14 Eylül 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

H. İbrahim CAN

Afganistan’da sahur topu: NATO'nun bombaları!


A+ | A-

4 Eylül Cuma gecesi sahur vakti masum Afganlıları vurdu NATO gücü içinde yer alan Alman uçakları. 80-100 masum sivil yanarak öldü.

Olay Afganistan’ın Kunduz vilayeti yakınlarında meydana gelmişti. Tacikistan’dan NATO birliklerine petrol taşıyan iki tanker Taliban tarafından kaçırıldı. Ancak tankerlerden birisi olay yerindeki dereyi geçerken saplanıp kaldı. Taliban askerleri hemen yakındaki Çardarah Köyüne gidip yardım istediler. Gelen traktörler de tankeri çıkaramayınca, halka alın istediğiniz kadar benzini dediler.

Yoksulluk içinde kıvranan köye haber tez yayıldı. Birer bidon kapan yaşlısı genci koşuştular. Herkes yaklaşan kış için yakıt bulduklarına seviniyorlardı. Bölgede keşif yapan uçaklardan tankerin dereye saplandığını öğrenen Alman komutan tereddütsüz “Vurun” emrini verdi. Halbuki vakit gece olsa da dolunay vardı ve gece görüşleri vardı uçakların. Silâhsız onlarca sivilin tankerin etrafına doluştuğunu görebilecek durumdaydılar.

Görmediler ve iki tanker petrol Taliban’ın eline geçmesin diye 80’den fazla masum sivili yaktılar. İngiliz Guardian gazetesi önceki gün ölenlerin aileleriyle yaptığı röportajları yayınladı.

İçler acısı bu röportajlardan birkaç alıntıyı, Afganistan’daki anlamsız savaşın, bir Alman’ın emriyle kendi köylerinde yanarak ölen masum Afganlıların dramını hissedebilmeniz için nakledeceğim.

Köyün muhtarı Ömer Han “Tıpkı kimyasal bomba patlamış gibiydi, her şey yandı. Bedenler bükülmüş, yanmış, kömüre dönmüş ağaç kütükleri gibiydi” diyor.

Hiçbir cesedi tanımak mümkün değildi. “Köylüler cesetler için kavga ediyordu. İnsanlar ‘bu benim kardeşim, bu benim amcamın oğlu’ diyordu ve hiç kimse cesetleri ayırt edemiyordu.”

Bunun üzerine köyün yaşlıları devreye girdi. Toplanabilecek bütün cesetleri topladılar ve akrabaları ölenleri sıraya soktular. Sırası gelene kaç kaybı olduğunu soruyorlardı. ‘İki’ diyene rastgele iki ceset veriyorlardı. ‘Üç’ diyene üç. Bu yürek parçalayan durum bütün cesetlerin tamamı bitene kadar sürdü. Ama hâlâ kuyrukta insanlar vardı. Geri kalanlara bulunan kol, bacak, vücut parçaları paylaştırıldı. Önemli olan cenaze namazını kılıp defnedebilecekleri bir şeyleri olmasıydı.

Almanya Başbakanı Merkel, önce gizlemeye çalıştıkları bu faciayı ABD’li komutanların teyit etmesi üzerine soruşturmaya başladıklarını duyurdu. Her yerden yükselen eleştirileri de ‘Acele etmeyin, soruşturma bitsin’ diye savuşturmaya çalıştı.

Şimdi Alman kamuoyu askerlerinin Afganistan’da ne yaptığını sorguluyor. Bu olayın dışında 35 Alman askeri de öldü Afganistan’da.

Amerika hâlâ elKaide’nin tehdit oluşturduğunu, o yüzden Afganistan’da olduklarını savunuyor. ElKaide tarafından gerçekleştirildiğinden bir çok kimsenin kuşku duyduğu 11 Eylül saldırılarından sekiz yıl sonra, artık bu gerekçeye kimse inanmıyor.

Afganistanlı masum siviller ise bu Ramazan gününde neden en çok zarar görenin kendileri olduğu bir savaşın sürdüğünü anlayamadan ölüyorlar.

Temennimiz bu anlamsız savaşa bizim askerlerimizin de karıştırılmasına izin verilmemesi. İnsanî yardıma, ülkenin yeniden yapılandırılmasına ‘evet,’ ancak kuşkulu amaçlar için Müslüman Afganlılara karşı savaşa katılınmasına ‘hayır’ diyoruz.

14.09.2009

E-Posta: [email protected]



Ruhan ASYA

Tesettür açılımı


A+ | A-

Kürt açılımı, demokratik açılım... Açılım açılım derken hiç açılamadığımızın farkında mıyız acaba? Bir ileri iki geri oynuyoruz. Açılım için gelin şöyle bir açılalım dünyaya.

Ramazan ayının ilk günü Melbourne'daki baskonsolosumuzun La Mirage’da verdiği iftar yemeğine katıldık Avustralya Nur Vakfı olarak. Yemekte Victoria Emniyet Amiri Maha Sukkar ile tanıştık. Karşımızda üniformalı ve başörtülü bir emniyet amiri vardı. Bir tarafta İslâm memleketinde başörtülü olduğu için okuma ve çalışma hakları ellerinden alınmış üç mağdur ve bir tarafta gayri müslim bir ülkede başörtüsüyle çalışan bir emniyet amiri. Aynı fotoğraf karesinde buluştuk. Türkiye’de üniversite sınavına bile başörtülü giremezken, Maha Sukkar Avustralya’da örtüsüyle gelmiş bu makama. Ve insanların kendisine çok saygı duyduğundan ve başörtüsünün işinde hiçbir problem olmadığından söz ediyor. Sukkar, hikâyemizi dinleyince şöyle şefkatle sarıldı bizlere. Bakışlarındaki o buruk ifadeyi tebessümüyle kapatmaya çalışsa da memleketimizin büyük ayıbından haberdar olduğu belliydi.

Açılım açılım diyenler duyun, görün de açılın artık. Büyük Okyanusa doğru açılın şöyle. Avustralya’daki demokrasiyle tanışın. Amerika’ya açılın, engin hoşgörüyle tanışın. Barack Obama’nın okul puanıyla eyalet rekoru kıran başörtülü öğrenciyi taltif eden ifadelerini işitin de, bu ayıba bir dur deyin artık. İngiltere’de bir üniversitenin koridorlarında gezin açılım için.

İngiltere’de hiçbir üniversitede kılık-kıyafet yasağı yok. Dinî inançlarından dolayı örtünen kız öğrencilerin ellerini kollarını sallaya sallaya başları dik üniversite kampüsüne, dersliklere, laboratuvarlara, kütüphanelere, spor salonlarına özgürce girebildiklerini göreceksiniz.

