06 Temmuz 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Mehmet C. GÖKÇE

Duânın gücü


A+ | A-

Kur’ân-ı Kerim, Hz. Peygamber’e verilen mu’cizelerin en büyüğüdür. Malûmdur ki, Yüce Allah, görevlendirdiği bütün peygamberlerine, kendi dönemlerinde makbul olup revâçta olan bir olgunun benzerini mu’cize olarak vermekte ve söz konusu peygamberini böylece takviye etmektedir.

Başka bir deyimle, vazifeli peygamberin çağdaşları ne ile meşgul olup neden anlıyorlarsa, Yüce Allah o dönemdeki peygamberine o nev'î mu'cize vermekte ve muhataplarının dikkat ve ilgilerini çekmeye çalışmaktadır. Meselâ, Hz. İsa (as) zamanında insanlar, önceki dönemlere oranla tıbbî hadiselere daha çok ilgi duyduklarından Hz. İsa’ya (as) verilen mu'cizeler, ağır hastaların onun duâsıyla şifa bulması; ölülerin geçici bir süre için de olsa canlanması vb. tıbbî vak'aları andıran mu'cizelerdir. Nitekim Hz. Musa’ya (as) verilen âsâ mu'cizesi de işleri-güçleri sihir olan o zamanki insanları âciz bırakmıştır.

Edebiyat, belâgat ve şiirle uğraşan, Hz. Muhammed (asm) Efendimiz’in döneminde yaşayanlara karşı en büyük mu'cize de, Kur’ân-ı Kerim olmuş ve onlara meydan okumuştur.

Kur’ân-ı Kerim’in pek çok özelliğinin üzerinde durmak gerekir. Öğrenilmesi, okunması, mesajları, bizden istedikleri, sözlerinin özelliği, kelime ve cümle yapısı, âhengi ve diğer yönleri kitaplara bile sığmayacak açıklama ve izahlar gerektirmektedir.

Elimizdeki Mushaf’ın ilk sûresi olan Fatiha Sûresi, adeta Kur’ân’ın özü ve özeti mahiyetindedir.

114 sûrenin ilki olan Fatiha, tıpkı diğer sûreler gibi sonsuz rahmet ve merhamet sahibi Allah’ın Yüce ismiyle başlamakta ve O’nun bu özelliği ilk sözün başında şöylece vurgulanmaktadır:

“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla…”

Yedi âyetten ibaret olan bu sûrenin ikinci âyetinde ise:

“Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur” buyrularak, ezelden ebede her türlü şükür, minnet ve övgünün O’na ait olduğu belirtilmektedir.

Üçüncü âyette yine Yüce Allah’ın rahmetinin bütün varlıkları kuşattığı; bütün yaratıklarının her türlü rızkını merhametiyle yetiştirdiği; mahlûkatına karşı son derece şefkatli ve merhametli olduğu gerçeğine vurgu yapılarak:

“O Rahman’dır… O Rahîm’dir” denilmektedir.

Dördüncü âyette ise haşir ve kıyamet gününe dikkat çekilerek adeta o güne hazırlıklı olunması gerektiği mesajına yer verilmekte ve şöyle buyrulmaktadır:

“O hesap gününün sahibidir”… Böyle bir günün varlığından haberdar olan mü’min böylece hareketlerine çeki-düzen verecek, otokontrolünü yapacak, zulüm ve haksızlıklardan uzak duracak, sağlam ve yararlı bir insan olma yolunda mesafe alacaktır.

Allah’ın rahmet ve merhametiyle birlikte hesap gününü de göz önünde bulundurarak hayatını sürdüren mü’min, kime ibadet etmesi gerektiğini bilecek ve bu konuda herhangi bir kuşkusu kalmayacaktır. Bu yüzden bu iman, beşinci âyette şöyle dile getirilmektedir:

“Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz.” Evet, ibadet edilmeye lâyık olan sadece O; sığınılmaya değer yegâne varlık yine O’dur. Rabbine iman ve ihlâsını arz edip beyanda bulunan kul, tam bu noktada O’ndan istenilmesi gereken en saygın ve en değerli isteğini açıklayacak ve bunun gerçekleşmesi için yalvaracaktır:

“Bizi doğru yola ilet.” Altıncı âyetin bu ifadesi bir bakıma duâ ve niyazın hülâsasıdır. Tanımı ise bir sonraki yedinci âyette yer almaktadır:

“Kendilerine nimet ve ihsanda bulunduğun kimselerin yoluna… Gazabına uğrayanların ve sapıtmış olanların yoluna değil!”.

Kul yüce Rabbinden yolların en güzelini; salih kulların, peygamber ve Allah dostlarının yolunu talep etmekte, duâ ve niyazda bulunmaktadır. Zaten sonunda adeta ‘imza’ niteliğinde, ‘duâmı kabul buyur’ sadedinde “âmin” diyerek son noktayı koymakta ve yaptığı yalvarış ve yakarışın farkında olduğunu dile getirmektedir.

Görüldüğü gibi, Fatiha Sûresi, aslında en güzel duâ örneğidir. Rahmetin, mağfiretin, hamd ve minnetin, tevhid ve ubudiyetin bolca vurgulandığı bir niyaz kapısıdır. Bir yalvarış ve yakarıştır. Yüce Yaratıcının varlığını, insanın sorumluluğunu, ahiret ahvâlini, doğru ve güzel yolu öz bir şekilde özetlemesi bakımından çok dikkat çekicidir.

Her gün en az kırk kez okuduğumuz Fatiha Sûresi’ni bundan böyle bu gözle okuduğumuzda daha çok manevî haz duyacağımız muhakkaktır. En azından neyi isteyip neden kaçındığımızı; Yüce Allah’a ne tür söz verdiğimizi bilmemiz bizlere sorumluluğumuzu hatırlatacak ve kulluğumuzu daha anlamlı hâle getirecektir.

Okuduğunu anlayıp uygulayan ferdler olmamız temennisiyle…

06.07.2009

E-Posta: [email protected]



Ahmet ÖZDEMİR

Kalem yazmak zorunda


A+ | A-

Dünya kalem ve kılıcın üstünde!

Kalem ve yazı…

Birbirinden ayrılmayan ikili, ya da biri birisiz düşünülemeyen iki unsur. İkisini bir yerde buluşturan ise mürekkeptir. Kalem yazmaya sebep, yazı kaleme sonuç.

Kalem, sahibine göre değerlenir; yazı kalem sahibine göre anlam kazanır.

Yemin her şey üzerine yapılmaz. Bir şey üzerine yemin ediliyorsa o, diğerlerinden çok değerli demektir. Kur’ân’da asra, zeytine, incire, kaleme yemin edilir.

