04 Temmuz 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Selim GÜNDÜZALP

“Gün eksilmesin penceremden”


A+ | A-

Bir nehirde bir kez yıkanılır” diyen filozofun sözünü bir başkası şöyle karşılıyor, “Yok hayır! Bir kez bile yıkanamazsın.” Biz bu sözü, hep nehrin akıp gidişiyle mânâlandırırdık. Oysa akıp giden insandır, insanın hayatıdır.

Her gün bir başka insanız, değişiyoruz ve bir şeyler kaybetmekteyiz. Doğduğumuz andan beri, ölüme doğru gidiyoruz. Uzayın uçsuz bucaksızlığına bakıp da, ebediyyen yaşayacakmışız zannedip, bu fâni âlemden nefsimize bir pay çıkarmayalım. Şu pırlanta yüzlü semânın altından kimler geldi, kimler geçti...

Ömür ağacının yaprakları zamanın dallarından bir bir koparken, biz yine en küçük işimizde, bu en büyük meselemizi unutmuş olarak yaşar dururuz.

İnsan bu, çok kolay hatırladığı gibi, çok çabuk unutmak da ona mahsus.

Herkes ondan nasibini alacağı ve bir kısmının aldığı halde kimsenin üzerinde görmek istemediği bir beyaz elbisedir ‘kefen’...

Uzay çağında, gündelik koşuşturmalar, araba klaksonları, zıpçıktı şarkılar ve çağın bütün gürültüleri içinde biz, televizyonun uzaktan kumandasının tuşları arasında gezinirken parmaklarımız, unuttuğumuz bir âkıbettir ölüm...

Yine de akıl, ölümü(nü) düşünmekten alıkoyamaz kendini. Ancak nefsimiz, hilesini yapmaktan da geri durmaz, bütün insanların ölümünü kabul ettiği hâlde kendi sonunu, hep en sona saklar. Daha doğrusu sıranın en sonuna!

Şimdi acaba ömrümüzün neresindeyiz?

Sıranın sonu bize kaç adım, kaç insan, kaç ayrılık, kaç acı, kaç Fatiha uzaklıktadır acaba? Hangi insan için olursa olsun meraka değer bir soru.

Cahit Sıtkı Tarancı, sanki o kapıları tıklıyor:

“Ve gönül Tanrısına der ki;

Pervam yok verdiğin elemden

Her mihnet kabulüm yeter ki,

Gün eksilmesin penceremden.”

Ruh; her acıya rağmen yine ışık, yine hayat, yine de yaşamak istiyor. Çünkü dünya o kadar tatlı ki, bir gün ondan ayrılacağımıza inanmak bile insana zor geliyor. Acaba gideceğimiz yer, şu yerini bir türlü dolduramadığımız dünyadan kötü bir yer midir?

Ölüm bir bitiş mi, bir yok oluş mu? Elbette hayır. Her bahar çiçeklerle dirilen yeryüzü ve her sabah yeniden yaratılan hayatlar da buna hayır diyor. Ölüm bir bitişin, bir sona erişin ifadesi değildir. Aksine ölüm, yeni ve ebedî hayata geçişin ilk basamağıdır. Toprağa atılan bir tohumun çürüyüp açılması, gülümseyen bir çiçek olarak karşımıza çıkmasını netice verir. Tohum için hep tohum olarak kalmak, bir çiçek olup açmaya, baharda yeniden doğmaya tercih edilmez mi dersiniz?

Evet, ölüm bir diriliştir; ayrılmak değil, kavuşmaktır; bir mekân değişikliğidir.

Bir evden diğer eve geçiştir ölüm.

Demek ki ölüm, yepyeni bir hâle ve hayata geçişi ifade etmektedir.

Dünyaya sığmayan binlerce duyguları olan insan, cismen ve ruhen bu duygularının da tatmin edileceği daha mükemmel bir âlemde ebediyen yaşamaya namzettir.

Bediüzzaman Hazretleri bu noktaya şöyle işaret ediyor: “Şu dâr-ı dünya, beşerin ruhunda mündemiç (dercedilmiş) olan hadsiz istidatların sünbüllenmesine müsait değildir. Demek, başka âleme gönderilecektir. Evet, insanın cevheri büyüktür. Öyle ise, ebede namzettir.” (Sözler)

Ruh sonsuzluğu istediği gibi, beden de sonsuzluğu ister. İkisinin bir arada, sonsuza dek rahat edebileceği tek yer orasıdır.

Uyumak bir nevî ölüm,

Uyanmak güzel be gülüm.

***

“Hem, anlarsın ki, şu dünyadaki tezyinât, yalnız telezzüz veya tenezzüh için değil. Çünkü, bir zaman lezzet verse, firâkıyla birçok zaman elem verir. Sana tattırır, iştihânı açar, fakat doyurmaz. Çünkü ya onun ömrü kısa, ya senin ömrün kısadır; doymaya kâfi değil. Demek kıymeti yüksek, müddeti kısa olan şu tezyinât ibret içindir,Haşiye şükür içindir, usûl-ü dâimîsine teşvik içindir, başka gayet ulvî gâyeler içindir.

“Hâşiye: Evet, mâdem herşeyin kıymeti ve dekâik-ı san'atı gayet yüksek ve güzel olduğu halde, müddeti kısa, ömrü azdır. Demek, o şeyler numûnelerdir, başka şeylerin sûretleri hükmündedirler. Ve mâdem müşterilerin nazarlarını asıllarına çeviriyorlar gibi bir vaziyet vardır; öyle ise, elbette ‘Şu dünyadaki o çeşit tezyinât, bir Rahmân-ı Rahîmin, rahmetiyle, sevdiği ibâdına hazırladığı niâm-ı Cennetin numuneleridir’ denilebilir ve denilir ve öyledir.

04.07.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Sırat Köprüsü üzerine-2


A+ | A-

Ali Bey: “Sırat Köprüsü nedir? Mecazî midir? Yoksa gerçekten var mıdır? Kesilen kurbanların sahibine Sırat Köprüsünü geçerken binek olmasının hikmeti nedir?”

Peygamber Efendimiz’in (asm) Sırat Köprüsü ile ilgili uzun hadisine, dün kaldığımız yerden devam edelim:

“Cehennemin tam ortasına Sırat (köprü) kurulacak. Ümmetini onun üstünden en evvel geçirecek ben olacağım. O gün dehşeti ve korkusu sebebiyle peygamberlerden başka hiç kimse konuşamayacak. Peygamberlerin o günkü kelâmları da: ‘Allahümme sellim, sellim’ (Allahım esenlik ver, Allahım kurtar)’ olacaktır. Cehennemde sa’dân dikenlerine benzer çengeller vardır. Bu dikenlerin ne kadar büyük olduklarını ancak Allah bilir. (Değişik rivayetlerde: Onlara, ‘Nurunuzun miktarına göre kurtuluşa koşun!’ denilir. Mü’minlerin kimi göz kırpacak kadar zaman içinde, kimi şimşek gibi, kimi rüzgâr gibi, kimi kuş gibi, kimi ala-yörük cinsi bir at gibi, kimi deve gibi sür’atle geçerler. Nihayet nuru yalnız ayaklarının başparmağında olarak verilen kimse yüzü koyu yürüyerek elleri ve ayaklarıyle emekler ve bir kolunu çekse öteki kolu, bir ayağını çekse öteki ayağı takılır ve kurtuluncaya kadar ateş yanlarına çarpar durur. Kimi yürüyerek, kimi karnı üstünde sürünerek geçer de: ‘Ya Rab! Beni neden bu kadar geç bıraktın?’ der. Cenâb-ı Rabbü’l-Âlemin: ‘Seni geç bırakan kendi amelindir!’ buyurur. O gün münafıklar iman edenlere, ‘Lütfen bizi bekleyin de, nurunuzdan biz de istifade edelim’ derler. Fakat kendilerine: ‘Geriye dönün. Nuru orada arayın’ denilir.) Bu çengeller insanları kötü amellerinden dolayı kapıp alırlar. Bunlardan kimi kötü ameli dolayısıyla helâk olur. Kimi hardal gibi ezildikten sonra kurtulur. Nihayet, Allah ateşe girenlerden kimlere rahmet buyurmayı dilemişse onları çıkarır. Meleklere, dünyada iken Allah’a ibadet etmiş olanları çıkarmalarını emreder. Melekler de onları çıkarır. Melekler onları secde izlerinden tanırlar. Allah Teâlâ secde izlerini yiyip mahvetmeyi Cehennem ateşine haram kılmıştır. Cennet ile Cehennem arasında yüzü ateşe dönük bir kimse kalır. Ki o, Cennete gireceklerin sonuncusu olacaktır. O kimse:

‘Ya Rab! Yüzümü şu ateşten döndür. Kokusu beni zehirleyip duruyor. Alevi beni yakıp duruyor’ diyecek. Adamcağız mütemadiyen duâ ve niyaz yapmaya devam edecektir. Sonunda Allah Teâlâ:

‘Bu senin dediğin yapılacak olursa, acaba başka bir şey istemeyecek misin?’ buyurur. Adam:

‘Celâl ve İzzetine yemin olsun ki, hayır!’ diyecek. Allah onun yüzünü Cehennem ateşinden Cennet’e doğru döndürünce Cennet’in güzelliğini görecek. Başlangıçta bir süre hayâ ettikten sonra: ‘Ya Rab, beni Cennetin kapısına yaklaştır’ diyecek.

Allah: ‘Evvelce başka bir şey istemeyeceğine dair yemin etmiş değil miydin?’ diyecek. Adam: ‘Yâ Rab! Mahlûkatının en bedbahtı ben olmayayım’ diyecek. Allah:

‘Bunu da verirsem başka bir şey isteyecek misin?’ diyecek. Adam:

‘İzzet ve Celâline yemin olsun ki, hayır!’ diyecek.

Cenâb-ı Allah onu Cennetin kapısına yaklaştıracak. O kimse, Cennetin kapısına varıp da, Cennetteki eşsiz güzelliği ve letâfeti, içindeki hadsiz sevinci ve neşeyi görünce, bir süre utancından susacak, ama sonra:

‘Ya Rab! Beni içeriye sok!’ diye duâ edecek. Allah:

‘Behey Âdemoğlu! Sen ne sözünde durmaz kimsesin! Sen verdiğimden başka hiçbir şey istemeyeceğine dair yemin vermiş değil miydin?’ buyuracak. Adam:

‘Ya Rab! Mahlûkatının en bedbahtı olmayayım’ diyecek ve duâ ve niyazına ısrarla devam edecek. Nihayet Cenâb-ı Hak onun da Cennete girmesine izin verecek. Ona:

‘İste!’ buyuracak. O da uzun boylu isteklerini dile getirecek. Ne arzu ediyorsa isteyecek. İstekleri bitince, Allah Teâlâ: ‘Bunlardan başka şunu da, şunu da, şunu da, bunu da iste!’ buyuracak. İsteyeceği güzel şeyleri Cenâb-ı Hak onun aklına getirecek. Nihayet adam bunları da isteyecek. Adamın istekleri bitince Allah Teâlâ:

‘Bunların hepsi ve on misli kadar isteklerin hepsi senindir’ buyuracak.”1

Allah için kesilen kurbanların Sırat üstünde sahiplerine burak gibi binek olacakları müjdesi, yapılan ibadete Allah’ın vermeyi vaad buyurduğu bir mükâfattır.2 Takdir Yüce Allah’ındır.

Cenâb-ı Hak ibadetlerimizi ihlâsla ve sırf kendi rızası için yapmamızı müyesser kılsın. Âmin.

Dipnotlar:

1- Buhârî, 2/450.

2- Sözler, s. 186.

04.07.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Hiçbir hizmeti küçük görme


A+ | A-

Bazan küçük bir vidanın eksikliği koca bir çarkı durdurur. O halde o küçük vida küçük değil, büyüktür.

İhlâsla, Allah rızası için yapılan işler de ne kadar küçük olursa olsun küçük değildir, büyüktür, önemlidir, değerlidir.

Cenâb-ı Hakk’ın rızasının ihlâs ile kazanıldığı; dinleyenlerin, kabul edenlerin çokluğuyla ve fazla muvaffakiyet ile olmadığı,1 ihlâs ile bir dirhem amelin ihlâssız batmanlarla amellere üstün geldiği,2 ihlâs ve rıza-yı İlâhî yolunda zerrenin, yıldız gibi olduğu3 düşünülürse yapılan her iş büyük olur.

Diyelim ki siz ihlâsla birilerine birşeyler anlattınız; Allah’tan, peygamberden, ahiretten, mukaddes şeylerden bahseden sohbetlere götürdünüz; dini, imanı, faydalı şeyleri anlatan bir kitap, bir dergi, bir gazete verdiniz. Bunlardan da ne çıkar demeyiniz. Belki ruhu, kalbi aç, arayış içerisindeki bir insanın dertlerine merhem, mânevî hastalıklarından şifa bulmasına, sıkıntılarından kurtulmasına, huzur bulmasına vesile olacaktır. Es’ad da böyle hizmeti esas almış birisiydi. Kader onu geçimini sağlamak için gittiği yurt dışında şoförlüğe talim ettirmekteydi. Ama o farklı bir şofördü. Müşterileriyle yaptığı hoş sohbetleriyle hemen gönülleri fethederdi. Arabasının torpido gözüne yerleştirdiği küçük kitapları müsait gördüğü müşterilerine verirken sıkıntılarını hafifletmeyi hedeflerdi. Sohbetlerinin odak noktasını Allah’ı, peygamberi tanıtmak, insanları ruhen rahatlatmak teşkil ederdi. Tek kelimeyle bildiği hakikatleri bilmeyenlere duyurmayı kendine görev addetmişti. Hem nasıl malı olan, zekâtını vermekteydi. O da ilminin zekâtın vermeyi kendine bir borç telakkî etmişti.

Birgün arabasına, kılığı kıyafetinden hoşlanmadığı biri bindi. Ne kadına, ne de erkeğe benzetebilmişti. “Buna anlatmaya değmez” dedi kendi kendine. Gideceği yere kadar sessizce gittiler. Tam ineceği sırada içinden bir ses: “Ne yaptın sen Es’ad? Kıyamet Gününde Rabbin ‘Niçin İslâmın, Kur’ân’ın güzelliklerini bu kişiye anlatmadın?’ derse ne cevap vereceksin?” diye zihninde zonklamıştı. “Eyvah!” dedi. “Buna birşeyler anlatamadım.” Allah’tan, müşterinin verdiği para bütündü. Yanında da bozuk para yoktu. Dışarı bozdurmak için gidip geldiğinde geç de olsa bir sohbet zemini açmak istedi. “Yahu kardeşim,” dedi “Şu yerler, gökler; güneş, ay ve yıldızlar; kuşlar, ağaçlar, dağlar, taşlar, insanlar ne anlatıyorlar dersiniz? Nedir bunlar? Niçin varlar?” diye sorunca, hayretini tutamayan müşteri, “İyi ki açtınız bu meseleyi” dedi. “Ben de on beş gündür hep bunları düşünüyor, bir türlü cevabını bulamıyor; kendi kendimi ikna edemiyordum. Konuşalım isterseniz” demesin mi?

Şaşırmıştı Es’ad. Kimin ne olduğu belli olmuyordu. Ruhu, kalbi aç nice insan kibrit misâlı bir kıvılcım bekliyordu. Elinden geldiği, dili döndüğünce bildiklerini bir bir anlattı. Adam hiçbir şeyin kendi kendine, tesadüfen, sahipsiz olamayacağını anlamıştı. Her şeyin bir Yaratıcının eseri olduğunu kavrayınca aradıklarına cevap bulmuş, rahatlamıştı. Es’ad ise bir gönlü rahatlatmanın huzuru içerisindeydi.

Gazete hamlesine de aynı duygu ve düşünceler içerisinde canhıraş bir gayretle katılan arkadaşlarımız Nur’un bir fuarı hükmündeki gazeteyi nice insana ulaştırmanın sevinci içerisinde çalışıyorlar.

Dipnotlar:

1- Lem’alar, s. 157. 2- A.g.e., s. 159. 3- A.g.e., s. 156.