Rusya’da, Avustralya’da başörtülü öğretmenlerin sınıfına girip ders dinleyin başörtülü öğrencilerle birlikte. Belçika parlamentosunu ziyaret edin, başörtülü milletvekili Mahinur Özdemir’le tanışın da Merve Kavakçı’nın vatandaşlıktan çıkarılmaya kadar giden hazin öyküsünü hatırlayın.

Bu saydıklarımız demokrat geçinen müstebitlerimize dünyadan demokrasi dersleri.

Ayıplardan açılıma geçemedik bir türlü. Kürt ayıbı, ekonomi ayıbı, demokrasi ayıbı, tesettür ayıbı, v.b. İnsan hakları karnemiz ayıplarla dolu. Açılım için önce ayıbımızı görüp özür beyan etmemiz lâzım. Umarız, Avustralya’nın geçmişte Aborjinlere yaptıkları için özür dilediği gibi, bu sistem de bir gün haklarını ihlâl ettiklerinden özür diler. İşte o zaman açılımdan bahsedebiliriz.

14.09.2009

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

Frau Merkel kazanmamalı


A+ | A-

Almanya dışındakilerimiz, bu ülkede bir genel seçimin önümüzdeki günlerde yapılacağını belki de bilmiyorlardır. Kaideleri, prensipleri ve hedefi belli, oturmuş bir demokrasinin gereği olsa ki; âlâyiş, nümayiş ve gürültüye burada yer verilmiyor. Daha doğrusu bizdeki seçimlerle mukayese edilmeyecek düzeyde ağırbaşlı, oturaklı ve kurallı bir seçime gidiyor Almanya…

Almanya´nın siyasî yapısını Türkiye ile karşılaştırmak mümkün değildir. Merkezdeki iki büyük parti de dahil olmak üzere bizdeki gibi, ideolojik tasnife müsait bir yapılanma partilerde görülmüyor. Belki de Sovyetlerin dağılmasıyla bu karışıklık ve belirsizlik meydana geldi.

11 Eylül'den sonra eski bolşeviklerin Hıristiyan Demokratların (CDU) dümenini işgal etmesi, seçmende ciddî müşevveşiyetler oluşturdu. Partinin ismi Hıristiyan, fakat icraatı tamamen eski Sovyet solunu andırıyor. Köln Başkardinali Meisner´in tabiriyle, yalnızca tabelâdaki “Hıristiyan” ismi İsevî kalmış, geri kalan tarafıyla sol partileri bile sollamış bir iktidarı yaşadık.

Angela Merkel de bir 11 Eylül ürünüydü. Eski bolşeviklerin yeni dünyada yaptıkları ihtilâlin kıt'a Avrupa’sına yansımasıydı. Tıpkı Sarkozy'de olduğu gibi… Hıristiyan Avrupa'nın değerlerinden ziyade saldırgan ateist Avrupa'nın değerlerini savunan bir dizi yeni politikacının, konjonktürel olarak iktidarlara geldiklerini söyleyenler; dünyanın normalleşmeye yönelmesiyle birlikte bunların iktidardan uzaklaştırılmalarını istiyor ve bekliyorlar.

Terör ile İslâmın kıt'a Avrupa'sında özdeşleştirilmesi bunlar zamanında oldu. Tesettüre karşı gösterilen toleranssızlık, cami tartışmaları, bayan öğretmenlere tesettür yasağı, aile birleşiminin zorlaştırılması ve bilhassa Müslümanlara uygulanan vize zorluğu maalesef Frau Merkel'in başbakanlığı döneminde cereyan etti.

Avrupa Birliği’nin lokomotifinin Almanya olduğuna inananlar, Merkel´i istemiyorlar. Fransa ile Almanya AB´nin tarihî mimarları olduğu halde, neoconların Avrupa temsilcileri olan Sarkozy ve Merkel var güçleriyle AB´yi zayıflatmaya çalışıyorlar. Kaderin garip bir tecellîsi. Avrupa´nın geleneksel Hıristiyan değerlerini modernite ve hürriyet perdesi altında tahrip eden Merkel, sosyal demokratların “sosyal devletini” iyice budamaya başladı. Hedefi belki de kökünden sökmek ve ta Troçkilerden kalan hayâlleri Almanya'da gerçekleştirmek.

Hükümetin fakir fukaranın elinden, ağzından kaçırdığı paraları, millete direkt dönüşü olmayan bayındırlığa yatırması da ilginçtir. İşsizlik, fukaralık, geçim derdinden çocuklarına bakamayan annelere ve daha nice zarurî ihtiyaçlara rağmen, devlet belli firmalara büyük krediler vererek otobanları genişletiyor, ihtiyaç fazlası binaya ve şimdilik zarurî olmayan kamu alanlarına para sarf ediyor. Frau Merkel bugüne kadar hedefinde insana, insanî değerlere ve hakikî Alman kültürüne hizmet olmayan bir anlayışla siyaseti dizayn etti.

Müslümanlar veya yabancılar açısından da Angela Merkel dönemi felâket oldu. Frau Merkel idaresinde tesettürlü hanımlar, kendilerini emniyet içinde hissedemiyorlar. Merkel'in inançlara “karşı tutumu” maalesef zaman zaman devlet dairelerinde de yansımasını buluyor. Kültürel ırkçılık boyutuna bir de “dinî ayırımcılığı” eklediğinizde, toplum barışına hiç de katkıda bulunmayan bir hal ortaya çıkıyor.

Gönül isterdi ki, Almanya'nın en güçlü ve tarihî geleneğe sahip partilerinden olan CDU, Merkel´i başbakan adayı olarak göstermeseydi. Hıristiyan Demokratların saflarında siyasete atılmış yüzlerce seçkin insanımızın orada olmaları, Merkel ile ilgili düşüncelerimizi maalesef değiştiremiyor. Çünkü Angela Merkel, bugüne kadarki icraatlarıyla insanî değerleri, sosyal devleti, din ve inanç özgürlüklerini, ırkçılıkla savaşı, hedonist hayata karşı çıkmayı ve en önemlisi de AB´nin bir medeniyet projesi olduğunu pek nazara almamıştır. Seçim afişlerinde büyük bir itirafta bulunuyor: Hakka, adalete, paylaşmaya ve barışa değil; kuvvete dayanan bir iktidar.

Merkel ve aileden sorumlu bayan bakan Von den Leyen'in marifeti ile Almanya'da kadın, anne adayı olmaktan çıkmaya teşvik ediliyor. Cinselliğini nikâh dışında tatmin eden, yuva kurmayı düşünmeyen ve eski bolşeviklerde olduğu gibi sırf ekonomi için koşuşturan bir varlık haline geldi. Eskaza doğacak çocukların bakımını da devlet üstlendi. Annelik, terbiye, eş olmak, yuva kurmak ve aile gibi mefhumlar soldan geldiklerine inandığımız bu iki bayan siyasetçiyi hiç, ama hiç ilgilendirmiyor. İş ve işçi bulma kurumu aracılığıyla “anne olan kadınlara” yapılan manevî baskıların boyutlarını da, her gün Arbeitsamt yolundaki kadınlara sormak gerekiyor. En büyük kariyer olan “anneliğin” yok edilmesine çalışan bir zihniyetle karşı karşıya kaldığımızı ilerideki senelerde daha iyi anlayacağız. Bu hal ise insanlığı felâkete sürükleyen bir süreçtir.

