01 Ekim 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Ali OKTAY

Korsan yayın, internet ve kul hakkı


A+ | A-

Geçen yıl, senelerini bu işe vermiş değerli tasavvuf müziği san'atçısı ağabeyim Sami Özer’le konuşurken söz döndü dolaştı korsan yayına geldi. Bir dokundum bin ah işittim kâse-i fağfur’dan adeta. Başına gelen bir olayı anlattı:

“Bir gün yolda giderken tanımadığım biri ‘Canım ağabeyim’ deyip boynuma sarıldı. Allah razı olsun ağabey, senin sayende hem duâ alıyorum, hem de iyi kazanıyorum. ‘Nasıl yani, hem sende kimsin?’ dedim. Abi ben Sirkeci’de bilgisayarımda senin albümlerinin cd’sini çoğaltıp satıyorum. Müşteriler çok memnun oluyor. Allah razı olsun. Ne diyeyim şaştım kaldım.”

Yine müzik camiasının büyük şirketlerinden birinin üst düzey yöneticisiyle konuşurken bir hatırada o anlattı. “1 -2 ay önce yeni bir albüm yaptık. Şu ana kadarki satış rakamı 2 bin adet. Sonra internette bir web sitesine girdi. Orada aynı albümdeki eserlerin kaç kez ‘indirildiğini’ gösteren numaratöre baktık. Tam 46 bin kez o san'atçının parçaları indirilmiş. Daha acı olan nokta ise şuydu. Bu web sayfasını ‘hizmet’ olarak yaptığını düşünen kardeşimiz şu cümleyi de eklemişti sayfasına: ‘Değerli kardeşlerimiz, size daha iyi hizmet sunabilmem için lütfen web siteme reklâm veriniz.”

Madem hatıralardan başladık bir tane de kendi hayatımdan anlatayım:

“Yakın zamanda bir kardeşimiz ‘Abi sana bir şey söyleyeceğim, hakkını helâl eder misin’ dedi? Hayırdır İnşallah. Benim sende ne hakkım olabilir ki? ‘Abi senin albümünü kopyaladım. Kul hakkı olabilir helâl et.’ Üniversite öğrencisi olan kardeşime, helâl olsun” dedim.

Bir süre sonra başka kardeşlerimin de ‘helâllik‘ talepleri gelince ben de ne diyeceğimi şaşırır hale geldim. Tamam ben hakkımı helâl ediyorum da, yapımcı firmanın, dağıtımcının, şairin, bestekârın, müzik yönetmeninin özetle emeği geçen diğerlerinin hakları için ne söyleyebilirim ki? Bu örnekleri anlatarak canınızı sıkmak değil kastım, ama ortada ciddî bir hak ihlâli olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız. Daha geçen sene bir otobüs dolusu meşhur san'atçı Ankara’ya giderek hükümetten korsan yayınlara karşı yardım istedi. Çünkü daha düne kadar 1 milyon satan albümler artık 100 bini bile bulmuyor. Bütün tedbirlere rağmen, en yeni çalışma bile daha piyasaya çıkmadan korsanı basılıp etrafta çalınabiliyor. San'atçılar şaşkın, yapımcılar çaresiz, önleyecek olan makamlar konuya duyarsız. İşin, ‘bizim camiaya’ bakan yönüne de bu sıkıntı sirayet etmekte gecikmedi nihayet. Kiminle konuşsam dertli, moralsiz, şevki kırılmış. Hemen hemen kimse yeni bir şey üretme konusunda istekli davranmıyor. Hal böyle olunca internetten indirerek, cd kopyalayarak bu üretkenliğe balta vuran kardeşlerimiz bilseler iyi olur diye düşünüyorum.

Nasreddin Hoca misali bindiğimiz dalı kesiyoruz aslında. Eğer bir san'atçı ürettiği eserin beklediği ilgiyi görmediğini düşünürse elbette yeni bir şey ortaya koymak istemeyecektir. Ve internette, radyoda hep eski şeyleri dinleyip sonra da “bizim san'atçılarımızda da hiç üretkenlik kalmamış” diyerek, bir de suçlayacaklar korkarım.

Dinî müzik yapmak zaten başlı başına bir cesaret işi. Arkamızda dinleyicinin ilgisinden başka bir kuvvet yok. Maddî imkânlar ise sanıldığı gibi değil. Aylarca, gece yarılarına kadar stüdyoda yapılan yorucu çalışmaların, onca zahmetin karşılığı bir de emeğinizin takdir görmeyip istismar edilmesi hiç hoş bir şey değil. Kul hakkına karşı aşırı hassas olan kardeşlerimizin bu konuya çok normal bir şeymiş gibi yaklaşmalarını anlamak mümkün değil. Acaba bu kul hakkı değil midir, ne dersiniz?