Kur’ân-ı Kerim’de “Kalem” adında müstakil bir sûre vardır. İlk âyetinde kalem üzerine yemin edilir ve şöyle buyurulur:

“Nûn. Kalem ve ehl-i kalemin satırlara dizdikleri ve dizecekleri şeyler hakkı için” 1

Nûn harfi, Kur’ân-ı Kerim’de “huruf-u mukattaa” dediğimiz harflerden biridir. Sûrelerin başlarında yer alan mukattaa harfleri İlâhî birer şifredir, beşer fikri ona yetişemiyor. Anahtarı ancak Hz. Muhammed’dedir (asm).2

Nûn harfini bazı âlimler şekil itibariyle hokkaya benzeterek kalemle irtibat kurmaya çalışmışlardır. Bilindiği gibi ilk nazil olan sûrenin 4. âyetinde kaleme şöyle dikkat çekilmektedir:

“(Allah), kalemle yazmayı öğretendir.”3

Burada geçen her kelime çok mânâları ifade etmektedir: Kalem, yazmak ve öğretmek. Yazmak için kalem lâzımdır. Kalemle yazmak için bilmek gerektir. Bilen yazdığında güzel mânâları okursunuz. İnsan doğuştan her şeye cahil olduğundan bir bilene ihtiyacı vardır. O ise, ancak sınırsız ilim ve hikmet sahibi olan Cenâb-ı Allah’tır.

Yukarıdaki âyetin devamında yer alan “İnsana bilmediklerini öğretendir”4 âyetiyle bu konuya dikkat çekilmektedir.

Kalem yazmakla, çizmekle görevli! Vazifesi kâtibine göre büyüktür, ehemmiyetlidir.

Kur’ân-ı Kerim kalemle yazıldı. Kader çizgileri kalemle çizildi. Büyük vazifenin küçük hammalı!

Deryalar mürekkep olsa, kalem olmadıktan sonra neye yarar?

Esrarın muhtaç olduğu kale burcu gibi!

Kalem!..

“Âlimlerin kalemlerinden damlayan mürekkep…” bilginin, ilmin sırrını ifşa ediyor.

Ne güzel bir hizmet!

Kalem!..

Âlemler onunla şekillendi. Kitaplar onunla yazıldı. Kâtipler onunla yazdı. Hattatlar onunla hat çekti. Gazeteler, dergiler onunla hendeselendi.

Yıldızlar onunla ölçüldü. Hayat onunla sallandı ve hayat buldu.

İdam kararları kalemle yazıldı. Sonra kalem kırıldı, bir daha idam kararı yazmasın temennisiyle.

Harpler onunla kazanıldı. Başarıya kalemin kuvveti götürdü. Kalem güçlü ellerde kuvvet buldu.

Kalemi iyi tutan güzel yazdı. Güzel yazan güzeli düşündü. Güzeli düşünen güzel gördü. Güzel gören hayatından lezzet aldı.

Hava, su, toprak ve güneş gibi ihtiyaç duyuldu kaleme! Hayatın ayrılmaz bir parçası oldu adeta.

Kalem yazmakla görevli, kâtip onu yazdırmakla memur. Ondan dökülen mürekkep tercüman oldu düşündüklerimize.

Okunan her şey onunla yazıldı.

Cihad isteyen kaleme sarılsın. Çünkü maddî kılıçlar kınına sokuldu. Artık mânevî kılıçlar kullanılmaya başladı. Asırlar önce de öyle olmuştu. Kur’ân belâgatıyla meydan okumuştu. O zaman karşısına kimse çıkamamıştı. Kolay bir yol olan kalemle karşı koyamamışlardı. Canlarını ve mallarını tehlikeye atarak, kılıç yolunu seçmişlerdi. Kılıçları da ancak kendi dillerini ve ayaklarını kesmişti. Kur’ân karşısında gülünç duruma düştüler ve mağlûp oldular.

Kur’ân meydan okumaya devam ediyor, o gün bugündür. Kıyamete kadar da devam edecek. Çünkü o Allah’ın kıyamete kadar devam edecek en büyük mu'cizesidir.

Osmanlı Devletinde Kalemiye, ilmiye ve seyfiye gibi bir sınıf oldu. Oradan kalem erbâbı nice insanlar yetişti. Yazıları nakış nakış dokudular asırlarca. Ehl-i kalemin yazdıkları kıtalara yayıldı. Bazen ferman, bazen berat oldu. Arşivler onlarla doldu.

Kalem!..

Günümüzde “Kalem-i mahsus” veya “Özel kalem”, sırların saklandığı bir yer oldu.

Kalem yazmak zorunda!..

Açık ve gizli ne varsa…

Batılı tasvir etmeden…

Çünkü batılı tasvir sâfî zihinleri idlâl eder, bozar.

Dipnotlar:

1- Kalem Sûresi, 1.

2- Bediüzzaman Said Nursî, İşaratü’l-İ’caz, s. 61.

3- Alak Sûresi, 4.

4- Alak Sûresi, 5.

06.07.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Allah, kuluna yükü taşıyacağı kadar yükler


A+ | A-

İzmir’den okuyucumuz: “Mesnevî-i Nuriye’de geçen, ‘Melik’in atiyelerini ancak matiyyeleri taşıyabilir’ ifadesini, bu sözün geçtiği paragraf ve bölüm ile birlikte açıklar mısınız?”

Nefsin dehşetli noktalarından ve açılmaz ukdelerinden birisi, zıt şeyleri işine geldiği gibi birbirinden doğurması ve aleyhte olan her bir şeyi lehte zannetmesidir. İman ise insana eşyayı olduğu gibi gösterir ve kesin bilgi kazandırır. Nefis zan ile değil, kesin bilgi ile hareket etse ve eşyayı zıddını doğurarak değil, olduğu gibi görme çabasında olsa, Allah’a kul olduğunun şuuruna erecektir ve Allah’ın iman ve ibadet teklifine olumlu cevap verecektir. İman ve ibadet, nefsin çekemeyeceği ve kaldıramayacağı bir yükümlülük değildir. Eğer böyle olsaydı nefsin Hâlık’ı ona bu yükümlülüğü vermezdi. Çünkü Hâlık hiç kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklememiştir. Fakat Allah’ın yük vurduğu her varlık, kendi yükünü taşımıştır.

Allah’ın nefse vurduğu iman ve ibadet yükü, Allah’ın atiyesidir, hediyesidir, lütfudur, takdiridir, emridir. Nefis ise bu yükün matiyyesidir, yani taşıyıcısıdır, yani kendisine yük vurulanıdır, yani kendisine emir verilenidir, yani kendisine teklif yapılanıdır. Nefis kendisine yapılan teklifi kaldırmak ve taşımakla yükümlüdür. Yani Allah’ın emirlerine muhatap olmak ve yerine getirmekle ve Allah’ın yasaklarından kaçmakla yükümlüdür. İşte bütün bu yükümlülükler nefsin sırtına vurulan yükler ve sorumluluklardır. Nefis bu sorumluluklarını taşımalıdır. Çünkü Allah’ın verdiği sorumlulukları taşıyabilecek güç ve kudret nefiste vardır. Aksi takdirde, Melik-i Zîşân bu yükü nefsin sırtına vurmazdı, nefse bunu yüklemezdi, nefse sorumluluk vermezdi.

Ve esasen, bu sorumlulukları ancak nefis taşıyabilmektedir. Başka varlıklar taşıma gücüne sahip değillerdir. Kur’ân, “Biz emaneti göklere, dağlara ve yerlere teklif ettik. Hepsi de onu yüklenmekten çekindiler. Ondan korkup titrediler. Onu insan yüklendi. İnsan çok zalim ve çok cahildir”1 âyetiyle nefsin ve ‘ene’nin bu yüklenme gücünü ve istiap kapasitesini ilân etmektedir.