04.07.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Terörü Doğuran Irkçılığın Panzehiri (9)


A+ | A-

Kürtler İslâmdan ayrılmaz

Kürtleri Müslümanlıktan

koparma teşebbüsleri

1920 yılı başlarında Fransa'da bir Kürt paşası ile bir Ermeni paşasının başını çektiği "Paris Konferansı", arkasında Avrupa zalimlerinin bulunduğu sinsî olduğu kadar da dahşetli bir manevra idi. Burada Kürtler kullanılmak sûretiyle, Anadolu'nun Doğu'sunda bir Ermenistan devleti kurulmak isteniyordu.

İşte, o tarihte Paris'te yaşanan bu Kürt–Ermeni yakınlaşmasına karşı keskin bir dille karşı çıkan ve peşpeşe makaleler yazan Bediüzzaman, Kürtlerin Ermenilerle aynı ırktan oldukları iddiası ve ortaya atılan "Kürtlük dâvâsı" ile aslında Kürtleri Müslümanlıktan ayırma gayretleri olduğunu ifade eder ve bu hainane teşebbüse karşı da gayet veciz ve muknî cevaplar verir. Meselâ önce İkdam ve ardından Sebilürreşad isimli gazetelerde şunları söyler:

"Kürtlük dâvâsı pek mânâsız bir iddiadır. Çünkü, her şeyden önce Müslümandırlar. Hem de salabet–i dinîyeyi taassup derecesine isal eden (getiren) hakiki Müslümanlardan.

"Esasen, bu tarihe ait birşeydir. Kürtlerin asl ve nesebleri ne olursa olsun, İslâmdan iftiraka (ayrılmaya) vicdan–ı millileri asla müsaid değildir. Bununla beraber, Kürtlerin Arab kavm–i necibi ile ırken alâkadar bulunduğu hakaik–i tarihiyedendir.

"İslâmîyet, herhangi bir ırkın, diğer bir unsuru İslâm aleyhine menfi surette intibah hasıl etmesini kabul etmez. Binaenaleyh, Kürtleri Müslümanlıktan ayırmak isteyenler, esasat–ı İslâmiyeye muhalif hareket ediyorlar." (1)

Her türlü menfi ve gayr–ı meşrû teşebbüslerin karşısına dikilen Bediüzzaman'a göre, Kürtlerin iyiliği ve serbestiyet–i inkişafı düşünülecekse, bunun ancak Meclis zemininde ve meşrû dairede ele almak gerekir.

"Hakiki Kürtler kimseyi kendilerine vekil–i müdafi kabul etmiyorlar. Onların vekili ve Kürtlük namına söz söyleyecek, ancak Meclis–i Mebusan–ı Osmaniye'deki mebuslar olabilir.

"Kürdistan'a verilecek muhtariyetten bahsediliyor. Kürtler, ecnebi himayesinde bir muhtariyeti kabul etmektense, ölümü tercih ederler. Eğer Kürtlerin serbestiyet–i inkişafı (hür ve engelsiz gelişmelerini) düşünmek lâzım gelirse, bunu Bogos Nubar'la Şerif Paşa değil, Devlet–i Aliyye düşünür.

"Hülâsa: Kürtler, bu hususta kimsenin tavassut ve müdahalesine muhtaç değildirler." (2)

Huzur ve barış için bazı çare teklifleri

Bir meselede "çare teklifleri"nden söz etmek, aynı zamanda birtakım sıkıntıların, problemlerin varlığını kabul etmek anlamına gelir.

Görülen problem ve çekilen sıkıntılar ise, lokal olmaktan ziyade geneldir. Yani, Türkiye'nin genelinde yaşanan sıkıntılar var ve bunlar farklı maksatlarla, farklı gruplarla irtibatlandırılarak adeta içinden çıkılmaz bir hale getirilmek isteniyor.

Bu önemli noktayı göz önünde bulundurarak, bazı çare tekliflerini burada sıralamak istiyoruz.

Birincisi:

Demokratikleşme ve insan hakları

a) Demokratikleşme çabaları: Demokratikleşmenin tam olarak sağlanabilmesi için tabuların mutlaka kaldırılması, yıkılması gerekmektedir. Demokrasilerde devletin resmî ideolojisi olamaz. Başta anayasa olmak üzere, T.C. kanun ve mevzuatı, tabulardan arındırılarak demokrasiye uygun bir hale getirilmeli. Bunun sağlanabilmesi için mutlak surette serbest, hür ve yaygın bir tartışma ortamının oluşturulması gerekir.

Demokratik ve insanî yollarla yapılacak her mücadelenin, neticeye götürücü bir basamak; topluma da şuur ve dinamizm kazandıran en verimli bir metot olduğu ise, gün gibi aşikârdır.

b) Temel insan hakları: Terör örgütleri "insan hakları" diye bir şey tanımaz ve ona riayet etmez. Fakat bir devlet, bu temel hakları tanımak, gözetmek ve ona mutlak surette uymak durumunda.

Düşünce farklılığı, insanlığın yaratılışında ve tabiatında var. Dünyanın her yerinde her hükûmette, hatta her devlette muhalifler bulunur. Asayiş ve emniyete ilişmemek şartıyla, bir kimse kabul ettiği ve savunduğu bir fikir sebebiyle mesul tutulamaz ve tutulmamalı.

Hükûmet ele bakar; kalbe bakmaz. Bir kimse genel nizamı bozan bir fikri taşısa bile, bunu eyleme sokmadıkça mesul olmaz ve olmamalı.

Şiddeti doğuran sebeplerden biri de inanç ve düşünce yasağıdır. Onun için, mânevî zincirler çözülmeli ve toplumu ayakta tutan değerlere önem verilmeli. Halkın dinî inanç, örf, adet, gelenek ve göreneklerini rahatça yaşayabileceği ortam kâmilen sağlanmalı ve bunların önündeki engeller bütünüyle kaldırılmalı.

Ferdin hukukuna büyük önem verilmeli. Halka hürmet ve merhamet gösterilmeli, topluma şefkatle yaklaşılmalı, böylelikle huzur ve asayiş temin edilmeli.

(Çare teklifleri devam edecek)

...................................

(1) Sebilürreşad, sayı 461, 4 Mart 1336/1920.

(2) Agg; ayrıca İkdam, 7 Mart 1920.

04.07.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

İspat ve ispat çeşitleri


A+ | A-

İspat nedir? Kaç türlü ispat vardır? İspat ve izahın, hikmetle çağırmanın ölçüleri nelerdir?

İspat; doğruyu delil göstererek ortaya koymak, hakikati bilmeyenlere kesin bilgiyle, delille anlatıp izah etmektir. İspat tamamen akılda cereyan eder. “İstidlâl” denen bu metot, bir delile dayanarak netice çıkarmak, sonuca varmak, muhakeme etmektir. Yani zihnin eserden müessire veya müessirden (tesir edenden, yapandan) esere intikalidir.

Meselâ ateş varsa duman; yazar-usta varsa eseri vardır. Buna “bürhan-ı limmî” de denir. Fakat her zaman geçerli olmayabilir...

Eserden müessire yapılan istidlâle, “bürhan-ı innî” denir. Duman varsa ateş, kitap varsa yazarı, resim varsa bir ressamı vardır... Bu, birincisine göre şüphelerden daha salim ve daha sağlamdır.

Birkaç çeşit ispat metodu vardır:

a) Talili (tedüktif): Akıl yürüterek olur. Yani ispatı istenen şey, önermeyle önceden doğruluğu ispat edilmiş veya doğru olarak kabul edilmiş iddia (önerme) için zorunlu olan bağı kurmaktır. Matematikteki ispat bu türdendir.

b) Tecrübî ispat: İspatı istenen iddiânın tecrübe dünyasında ifadesidir. Meselâ suyun normal şartlarda 100 derecede kaynadığını fiilen tecrübe edip anlatmak veya bir kişinin 200 kiloyu kaldırabileceğini göstermesi gibi...