AB´nin Chirac ve Schröder dönemini mumla aradığı zamanımızda; Sarkozy, Merkel ve Berlusconi gibi neocon kökenli siyasetçilerin artık sahneden çekilme zamanlarının geldiğine inanıyoruz. Çünkü dünya barışının; güçlü ve adaleti esas alan bir AB´ye şiddetle muhtaç olduğunu birlikte görüyoruz.

14.09.2009

E-Posta: [email protected]



Hasan GÜNEŞ

Yaz üçgeni


A+ | A-

Y

az artık bitiyor. Mevsim sonbahara dönüyor. Âlemlerin Rabbinin muazzam bir sayfası olan yeryüzündeki harika nakışlar, her bir satırında binler kitap kadar mânâlar olan yazılar artık yerini başka bir sayfaya bırakıyor. Bu kadar küçücük Yerküre’de bu kadar harika yazılar yazılırken acaba semada ne tür yazılar var?

Gerçekten de Güneş’in bile toz zerresi kadar kaldığı gök cisimlerinin yanında Yerküre üzerindeki denizler, dağlar, ormanlar, iklim değişiklikleri, çiçekler ve yapraklardaki yazılar tıpkı bir hücredeki DNA’yı yazmak gibi hassas ve havsalamızın alamayacağı kadar muazzam bir mu'cize. Sema sayfasındaki yazılar ise daha farklı. İçlerindeki nükleer faaliyetler, kendi etraflarında ve galaksilerinde dönüşleri, gece gündüz sayfalarındaki görüntüleri hepsi Yaratıcılarını farklı bir dilde zikirdir, tesbihtir. Bu yazımızda sema sayfasındaki yaz mevsiminin bir cüz’ünü ele alacağız.

Evet gökyüzünde, yerdeki mânâda bir yaz ve kış yok ama yaz ve kış penceresinden bakıldığında birbirinden farklı manzaralar arz-ı endam etmektedir.

Bugünlerde bulutsuz bir gecede başınızı semanın tam tepesine kaldırdığınızda gökyüzünün neredeyse en parlak üç yıldızını göreceksiniz. Her ne kadar Jüpiter, Merkür ve Venüs gibi gezegenler de parlak gözükse de, onlar tepede değil daha aşağılardadır. İşte tepedeki bu üç yıldız “Yaz üçgeni” olarak isimlendirilir.

“Yaz üçgeni” yazın bitmesiyle artık yavaş yavaş batıya doğru kayıyor. Bu yıldızlardan en parlağı olan ve diğerlerine göre biraz sağda olan meşhur Vega yıldızıdır. Lyre ya da Kanun takım yıldızına ait devasa bir yıldızdır. Hatırlanacağı üzere bu yıldız Risâle-i Nur’da “şemsü’ş-şumus” yani “güneşler güneşi” olarak bahsedilir. Birinci Mektub’ta şöyle geçer: “azamet-i kudret ve intizamla arzı güneşe raptetmiş; ve güneşi, seyyârâtıyla beraber, arzın sür’at-i seneviyesine yakın bir sür’atle ve haşmet-i rububiyetiyle, bir ihtimale göre şemsü’ş-şümus tarafına bir hareket vermiş.” Yani başımızı kaldırıp baktığımız Vega yıldızına doğru, ilim adamlarının hesabına göre Yerküre, Güneş sistemi ile birlikte saniyede 20 kilometre gibi korkunç bir hızla gidiyor. Bu seyahat Samanyolu galaksisindeki hareketimizden farklı bir hareket. Milyonlarca senedir gece ve gündüzü, yaz ve kışı netice veren hareketleri yaparak ve hiçbir yere çarpmadan devam eden muhteşem bir yolculuk… Ay’ın ve Güneş’in hareketinde ve rotasında muazzam bir ölçü ve hassasiyet ve takdir vardır. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de bundan Yasin Sûresinde şöyle bahseder: “Güneş de, kendisi için (tesbit edilmiş) olan bir müstakarra (karar yerine) doğru akıp gitmektedir. İşte bu çok güçlü ve her şeyi bilen Allah’ın takdiridir.”

Vega aslında Arapça bir kelime. Yıldızın tam ismi “en nesr el vakî”, yani avına çullanan kartal. Eski ilim adamları yıldızları, takım yıldızlarla ifade etmişler ve onları da hayalî çizgilerle birleştirerek çeşitli şekillere benzetmişler. İsimler buradan geliyor. Kim bilir belki de isimlerin bir kısmı bir ilhama ya da vahye de istinad ediyor olabilir. Çünkü Ondördüncü Lem’a’da da geçtiği gibi hadisten naklen: “Hamele-i Arş ve Semâvat denilen melâikenin birinin ismi ‘Nesir’ ve diğerinin ismi ‘Sevr’” dir. Bir kısım yıldızların ve içindeki ruhaniyâtın tesbihatlarını Cenâb-ı Hakk’a takdim eden veya semanın tabakaları arasında vazifeli meleğin ismi. Vega yıldızı, Güneş’e yaklaşık 26 ışık yılı uzakta ve ondan yaklaşık 50 kat daha parlak bir yıldızdır.

Yaz üçgeninin ikinci yıldızı ise Deneb’dir. Vega yıldızının hafif güney doğusuna doğru düşer. Kuğu takım yıldızının en parlak yıldızıdır. Yine yıldız Arapça’dır ve kuğunun kuyruğunda yer aldığı için “zeneb” denilmiştir. Samanyolu’nun en büyük yıldızlarından biridir ve parlaklığı Güneş’in 265.000 katıdır. Yıldızın o kadar muazzam bir büyüklüğü vardır ki, ilim adamlarına göre eğer Güneş’in yerinde olsaydı, yıldızın yuvarlağı Yerkürenin yörüngesini içine alırdı. Birinci Mektub’da haşir meydanı ile ilgili bir bahis vardır ve bir soruya karşı şöyle cevap verilir: “küre-i arz, hareket-i seneviyesiyle, ileride mecma-ı haşir olacak bir meydanın etrafında bir daire çiziyor.” Bu yıldızın büyüklüğü dikkate alındığında bu hakikatın sayısız misâlleri bu kâinatta mevcut olduğu görülür. Hz. Âdem’den (as) kıyamete kadar gelip geçen insanların haşr edilip hesaba çekileceği koca meydanı halk etmek, Şâm-ı Şerif kıt’asını bir çekirdek hükmüne getirip bast etmek, Deneb yıldızını yaratmak kadar kolay. Çünkü O, “ol” der, oluverir.