Fakat nefis, zıtlıklar ve çelişkiler arasında yaşadığı bir karmaşa ile, kendisini küfre, inkâra ve isyana atabilecek yollar da bulur ve girer. Öyle ki, batıl yollara girdiğinde –çünkü hak diye girer-, sanki hakkı görecek ve kabul edecek güç ve kudret kendisinde kalmamış gibi olur. Oysa vardır. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri bunu şöyle misallendirir: Meselâ, güneşin eli sana yetişir, ışığıyla başını okşar; fakat senin elin güneşe yetişemez. Ve güneş senin keyfin üzerine hareket etmez. O halde, güneşin sana karşı iki ciheti vardır:

1- Yakınlık ciheti. Güneş sana yakındır, güneşin eli senin başındadır, omuzundadır, vücudundadır. Güneş seni ısıtır, yakar, sana renk verir, eşyalarını şekillendirir, sana yön verir. Güneş Allah’ın emriyle hareket eder.

2- Uzaklık ciheti. Sen güneşe çok uzaksın. Elin güneşin sırtına ulaşamaz. Güneşin sırtını sıvazlayamazsın, başını okşayamazsın. Güneşe emir veremezsin, güneşi keyfince hareket ettiremezsin, güneşi yönlendiremezsin, güneşe şekil veremezsin, güneşe tesir edemezsin.

Eğer sen güneşten uzak olduğunu düşünüp, “Güneş bana tesir edemez” desen veya güneşin sana yakın olduğu cihetini düşünüp “Güneşe tesir edebilirim, onu yönlendirebilirim” desen, cahilliğini ilân etmiş olursun.

Keza, Hâlık ile nefis arasında da biri yakınlık, diğeri uzaklık olmak üzere iki cihet vardır. Yakınlık Hâlık Teâlâ’nındır. Cenâb-ı Allah bize bizden daha yakındır. Uzaklık ise nefsindir. Eğer nefis, uzaklığı cihetiyle, enâniyet ile Hâlık Teâlâ’ya bakıp, “Bana tesir edemez” diye bir ahmaklıkta bulunursa dalâlete düşer. Ve keza nefis, mükâfatı gördüğü zaman, “Keşke ben de öyle yapaydım, böyle olaydım!” der. Cezanın şiddetini de gördüğü zaman, bunu genelleştirir, başkalarının da aynı cezayı paylaştığını düşünür ve inkâr ile kendisini teselli eder.2

Göklerin, dağların ve yerlerin çekindiği halde insan nefsinin yüklendiği emanetin bir kısmının “Ene”den ibâret olduğunu kaydeden Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, enenin, Hz. Âdem (as) zamanından beri insanlığın etrafına dal budak salmış nuranî bir Tuba ağacı ile, müthiş bir Zakkum ağacının çekirdeği hükmünde geliştiğini, Peygamberlerin ‘ene’ye “kulluk” ziyneti takarlarken, şirk dünyasının ona “ilah” mânâsı yüklediğini; yani Peygamberlerin elinde ‘ene’nin Allah’ın kulu, peygamberleri dinlemeyen kör felsefenin elinde ise –hâşâ- Allah’ın ortağı unvanı kazandığını kaydeder.3 Peygamberin gösterdiği yol dışına çıktığında şirke saplanıp kalan ene’nin, hem her defasında peygamberlerden uzak durması, hem de kendisini kâinat sahibinin ortağı zannetmesi cehaletinin ve kendine zulmedişinin resmi olsa gerektir ki, Kur’ân bu cephesiyle onu “çok zalim ve çok cahil” ilân etmiş; “ahsen-i takvim” suretinde yaratıldığını beyan ettiği insanın, imanı ve sâlih ameli olmadığı takdirde, “esfel-i safilin” derekesine düşeceğini bildirmiştir.4 Yani yaratılış hikmetini unutup fıtrî vazifesini terk ederek kendine mânâ-i ismiyle bakan ve kendini Malik itikat eden ene emanete hıyanet eder. “Nefsini hüsrana daldıran, hüsrana uğramıştır”5 âyeti ile işaret edildiği gibi hüsrana uğrar.6

Dipnotlar:

1 - Ahzâb Sûresi, 72.

2 - Mesnevî-i Nûriye, s. 67.

3 - Sözler, s. 494-498.

4 - Tîn Sûresi, 4-6.

5 - Şems Sûresi: 10.

6 - Sözler, s. 496.

06.07.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Terörü Doğuran Irkçılığın Panzehiri (10)


A+ | A-

Yasakçılık, yarayı azdırır

İkincisi:

Yüz yıldır kanayan ırkçılık yarası

Şu husus tarihî bir realite ve gayet açık bir gerçektir ki, ırkçılık illeti bize Batı'dan, yani Avrupa'dan, Avrupa'nın da sinsî zalimlerinden gelmiştir. Bozuk ve gaddar Avrupa kısmı, ırkçılığı İslâm âlemini parçalamak ve yutmak maksadıyla içimize atmıştır.

Bizdeki sosyal ve siyasî mevkii yüksek bazı kimseler de bu illeti adeta misk û amber addederek yüzüne gözüne sürmüş ve başkasına da bulaştırma gayretkeşliğinde bulunmuştur.

Irkçılık fikri, gayet zevkli ve cazibelidir, mıknatıs gibi çekicidir. Onun içindir ki, pek çok millet, zarar ve tehlikelerine rağmen, bu fikre bir derece meyil vermekte, iştiyak göstermektedir.

Bediüzzaman'ın tarifiyle ırkçılık: "Birbirine tesanüt edip yardım eden gaflet, dalâlet, riyâ ve zulmetten mürekkep bir mâcundur." (Mesnevî–i Nuriye, s. 96)

Bu cümlenin devamında ise, şu hükmî ifade yer alıyor: "Bunun için milliyetçiler, milliyeti mâbud ittihaz ediyorlar."

Irkçılık damarıyla hareket eden adam, kendine muhalif olan bir caninin hatası sebebiyle, onun masum kardeşini, akrabasını; hatta partisinin ve aşiretinin fertlerini öldürmekte kendini haklı görür. Sonunda o derece canavarlaşır ki, takip ettiği ırkçılık politikasına ters düştüğü yerde, kendi ırkdaşı bile olsa, "içimizdeki hain" damgasını vurarak ona da hayat hakkı tanımaz ve hiç çekinmeden öldürür.

Üstad'ı dinlemeye devam edelim: "Hem Avrupa milletleri şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Almanın çok şeâmetli ebedî adâvetlerinden başka, Harb–i Umumîdeki hâdisât–ı müthişe dahi, menfi milliyetin nev–î beşere ne kadar zararlı olduğunu gösterdi.

"Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlûm ve birbirinden fakir ve ecnebî tahakkümü altında ezilen anâsır ve kabâil–i İslâmiye içinde, fikr–i milliyetle birbirine yabanî bakmak ve birbirini düşman telâkki etmek öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez. (Bu vaziyet) adeta bir sineğin ısırmaması için, müthiş yılanlara arka çevirmektir." (1)

Bu derdin asıl çaresi, nuranî İslâmiyet milliyetine dahil olmaktır. Zira "Hamiyet–i İslâmiye, nur–u imandan in’ikâs edip dalgalanan bir ziyadır."