Bunun da yanılma payı vardır. Çünkü ölçü âletleri de değişkendir ve sonucu etkilediğinden tam itimada şayan değil. Meselâ suyun sıcaklığını ölçen termometreyi su kabına daldırdığımızda gerçek sıcaklığı ölçmeyiz. Zira termometrenin sıcaklığı da suyun ısısına karışır.

c) Mantık ilminde, “kaziye-i makbule” denen “büyük zatların sözlerini delilsiz kabul etme”nin yanında, “bürhan-ı yakînî” diye tabir edilen kesin mantıkî, ilmî, tecrübî delillere dayanan bir ispat yolu 1 daha vardır.

d) Vicdana, sezgiye dayalı ispat: İman esaslarını yalnızca tecrübe ve ilmî meselelerle kabul etmek kâfi değil. Belki, kalbî, ruhî, halî (batınî, içe bakış) hususlar da serdedilmeli ki, insan yüksek marifete ulaşabilsin... Bacon, imanı birinci sıraya, tecrübeyi ikinci sıraya alarak, tecrübenin yanında bir de batınî tecrübeyi kabul eder.2 Bunu biraz daha açarsak:

• Yaratılış yalan söylemez. Meselâ bir çekirdekteki gelişme meyli “Sümbülleneceğim, meyve vereceğim,” bir yumurtadaki hayat meyli “Piliç olacağım,” bir avuç su donarak genişler ve “Fazla yer tutacağım” şeklindeki meyelanları ve aynen meydana gelmeleri, İlâhî iradeden gelen evamir-i tekviniyenin (kevnî işlerdeki oluşların / işlerin / emirlerin) tecellîleridir, cilveleridir.

• İnsanlığın beş zahirî duyu ve duygusunun yanında, gayb âlemine açılan pek çok penceresi var. Şuuruna varılmayan pek çok hissi var. İşitme, görme, tat alma duygusu olduğu gibi, sâika (sevk eden, götüren, sürükleyen) “altıncı doğru bir duygu” vardır.

Bir de, şaika (şevkli, istekli, arzulu bir his) diye isimlendirilen “şimşek gibi yedinci bir duygu” bulunmaktadır. Bu şevk ve sevk yalan söylemez, yanlış gidemez. Fıtrat (yaratılış) ve vicdan, yalan söylemez... Hads—ki, şimşek gibi sür’at-i intikaldir—daima onu tahrik eder. Hadsin muzaafı (kat katı, iki misli) olan ilham, onu daima nurlandırır. Meylin muzaafı, arzu ve onun muzaafı olan iştiyak ve onun muzaafı olan İlâhî aşk, ona daima3 hakikati söyler. İnsandaki tapınma, teşekkür, duâ ve ibadete olan meyli, hakikî bir cazibedarın cezbiyle, yani çekimiyledir. Çekim varsa, bir cazibedar var demektir.

Dipnotlar:

1- Hizmet Rehberi, s. 31. 2- Prof. Dr. İrfan Yılmaz vd., İlim ve Din, İst., 1998, c. 1, s. 268. 3- Mesnevî-i Nuriye, s. 214-215.

04.07.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Rifat OKYAY

Keşke aynalar hep bizi gösterse!..


A+ | A-

Çalışmayı sırtımıza alırsak nasıl ki dilencilik yükünden kurtuluruz, öylede okumayı sırtımıza değil elimize alırsak akıl ve fikir dilenciliğinden kurtuluruz...

Başkalarının ağzına bakmak, dilinden dökülecekleri beklemek nereye kadar... Bize ve aklıselim sahibi herkese yakışan önem verdiğimiz, kıymetlidir, ehemmiyetlidir dediğimiz konuları, mânâları bizatihi kendimizin özenle ve dikkatle okuyarak, araştırarak ve anlayarak öğrenmesidir.

Enenin zirvelerinden inerek, düz ovada nefsimizin burnunu inatla ve ısrarla yerlere sürttürebilmeliyiz... Bu ise ancak okuyarak ısrarla ve büyük bir istekle kendimize; akıl, ruh, kalb ve sır ile bütün lâtifelerimize hitap edecek şekilde müdakkikane, ciddî bir mütalâa ile düşünce ve fikir babında nefis ve şeytanımızı susturmakla olabilir.

Herkes başkalarına bakıyor. Başkalarından meded bekleyecek halde kendisini görüyor. Evet başkalarından yardım beklenir. Başkalarıyla başa gelenler ve yapılacak işler paylaşılır. Ancak evvela insan ve Müslüman olarak kendi üzerimize düşen görevleri, vazifeleri yapmalıyız, yerine getirmeliyiz...

İnsanların üzüntülerine, Müslümanların hüzünlerine genel olarak baktığımız zaman, hep başkalarının üzerinden değerlendirmeler ve hükümlere varıldığını görüyoruz. Dünya işleri için ve asıl olarak da ahiret ve ahirete dair işler için insanların ve Müslümanların kendileri noktasından bir kaygılarının, düşünce ve değerlendirmelerinin olmadığını görüyoruz... Üzünülecek ve aslında ağlanılacak esas önemli noktalar da bunlar oluyor zaten...

Şimdi kaybettiklerimize ah vah etmek zamanı da değil elbette. O zaman bize hemen ve acilen gerekli olan istikbale, geleceğe ümitle, iman nazarı ve kuvvetiyle, aşkla şevkle bakmamız ve okuma, çalışma, koşturma gayretlerimizi sergilememiz gerekmektedir. Bu işin en birinci ve sonuncu desteği, sonuca götürücüsü, bağlayıcısı ise BİSMİLLAH diyerek okuma ve mütalâa çalışmalarına başlamamızdır.

Aysbergleri eritmeye veya dağları devirmeye formüllü çağrılar, dâvetler yapmıyoruz... Sadece ve sadece kendimize, nefsimize okumaya, anlayarak ve severek okumaya bir gayret ve çalışmada bulunmaya çağırıyoruz...

İstek ve gayret bizden tevfik ve muvaffakiyet Allah’tan.

Bu yolda başarılı olmak niyet ve dileğiyle İnşaallah.

04.07.2009

E-Posta: [email protected]



S. Bahattin YAŞAR

Pozitiflik bir düşünce dönüşümünün mükâfâtıdır


A+ | A-

İnsanın pozitif veya negatif

oluşunu, tercihleri belirliyor

İnsan, sürekli bir duygu ve düşünce hareketliliği içerisindedir. Böyle olunca an be an değişkendir. Bir ânında, bir başka duygu ucunda bulurken, başka bir ânında, diğer başka bir duygu ucunda bulunabilmektedir. Yani sürekli bir iniş ya da çıkışlar silsilesi yaşar durur. Günün sonuna gelindiğinde, adeta günün raporu alındığında, gün boyunca hayatının kaçta kaçını negatif unsurlar, kaçta kaçını pozitif unsurlar oluşturmuşsa, insan ona göre şekillenir.

Tabiî günler haftaları, haftalar ayları kovalıyor derken yıllar ortaya çıkıyor. Kişinin geldiği yaşındaki duyguları böyle bir ortalamanın içinden çıkıp gelmektedir. Yani gün boyunca, şiddet gören, itilen, adam yerine konmayan, yadırganan kişiler, dışarıdan gelen bu uyarıları kendileri de kabullenerek, içine saklandıkları bir kabuk oluştururlar. Bu, bir yıkımın resmidir. Ertesi gün bir yapım, tamir ameliyesi yapılmamışsa bu insan diğer güne yıkım içerisinde girmiş demektir. Negatif başlayan gün ve o günün de negatif etkileşimleri, kişiyi biraz daha bu kabuğu kabullenmeye itecektir.

Günlerin, ayların, yılların böyle bir tortu oluşturduğu insan, haliyle çok büyük bir yıkım ve çöküntü içerisinde, kendisine ve çevresine her an çok ciddî zarar verebilecek pozisyondadır.

Kişinin gün içindeki davranış tercihlerinin altında pek çok sebepler bulunmaktadır. Bunların başında ise, davranış geliştirdiği kişi ya da kişilere karşı olan tutumu; o kişi ya da kişilerin, bu insanda ortaya çıkardığı duygu olmaktadır. Bu duygunun en bilineni ise, sevgi ya da sevgisizliktir. Yani insan sevgi taşımadığı bir kişi ya da şeye karşı, olumlu ve yapıcı bir adım geliştiremeyecektir. Ama sevdiği insana veya eşyaya karşı ayrı bir anlam yükleme içerisinde olacaktır.