Yaz üçgenin üçüncü yıldızı ise Kartal takım yıldızının en parlak yıldızı olan Altair’dir. Vega ve Deneb yıldızlarının güneyine düşerek üçgeni tamamlar. Takım yıldızındaki kartal, Arapça Ukab olarak da geçer. Hatta takıma ait yıldızlardan birinin ismi Deneb el Ukab’dır. Peygamberimizin (asm) Ukab isimli bir sancağı da bilinmektedir. Bir irtibatı var mı bilemiyoruz. Ayrıca Selçuklu kartalının ve bayraklardaki yıldızla ilgili irtibatı araştırmak da tarihçilere düşüyor.

Altair yıldızının tam ismi Arapça “En-nesr El-Tayr” yani uçan kartal mânâsına geliyor. Zamanla “El-Tayr” olarak kısaltılmış ve Batılılar Altair diyerek dillerine adapte etmişler. Yıldız bizden yaklaşık 17 ışık yılı uzakta.

Yaz üçgenindeki yıldızlar uzayın büyüklüğü dikkate alındığında bize çok yakın kabul ediliyorlar. Koca semada bu kadar dev yıldızlar bile bir toz zerreciği kadar küçük kalıyor. Ancak mânâları, üzerinde tecelli eden celâl ve cemal isimleri ve Cenâb-ı Hakk’ı tesbih eden ruhaniyattan sakinleri itibariyle büyük öneme sahipler ve bütün yaz boyunca başımız üstünde bizi gözetler gibi vazifelerini icra edip tefekküre dâvet ediyorlar.

Biz bu yıldızları bu kadar parlak görürken, eğer mümkün olsaydı oradan Yerküre’ye ve Güneş’e baksaydık nasıl görecektik? Güneşimiz o yıldızlar arasında o kadar sönük ve küçüktür ki, hayat kaynağı ve her şeyimiz denilen Güneş çıplak gözle görülemeyecekti. Yerkürenin ise, bu kadar teknoloji, sanayi, gurur ve kibir ve isyanlarla, hiç esamesi bile okunmayacaktı. Ancak bu gezegenimizin öyle bir hususiyeti var ki, kâinatın en uzak köşelerinden bile görülebilecek ve dikkat çekebilecek bir nuranî halka meydana getirmektedir. O da, hususan bu Ramazan günlerinde ve Kadir Gecesinde yapılan ibadetler, duâlar ve tefekkürler başka âlemlerden bile fark edilir ve Kadir Sûresinde de ifade edildiği gibi “melekler ve ruh sabaha kadar inmeye devam eder”.

14.09.2009

E-Posta: [email protected]



Yeni Asyadan Size

“Birlikteliğimiz devam etsin”


A+ | A-

Antalya’da Ramazan kampanyasıyla ilgili çalışmalarını bu köşede detaylı şekilde anlatan yazarımız Nejat Eren’in, “Bir ay müddetle gazete gönderdiğimiz 425 civarındaki adrese, aboneliklerinin devamını teklif etmek için yazılan ve gazeteyle birlikte iki gün üst üste abonelere ulaştırılması için hazırlanan bir yazıdır” notu ve “Tesirini Allah halk etsin inşaallah” duâsıyla

gönderdiği yazıyı da birlikte okuyalım:

“Çok değerli okuyucumuz,

“Size mübarek Ramazan ayı boyunca gazetemiz Yeni Asya’yı tanıtım amacıyla gönderdik. Bizi evlerinizde misafir ettiğiniz için çok teşekkür ediyoruz.

“Şimdi sizlerle bir fikir paylaşmak, bu mutlu birlikteliği devam ettirmek ve gazetemiz hakkında çok kısa bilgi vermek istiyoruz.

“Basın ve yayının, hele de günlük bir gazetenin insanın şahsî, ailevî ve toplum hayatında çok etkileyici bir vasıta olduğu hepimizin mâlûmudur.

“Sizinle yeni tanışan Yeni Asya gazetesi bunun şuurunda olarak tam 40 yıldır İstanbul’dan Türkiye ve dünyaya yayın yapmaktadır.

“ ‘Yeni Asya nasıl bir gazetedir?’ sorusuna muhakkak siz bu bir ay içerisinde kendinize göre bir cevap bulmuşsunuzdur.

“Biz de bu gazetenin Antalya Temsilcisi ve yıllardır okuyucusu olarak, Yeni Asya’nın tarihçesi ve gayesi hakkında kısaca bilgi vermek suretiyle size yardımcı olmak istiyoruz.

“Yeni Asya, kırk yıldır ‘Gayemiz vatan sathını bir mektep yapmaktır’ ülküsüyle yayın yapan bir gazetedir.

“Yeni Asya, demokrasi mücadelesini ve demokratlığı, hürriyeti, insan haklarını, inanç özgürlüğünü, saydamlık ve şeffaflığı hiç tereddütsüz ve herkes için savunan bir yayın organıdır.

“Yeni Asya, geçmişine bağlı, geleceğe ümitle bakan bir meş’alenin adıdır.

“Yeni Asya, aile hayatımızı, gençliğimizi, hanımlarımızı, çocuklarımızı ön planda tutan her aileye rahatlıkla uyum sağlayabilecek bir gazetedir.

“Yeni Asya, manevî, kültürel ve millî değerlere bağlı yayın yapan bir yayın organıdır.

“Yeni Asya, dostluğun, kardeşliğin, ittifakın, ittihadın bütün insanlığa mal olmasını isteyen ve bu uğurda mesai sarf eden yetişmiş, inanmış kadroların emeğinin ürünüdür.

“Yeni Asya, sevginin, hoşgörünün, karşılıklı anlayış ve müsamahanın yaşatıldığı bir tarihin mirasçısı olma gayretindedir.

“Yeni Asya, ötekileştirmeyen, ayırmayan, tahrip etmeyen bir fikir kaynağının gülüdür, sümbülüdür.

“Yeni Asya, aklı, mantığı, meşruiyeti, muhakemeyi kamuoyunda hakim kılmayı savunanların birleştiği noktanın aracıdır.

“Yeni Asya, insanlığı karanlığa götüren menfî cereyan ve fikirlerin yerine insanlık ailesine ve onuruna yakışan barışın, huzurun, saadetin devamı için tavır koyan bir ekolün adıdır.

“Yeni Asya, ithal fikirlerle değil, öz be öz bu mübarek vatanın yerli malı fikir, kültür ve has emeğiyle kazanılan taze ve turfanda fikirlerin harmanı ve hamulesi olan bir yayın organıdır.