İslâmiyet, bütün insanlara bir babanın (Hz. Adem'in) evlâtları nazarıyla bakar; ırkî mânâdaki üstünlük taslamalarını reddeder, dolayısıyla bu hastalığı kökünden kesip atar.

Üçüncüsü:

Yasakların kaldırılması

Kürtlerin dili, milliyet ve kimliği üzerindeki inkârcılık ve nisyan perdesi, Cumhuriyet tarihinin ilk çeyreğinde alabildiğine koyulaşıp kalınlaştırıldı.

Bu zulüm ve zulmet perdesinin bir şekilde aralanması ve kalkması lâzımdı. Ne var ki, ikide bir nükseden darbe ve muhtıra sıtması dönemlerinde, nisbeten elde edilen kazanımlara sekte vuruldu; bir bakıma red ve inkâr perdesi koyulaştırılmaya devam edildi. Oysa, bir unsurun dil ve kültürünü kaldırmaktan, yahut yasaklamaktan yana olmayı ne İslâmîyet ve ne de insanîyet kabul eder.

Kürtlerin dilini, milliyetini ve kimliğini yasaklayabilmek için, acaba hangi âyet, hangi hadis, hangi ahkâm ve esastan, hangi milletler arası antlaşmadan veya beynel–milel hangi beyannameden bir delil getirebiliriz? Bize mahsus böylesi bir garabetin esaslı ve makul hiçbir dayanağı yoktur ve olamaz.

Devletin elbette bir temsil dili olacak ve bunun da resmî Türkçe olmasına kimsenin bir itirazı olmaz. Ancak, Kürtlerin de kendi ana dilleriyle konuşma, eğitim–öğretim yapma ve medyadan yararlanma hakkı elinden alınmamalı; onlara yasak konulmamalı.

Ayrıca, çocuğuna isim verme serbestiyeti sağlanmalı; köy ve diğer yerleşim birimlerinin isimleri rızasız, hazımsız ve zoraki bir şekilde değiştirilmekten vazgeçilmeli. Son yıllarda bir derece serbestlik oldu. Ancak, bunlar hem yetersiz, hem de hukukî / kànunî temelden yoksun.

Bu hususta neden korkuluyor ve neden bir kanunî düzenlemeye gidilmiyor, anlamak kolay değil.

Acaba, yasaklar tamamen kalkar da tam serbestlik sağlanırsa, ülkede bir bölünme mi söz konusu olur? Bu, evham ve kuruntudan ibaret bir ihtimal, bir varsayımdır. Gerçekle ilgisi yoktur.

Devletin, kendi yaptıklarının doğruluğuna ve haklılığına güvenmesi esastır. Şayet, devletin kendisi bir yanlışın içine düşerse, illa bir aksiliğe muhatap olacak, bir çıkmaza saplanacaktır.

Şayet, Kürtlerin ana dilleriyle rahatça eğitim–öğretim yapmaları sağlanmaz, üstelik bir de yeni yasaklar konulur ve cehalete meydan verilirse, bunun neticesinin ne olacağı ve bunun nelere mal olabileceğini çok iyi hesaplamak gerekir.

Bundan ta yüz yıl önce doğru teşhislerde bulunan Bediüzzaman, bugünleri adeta görürcesine şunları söylemektedir: "…Bu ise (cehalet, maarifsizlik) ehli hamiyeti düşündürüyor… Bu ise vahşeti, keşmekeşi ve dolayısıyla Garb'ın şematetini (kuru gürültüsünü) dâvet ediyor… Ve bu üç nokta, Kürdler için müstakbelde bir darbe–i müdhişe hazırlıyor gibi ehl–i basireti dağdar etmiştir." (2)

(Çare teklifleri devam edecek)

...................................

(1) Mektubat, Yeni Asya Neşriyat , İst. 1996, s. 311.

(2) Şark ve Kürdistan Gazetesi, Teşrinisani 1324/1908.

06.07.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Yokluk ispat edilebilir mi?


A+ | A-

Allah’ın varlık ve birliğini gösteren sayısız muhteşem deliller vardır. Bunlardan bir kısmı aklî, bir kısmı naklî, bir kısmı tecrübî ve gözleme dayanır. İnkâr konusunda önce şu hususu da vurgula-yalım: “İlgilenmeme” şeklinde gelen inkâr ile “yokluğu”, inkârı ispata yeltenilen inkâr arasında büyük fark vardır. İkincilerin aklına şaşmak gerekir. Ki, akıl, kullanılmayan cihaz; işletilmeyen maden ocağı gibidir.

Varın ispatı, yokun ispatından her zaman ve zeminde daha kolay ve mümkündür. Çünkü, var olan aynı zamanda kendi kendisini de gösterir, ortaya koyar. Meselâ, bir tek elmayı göstermekle elma cinsinin yeryüzünde bulunduğu ispat edilir. Oysa, yokluğunu iddiâ eden kimse bütün yeryüzünü, hattâ kâinatı dolaşıp, ancak ondan sonra onun yokluğunu ispat edebilir.

Evet, “varı ispat etmek gayet kolay, yoku ise çok zor”, hattâ imkânsız. Yâni, inkâr edenler, kâinatı didik didik edip, hiçbir yerde olmadığını göstermekle dâvâlarını ispat edebilirler. Bu da imkânsızdır. Çünkü nefsü’l-emirde (gerçekte) nefiy, yokluk ispat edilmez; ihata lâzımdır. 1 Yâni, kâinatı bütünüyle kucaklamak, her tarafını görmek, göstermek gerekir. Meselâ, “Şu odada mâdeni 250 bin liralık madeni bir para var!” diyen gösterir; dâvâsını rahatça ispat eder. “Yoktur!” iddiasında bulunan; odanın her tarafını didik didik etmeli. Hattâ, koltukların içini, döşemenin altını söküp, bütün kuytu yerleri, karanlık delikleri dahi tarayıp açığa çıkarmalıdır. Aksi halde, “yok!” demek bir ispat, bir marifet değildir...

İspatta şöyle aklî-ilmî bir avantaj daha var: Zâyıf da olsa, herbir delilin sağında ve solunda pekçok takviye kuvvetleri mevcuttur. İmân hakikatlerini ispat için ortaya konan delilleri tetkik ederken, “Şu kocaman ne-ticeyi bu zayıf, nahif delil kaldırmaz” şeklindeki tenkit de geçersizdir. Zîrâ, İslâmiyetin doğruluğuna delâlet eden şahitlerden, işaretlerden her birisi, o müdafaa meydanında arkadaşını himaye etmekle sıhhat raporunu imzalayarak sağlam olduğunu tasdik eder. O da, onun ilim ve haberine ehl-i vukuf olur. Çünkü, imân hakikatlerinde hedef ispattır, inkâr değildir. Sabit olan birşeyi gösterenlerin biri, bin gibidir. Zira, sübutta gösterenlerin gösterme tarzları birbirine uygun olduğundan ve örtüştüğünden herbirisi ötekileri tasdik etmiş olur.

