demokratikleşmenin olamayacağı ortada.

Aslında kişi ideolojisinin tartışmasız dogma olarak “referans” alındığı bir anayasanın daha baştan “millet irâdesinin mutlak üstünlüğü”nden, egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu”ndan, “hürriyetçi demokrasinin icâplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni”nden dem vurması, bir komedi. Gerçekten Dr. Theo Sommer’in tespitiyle, “Kişiye tapma ve ‘ölümsüz önder, eşsiz kahraman’ gibi tumturaklı açıklamaların anayasa metnine kadar girdiği” hangi demokratik anayasa var? “Devlet kurucusunun ibâdet şeklinde sunulan özdeyişlerinin ve ruhu öldüren ideolojinin okul kitaplarında yer aldığı” ve âdeta “kişiyi ilâhlaştıran nitelemeler”e hangi demokratik ülkede rastlanır? (Die Zeit, Atatürk Devrimleri, Kemalizmin Dünü, Bugünü ve Yarını, 138-142)

HÂLÂ DARBECİLER

KORUNUP KOLLANIYOR

Şu anayasaya bakın; “yasama yetkisi Türk milleti adına TBMM’nindir, bu yetki devredilemez” denilen ve “egemenliğin kullanılmasının hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamayacağı”nın belirtildiği 7. maddesinden önceki “egemenlik” maddesinde, “Egemenlik kayıtsız – şartsız milletindir” cümlesinin peşine “milletin egemenliği yetkili organlar eliyle kullanır” çelişkisi ardı ardına duruyor.

“İnkılâp kanunlarının korunması” başlığı altında “harf inkılâbı”ndan, kadük “şapka iktisaı”ndan, “tekke ve zâviyelerle türbelerin seddine ve türbadarlıklar ile bir takım unvanların (bey, paşa, efendi) men (yasaklanması) ve ilgâsına (kaldırıldığına) dair “devrim kanunları”, yine bu anayasanın 174. maddesinde koruma ve kollama altında.

Üstelik “Cumhuriyetin laiklik niteliğini koruma amacının güdüldüğü” belirtilen sözkonusu “devrim kanunlarındaki hükümler”in “Anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamayacağı ve yorumlanamayacağı(!)” kaydı maddenin başına konulmuş.

Keza silâh zoruyla millet irâdesinin temsilcisi Meclisi kapatıp, meşru hükûmeti deviren ve anayasayı ilgâ eden 12 Eylül darbesini dayatan darbecileri ve darbe tasarruflarını koruyup kollayan maddeler hâlâ yürürlükte.

İhtilâlcilerin oluşturduğu “Millî Güvenlik Konseyinin, bu Konseyin yönetimi döneminde kurulmuş hükûmetlerin, (atadığı) Danışma Meclisinin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezaî, malî veya hukukî sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz” denilen anayasanın “geçici 15. maddesi” 29 yıldır kaldırılmış değil, uygulanıyor…

Anayasa değişikliği bir tarafa, “Ergenekon iddianâmesi”nde yer alan “darbe günlükleri”, “andıçlar” ve “gizli belegeler”le gündeme gelen ve her defasında darbelere ve demokrasiye müdahâlelerine “gerekçe” gösterilen “Silâhlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumaktır” şeklindeki “TSK İç Hizmet Kanunu”nun 35. maddesi bile düzeltilmemiş…

Gelinen noktada “gizli belge” tartışmaları ortasında Başbakan partisinin İzmir il kongresinde, “TBMM’yi millet irâdesi dışında hiçbir güç yönlendiremez” diyor; altı buçuk yıldır demokratik kültürün Türkiye’ye yerleşmesi için samimi mücadele ettiklerini ve demokrasinin kalitesini arttırma gayreti içinde olduklarını iddia ediyor; lâkin ciddî bir gayret görülmüyor. “Milletin irâdesi üstünde hiçbir güç, hiçbir vesâyet yoktur” diye konuşuyor; fakat “vesâyetli demokrasi” devam ediyor…

Bilindiği gibi daha önce “yeni anayasa”yı rafa kaldırıp sivil toplum kuruluşlarına havale ettiklerini Başbakan Yardımcısı ve Hükûmet Sözcüsü Cemil Çiçek bizzat açıklamıştı. Devamında, 20-30 madde olarak hazırlanan “mini paket”in “açık indirim”le 10 maddeye kadar düşürülüp “mini mini paket”e dönüştürüldüğü duyurulmuştu…

Ne var ki, bugüne kadar, 16 kez değişen, 70 maddesi değiştirilen ve “yamalı bohça”ya dönüşen anayasanın bu tür yamalarla düzeltilmeyeceği ve sistemin demokratikleşmeyeceğini iktidar partisi mensupları da ikrar ediyorlar.

Buna rağmen, anlaşılmaz bir demokratik irâde zafiyetiyle, yedi yıldır her seçim öncesinde meydanlarda ve hükûmet programında söz verdiği halde, “yeni anayasa”yı rafa kaldıran ve birkaç “mini paketler”e indirgeyen AKP iktidarı, sözkonusu temel düzenlemeleri peşinen gündem dışı bırakıyor.