“Yeni Asya, bu toprağın insanına yakışanı yapmayı ve ona hizmet etmeyi ibadet kabul etmiş sağlam kadroların ürünü olan bir medya organının adıdır.

“Bu görüşlere sizler de katılıyorsanız, gelin birlikteliğimizi devam ettirelim.

“Teklif bizden, karar ve tercih sizdendir.

“Şimdiden siz değerli okuyucularımızın Ramazan bayramlarını tebrik eder, mutluluklar dileriz.

“Teşekkürlerimizle.”

***

Elimizde, kampanya sonrası sizlerden ulaşan başka güzel değerlerdirme ve teklifler de var. Onları da bilâhare sizlerle paylaşacağız İnşaallah.

Yarın idrak edeceğimiz Kadir Gecenizi ve Pazar günü başlayacak Ramazan Bayramınızı şimdiden tebrik ediyor, hayırların celbine ve şerlerin def’ine vesile olmasını diliyoruz.

14.09.2009

E-Posta: [email protected]



Recep TAŞCI

Para var da harcamıyor muyuz?


A+ | A-

ğustos ayı rakamları açıklandı.

Yıllık Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE) yüzde 5,33’e inmiş.

Üretici Fiyat Endeksi (ÜFE) yıllık bazda yine eksi de kalmış.

454 çeşit mal ve hizmet fiyatlarındaki değişimin izlenmesiyle tesbit edilen enflasyon oranı, Bütün mal ve hizmet gruplarını kapsamadığından ve ağırlıkları farklı olduğundan ne derece doğru bilgi verir bilinmez, ama en azından bir fikir sahibi olmamızı ve geçmiş dönemlerle mukayese etmemizi sağlar.

Ağustos ayında ulaştırma, konut, sigarada fiyat artışları gözlenirken, tekstil ve gıdada fiyatlar gerilemiş.

Sonuçta enflasyon düşmeye devam ediyor.

Neredeyse 30 yıldır boğuştuğumuz enflasyonun tek haneli rakamlarda seyretmesi, memnuniyet verici.

Yalnız abartmamak ve gerçeklerin de farkında olmak gerekir. Kimse düşen enflasyona bakarak “Kriz miriz yok, ekonomi rayında” zehabına kapılmasın.

Zira enflasyonu düşüren küresel krizin tâ kendisi. Her yerde enflasyon düşüyor, özel çaba gerektirmiyor.

Dünya genelinde enflasyon yüzde 1’in altında. Sanayileşmiş ülkelerde ekside. Gelişmekte olan ülkelerde ise yüzde 3 civarında.

Görüldüğü üzere ülkemizde enflasyon dünya ortalamasının 6-7 kat üzerinde. Türkiye’de enflasyon, diğer ülkelere nazaran hâlâ çok yüksek. Enflasyonun düşmesini başarı gibi gösterenlerin dikkatine sunulur.

Ayrıca enflasyonun düşmesi tek başına bir anlam ifade etmez. Üretim, istihdam ve büyüme ile birlikte değerlendirilmelidir. Üretim dibe vurmuş... İşsizlikte dünyada ilk 3’e girmiş...

Küçülmede son iki çeyrekte rekor kırmış bir ekonomide enflasyonun düşmesiyle övünülmez, krizin varlığı görmezden gelinmez. Krizin aşılması talebin canlandırılmasına bağlı.

Hükümet kamu harcamalarını arttırmak ve bazı mallarda vergi indirimine gitmek suretiyle talebi canlandıracak tedbirlere başvurmuş ise de özelleştirmeler sonucu ekonomide kamunun payının küçülmesi ve harcamaların yerinde ve zamanında yapılmaması sebebiyle etkili sonuç alınamamıştır.

Şu sıralar talebi teşvik amacıyla reklâm filmlerinin vizyona girdiği görülüyor.

TV’lerde üç ünlü sima mal satmaya çalışırken bir yandan da sesleniyorlar: “Alın verin, ekonomiye can verin.”

Doğru söze ne denir? İyi de, küçük bir sorun var: Para!

Alış veriş için para gerekli. 6 milyon gizli açık işsizde... Emeklide... Asgarî ücretlide... Yüzde 2 zam önerilen memurda... Esnaf, sanatkârda... Çiftçide... İflâs eden iş adamında... Para var da harcamıyor mu?

Parası olan yok mu? Var. Onlar da bekliyor.

Güvensizlik onları da frenliyor. Krizi tetikleyen esas faktör güvensizlik. Güvensizliğin kaynağı da belirsizlik. Buna sebep olan da hükümetin tutumu.

Meselâ Orta Vadeli Program ile Malî Plan yasa gereği 2-3 ay önce açıklanmalı, enflasyon, döviz kuru, faiz oranı, büyüme ve bütçe açığı hedefleri kamuoyuna duyurulmalıydı. Etraf toz duman, göz gözü görmüyor. Bu durumda tüketici özelikle de yatırımcı kararsız.

Esasında bu hedeflerin ilân edilmesinden ziyade inandırıcılığı ve tutturulması daha önemli.

2009 bütçesinde büyüme hedefi yüzde 2, bütçe açığı 10 milyar TL öngörülmüşken, birkaç ay geçmeden bütün tahminler yerle bir oldu. Bırakınız büyümeyi, küçülmenin yüzde 5 mi olacağı, bütçe açığının 60 milyar TL’ye mi çıkacağı tartışılıyor. Bu tür aşırı sapmalar ve belirsizlikler kriz sürecini uzatıyor ve hasarı arttırıyor.

14.09.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Türkiye’nin utancı


A+ | A-

Önceki gün (12 Eylül) demokrasimiz için kara günlerden birinin 29. yıl dönümü idi. Demokrasiye büyük bir darbe vuran 12 Eylül askerî ihtilâlinin neticeleri itibariyle o dönemde yapılan birçok şeyin izleri hâlâ duruyor.

12 Eylül ihtilâlinin bıraktığı birçok kötü miras 29 yıl geçmesine rağmen hâlâ değiştirilemedi. Bunlardan birisi 1982 anayasası. “İhtilâlinin ürünü” olan anayasadan Türkiye kurtulamıyor. Bu süre içerisinde üçte birinden fazlası değişmesine rağmen, bir türlü “ruhuna” dokunulamadı. Bu hükümet de “Sivil anayasa yapacağız” diye milletten oy istedi, ama bir türlü değişikliği gündeme getiremiyor.

12 Eylül ihtilâlinin icat ettiği ve bugüne kadar çözülemeyen bir konu da başörtüsü yasağı. Başörtüsü yasağı, ilk defa 22.7.1981 tarihinde Bakanlar Kurulu Kararı ile orta dereceli okullarda ve bir yıl sonra da 16.7.1982 tarihinde kamu kurum ve kuruluşlarında “yönetmelikler”le yürürlüğe konulmuştu. Bu yönetmelikler de bu güne kadar düzeltilmiyor.