Nefiy (inkâr) cihetinde, nefiy edenlerin şehadetlerinde tevâfuk / örtüşme yoktur. Nefylerine mütehalif sebepler gösterirler. Bunun için, şehadetleri birbirinin doğruluğuna delil olamaz. Çünkü tevafuk yok. Yâni, bir şeyin yokluğu herbirisine göre başka bir gerekçeye dayanır. Meselâ, ay başlangıcındaki hilâli göremeyenlerin herbirisinin gerekçesi farklıdır:

Biri, “Rahatsızdım, göremedim!” derken, öbürü “Hava bulutlu idi, görmedim!”, bir başkası “O anda uyuyordum!”, bir diğeri “Miyopum ondan göremedim!” der. Örtüşme ve birbirine güç verme, destekleme olmayınca; elbette ispat ve izaha yardımcı olması muhal, imkânsız olur.2 Dolayısıyla birbirine güç vermezler.

Aynı şekilde, uzman olmayan iki şahid veya iki ispatçının görerek “Var!” dediği husus; on binlerce uzmanın inkârına tercih edilir. İki kişi, Ramazan hilâlini (kavisleşmiş kaş gibi ince çizgidir; gözü sağlam olan görebilir) “Gördük”; on binlercesi “Görmedik!” dese; ikisinin sözüne itibar edilir. Öyle ise, ilmî kariyer ve rütbeleri ne kadar büyük olursa olsun, “görmeme” konusundaki iddiâları geçersizdir. İspat edenler, “Benim nazarımda ve gözümde hilâl var” demiyor; “Gerçekte, göğün yüzünde hilâl vardır, görünür” der.

Mesele gayet basit, net ve açık: İnkârcıların imânî bir meseleyi inkâr etmelerindeki ittifakları tek bir haber gibidir; tesirsizdir. Amma, inananların imânî mesele-lerdeki sözlerinin herbirisi ötekisine yardımcıdır, takviye eder, güç katar.3

Dipnotlar:

1- Age, s. 133-134.

2- Mesnevî-i Nûriye, s. 88.

3- Mesnevî-i Nûriye, s. 73.

06.07.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Şükrü BULUT

Gökyüzünü yıldızlarıyla istiyorum…


A+ | A-

Yüksek yüksek binaları, ağaçsız daracık sokakları ve gürültülü kocaman arabaları çocukluğunda yaşamamışların, büyük şehre ayak bastıkları andaki şaşkınlığına benzer bir şaşkınlıkla irkilen çocuk annesine sordu: “-Anneciğim Türkiye´de neden gök yüzü yok?” Önce şaşırdı annesi… Cevap vermeye çalıştı… Güneşin doğmasından, yağmurun yağmasından bahsetti… Fakat çocuk üsteledi: “Hayır, hayır burası gibi değil… Bak burada her yerde gökyüzünü görüyorsun… Baksana…” Neşeli neşeli dallarıyla çocuğa el sallayan büyükçe çınar, ıhlamur ve akasyaların kuşları ürkütmeyen tepelerinden masmavi gökyüzüne parmağı uzattı, çocuk.

Parmağını semaya değil de, sanki ülfet perdesine uzatmıştı çocuk… Belki de minnacık eliyle yıllardır anneciğinin ufkunu kapatmış kalın ve uzun perdeyi… Bu defa cevap vermekten vazgeçti… Zaten çocuk da bir önceki cevapla tatmin olmadığından, yeni cevaplara da ümitli değildi.

Yürüdükleri mahalle Avrupa'nın metropolü sayılacak tarihî bir şehrin merkez noktasına üç yüz metre ötede bir yerdi. Cadde boyunca yükselen dev ıhlamurların çiçekleri, rayiha tutkunlarını şarhoş edecek nitelikteydi. Çocuğun sorusuyla ülfet zemininden kopan annenin zihnine yeni yeni sorular hücum etti… Belki de memleketiyle, içinde yaşadığı şehirle mukayeseler, sorular, karşılaştırmalar, yeni keşifler ve gel gitler… Med cezirler arasında yürüyen anne ilk olarak bir şehirde yaşamadığını, yani kendi ülkesindeki şehirlerle mukayese edilecek olunursa, adeta bir köyün ormana açılan tarafında yaşadığı hissine kapıldı, bir kuş cennetinde gibi kendisini hissetti. Çok önceleri Almanya'nın Walsrode şehrindeki meşhur kuş cennetinde buna benzer bir duygu yaşamıştı. Fakat bu şehrin her semtinde, her mahallesinde ayrı bir kuş ayini… İç içe korular, fakat o denli ahenkli… Musikîdeki makamlar gibi birbirlerine neşe katıyorlar…

Anne, yavrusunun açtığı patikada yürümeye çabalarken, çocuk annesinin ilgisizliğinden, doğrusu dalgınlığından yararlandı. Çok güzel traşlanmış çimenlerin üzerinden çalılıktan çalılığa koşturan tavşanların peşine düştü. Bazen yaklaştı bazen kovaladı… Ürkekliklerini görünce de yavrularının otları nasıl koparıp yediğine daldı… Yavrucağın dalgınlığını iki ağaç arasında zıplayan sincabın neşesi bozdu. Kuyruğu bedeninden ihtişamlı hayvancık çok hoşuna gitti. Yavrusunu, tavşan yavrularıyla neşeli sincap arasında mütehayyir gören anne; yaşadığı şehirden, etrafında gezindiği mahalle parkından ve haşmetli ağaçların gölgesinden iyice uzaklaştı.

Sincabı Anadolu’da düşündü. Önce bir silâh sesi ve sonra da kahraman edasıyla vurulmuş sincabı kuyruğundan tutarak ev ahalisine gösteren delikanlıyı hayal meyal gördü… Sonra da, metrelerce karda zavallı tavşanın peşine düşmüş silâhlı beş altı avcıyı… Dağ, dere, tepe demeden kovaladıkları tavşan akşam kimin sofrasına düşecekti… Kâbus görmüş gibi irkildi. Buruşmuş simasına tekrar çekidüzen verdi… Hayal ve düşüncelerini kovalamak üzere “Nurullah!, Yavrum Nurullah!” dedi.

Nurullahdan beklediği çekirdek veya fındığı göremeyen sincap ağaca tırmanırken, Nurullah çalıların altına kaçan yavruların peşinde koşuyordu. Gurbette Cennetî duygular yaşayan anneyi “Öz yurdundaki kâbus” ürkütmüştü. Sonra Türkiye´nin büyük veya küçük şehirleriyle şu diyarın şehirlerini karşılaştırdı. Bu kadar güzel bakımlı ve tabiî güzelliğe sahip parklar ülkemizde olsaydı, mutlaka ücret ödeyerek gezebilirdim diye düşündü. Peki neden yoktu, geniş parklar ve dev ağaçlar? Üzerinde yaşadığı ülkenin toprak genişliğiyle Türkiye'nin yüzölçümünü karşılaştırdı: Türkiye iki buçuk defa daha genişti şu gurbet diyarından.