Değerli dostlar ya siz ne düşünüyorsunuz bu konuda? Çözüm teklifiniz olabilir mi? Sizin görüşlerinizi de almak istiyorum. [email protected]‘e gelecek mesajlarınızı paylaşacağım.

01.10.2009

E-Posta: alioktay@alioktay. net



Faruk ÇAKIR

Berlin’deki okulda ‘mescid’ açılacak!


A+ | A-

Ülkemizin olur olmaz tartışmalarla boşuna zaman kaybettiğini gösteren ‘güzel’ bir haber ile karşı karşıyayız. Hemen özetlemek gerekirse; Almanya’daki “Berlin İdare Mahkemesi,” okulunda namaz kılmak isteyen Türk (elbette ki Müslüman) öğrencinin isteğini kabul ederek, kendisine ders arasında günde bir kez namaz kılmasına izin veren bir karar almış.

Mahkeme sadece ‘izin’ vermekle kalmamış, bunu yaparken de “Bir İslâm uzmanının görüşünü” almış. Aynı mahkeme, Alman Anayasası’nın din özgürlüğünü kabul ettiği, bunun sadece inanmaya yönelik olmadığı, inancını göstermeye de yönelik olduğu, bu nedenle ders akışını etkilemediği sürece öğrencinin dini inançlarını yerine getirmeye hakkı olduğunu da ifade etmiş. (AA, 29 Eylül 2009)

Dikkat edilsin, bu kararı Suudî Arabistan’daki bir mahkeme değil, Avrupa’nın göbeğindeki bir mahkeme veriyor. Verilen kararın isabetli olması yanında, karar verilirken “Bir İslâm uzmanının görüşünün alınmış olması” da çok önemli.

Bakınız bu haberin duyulduğu gün, bizdeki çarpıklığı gösteren örnek bir haber medyada yer aldı. Buna göre Genelkurmay tarafından yayınlanan bir kitapçıkta başörtüsü hakkında “Başörtüsü bir Kur’ân hükmü ve ifadesi değildir” iddiâsı ileri sürülmüş. (Vakit, 30 Eylül 200)

Bir Almanya’daki mahkemenin karar vermeden önce ‘ihtisas’a duyduğu saygıya bakın, bir de bizdeki yanlış uygulamaya. Acaba bu iddia ileri sürülürken hangi ‘uzman’a fikri soruldu? Hiç kimse “Ulemaya mı soracağız?” demesin. Gerekiyorsa ulemaya, gerekiyorsa profesöre, gerekiyorsa çöpçüye ve gerekiyorsa maden işçisine de—ehil oldukları konuda—fikirleri sorulabilir ve sorulmalıdır. İşte bakın Almanya’daki mahkeme, ‘namaz kılma talebi’ sonrası, işin ehli olan “İslâm uzmanına” sormuş ve ona göre karar vermiş... Bu karar sonrası ne Almanya yıkılmış, ne de irtica Almanya’yı teslim almış!

Berlin’deki İdare Mahkemesinin aldığı karar, Türkiye’deki ‘yasakçı’ları fena halde bunaltmaya aday. Hatırlamak lâzım ki bazı okullarda namaz kılan öğrenciler olunca ‘büyük medya’ hemen konuyu manşete taşıyor ve “İrticanın ayak sesleri, Okul çatısında namaz, Bodrumda namaz” diyerek ortalığı birbirine katmaya çalışıyor. Türkiye’yi idare edenler de bu ‘tepki’ye karşı mertçe ortaya çıkıp; “Ne var bunda? Namaz kılan öğrencilere şimdiye kadar yer ayırmadığımız için özür dileriz. Yarından itibaren, talep olan okullarda mescid açılacak” diyemiyor. Aksine, ‘soruşturma’ açıp güya suçlu aramaya çalışıyorlar.

Okullarda namaz kılmak isteyen öğrencileri ‘suçlu’ gibi gören bu anlayış çıkmaz sokaktır! Bu bakımdan Almanya’daki mahkemenin kararı Türkiye’yi idare edenlere örnek olmalı ve yarından tezi yok talep ve ihtiyaç olan her yerde mescid açılması gerekir. Tekrarlıyoyoruz; ‘talep olan her yer’de!

Dün Belçika’nın aydınları başörtüsüne sahip çıkan bildiriye imza atmıştı. Bugün Almanya’da hakimler ‘namaz’a sahip çıktı, yarın başka bir ülke, başka bir ‘gerçeğe’ sahip çıkacak. “Akıl için yol bir”dir ve bu durum önümüzdeki günlerde yasakçıların canını fena halde sıkacak...

01.10.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Açılım nereye?