Kendini önemsemeyen,

kendiyle ilgili olan

şeyleri de önemsemez

İnsanın hayatı ve hayattakileri sevebilmesi, önce kendisini sevmesi ile alâkalıdır. Kendisini sevmeyen bir insanın, kendisiyle alâkalı olan unsurları da sevmesi beklenemez. Oysa kendisini seven insan, kendisiyle olan her şeyi de sever. Kendi hayatına temas eden her şeye ciddî ilgi duyar. Hatta kendisinde sevilmeye lâyık unsurları düşündüğünde bu unsurları kendisine Veren’i de sevmeye başlayacaktır. Çünkü insan ihsanın kölesidir. En büyük ihsan da Cenâb-ı Haktan olduğundan O’na karşı bir perestiş başlayacaktır.

Onun içindir ki, insan değerliyse, onunla ilgili olan her şey de değerli kabul edilecektir. Ama kendini değersiz gören bir insan, üzerindeki harika nakışları da okuyamayacaktır. İnsan değerliyse, o insanla ilgili her şey de değerlidir. İnsan değerliyse, o insanın konuşmaları, giydikleri, kullandığı eşyalar, gittiği mekânlar anlam kazanır hale geliyor. Yani Yunus Emre, büyük olduğu, değerli olduğu için; onun hayatına temas etmiş her şey değerli hale gelmiş; ayağına giydiği çarığı, üzerine giydiği yeleği önemli hale gelmiştir. Ama şurası önemlidir ki, bunların hiçbirisini Yunus Emre kendisini önemli gördüğü için yapmamıştır. Kendini beğenmemiştir. İnsan olmak, ihsana mazhar olmak olduğundan, insan kendini, O’nun isimlerine mazhar olduğu için önemsemeli. Sahip olduklarını temellük olarak değil, emanet olarak verilmiş olduğu düşünülerek değerlendirilmelidir.

İnsan kabul etmelidir ki, çok kıymetli cihazat ve ehemmiyetli programla donatılmıştır. O zaman bu öylesine bir cihazat aktarımı ve amaçsız bir program yüklenmesi değildir. Bu cihazat ve program, bir amaç doğrultusunda, bir hedefe dönük olarak insana verilmiştir. İnsan bu cihazat ve programları veriliş amacı doğrultusunda kullandığında, yaratılış amacına uygun bir insan modeline ulaşmış olur. Aksi halde insan, amacı dışında kullanılan cihazat ve programlar sebebiyle insanlık dışı pek çok durum ve hallerle karşılaşabilecektir. Dolayısıyla hem kendine hem de çevresindeki insanlara ve varlıklara negatif bir ruh hali yansıtacaktır. Bu ise insana yakışan bir tutum olmayacaktır.

Pozitif olmak bir düşünce

dönüşümünün sonucudur

Her insan, pozitif bir iç ve dış yapıya sahip olmak ister. İnsanın sahip olduğu cihazat ve programlar buna müsaittir ve hatta bunun için insana bu programlar verilmiştir.

Pozitiflik, bir sonuçtur. Kişinin iç dünyası ile dış dünya arasındaki uyumunu ve sağlıklı ilişkiler ağını ifade eden bir tesbittir. Her şeye hak ettiği değeri verme anlayışıdır. Her şeydeki sevilecek unsurları sevme ve takdir etme duyarlılığıdır. İncelik, güzellik, san'at ve düşünce içeren bir özel nakşın belirtisidir. Onun için pozitiflik, öylesine ortaya çıkan bir sonuç değildir. Kişinin maddî ve manevî rızıklarını, yani okudukları, dinledikleri, hissettikleri ve gözlemleriyle elde ettiği bir yoğunlaşma halidir. Zaten sürekli böyle bir arayış, ister istemez kişiyi, pozitif enerji kaynaklarına çekecektir. Her şeydeki pozitif unsurlar daha çok göze görünmeye başlayacaktır.

Düşünün ki, bir çiçeği sevmek, bir kelebeği tefekkür etmek, gökyüzüne şöyle bir seyir yapmak bile insanın pozitif bir enerji ile yüklenmesine vesiledir. Çünkü, dış dünyadaki san'atlı, hikmetli, faydalı yaratılanlar, kendileri bir enerji kaynağı olarak okundukları zaman, okuyana, bu enerji ortaya çıkıyor. Aksi halde onlar yine enerji kaynağı olarak var olurlar, ama insan bu enerjiden istifade edemez, hatta bu dönüşüm onu ilgisizliği dolayısıyla çarpacaktır.

Pozitiflik mutlu

bir sonuçtur

İnsan, yaşadığı âlemde neye yoğunlaşırsa, onun sonuçlarıyla karşılaşır. Hangi kapıyı çalarsa insan ve neyi ararsa, o aradıkları ve kapısını çaldıklarıyla karşılaşması beklenen bir sonuçtur. Yaşamak insana tanınmış bir fırsattır. Bu fırsatı, negatiflikleri bile olumlu sonuçlara dönüştürerek, -ki, küfür ve dalâlet dışında hiçbir şey tamamen negatiflik içermez- maddî ve manevî olarak kazançlı çıkmak insan için mümkündür. Dünya fırsatını, ebedî bir kazanca dönüştürmek yine insanın elinde olan bir şeydir.

04.07.2009

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

Şimal Cereyanı veya Kemalizm…


A+ | A-

Şu yazımızdaki “Şimal cereyanı” tabirine yüklenmiş mânâların mahiyetlerini merak edenler, Bediüzzaman Hazretlerine müracaat etsinler. Anadolu'yu ahirzamandaki dinsizlik tufanında “Cebel-i Cûdi” hükmüne getiren Risâle-i Nur'un yazıldığı coğrafya'nın Kuzeyindeki coğrafyalara dikkat gerekiyor. Normandiya'dan Avrupa ile Asya'yı kuzeyden ayıran Ural çizgisine kadar şimal coğrafyasını uzatabilirsiniz. 19. ve 20. yüzyıl Avrupa'sını ve dolayısıyla dünyayı herc ü merce getiren fitnelerin, kaosların, ihtilâl ve çatışmaların fikrî alt yapısını oluşturan dinsiz felsefenin dehavarî zekâları bu geniş ve düz tarlalarda yetişmişler, “Maddîyyun taununun” öldürücü zehre inkılâb ettirdiği bu istidatların düşünce ve teorileriyle, insanlık iki asra yakındır zakkum yutmuşcasına kıvranıyor. Kral Marx'dan Darwin'e, Sigmund Freud'dan Leo Troçki'ye; I. ve II. Frankfurt Mektepleri mensuplarından Latin Amerika eşkiyabaşısı Kissinger'e, Bağdat kasabı Paul Wolfowitz'den çalıntı rüşvetlerle sefahat, dinsizlik ve kaosu dünya üzerine dağıtan Georg Soros'a kadar… Belki de milyonları bulan söz konusu tarlanın meyveleri “semm-i katil” gibi insanlığı ve semavî dinleri tar u mar ettiler…

Daha önceki yazılarımızda “Şimal cereyanı”nın fikrî çerçevesini vermeye çalışmıştık. Okuyucularımızın tekrardan sıkılmamaları için o bahse girmeyeceğiz. Yalnızca; inkâr-ı Ulûhiyet dediğimiz Allah'ı inkâr, geleneksel bütün insanî değerlere itiraz, dinsiz felsefenin parlattığı akıl ile “bâtılı hak gösterme” çabaları ve bu parlak cerbezelerle kitleleri fikren iğfal, aileyi ortadan kaldırma çabaları, insanlardaki “hürriyet” fikrini istismar ederek cemiyeti birbirine bağlayan bütün bağlarını imha, yine hürriyeti kullanarak istibdatları ikame ve cemiyetle mütemadî çatışmaları canlı tutma gibi tipik özelliklerin “şimal cereyanı mensuplarının” hususiyetlerinden olduklarını belirtmekte fayda vardır.