Evlerin bina edilişindeki intizama baktı. Balkonlardan diğer balkonlardaki insanları görmek zor olduğu kadar, bütün binaların etrafını yeşillikler sarmıştı. Göğe temenna çakan ağaçlar... Dört kıt'a, yedi iklimi bahçesinde toplamaya çalışan sıra sıra evler pek de yüksek inşa edilmemişlerdi. Beş-altı katı geçen apartmanlar pek azdı. Evlerin balkonlarından bir başka çiçek raksının yaşandığı bu mimarî düzenin Müslüman İstanbul, Ankara, İzmir ve Bursa gibi güzelim şehirlerde olmamasına hayıflandı. Sorular zinciri yeniden hayalini ve duygularını bağladı, sevdalısı olduğu Türkiye’ye ‘’Niçin, ama niçin?’’ diye söylendi.

Dindardı, tesettürlüydü ve vatanına çok bağlıydı Nurullah’ın annesi. Nurullah’ın bilmeden yırttığı ülfet perdesinin aralığından sorular, istifhamlar ve mukayeseler sökün ediyordu. Bu düzen, bu nizam, bu çevre, hayvanlara bu şefkat ve insana bu ilgiyi, dininde bulduğu halde vatanında bulamayan anneyi, parkın güzelliği, havanın tatlılığı ve kuş cıvıltıları mutlu etmiyordu şimdi. İstanbul’un ve memleketin diğer şehirlerinin gökyüzünü kapatan sokaklarını, bırakın sincapları, insanları ürküten gürültülü caddelerini ve şehrin betondan gözlerine mil çekilmiş tarihî ve fıtrî sîmasını hayal etmeye çalıştı. Bakışları hep korkunç manzaralara takıldı. Ruhu güzelliklerle çirkinlikler arasındaki med-cezirlerden yoruluyordu.

Çocukluğu Avrupa’nın şirin bir kasabasında geçmişti. Annesi babası ‘vatan’ demişler, onu sıla ile evlendirmişlerdi. Kendileri de tekaütden sonra Türkiye’ye yerleşeceklerdi. Ankara veya İstanbul olabilirdi. Ev almışlardı her iki metropolde. Nurullah’ın annesi, doğumdan Avrupa vatandaşlığını elde ettiğinden, memleketine gidişine vizeler engel olmuyordu. Belki de sıla veya seyahat duygusunu bu şekilde tatmin ediyordu. Nurullah’ın iki kıt'a arasında büyümesinden gizlice zevk alıyordu. Bugünkü hayalî ve fikrî sarsıntıya kadar şu hissettiklerinden pek şikâyetçi olmamıştı. Belki de ülfet perdesiyle farklı dünyalar arasındaki uçurumları kapatmıştı, duymuyordu. Fakat yavrucağın dünyası bu tezatları taşıyamamış ve minnacık parmağıyla otuz senelik dünyasını alabora etmişti. Öncelerinde zevk aldığı manzaralar, yaşayışlar ve varlığından mutlu olduğu kaideler, genç kadını bu saat için mutsuz ediyordu.

06.07.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Âdil yargıya duyulan ihtiyaç


A+ | A-

Sivil ya da askerî yargı ile ilgili olarak yapılan tartışmalara bakınca; hadisenin temelinde ‘bağımsız olup olmama’, daha doğrusu ‘yargının adil olup olmadığı’ endişesinin yattığı görülüyor. Hükümetin yaptığı bir düzenleme ile askerî personele ‘sivil yargı’ yolunu açması ciddî tartışma sebebi oldu. İtiraz edenlerin ileri sürdüğü gerekçe çok tanıdık: “Yüksek rütbeli askerlere ayrıcalık tanınsın” demeye getiriyorlar.

Hadiseye böyle yaklaştıkça doğruyu bulmak kolay olabilir mi? Niçin sadece yüksek rütbeli olanlara ayrıcalık isteniyor? Bu tavır, ‘altta kalanın canı çıksın’ anlamına gelmez mi?

Yılların birikimi sebebiyle ‘yargı’ya güvenin sarsıldığı bir gerçek. En önce sivil ve askerî yargı ayrımı yapmadan, sarsılan bu güveni kazanmak gerekiyor. Peki bunu temin etmek kolay mı? Keşke, sadece ‘kanun’ çıkararak bu güveni temin etmek mümkün olsaydı... Kısa sürede bu mümkün olmadığına göre, yargıya güvenin temini için uzun soluklu politikalar geliştirmek gerekir. Hadisenin temeline ‘adil olma’yı koyamadıktan sonra, ‘sanık’ları ister sivil, isterse askerî yargı yargılasın; insanların tatmin olması mümkün değildir.

Türkiye’yi idare edenler belki bunun farkında değil, ama Türkiye’nin acil bir yargı reformuna ihtiyacı var. Belki bunun ilk adımı, yeni ve gerçekten sivil bir anayasa hazırlamakla mümkün olur. Zaman zaman cezaevlerindeki içler acısı durum gündeme geliyor ve hepimiz derin bir ‘ah’ çekiyoruz. Peki, cezaevlerinin bu duruma gelmesinde de ‘yargı’nın kabahati yok mu? Değil hukukçular, zaman zaman Bakanlar da yaptıkları açıklamada ‘geç tecelli eden adalet’den yana şikâyetçi oluyorlar. Geç tecelli eden adalete ‘adil yargı’ demek mümkün mü? Madem bu konu ‘askerî personele sivil yargı’ tartışmalarıyla gündeme geldi, o halde kalıcı çareler konusunda adım atmak lâzım.

Askerî şahısların sivil mahkemelerde yargılanmasını düzenleyen değişiklik ‘her şey’ değil, ama önemli bir adım olduğu da kabul edilmeli. Tartışma bu noktaya geldikten sonra ‘geri adım’ anlamına gelecek düzenlemeler yapmak ise işi daha da içinden çıkılmaz hâle getirebilir. Pek çok konuda geri adım atma sabıkası olan hükümet, İnşallah bu konuda geri adım atma hatasına düşmez.

Düzenlemeye karşı çıkan bazıları, “Askerî yargı bağımsızdır” diyorlar. Peki, mevcut yapısıyla ‘askerî yargı bağımsız’ ise, sivil yargı ona göre daha ‘bağımlıdır’ denilebilir mi? Ast-üst ilişkisine bağlı bir yapı, ne ölçüde bağımsız olabilir?

Her zaman ifade etmeye çalışıyoruz; sivil yargı da bu konuda sıkıntılı, ama bu sıkıntının askerî yargıdan daha fazla olduğunu söylemek kolay değil. Hem ‘âdil bir ülke’de kendisine güvenen hangi şekilde olursa olsun ‘yargı’dan ürker mi?

Avrupa Birliği üyeliği yolunda ilerlemeye çalışan bir ülkede ‘iki başlı yargı olmayacağı’ noktasındaki haklı tartışmaları ‘uzman’lar yürütsün. Ama temelde ‘âdil yargı’ya muhtaç olduğumuz unutulmasın. Her hâl ve şart altında, hiç zaman kaybetmeden ‘âdil yargı’yı temin edelim, yarası olan gocunursa gocunsun...