Üniversitelerde başörtüsü yasağı ise, ilk önce Yüksek Öğretim Kurumunun (YÖK) 20.12.1982 tarihinde yayınladığı bir genelge ile başlamıştır. Bu genelge üzerine üniversite senatoları, başörtüsünü yasaklayan kararlar almışlardır. Bu yasakların kaldırılmasını isteyen Türkiye Büyük Millet Meclisi, 28.10.1990 tarihinde, 2547 sayılı YÖK Kanunu’nun 17. maddesini kabul etmişti. Halen de yürürlükte olan bu maddeye göre de bir yasaklama sözkonusu değildir. Buna rağmen üniversiteler, başörtülü öğrencilere yasak uyguluyor.

* * *

Türk milletine demokrasiyi çok görmüş, Parlamentoyu kapatmış olanlar Anayasa’da yer alan geçici 15. madde sebebiyle hâlâ yargılanamıyor. “Yargılansınlar” diyenler görevlerinden alınıyorlar. 16 geçici ve 177 esas maddeden oluşan 1982 Anayasası’nın toplam 83 maddesi değişik tarihlerde değiştirildi. Ancak, anayasanın sivilleşme kriteri olarak görülen geçici 15. maddesini adı “geçici” olmasına rağmen kimse değiştiremedi.

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, geçtiğimiz günlerde kendisinden beklenmeyecek bir konuşma yaparak ihtilâlcilerin yargılanmasını istemişti. Ancak arkası gelmedi.

* * *

Son günlerde demokrasi adına sevindirici gelişmeler oluyor. İhtilâl liderinin ismini taşıyan cadde, sokak, meydan isimlerinin değiştirilmesi için teklifler verilmeye başlandı.

Cihan Haber Ajansının 11 Eylül günü abonelerine geçtiği haber de bu cinstendi. Ankara’ya 178 kilometre uzaklıkta ve 6 bin nüfuslu Çıkınağıl ilçesi ihtilâl olana kadar bu ismi taşıyordu. Bu tarihten sonra “Daha iyi hizmet alırız” diye ismi “Evren” olarak değiştirilmiş. Şimdi bu ilçe halkı Evren isminin kaldırılarak eski isimlerinin verilmesini istiyormuş. Belediye başkanı vatandaştan talep gelirse değerlendirebileceklerini söylemiş. Bakalım yüzlerce yıllık Çıkınağıl, ihtilâl liderinin isminden kurtulup aslına dönebilecek mi?

* * *

12 Eylül ihtilâlinin üzerinden 29 yıl geçmesine rağmen hâlâ darbeleri konuşuyorsak bu utanç vericidir. Türkiye bu utançlardan kurtulmak içinde darbe yapanları, teşebbüs edenleri, plan yapanları yargılamalı. Buna da demokrasiyi savunan herkes destek vermeli. Ve de Türkiye darbe anayasasından, ihtilâlin getirdiği tortulardan bir an önce kurtulmalıdır.

14.09.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Sel baskınlarının hatırlattıkları


A+ | A-

Apansız Trakya’nın bir bölümünü ve İstanbul’un Silivri, İkitelli ve Halkalı taraflarını vuran sel baskınları bize birçok gerçeği birden hatırlattı. Nice dersler aldık.

Eskiden beri Allah’ın tabiata koyduğu sünnetullah ve âdetullah denen tekvinî kanunlara uymamanın acı faturasını can ve mal kaybı vererek ödeyegeliyoruz. Onca tecrübeden sonra dere yataklarına bina yaptırmanın zararlarını bir kere daha gördük. 30’dan fazla can kaybı ve milyarlarca lira maddî kayıp insanımızı büyük üzüntüye sevk etti.

Bu büyük âfet insanlığımızın da miyarı oldu. Tanımadığı halde musîbetzedelerin yardımına koşan insanlara inat ne yazık ki yağmaya girişen insanlık yoksunu fırsatçı insanlara rastladık. Marmara depreminde de insanlıktan çıkmış soyguncular görülmüştü. İnsanımız ne kadar bozulmuş, değerlerinden uzaklaşmış! Bu feci hâl helâl haram duygusunu aşılayan dinin nasıl “hayatın hayatı, nuru ve esası” olduğunu anlamayan, anlamak istemeyenlerin yüzlerine şiddetli bir şamar olarak iniverdi.

Bu âfet karşısında bütün Türkiye kenetlendi. İlgililer harıl harıl kurtarma faaliyetlerine girdiler. Hiçbir şey yapamayanlar da duâya sarıldı.

Bu musîbet işimizi sağlam yapma, tekvinî kanunlara uyma konusunda bundan böyle daha dikkatli, daha tedbirli olmamız gerektiğini de ortaya koydu. Yeniden aynı acıları yaşamamamız için bu fıtrî, tekvinî kanunlara dikkat etmemiz gerektiğini göstermiyor mu?

Bu da yetmiyor. Bir senelik yağmurun üçte birinin bir çırpıda yağışı yağmuru rahmet olmaktan çıkarıyor, musîbet ve âfet hâline getiriyor. Demek manevî yönden bir kısım eksiklerimiz var. Kur’ân, iyiliklerin Allah’tan olduğunu, kötülüklerin de kusurlarımız sebebiyle geldiğini bildirir.1 “Başınıza ne musîbet gelirse, kendi elinizle kazandığınız günahlar yüzündendir” 2 buyurur.

Musîbeti günahlarımıza, kötülüklerimize binâen Allah verir; tâ ki o günahtan vazgeçelim diye. 3

Acaba Ramazan’a karşı gayretullaha dokunan bir kısım saygısızlıklar mı yapıldı da gazab-ı İlâhiyi mi celbettik? Bunları bir bir düşünmemiz, hatalarımızdan dönmemiz gerekiyor.

Maddî tedbirler kadar mânevî tedbirleri de hiç ihmal etmememiz gerekiyor. Bu da farzlara uymak, haramlardan kaçınmakla mümkün. Özellikle zekâtlar verilmeli. Duâ ve istiğfarlar birer siper olmalı.

Böylesi âfetlerde ölen masumların birer şehit hükmünde olması, zayi olan malların ise sadaka hükmüne geçmesi ise en büyük teselli kaynaklarımızdan. Bu inanç olmasa bilhassa musîbetzede yakınları için dayanmak ne kadar zor olurdu. “Ne yapalım takdirat böyleymiş!” inancı bizleri o ölçüde rahatlatıyor.

Âfette canlarını kaybeden kardeşlerimize Allah’tan rahmet ve sabr-ı cemiller diliyor, benzeri âfetlerden koruması için Rabbimize niyazda bulunuyoruz.