Avrupa'da bir kısım okumuşların ateşîn Kemalizm savunuculuklarına siz de şaşırmışsınızdır. Muhatabınız kulaktan dolma, belva-yı umumî veya yanlış bir kaynağa muhatap olmaktan mütevellid değil de; hazmettiği fikirlerle Kemalizm’i müdafaa ediyorsa, yanlış adreste değilsiniz: Karşınızda Şimal cereyanı var, demektir.

Evvelâ “Allah'a ve ahirete iman” düşüncesiyle istihza ile başlarlar işe… Muhataplarını baskın hissettiklerinde, hemen münafıklık formatına geçerler. Modernite'den dem vurarak eskiyi tümden yıkmaya koyulurlar, güçlerinin fevkinde hadiselerle karşılaştıklarında “makul siperlere” çekilerek kısmen “millî” geçinirler. İffetten, samimiyetten, vefadan, sadakatten, doğruluktan, tabiatla özdeşmiş san'attan, esas tarihten ve Allah'a ibadetten nefret ederler. Dehanın keramete yaklaşan “istidracî halleri”ni hem Kemalizm’de bulursunuz, hem de şimal cereyanında.

Doğruluk, dürüstlük, mertlik ve erkeklik her iki cereyanın mantalitesinde bulunmayınca; emniyet, yardımlaşma, paylaşma, sevgi ve hoşgörü dediğimiz toplum hayatının kalbini teşkil edecek gibi özellikler, her iki cereyanda pek barınmazlar. Her iki hareket mensuplarının ağzında; dindarlardan, sosyal etikçilerden, hümanist pedagoglardan ve kendilerine göre ruhlarını yıkmakla meşgul berahime rahiplerinden duyamayacağınız kadar müsbet tabir ve ifadeleri duyduğunuzda genellikle şaşkınlık duyarsınız. Bu nokta, fert veya toplum olarak insanlığın mağlûp olduğu dehşetli bir noktadır.

Kemalizm ile Şimal cereyanı mensuplarının en önemli yanları, her iki cereyanın da birer nemrutluk ve firavunluk yönlerinin her zaman ortaya çıkmasıdır. Ellerinden gelse, herkesi kendilerine secde ettirecek derecede egolarını kutsayan bu iki güruh; müsbet ilimleri, tarihi, san'atı, kültürel ve sosyal hayatları; enaniyetleri çerçevesinde dizayn etmeye kalkışırlar. Kemalizm'in ilk yıllarında, bin senelik Türk tarihini, dilini, harsını, san'atını, hayat tarzını ve inancını masa başındaki ekiplerce yüz seksen derece tersyüz etmesini; bolşevikliği örnek edinme olarak değerlendirmeyenler; Kemalizm’in mahiyetini anlayamazlar.

Türkiye'deki Kemalistler, arzularına “san'at” elbisesini giydirerek cemiyete lânse ederler. Bu ise, Kuzeyli dinsiz feylesofların öğretilerinden ibarettir. Mevcudu tahrip projesinin ismi “yenilikçiliktir, çağdaş yaşamdır veya modernitedir.” İşin en hazin bir yönü de bu iki projede çalışan elemanların kendilerini elit kabul ettiklerinden, çocukluklarından itibaren çok yönlü yetiştirilmiş olmalarıdır. Derd-i maişet diye bir kelime sözlüklerinde yoktur. Para kazanmak veya geçinmek için meslek edinmezler: Projeleri için gereken para, her zaman belli topluluklarda mevcuttur.

Bütün Avrupa dillerini, felsefesinin lüzumlu maddî fenleri ve tarihleri; küçük yaşlarda çok rahat şartlarda öğrenmişlerdir. San'at ve felsefe ile iştigalleri, diğer ilimlerden teneffüs vakitleridir. Teşvikiye, Nişantaşı veya Etiler'de zihnen yorulan çocuklar, Boğazın serin sularına bakan balkonlarda dinlenirler.

Şimal cereyanı İkinci Dünya Savaşını, Kemalizm ise İstiklâl Harbini bahane ederek her iki coğrafyanın tarihlerini arzularına göre yeniden yazdırmışlardır. Kendilerini işledikleri cinayetlerden milletçe kurtarmak için “koruma kanunları” çıkarmışlardır. Ayrıca korunmaya ve saltanatlarını devam ettirmeye yönelik geliştirdikleri “toplumsal çatışma teorisi” bir meşale gibi daima ellerinde yanar. Cemiyetteki sürtüşme ve çatışmalardan kuvvet alarak hükümranlıklarını sürdürürler.

Her iki cereyanın bütün dinlerin kutsallıklarına karşı olduklarını önce de söylemiştik. Sabrınızı taşırmadan müşahhas bir örnek daha arz edelim: Ayasofya'yı müzeye çevirenler, yalnızca İslâmiyet’ten intikam almıyorlar. Ortodoks dünyası da Ayasofya'nın cami olmasını istiyor, AB de… Zira Avrupa'da karşılıklı olarak kilise ve camilerde ibadet imkânı olduğundan, Yunanlılar da en az bizim kadar Ayasofya'nın ibadethane olmasını istiyorlar. Kemalistler, Heybeliada Ruhban Okulunu şimal cereyanı mensuplarıyla anlaşmalı kapatmışlardır.

04.07.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

TRT’de oruçlu çizgi film!


A+ | A-

TRT’de yayınlanan bunca ‘olumsuz yayın’a alkış tutup, ara sıra yer alan ‘olumlu yayın’lara ise ateş püskürenler var. Bu yayınlardan birinde ‘oruç’ övüldüğü için “TRT’de oruçlu çizgi film!” (yayınlandı) diye gammazlayanlar olmuş.

Arzu ederseniz önce ilgili habere bakalım: “TRT Çocuk kanalında sabah ve akşam yayın kuşağında yayımlanan ‘Arthur’ adlı çizgi filmde, orucunu bozan çocuğun ‘yüz karası’ olduğu mesajı verilmesi dikkat çekti. ‘Oruç tutmak, yemek yemek kadar kolay’ diyerek oruç tutmaya başlayan çocuk ilerleyen saatlerde açlığa dayanamayarak pizzayla orucunu bozunca gökyüzünde beliren kanatlı bir melek, ‘Artık küçük prensesim değilsin. Sana yüz karası diyeceğim’ diyerek çocuğu azarladı.” (Cumhuriyet, 3 Temmuz 2009)

Haberi veren gazete, bu durumu aynı zamanda ‘skandal’ olarak değerlendirmiş.

Ayrıntılar bir yana, çocuk ya da büyüklerin oruç tutması, oruç tutmaya teşvik edilmesi niçin skandal olsun? Elbette çocukların oruç tutmaları gerekmiyor, çünkü onlara ‘farz’ değil. Ama ilerleyen yaşlarda tutmaları için çocuk yaşlarda bu konuların anlatılması elbette faydalıdır. TRT’yi bu tavrından dolayı tebrik etmek gerekirken, hadiseyi ‘skandal’ olarak değerlendirmek mümkün mü?

Maalesef, Türkiye’de yaşanan çelişkilerden biri de şudur: Bir yandan insanların ‘iyi’ olması istenir, öte yandan da iyiliğin yolu kapanmaya çılışılır. Diyelim ki çocuklar oruç tutmaya teşvik edildi, büyüyünce de oruç tutmaya başladılar. Bunun ‘şeytan’dan başka kime / kimlere, ne zararı olabilir? Oruç tutan bir yetişkin ülkeyi mi böler, ekonomiyi mi krize sürükler? Ya da toplumda kargaşa ve kavgaya mı sebep olur?

Hatta ve hatta, oruç tutan bir ‘işçi’ o günlerde ‘öğle yemeği’ yemeyeceği için dolaylı olarak patronuna maddî kaynak bile sağlayabilir! O halde nedir bu oruç düşmanlığı?

Hadiselere tersinden bakanları görüp, tenkid edince de “Vah efendim, biz de Müslümanız. Müslümanlık kimsenin malı değil!” diyenler çıkar. İyi güzel de Müslümanlığınızı fiillerinizle ortaya koymanız ne olur? Oruç tutmak neticesi itibarıyla dinin bir emri değil mi? O halde hem bu emre karşı çıkıp, hem de ‘biz de toplumun huzurlu ve güvenli olmasını istiyoruz, biz de iyilik için çalışıyoruz’ demek mümkün olabilir mi?