AKP iktidarı, “gizli belge” ve demokrasi dışı müdahâlelerden samimî şikâyetçi ise, öncelikle toplumsal uzlaşma ile yeni bir anayasa yapmalı. Yoksa Yargıtay eski Başkanı Sami Selçuk’un ifâdesiyle hâlâ “aslı” bulunmayan belge üzerinde “boşuna nefes tüketilmesi” bir işe yaramaz…

23.06.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

İran’da yeni bir devrim süreci mi yaşanacak?


A+ | A-

İran kaynıyor…

Onbinlerce Musavî taraftarı sokaklardaki eylemlerini aralıksız sürdürüyor. Dinî lider Hamaney’in Cuma hutbesi de halkı teskin etmeye yetmedi. Hatta orada göstericileri tehdit etmesi, gösterileri daha da hızlandırdı.

Artık masum insanlar hayatını kaybetmeye başladı. Yalnızca Pazar günü resmî açıklamalara göre 13 kişi hayatını kaybetti. Muhalefet kaynaklarından ise, olayların başladığından bu yana hayatını kaybedenlerin sayısının 150’yi aştığı haberleri yayılıyor.

Ahmedinejad yönetimi kalabalıkları evlerine döndürmek, olayları kontrol altına almak için elinden geleni yapıyor. Humeyni’nin kurduğu ve aslında bir sivil savunma gücü niteliğindeki Besic, göstericilerin üzerine salındı. Aktif bir milyon üyesi olan bu güç, balta, sopa ve demirlerle gösterilere katılanlara saldırıyor. Hamaney’in emir vermesi halinde, gösterileri bastırmak için her türlü şiddet yoluna başvuracaklarından kimsenin kuşkusu yok. Tüm İran’da örgütlü olan bu teşkilat, toplumsal olayları bastırırken biber gazı ve elektrikli sopalar kullanıyor. Ancak emir verilmesi halinde silâh kullanmaktan çekinmeyecekler.

Ülkedeki medya da sansürleniyor. Ancak bu durum cep telefonları ve internet aracılığıyla gelişmelerin anında dünyanın her yerine yayılmasını engelleyemiyor.

Ahmedinejad, bastıramadığı gösterilerden Amerika ve İngiltere’yi sorumlu tuttu. “İngiltere ve ABD, İran İslâm Cumhuriyetindeki cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrasında içişlerine karışmayı bırakmalı” dedi Pazar günü. Amerikalı ve İngiliz yayın organları ülkeden çıkarılıyor.

İran’daki bu gelişmeler bizi de yanılttı. Kısa süreli olacağı ve Hamaney’in sakinleştirmesiyle sona ereceğini beklediğimiz gösteriler, gittikçe yayılıyor ve çatışmaya dönüşme eğilimi gösteriyor.

Dönülmez noktaya gelindiğini söylemek için henüz çok erken. Ancak yine de bu gösterilerin barışçı bir şekilde sona ereceğini ve her şeyin eskisi gibi olacağını beklemek imkânsız. Değişim treni hareket ettiğinde, onu ne durdurmak ne de geri döndürmek mümkün.

Muhalefet lideri Musavî de kendisinden beklenenden daha cesur adımlar atıyor ve geri adım atma niyeti olmadığını açıkça gösteriyor.

İran yönetiminin suçu dış güçlerde arama, muhalefeti suçlama ve şiddete başvurma yoluyla bu krizi çözmeye çalışma hatasından hemen dönmesi gerek. Elbette bu tür olaylarda dış güçlerin müdahalesi olacaktır. Özellikle Amerika ve İsrail’in, bu ülkenin nükleer silâh imal etme çabalarını durduracak her türlü adımı atmasını beklemek mümkün. Ama bu krizin asıl sebebi de çaresi de içeride aranmalıdır.

İran kamuoyu seçimlerin adil olduğuna, oyların doğru sayıldığına inanmıyor. Öyleyse çözüm de buradan başlamalı. Özellikle kuşkulu bulunan bölgelerde bir an önce uluslar arası gözlemciler nezaretinde oy sayımı tekrarlanmalı. Bugün belki yalnızca oy sayımının tekrarlanmasıyla çözümlenebilecek olan kriz, bir iki hafta sonra o noktayı çoktan aşmış olacak.

Dünya kamuoyunda şimdiden rejimin meşrûîyetini kaybettiği ve 20 yıl önce Şahı deviren sürecin tekrarının başladığı yorumları yapılıyor. Şah da durumu açıklamaya çalışmış, şiddete başvurmuş, tavizler vermeye başlamış, en son da maiyetindekiler ve dostlarını kurban vermişti. Ama hiçbir şey yola çıkmış olan değişim trenini durdurmaya yetmedi.

İran’da yönetimin bir an önce soğukkanlılıkla durumu değerlendirmemesi halinde, bu ülkeyi derin bir değişim bekliyor. Bu değişimin bir lideri var: Musavî. Ancak bir dinî lideri eksik. Hamaney tavrını değiştirmezse, süreç kendi dinî liderini de çıkaracaktır.

Olup bitecekleri görmek için çok fazla beklemeyeceğiz. Umarız İran bu krizden çok fazla yara almadan çıkar.

23.06.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.