06.07.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Türkiye’nin devâsa gündemi…


A+ | A-

Meclis tatilde; lâkin Türkiye’nin devasa iç ve dış problemleri âdeta üstüste yığılmış. Bizzat Başbakan’ın ifâdesiyle “Gündem bitmeden tatil haram” dendi; lâkin Ankara’nın önünde âcilen görüşülmesi gereken gündemler duruyor.

Komşu İran’da seçimler bahanesiyle küresel merkezlerden plânlan karmaşa ile bir oyun sahnelenmek isteniyor. İki milyona yakın insanın katledildiği Irak’ta ve özellikle Kerkük’te ortalık kan revan. Gün aşırı, onlarca, yüzlerce kişi, ne olduğu ve nereden geldiği belli olmayan “intihar saldırıları”yla katledilmekte…

Afganistan’da, “terörle mücadele” perdesinde son dönemde yüzbinlerce sivil öldürüldü. Pakistan, “Taliban’a atfedilen” olaylarla kaos ve kargaşa içinde iç savaşla bölünmenin eşiğine getirilmiş; olayların ardı arkası kesilmiyor…

Ve Türkiye, AB müzâkere sürecinde hâlâ darbeleri ve darbecileri koruyan ve kollayan ve “Atatürk milliyetçiliği ile ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliği” karşısında millet irâdesi dahil hiçbir mülâhazânın-faaliyetin korunma göremeyeceğini daha baştan derpiş eden ve kadük “devrim yasaları”nı koruma altına alan “darbe anayasası” ile yönetiliyor.

Ekonomistler, Türkiye’deki ekonomik krizin dünyanın en ağır krizi olduğu uyarısını yapıyorlar. Gerçek küçülmenin yüzde 13,8 değil, bütün dünyada hesaplanan dolar bazındaki yüzde 29 olduğunu belirtiyorlar.

İhracatın yüzde 34 gerilemesiyle düşen carî açığa karşılık bütçe açığının tehlikeli bir biçimde büyüdüğünü nazara veriyorlar. Son altı buçuk yılda Türkiye’nin tarihinin en yüksek iç ve dış borç rakamına ulaştığını haber veriyorlar. Bu gidişle, ülkenin yıllarca kendine gelemeyeceğini ve krizden çıkamayacağını ikaz ediyorlar.

“233 KANUN ÇIKTI” AMA

Bütün bu olup bitenlerin ortasında AKP hükûmeti, ne kadar başarılı olduğunu açıklamakla vakit geçiriyor. Gerçi bu kez Meclis Bakanı açıklamadı ama hükûmet sözcüsü Cemil Çiçek, yine her yıl tekrarlanan klasik açıklamayı yaptı. Ne kadar çok çalıştıklarını göstermek açısından geçen yasama döneminden istastikî rakamlar verdi.

Geçen dönemde 233 adet kanun tasarısı ve teklifinin yasalaştığını, ayrıca 416 araştırma önergesinden 58’nin kabul edildiğini, sekizine dair komisyonlar kurulduğunu ve beşi hakkında genel görüşme yapıldığın hâlen bir komisyonun çalıştığını; ve yine bu dönemde 8 bin 587 yazılı soru önergesinden hükümetin 4 bin 441’ini cevaplandırdığını bir bir anlattı.

Ne var ki bütün bunlara karşı akıllarda kalan, kamuoyunun infiâline, Meclis içi ve dışı bütün muhâlefetin tepkisinden iktidar partisi milletvekillerinin ayak sürümesine rağmen, iktidarın çıkarmakta ısrar edip bir ay Meclis’i ve Türkiye’yi meşgul ettiği, mayından temizlenmiş toprakları yabancılara 44 yıla varan sürede kullandırma seçenekli “mayın ihâle yasası” kaldı.

Gerçi yasanın “ilk tercihi”yle NATO’nun kuruluşu NAMSA’ya ihâlesi çalışmaları başladı. Ancak Anayasa Mahkemesi’ne “iptal” için başvurulan yasanın akıbeti meçhul.

Keza zihinlerde kalan bir diğer yasa ise, kamuoyunun önemsediği askerî personelin sivil mahkemelerde yargılanması oldu. Ne var ki bunun da akıbeti belirsiz. Başbakan Yardımcısı Çiçek’in, “Bundan sonra Sayın Cumhurbaşkanı onaylar ya da onaylamaz o kendi takdirleridir. Anayasa Mahkemesine gider ya da gitmez, o da bu işi Anayasa Mahkemesi’ne götürecek makamların kendi takdiridir” demesi, daha baştan kırılma sinyalleri vermesi, bu husustaki tereddütleri arttırdı.

HÜKÛMET YÖNETMELİKLERLE

KALMAMALI…

“Ergenekon davası” devam ederken, 27 Mayıs’tan, 12 Mart’a, 12 Eylül’den 28 Şubat’a kadar darbelerin, darbe teşebbüslerinin, darbeye ortam hazırlama çalışmalarının, darbe plânlarının, darbecilerin ve darbe teşebbüsçülerinin yargılanmasına dair anayasal ve yasal düzenlemelerin yapılması gerekiyor.

Fakat muhalefetten gelen 12 Eylül darbecilerinin yargılanması için Anayasa’nın “geçici 15. maddesi”nin kaldırılması önerisine Başbakan’ın “sulu şaka” tepkisiyle geçiştirmesinin ardından hükûmet sözcüsünün, “Geçici 15. maddeyle ilgili Bakanlar Kurulu’nda bir görüşme yapmadık. Malum Anayasa değişikliği, Bakanlar Kurulu’nun meselesi değil, siyasi partilerin ve Meclis’in meselesidir” geçiştirmesi, dikkat çekici.

Bütün bunlara mukabil, “darbe lideri” Evren Paşa, mâlum “TSK İç Hizmet Kanunu”nu maddesini ileri sürerek, Anayasayı ilga eden, Meclis’i kapatan ve hükûmeti deviren darbenin “yasallığı”ndan dem vuruyor. Fakat hükûmetin gündeminde, darbelerin tortularından arındırılmış “yeni demokratik anayasa” da yok; her defasında darbelere gerekçe gösterilen sözkonusu “yasa”yı değiştirmek de…

Kur’ân kurslarını yaşla yasaklayan yasalar ve yönetmelikler duruyor. Hükûmet kırtasiyeciliği azaltmak için bazı yönetmelikler çıkarmış, ne çıkar?

06.07.2009

E-Posta: [email protected]



Recep TAŞCI

Rakamların dili


A+ | A-

Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) açıklamasına göre; yılın ilk çeyreğine ilişkin GSYH, geçen yılın aynı döne- mine göre sabit fiyatlarla yüzde 13,8 oranında azalmış.

Kavramları biraz açalım.

Yılın ilk çeyreğinden kasıt, 2009 yılının Ocak, Şubat, Mart ayları.

Gayri safi yurtiçi hasıla (GSYH); ülkede üretilen mal ve hizmetlerin parasal değerini gösterir.

Parasal değer; sabit fiyat, cari fiyat ve dolar baz alınarak bulunur.

Sabit fiyat, 1998 yılı mal ve hizmet fiyatları; cari fiyat ise bugünün fiyatlarıdır.

Cari fiyatla bulunan tutar, kur'a bölünürse dolar cinsinden büyüme hesaplanır.

Bu bilgiler çerçevesinde GSYH’nın daralması ne anlama geliyor?