Bu vesile ile çocuklara hitap eden çizgi filmlerin önemi bir defa daha ortaya çıkıyor. Keşke çocuklara dini ve diyaneti onların anlayacağı şekilde anlatan filmlerin sayısı artsa. Her gün TV’leri işgal eden çizgi filmlerin büyük bir çoğunluğu çocuklara şiddeti öğretiyor. Bu çok kötü... Asıl bunlara karşı çıkılması gerekirken, çocuklara oruç tutmayı ve dolayısı ile iyiliği tavsiye eden filmleri ‘skandal’ olarak görmeyelim.

Lütfen, iyilerden ve iyiliklerden ürkmeyelim. Aksine destek olalım ve teşvik edelim. İzlemediğimiz, ama çocuklara orucu anlattığını anladığımız bu çizgi film vesilesiyle TRT’yi tebrik eder, bu anlayışın yıl boyu, bütün film ve çizgi filmlere yansımasını temenni ederiz.

04.07.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Dönüyoruz dönüyoruz, aynı noktaya geliyoruz


A+ | A-

Meclis 1 Ekim’e kadar tatile girdi. Fakat Meclis Başkanı Köksal Toptan’ın görev süresi 5 Ağustos’ta dolacağı için yeni başkanı seçmek amacıyla 4 Ağustos’ta tekrar toplanacak. TBMM Başkanlığı için başvurular, 30 Temmuz Perşembe gününden 3 Ağustos Pazartesi saat 24.00’e kadar Başkanlık Divanına yapılacak. Meclis Başkanı seçiminin birinci ve ikinci turları 4 Ağustos Salı günü, ilk iki turda seçilmemesi halinde üçüncü ve dördüncü turlar ise 5 Ağustos Çarşamba günkü birleşimde gerçekleştirilecek. Bundan sonra “tatil” devam edecek. Ancak siyasette yaşanan gelişmeler dolayısıyla daha öncede toplanabileceği söyleniyor.

Meclis tatile girmeden, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, “Temmuzda tatil-matil yok, yola devam… Biz şu anda belirlediğimiz kanunları çıkartıncaya kadar tatil bize haram olsun” demesinden sonra yoğun bir çalışma içerisine girmişti.

Bakanlar Kurulu’nun hafta başında yaptığı toplantının ardından açıklama yapan Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, Meclis’in bu dönemde yaptığı çalışmaları istatistikî olarak açıklarken, “verimli bir dönem” geçirildiğini, 23. dönemde 233 kanun çıkarıldığını söylemişti. Türkiye 22 Temmuz seçimlerinden bu yana sun’î gündemlerle meşgul ediliyor. Bu yüzden, hükümetten beklenilen birçok kanunda önümüzdeki döneme kalmış durumdu.

Öncelikle sivil bir anayasa yapılacağı söylenmiş, bu yönde bazı çalışmalar yapılmıştı. Ancak iki yıldan bu yana Meclis’e getirilebilmiş değil. Uzunca bir süredir bir kanun çıkarılmak istendiğinde “anayasaya aykırı” olduğu gerekçesiyle demokratik açılımlar sonuçsuz kalıyor.

* * *

Buna en son örnek, Meclis’in son çalışma gününde çıkarılan “askerlerin de sivil mahkemelerde yargılanmasına ilişkin” kanunda görüldü. Çıkarılan değişikliğinin anayasaya aykırı olduğu iddia ediliyor.

Emekli askerî hâkim Dr. Ümit Kardaş, yargıda çift başlılığın önlenmesi gerektiğini söylerken, başta Avrupa ve Afrika ülkeleri olmak üzere dünyada askerî yargının sivilleşme yoluyla tamamen kaldırılması uygulaması ve eğiliminin giderek yaygınlaştığına dikkat çekiyor. Söz konusu CMK değişikliği için de “İvedilikle anayasanın askerî yargı başlıklı 145. maddesinin tamamen kaldırılması zorunludur. Ayrıca ceza yargısı alanında çift başlılığa sebep olan ve 156. maddede düzenlenen Askerî Yargıtay’ın (...) kaldırılması gerekmektedir. Bu yapıldığı takdirde ancak ordu kendi görev sınırları içine çekilebilecek, askerler de tabiî hakimleri olan sivil hakimler önünde yargılanabilecektir. Böylece demokrasi ve hukuk devletine doğru bir kapı açılabilecektir” diye yorum getiriyor. (Zaman, 1.7.2009)

Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker de “Askerî Yargıtay sivil Yargıtay’la birleşsin” teklifini dile getirirken bir de bilgi veriyor. Askerî Yargıtay gibi bir kurumun hiçbir Batı ülkesinde olmadığını, yargı birliği açısında da askerî ve sivil yargıtayın birleşmesi gereğini ifade ediyor. (Hürriyet, 2.7.2009)

Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk ise daha çarpıcı açıklamalarda bulunuyor: “Komutanlarına bağımlı oldukları için askerî yargıçlarımızın mutlak bağımsız olduğu düşünülemez. Yargıcın sicil amiri komutandır” diyor.

Hukukçular, meselenin daha iyi anlaşılması içinde polis için ayrı, devlet memurları için ayrı mahkemeler olmadığı gibi askerler için de ayrı mahkemelerin olmaması gerektiği üzerinde duruyorlar.

Cumhurbaşkanı Gül ne yönde karar verecek bilemiyoruz, ama imzalarsa değişikliğe Anayasa Mahkemesi yolu gözüküyor. Ondan sonra da günlerce bunu tartışırız!

* * *

Bütün bunlar dikkate alındığında bir gerçek ortaya çıkıyor. Bu da yeni anayasa hazırlanması gerektiği... Çünkü, dönüyoruz dönüyoruz yine aynı noktaya geliniyor, meseleler kitlenip kalıyor. “Bir ülkenin tek yargısı olur” görüşünde herkes hemfikir olmasına rağmen, tek kelimelik bir değişiklikte dahi ihtilâl anayasası öne sürülüyorsa başka da çare kalmıyor.

Bütün bu tartışmaları bertaraf etmek için de, Meclis’in yeni dönemde yeni bir anayasa hazırlığı ile işe başlamasının ne kadar gerekli olduğu ortaya çıkıyor. Bu yapılmazsa önümüzdeki dönemde de sun’î tartışmalar sürecek, demokratikleşme yolunda adım atılamayacaktır. Böyle olunca da AB süreci sekteye uğrayacaktır.

Sivil anayasayı sık sık gündeme getiren ve uzlaşma komisyonu kurmak için çaba sarfeden TBMM Başkanı Köksal Toptan’ın “en büyük hayali” olarak söylediği “sıfırdan bir anayasa” gelecek dönemde hayal olmaktan çıkarılıp, gerçekleştirilmesi gerekir. Bunu yapacak olan da Meclis’tir… Yeter ki, irade olsun.

04.07.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Rekor krize âcil tedbir…


A+ | A-

Derin darbe ve “belge” tartışmaları hengâmesinde açıklanan resmî ekonomik rakamlarla Başbakan’ın “ulusa sesleniş”inin aynı güne denk gelmesi, Türkiye’de gündemin ne denli çarpıtıldığının bâriz bir örneği oldu.

Başbakan’ın televizyonlarda, ekonomik göstergelerin krizin etkilerinin yavaş yavaş azaldığını gösterdiğini söyleyip “pembe tablolar” çizdiği bir sırada, TÜİK’in İkinci Dünya Savaşından bu yana görülmeyen 13.8 küçülme raporu, bütün çarpıcı gerçeğiyle ortada.

Böylece ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Babacan’ın haftalar önce, “En kötü dönemi geride bıraktık” iddiasını da daha baştan boşa çıkarıyor.

Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin, savaş yıllarını hatırlatan ekonomik daralma, rekor işsizlik ve sanayi üretiminin durma noktasına gelmesiyle açıkladığı ihracattaki büyük düşüş tesbiti, bunun bir başka “belge”si. Türkiye’nin 2009 yılı Haziran ayı ihracatının, geçen yılın aynı dönemine oranla yüzde 32,78’lik düşüşü, iş âlemini tedirgin ediyor.