Dipnotlar: 1. Nisa Sûresi: 79., 2. Şûra Sûresi: 30., 3. Sünûhat, s. 98.

14.09.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Euzubillahimineşşeytâni ve'l–ihtilâl


A+ | A-

Türkiye'de 1876'dan başlamak üzere birkaç kez (1909, 1913, 1960, 1980) askerî darbe yaşandı.

Yaşımız elvermediği için, 27 Mayıs (1960) ve daha önceki darbelerin içyüzünü, ancak yazılı kaynaklardan ve o günleri yaşayan görgü şahitlerinden öğrenmeye çalıştık. 12 Eylül 1980 darbesini ise, hemen bütün yönleriyle birebir görüp yaşayarak öğrendim.

Kendim cüz'î sıkıntılar yaşadım; fakat birçok yakınımın büyük sıkıntı ve işkenceler altında o günleri yaşadığına şahit oldum. Ayrıca, çalıştığım müessesenin çıkarmış olduğu gazete ve dergilerin defaatle ve tamamen keyfice kapatıldığına şahit oldum. O günlerin kahredici baskılarını unutmamız mümkün değil.

Yaşanan onca sıkıntılar, çekilen onca eza ve cefalar, bir cihette yine de çok büyütülmeyebilir, hatta sineye de çekilebilir.

Fakat, o darbenin neticesi ve meyvesi mahiyetinde öyle şeyler yaşandı ve gelişti ki, bunları unutmak ve hafife almak bizim açımızdan asla mümkün değil.

Darbenin felsefecileri, basın ve yayın hakkımızı gasbetmenin ötesinde, camianın içine fitne soktular. Yıllarca kader birliği yapmış olan canciğer arkadaşlarımızı birbirine düşürmek için ellerinden geleni ardına koymadılar.

Meselâ: Askerî darbeye taraf olan–olmayan, darbe anayasasına evet diyen–demeyen, siyasî partilerin kapatılmasını, dolayısıyla demokrasinin canına kıyılmasını hoş karşılayan–hoş karşılamayan, göstermelik seçim tarzını doğru bulan–yanlış bulanlar şeklinde, kendi arkadaşlarımızı dahi böldüler, onları adeta zıt kutupların insanları haline getirdiler.

Nifak çabaları, bununla da sınırlı kalmadı. Özellikle Nur camiasının içine fitne sokarak, bir düzineye yakın adamı piyasaya sürerek, onlarla gizli işbirliği yapma cihetine gittiler. Bir türlü başedemedikleri Nur dâvâsını, böylelikle "kök tutmayan", istedikleri zaman müdahale edebilecekleri bir şablona oturttular. Bu şablonun temel özelliği, kontrol altında olmasıydı.

Oysa, Nur hizmeti, hiçbir şekilde dünyevîlerin ve siyasîlerin kontrolü altına girmemeliydi. Fıtratı gereği girmez esasında. Dolayısıyla, bu sinsî çabalarında ancak kısmen ve muvakkaten başarılı olabildiler.

Darbenin üstünden 30 sene kadar bir zaman dilimi geçti. Bugün neredeyse her dört kişiden üçü lânet okurcasına 12 Eylül'den söz ediyor. Darbecilerin isimleri birer birer okullardan, caddelerden, meydanlardan siliniyor.

Darbecilerin yapmış olduğu anayasa ise, ülkenin gelişmesi önünde tam mânâsıyla ayakbağı vazifesini görüyor.

7 Kasım 1982'de yapılan ve yüzde 92 kabul oyu ile neticelenen anayasa referandumu bugün yapılsa, eminim ki bu kez yüzde 92 aleyhte oy çıkacak.

Peki, 30 sene evvel en şiddetli muhalefeti yapan ve en çetin direnci gösteren bizlerin günâhı neydi?

Günahımız, bir büyük vatanî ve imanî hizmetin bedelini ödemek olsa gerektir.

Peki, referandum zamanında bizi tefe koyan, bizi anarşistlerle, komünistlerle bir tutan dostlarımıza, kardeşlerimize ne demeli? Otuz yıldır devam eden siyasî ihtilâfımızın, hasseten ihtilâl anayasasının oylanmasıyla başladığını, acaba şöyle insafla bakıp düşünmek ve gereğini yapmak gerekmez mi?

Bugün itibariyle hemen hepsi de AKP'li olan o dostlarımızın—haydi bizden özür dilemesini bir tarafa bırakalım—hiç olmazsa bir nedamet duymaları, işledikleri azim hatadan dolayı Cenâb–ı Hak'tan af dilemeleri gerekmez mi?

Hayır, hiç gerekmez diyen varsa, o takdirde buyursun, demokratikleşmenin önünde bir set ve üstünde bir karabasan gibi duran şu ihtilâl anayasasının meddahlığına devam ededursun... Bizim nazarımızda, dün olduğu gibi bugün de, ihtilâller gibi ihtilâl anayasaları da merduttur.

Evet, dün reddettiğimiz gibi bugün de reddediyoruz. Hatta, hürriyet ve demokrasi nimetinden Bismillah diyerek söz ederken, ondan önce zulümle âbâd olan darbeleri lânetlemek geliyor içimizden.

Yani, önce "Euzubillâhimineşşeytâni ve'l–ihtilâl" demek ve ondan sonra hürriyet, adâlet, demokrasi, temel insan hak ve hürriyetlerinden söz etmek istiyoruz.

Biliyor ve inanıyoruz ki, ihtilâl süprüntüleri temizlenmeden, bu güzel nimetlerden hakkıyla istifade edemeyiz.

Sevinmeli mi, üzülmeli mi?

Cumartesi günkü (12 Eylül) gazete haberlerinde, Avrupa'nın en büyük adliye sarayının İstanbul Çağlayan'da yapılacağı belirtiliyordu.

Mekânın büyüklüğünü tarif için ise, "60 futbol sahası genişliğinde" ifadesi kullanılıyordu. Aynı haberin içinde, ihaleyi kazanan firmanın Konya'da da kapalı sahası 64 bin metrekareyi bulan adliye binasının inşa edildiği bilgisi yer alıyordu.

Bu ve benzeri haberlere sevinmeli mi, yoksa üzülmeli mi?

Ben şahsen üzüldüm, hem de çok üzüldüm. Zira mahkemelerin çoğalması, işlenen suç ve açılan dâvâ sayısının çoğalması anlamına geliyor. Bu ise, hiç de hayra alâmet bir gelişme mânâsında görünmüyor.

Adliye bina ve saraylarının çoğalmasının ardından, ayrıca ülkede mahpus ve hapishane adedinde de artış beklenmeli.

Şu anda, mevcut hapishaneler neredeyse lebâleb dolmuş vaziyette. Resmî makamlar, tutuklu sayısının 70 binden fazla olduğunu belirtiyor.