A+ | A-

Açılım diye başlatılan sürecin, konuyla ilgili hükümet dışı aktörlerden kaynaklanabilecek engel ve sıkıntıların yanı sıra, bizatihî hükümetin, özellikle iktidar partisinin kendi içinden gelebilecek risklerle de karşı karşıya kalma ihtimali başından beri söz konusuydu.

Nitekim zaman geçtikçe bunların birer birer kendisini göstermeye başladığını görmekteyiz.

Söz gelişi, hükümet aksini söylese de sürecin “Kürt açılımı” olarak iştihar bulmasının, partideki “Türk milliyetçisi damar”ı rahatsız eden noktalara doğru gittiğine dair işaretler beliriyor.

Bu rahatsızlığı fazla büyümeden yatıştırmak için dile getirilen klâsik vurgular ise, Güneydoğulu vekiller başta olmak üzere açılıma büyük ümitler bağlayanlarda soru işaretleri oluşturuyor.

Böylece, iki arada bir derede kalıp, durduk yere Türkleri tedirgin ederken Kürtleri de hayal kırıklığında bırakma gibi bir durum ortaya çıkıyor.

Bir kesime “Fazla ileri gittiniz,” diğerine de “Dağ fare bile doğurmadı” dedirtecek bir durum.

Açılıma Yaşar Kemal ve Sezen Aksu gibi isimlerden destek istenirken, başarı için vazgeçilmez ve ihmal edilemez bir öneme sahip olan din boyutunun üzerinde durulmaması da bir handikap.

Cumhurbaşkanı Gül’ün, aslında Bediüzzaman’a ait olan “Bitlis’e üniversite” projesini M. Kemal’e mal etmesi ve Kültür Bakanı Günay’ın, açılımı “Atatürk devrimlerinin devamı” olarak nitelemesi örnekleri, bu işin de resmî ideoloji çerçevesinde götürülmek istendiğini gösteriyor.

Öyle olunca da işin bütün esprisi kaçıyor.

Bir diğer nokta, bir taraftan açılımın içeriğiyle ilgili belirsizlik sürer ve işsizlik dahi kapsama dahil edilirken, uygulama takvimi ve zamanlamalar konusunda da bir meçhuliyet söz konusu.

Son derece hassas ve kritik bir konuda büyük iddialarla ortaya atılıp bazı kesimlerde ümit ve beklentiler oluşturulurken, bazılarının da tehlikeli provokasyonlara açık bir tepki psikolojisine sürüklenmesi, işi daha da çetrefilli hale getiriyor.

Bu çerçevede, futbol maçlarının dahi akıl almaz tahriklere sahne olabilmesi, yürekleri ağızlara getiren düşündürücü örneklerin sonuncusu.

Holigan terörünün potansiyel alanlarında bir de profesyonelce tezgâhlanmış etnik provokasyonlarla hassasiyetlerin kaşınması olacak şey mi?

Güneydoğu’da dağa taşa kazınan “Ne mutlu Türküm diyene” yazılarının kaldırılması yıllardır dillendirilen bir talep iken ve Fatih Çekirge’nin yazdığına göre Van’ın Bahçesaray ilçesindeki yazının “Önce vatan” şeklinde değiştirilmesi ile bu talebin karşılanmaya başladığı izlenimi doğmuşken, aynı yazının çok daha provokatif bir eda ile holigan tribünlerinde açılan pankartlar şeklinde boy göstermesi, sıradan bir olay sayılabilir mi?

Bir Güneydoğu beldesindeki PKK yanlısı gösteri ne kadar rahatsız edici ise, Bursa stadyumunda sergilenen ve Türklerle Kürtlerin kardeşçe birlikte yaşama iradesini dinamitleme amaçlı tahrikkâr tablolar da en az o kadar sıkıntı verici.

“Kürt sorununu çözme” söylemiyle başlatılan süreç için başından beri dile getirilen “Başımıza bir de Türk sorunu çıkarılmasın” endişesinin haklılığını ve isabetini gösteren işaretler bunlar.

Gerçi Türküyle Kürdüyle toplumumuzun ekseriyetinde hakim olup şimdiye kadar birçok çetin imtihanı başarıyla atlatarak sayısız fitne ve provokasyonu boşa çıkaran engin sağduyunun, içinden geçmekte olduğumuz bu süreçte de kendisini bir kez daha ispatlayacağından eminiz.

Ama durduk yere yeni gerilimler yaşamaya ne gerek var? İnsanlar artık huzur, barış ve sükûnet istiyor. Bu çok masum ve insanî talep ve beklentiyi hiçe sayıp ortalığı yine germek için pusuda bekleyen provokatörlere asla fırsat verilmemeli.