Mal ve hizmet üretiminde düşme.

Üretimin düşmesi demek, fabrikaların atıl çalışması, işyerlerine kilit vurulması, işsizlik demek.

Kısaca GSYH’nın küçülmesi, yoksulluktur.

Dünyada kriz varken yüzde 13,8 küçülme normal değil mi?

Anlamak için mukayese etmeliyiz.

Mukayese diğer ülkelerle veya ülkenin geçmiş performansıyla yapılabilir.

Önce krizin en şiddetli yaşandığı ve doğduğu ABD ve Avrupa ülkelerine bakalım.

ABD, İngiltere ve Almanya’da küçülme aynı dönemde yüzde 6 civarında.

Avrupa Birliği’ne dahil 27 ülkede ortalama küçülme yüzde 4,5.

Türkiye’de yüzde 13,8.

Kaç katı?

Üç.

Letonya, Estonya gibi marjinal iki devleti saymazsak, küçülmede Türkiye birinci.

İşsizlikte İspanya’dan sonra ikinci.

Krizin en derin bir şekilde ülkemizde hissedildiğini ispatlamak için rakamlar hangi dili kullansın?

Geçmişimizle mi teselli bulalım?

Sürekli kötülenen, eleştirilen dönemlerde tablo nasıldı?

En kötü dönem 2001’de küçülme yüzde 9,8.

1994’ün ikinci çeyreğinde yüzde 10,7.

Türkiye tarihinde 1945 yılı hariç bu oranda bir küçülme gerçekleşmedi.

1945’te ekonomi yüzde 15,3 daralmış.

İkinci Dünya Savaşı yılları.

Bir hususun altını çizelim.

GSYH hesaplamaları sabit fiyatlara göre yapılmış.

Dolar esas alınırsa durum daha da vahim; yüzde 30 küçüldüğümüz görülecektir.

Ayrıca malî disiplinin gevşetilerek kamu harcamalarının arttırılması ve Merkez Bankası’nın faiz indirimleriyle bankacılık sektörünü desteklemesi daha da yoksul çıkmamızı engellemiştir.

Tabiî malî disiplinin elden bırakılması bütçenin tahmin edilenin 6-7 katı fazla açık vermesine sebep olacaktır ki bunun yansımalarını önümüzdeki aylarda göreceğiz.

Şimdi masum bir soruyla yazımızı noktala-yalım.

Söylendiği gibi kriz ekonomiyi teğet geçiyorsa, büyüme ve işsizlik rakamları diğer ülkelere göre neden olumsuz?

06.07.2009

E-Posta: [email protected]



Umut YAVUZ

Endonezya demokrasisi ve dini siyasete alet etmek


A+ | A-

Dünyanın en kalabalık Müslüman ülkesi Endonezya’da Devlet Başkanlığı seçimleri yaklaşırken ülkedeki dinî liderler ve önde gelen âlimler dinî değerlerin seçimlere ve siyasete alet edilmemesi için bir kampanya başlattı.

Ülkede yayınlanan Jakarta Post gazetesinin bildirdiği bir habere göre Endonezya Ulema Konseyi Başkanı Amidhan Sheberah, “Seçim kampanyalarının çoğunda ne yazık ki dinî değerlerin propaganda malzemesi olarak kullanıldığını görüyoruz. Biz kesinlikle buna karşıyız. Ayrıca akıllı seçmenlerin dinî siyasete alet eden siyasîlere oy vermeyeceğini düşünüyoruz. Bilâkis seçmenlerimiz ülke için en iyi yönetim programını deklare eden siyasetçilere oy vereceklerdir” açıklamasında bulundu.

Endonezya Ulema Konseyi Başkanı Sheberah’ın bu açıklaması “bir İslâm ülkesinde demokrasi nasıl anlaşılmalıdır” sorusuna verilebilecek güzel bir örnektir. Zira demokrasinin en önemli unsuru olan seçimler yapılırken, adayların ülke için neler yapacakları en başta gelen kriterdir.

Geçtiğimiz günlerde Türkiye medyasına da yansıyan haberlerde “Endonezya’da yapılacak seçimler öncesinde başörtüsü tartışması patlak verdiği” duyuruldu. Haberlere göre Devlet Başkanı Yudhoyono’nun rakibi Yusuf Kalla ve ortağı, eşlerinin türbanlı olmasını seçim kozu yapıyor. Hatta sözkonusu adaylar “Müstakbel liderlerin mü'min eşleri” diye kitap bile bastırmışlar. Ülkenin şu anki Devlet Başkanı Susilo Bambang Yudhoyono’nun eşi başı açık bir kadın. Ona rakip olan Kalla’nın eşi ise başörtülü. Türkiye için pek de garip olmayan ve sıkça duymaya alıştığımız tartışmalar şimdi Endonezya’da da yapılıyor. Zira Yusuf Kalla ve ekibi ‘başörtüsünü bir seçim kozu olarak kullanarak’ muhafazakâr oyları hedeflemekle suçlanıyor.

Endonezya’nın ikinci büyük Müslüman organizasyonu olan ‘Muhammediye’nin başkanı Din Syamsuddin de adayları din tacirliği yapmaktan vazgeçmeleri konusunda uyarıyor.

Endonezya seçmenleri 8 Temmuz Çarşamba günü sandık başına gidecek. Bu seçimlerde üç parti yarışacak. İktidardaki Demokrat Parti, Yusuf Kalla’nın Golkar Partisi ve eski Başkanlardan Megawati’nin Mücadeleci Endonezya Demokrasi Partisi. 220 milyon Müslüman’ın yaşadığı Endonezya 32 yıllık Suharto diktatörlüğünden sonra Ekim 1999’da nihayet ilk demokratik seçimine kavuşmuştu. Bu Endonezya’da gerçekleştirilecek üçüncü demokratik Devlet Başkanlığı seçimi olacak. Yani Endonezya’da demokrasi halihazırda emekleme çağında denilebilir.

Her şeye rağmen Endonezya kamuoyunda oluşan demokratik bilincin kısa sürede müthiş bir ivme kazandığı görülüyor. Endonezya bu özellikleriyle “İslâm-Demokrasi” denkleminde önemli bir örnek olarak yerini almış oluyor. İslâm dininin demokratik yönetimlere uygun olmadığı tezlerini de çürütmüş oluyor.

Son olarak bugünlerde Endonezya’da tartışılan ve ülkemizde 85 yıldır tartıştığımız dinin siyasete alet edilmesi meselesinde Bediüzzaman Said Nursî’nin ortaya koymuş olduğu muhteşem düsturu hatırlatalım.

Bediüzzaman bütün İslâm âlemine (dolayısıyla en kalabalık İslâm ülkesi Endonezya’ya da) önemli bir ders verdiği Hutbe-i Şamiye'sinde şöyle sesleniyor: “Hakikat-i İslâmiye bütün siyâsâtın fevkindedir. Bütün siyasetler ona hizmetkâr olabilir. Hiçbir siyasetin haddi değil ki, İslâmiyeti kendine alet etsin.”

Bu sözler Müslüman coğrafyasında siyaset yapan bütün politikacıların kulaklarına küpe olmalıdır.

06.07.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.