Türkiye'de birbiriyle kavgalı ve dâvâlı insan sayısı ise, hiç şüphesiz yüz binleri, belki de milyonları buluyor.

Bu hususta kesin rakamlar var mı, bilemiyoruz. Ancak, görünen manzara Türkiye'nin adâlet işleyişinde ciddî bazı yanlışlıkların olduğunu gösteriyor.

Bir başka gösterge de, insanlarımızın birbiriyle ne derece kavgalı ve geçimsiz hale geldiklerini tebarüz ettiriyor.

Ülkemizde okulların, eğitim yuvalarının çoğalmasına sevinelim; ancak, mahkeme salonları ile hapishane binalarının çoğalmasına hiçbir şekilde sevinmemek, hatta üzülmek gerekir.

14.09.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Kadir Gecesini aramak


A+ | A-

Fatih Bey: “Şu ahir zamanda bolca duâya ihtiyacımız var. Kadir Gecesi Ramazan ayının hangi gecesidir? Kadir Gecesinin Ramazan geceleri içinde gizli olmasının hikmetleri nelerdir?”

Bu günlerde mübarek gün ve geceler yoğun şekilde bizi feyizlendiriyor. Anlıyoruz ki, Ramazan-ı Şerifin her bir günü diğer bir günü aratmayacak kadar feyizli, her bir gecesi diğer bir geceyi aratmayacak derecede mübârektir. Kadir Gecesi de, Muhammed Aleyhissalatü Vesselâmın ümmetine verilmiş bir hediye olarak bu ayın içinde gizlenmiştir. Bu gece, önceki ümmetlerin uzun ömürlerine sevapta ve feyizde yetişsinler diye Muhammed (asm) ümmetine hediye olarak verildi 1 ve bizzat Cenâb-ı Hak tarafından bin aya eşit kılındı. 2

Kadir Gecesinin, Ramazan-ı Şerifin neresinde olduğuna dâir Peygamber Efendimizden (asm) gelen haberlere bir göz atalım:

*İbnu Ömer (ra) anlatıyor: “Resûlullah’a (asm) Kadir Gecesi Ramazan’ın neresinde?” diye sorulmuştu. Resûlullah Efendimiz (asm):

“- O, Ramazan’ın tamamında!” buyurdu.” 3

*Hz. Aişe (ra) anlatıyor: “Resûlullah (asm) vefat edinceye kadar Ramazan’ın son on gününde itikâfa girer ve derdi ki:

“Kadir Gecesini Ramazan’ın son on gününde arayın”. Resûlullah (asm)’dan sonra, zevceleri de itikâfa girdiler.” 4

*Ebu Saîd (ra) anlatıyor: “Biz Hz. Peygamber (asm) ile birlikte Ramazan’ın orta on gününde itikâfa girdik, yirminci günün sabahı olunca eşyalarımızı evlerimize taşıdık. Resûlullah (asm) bir hutbe okudu ve sonra şöyle buyurdu:

“İtikâfa girmiş olanlar, itikâf mahallerine dönsünler. Zira bu gece bana Kadir Gecesinin hangi gece olduğu gösterilmişti, sonra unutturuldu. Siz, son onda ve tek gecelerde arayın. Ayrıca bu gece kendimi su ve çamur içinde secde eder gördüm.” Resûlullah (asm) itikâf mahalline dönünce, o günün sonuna doğru hava bozdu. Mescid o sıralarda (üzeri dallarla örtülmüş) çardak şeklindeydi. Hz. Peygamber’in (asm) burnu ve burun yumuşağı üzerinde su ve çamur bulaşığını gördüm. Bu gece 21. gece idi.” 5

İbnu Ömer (ra) anlatıyor: Hz. Peygamberin (asm) ashabından bazılarına (ra), rüyalarında, Kadir Gecesinin Ramazan’ın son yedisinde olduğu gösterildi. Rüyaları kendisine anlatılınca Efendimiz (asm):

“Görüyorum ki, rüyanız son yediye uygun düşmektedir. Öyleyse, Kadir Gecesini aramak isteyen son yedide arasın” buyurdu.” 6

*Zirr İbnu Hubeyş anlatıyor: Ubeyd İbnu Ka’b’a (ra) dedim ki, “İbnu Mesud (ra): “Bütün sene geceleri kalkan kimse Kadir Gecesine tesadüf edebilir diyormuş (ne dersiniz?).” Bana şu cevabı verdi: “Kendisinden başka ilâh olmayan Zat-ı Zülcelâl’e yemin olsun, Kadir Gecesi Ramazan ayındadır. Ve o gece, Resûlullah’ın (asm) bize kalkmamızı emrettiği gecedir, o da yirmi yedinci gecedir. Bunun emâresi, o gecenin sabahında güneşin beyaz ve ışınsız olarak doğmasıdır.” 7

Mü’minler tarafından genellikle benimsenen, Kadir Gecesinin Ramazanın 27’nci gecesi olduğudur. İslâm âlimlerinden bazıları Kadir Sûresinde geçen ve Kadir Gecesine işâret eden “hiye” zamirinin, Kadir Sûresinin 27. kelimesi olmasından da hareketle bu gecenin 27. gece olduğu üzerinde durur. Fakat yukarıdaki rivâyetler gösteriyor ki, her Ramazan gecesini Kadir Gecesi bilmelidir. Nitekim İmam-ı Şârânî’nin ölçüsü yukarıdaki rivâyetlerde de görüldüğü gibi, başka gecelerin de Kadir Gecesi olabileceğini bildiriyor. Bediüzzaman Hazretleri de Kadir Gecesinin bütün Ramazan içinde saklanmış olduğunu bildiriyor ve bunun hikmetinin de, mü’minlerin bütün Ramazan boyunca duâya ve ibadete devam etmesinin istenmesi olduğunu haber veriyor. 8

Kadir Gecesine ulaşmak ve ondan hissemizi almak için şu hadise kulak verelim: “Kim Ramazan ayı çıkıncaya kadar akşam ve yatsı namazlarını cemaat ile kılarsa Kadir Gecesinden hissesini alır.” 9

Dipnotlar:

1- Muvatta, İtikaf 15, (1, 321).

2- Kadir Sûresi: 3.

3- Ebu Dâvud, Salât, 324, (1387).

4- Müslim, İtikâf 5, (1172).

5- Buhârî, Fadlu Leyleti’l-Kadr 2, 3, İtikâf 1, 9, 13; Müslim, Sıyâm 213, (1167).

6- Müslim, Sıyâm 205, (1165); Muvatta, İtikâf 14, (1, 321);

7- Müslim, Misâfirîn 179. (762).

8- Sözler, s. 309.

9- K. Sitte, s. 400.

14.09.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.