Ekonomistler, üstüste iki çeyrek yılda küçülmeye uğrayan ekonominin artık teknik olarak resesyonda olduğunu belirtiyorlar. Dünyada en çok daralan üçüncü ülke olarak, hükûmetin hâlâ umut pompalaması yerine, ciddî ve zamanında tedbirler almasının gereğini bildiriyorlar…

“KÜRESEL KRİZ”

MÂZERETİ GEÇERSİZ…

Gerçek şu ki ekonominin durumunu her fırsatta geçmişteki “ekonomik krizleri” ve özellikle Ecevit Başkanlığındaki 28 Şubat postmodern darbe sürecinin son siyasî aktörü Anasol-M hükûmeti zamanında patlak veren krizle kıyaslayan Başbakan Erdoğan’ın bu mukayesesi de anlamını yitirdi.

Aslında AKP siyasî iktidarı, Anasol-M döneminde “ekonomiyi düzeltmek” için Amerika’dan getirilen Kemal Derviş’in programını aynen uyguladı. Derviş’in “15 günde 15 yasa” diye koalisyon hükûmetini “ikna” ederek çıkarttığı, içinde tarımı, köylüyü ve çiftçiyi bitiren “şeker ve tütün yasaları”nı aynen devam ettirdi.

Ne var ki yedi yıldır her krizin ardından görülen “toparlanma”yı “ekonomide başarılı politikalar” diye lanse eden AKP hükûmetlerinin sürdürdüğü “Derviş’li ekonomi politikaları”, hiç beklenmedik bir biçimde, dıştan esen “küresel kriz” rüzgârıyla yeniden duvara tosladı.

Doğrusu, “küresel kriz” mâzereti de gerçersiz; çünkü krizin kaynağı ABD’de ekonomi ancak yüzde iki buçuk küçülürken, birçok ülkede yüzde beş dolayında kaldı. Çin, Hindistan ve Endonezya gibi ülkelerde ise büyüme rakamları devam etti.

Sanayiciler bunun çok vâhim bir durum olduğunu belirtmekteler. Zira yüzde 25.4 ile ticaret sektöründe yaşanan daralmayı, yüzde 18.5 ile sanayi sektörü takip etti. Yüzde 10.8’le tek büyüyen sektör ise bankacılık oldu…

2008’in son çeyreğinde yüzde 6.2 küçülen ekonominin dolar bazında yüzde 30’lara varan daralmayla dibe vurması, her kesimi ve bilhassa yoksulluk sınırındaki geniş halk yığınlarını endişelendiriyor.

O denli ki memur, işçi ve emekli gibi ücretli kesime yapılan altı aylık zamlar, artık piyasaların durgunluğuyla açıklanan düşük enflasyon rakamlarının karşısında bile komik kalıyor. Türkiye Kamu-Sen’in, “2009 yılının birinci 3 aylık diliminde yüzde 13.8 oranında eridik” yakınması ise bunun bir diğer ifâdesi.

KRİZİN FATURASI BÜYÜMEDEN…

Bilindiği gibi, bugünkü 13.8 küçülmeye karşılık, koalisyon partilerini sandığa gömen 2001 krizinde Türkiye ekonomisi 5.7 küçülmüştü. Ekonominin İkinci Dünya Savaşı esnasında ekonomi ancak yüzde 15.3 küçülmesine mukabil, bugünkü tabloyu değerlendiren uzmanlar, günümüzde yaşanan rekor gerileme ile krizin faturasının ağır olacağını uyarmaktalar.

Bu hususta, öncelikle AKP hükûmetinin ekonomiden sorumlu eski Bakanı Abdullatif Şener, “AKP hükûmetini ekonomide dünyanın en başarısız hükûmeti” olarak nitelendirmesi anlamlı.

13 milyon insanın yoksulluk sınırının altında yaşadığına dikkat çeken Şener, krizin Türkiye’yi “teğet” geçmediğini tam damardan girdini belirtiyor.

Keza önceki Maliye Bakanı Unakıtan bile, yine bildik uslûbüyle vaziyetle istihza ediyor; “Kriz her halde Başbakan’ı teğet geçti” cümlesiyle krizin ekonomiyi vurduğunu itiraf ediyor.

Şüphesiz krizlerin demokrasiyle yakından ilişkisi var. Ekonomideki küçülmeden son 54 yılın rekorunu kıran siyasî iktidarın Türkiye’nin global krizin etkilerini en kısa zamanda bertaraf edecek ve piyasalara güven verecek iktisadî politikalarla demokratikleşmeyi birlikte yürütmesi ve âcil tedbir alması gerekiyor.

Gecikmeden, oyalamadan ve krizin faturası daha da büyümeden…

04.07.2009

E-Posta: [email protected]



Umut YAVUZ

İki ateş arasında ölmek


A+ | A-

Tarih boyunca masumlar hep iki ateş arasında kalmışlardır. İki ateş arasında ölen milyonlarca masum hayatla birlikte, yitip giden umutlar ve yarınlar olmuştur.

Modern zamanlarda da durum pek farklı değil. Daha 50-100 yıl kadar önce Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında milyonlarca insanı kaybettik. Geçtiğimiz günlerde komşumuz İran’da da bir masum kalbinden vurulup can verdi. Babasının kollarında can veren Nida’nın son anlarını gösteren video, bütün dünyada izlenme rekorları kırdı. Kızcağızın gözlerindeki o bakışı görenler belki ömürlerinin sonuna dek unutmayacaklar. Daha 16 yaşındaki Nida adlı bu kız, İran’da iktidarla muhalefetin ateşi arasında yitip gitti. Tahran sokaklarında ölen yüzlerce insan gibi.. İran’ın komşusu Irak’ta da ABD önderliğindeki işgalciler ile bunlara direnen gruplar arasındaki ateşe hergün onlarca masum ölüyor. İran yönetimi Nida’yı CIA’nın öldürmüş olabileceğini iddia ediyor. Onlara göre amaç da protestoları kışkırtarak rejim aleyhinde bir harekete dönüştürmek. Nitekim Nida, İran’da protestoların sembolü hâline geldi. 16 yaşında bir genç kız... Kimin öldürdüğü çok da önemli değil. İki ateş arasında öldü...

Onunla aynı kaderi paylaşan bir başkası da ateşin hiç sönmediği Gazze’de... Gazze Şeridi ile İsrail sınırında, İsrail askerleriyle Filistinli direnişçiler arasında çıkan çatışmanın ardından Filistinli kaynaklar, İsrail ordusunun tank ateşinde 17 yaşında bir genç kızın öldüğünü bildirdiler önceki gün. İsrail ordusu ise Filistinlilerle çatışmayı doğrularken, tank ateşi açılmadığını kaydetti. İsrail ordusu yetkililerine göre, kız Filistinlilerin attığı havan topu mermilerinden dolayı ölmüş. Ölen kızın 24 yaşındaki kardeşinin de; evlerinde, isabet eden bir şarapnel parçasıyla yaralandığı bildirildi.

Filistinli kaynaklar, İsrail tarafından tank ateşi açıldığında ısrar ederek, söz konusu evin harap olduğunu, bir havan mermisinin veya bir ev yapımı roketin bu denli bir harabiyet veremeyeceğini kaydediyor.

Bu olayda da Gazzeli bu kızı kimin öldürdüğü çok da önemli değil. Zira bu sadece bir detay. Neticede kız iki ateş arasında öldü...

Dediğimiz gibi masumlar hep iki ateş arasında ölüyorlar. Bu ateşi tutuşturan taraflar için ise ölü sayıları sadece bir istatistiğin ötesine geçmiyor. Gazetelerde de şöyle başlıklar görüyorsunuz: “Irak’ta, Haziran ayında ölüm oranları yüzde 40 azaldı”, “Gazze’de, son bir yılda 3 bin kişi öldü”, yahut “İran’da, protestolar sebebiyle ölenlerin sayısı 200’e yaklaştı”...

Kimisi için istatistik, kimisi için ise çarpıcı bir başlık... Ancak ateş düştüğü yeri yakıyor. Masumlar da hep iki ateş arasında ölüyor. Birleşmiş Milletler’in ise ölenlerin istatistiğini tutmak yerine ateşleri söndürmeye çalışması gerekiyor.

04.07.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.