İşte başlatılan sürecin çok iyi ve dikkatli yönetilmesi gerektiğini vurgularken bunu da ifade etmeye çalışmıştık. Bu yapılamazsa, önceden öngörülemeyen gereksiz sıkıntılara meydan verilir.

Ve bundan en büyük zararı, yenilenmiş ümit ve beklentilerle karşılanan açılım projesi görür.

01.10.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Allah yolunda olmak


A+ | A-

İnsan ya nefis ve şeytan yolundadır, ya da Allah yolunda. Ya nefsine kul köle olur, şeytana bayram yaptırır. Ya da nefis ve şeytanın susması, kahrolmaları pahasına Allah yoluna girer, azim ve sebatla o yolda devam eder.

İşte hayat bu iki minval üzere devam eder. Önemli olan nefis ve şeytanın en büyük düşmanımız olduklarını bilip onların oyun ve hilelerine kapılmadan Allah’ın gösterdiği dosdoğru yolda devam edebilmektir. Bu noktada Allah’ın yardımını ister, Allah Resûlünün (a.s.m.) çokça tekrarladığı, “Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ım, beni dinin üzerinde sabit kıl” 1 diye yalvarır; su içme, yemek yeme, hatta havayı teneffüs etme kadar ona muhtaç olduğumuzu bilir, huzur-u İlâhiye çıktığımız beş vakitte Fatiha’yı okurken, en az kırk defa, “Kendilerini nimetlendirdiğin kullarının dosdoğru yolunda bizi sabit kıl diye” yakarırız.

Bu kavlî, yani sözlü duâyı da fiiliyata döker, o gün işlediğimiz işlerde Allah yolunda olmaya, O'nun rızasını yakalamaya çalışırız.

Bir insan için Allah yolunda olmak kadar önemli ne olabilir?

O halde insanın kendi kendine soracağı ilk soru “Acaba ben kimin yolundayım? Nefsimin mi, yoksa Allah’ın mı?” olmalıdır.

Allah yolunda olmayı hedefleyen kişinin yapacağı iş de Allah’ın ve Resûlünün emir ve tavsiyeleri doğrultusunda hayatını şekillendirmektir. Bu niyet ve düşünceyle hareket ettiğinizde Allah yolundasınız demektir. Allah yolunda olmayan kimse maddeten ve manen tehlikelerle başbaşadır, helâke gider.

Meselâ ilim öğrenmeyi gaye edinmişsiniz. Beş dakika boş vakit bulsanız elinize faydalı birşeyler alıp okuyorsunuz. Kısaca ilim sevdalısısınız. Hadis-i şerifin ifadesiyle geçmişteki günahlarına keffaret2 olan ilim için attığınız her adım sizi Cennete götürür, yolunu kolaylaştırır.3 Ve siz ilim öğrenmek için yola çıktığınız için evinize dönünceye kadar Allah yolundasınız.4

Diyelim ki ilmî sohbetlere katıldınız; Allah’ı, Peygamberi, Kur’ân’ı, kısacası İslâmı öğrenme gayretleri içine girdiniz. Allah yolundasınız ve dünyadaki Cennet bahçelerindesiniz.

Allah Resûlü (a.s.m.) bunu tavsiye ediyor bizlere. Buyuruyorlar ki “Cennet bahçesine uğradığınızda oturup istifade ediniz.” Sahabe hayretle sormuş: “Cennet bahçesi nedir ya Resûlallah?” “İlim meclisleridir” 5 buyurmuş.

Ne büyük mutluluk Allah yolunda olmak!

Dipnotlar:

1. Tirmizî, Daavat: 89; İbni Mace, Duâ: 2; Müsned: 4:182.

2. Tirmizi, İlim: 2, (2650).

3. İbni Mace, Mukaddime: 17; Ebû Davud, İlim: 1.

4. Tirmizî, İlim 2, (2649); İbnu Mace, Mukaddime: 17, (227).

5. et-Terğib, 1:112.

01.10.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Kürtçe’nin yanında neler yasaklandı, neler!


A+ | A-

Şimdi M. Kemal’in, yâni CHF-CHP’nin “din reformu” listesini, tarihleri ile birlikte sıralayarak Kürtçe’nin yanında nelerin değiştirildiğini, yasaklandığını görelim:

n 7 Ocak 1924’te Tevhid-i Tedrisat Kanunu yer alır ve bütün okullar Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlanır; dinî eğitim veren medreseler de böylece kapatılır.

n Hilâfet ve Vekâlet-i Şeriyye 3 Mart 1924’te kaldırılır.

n 8 Mart 1924’te, dinî mahkemeler kapatılır.

n 8 Nisan 1924’te Adlî Teşkilât Kanunu ile şer’î mahkemeler lağvedilir.

n 25 Kasım 1925 tarihinde, 671 sayılı Şapka İktisâ'ı Kanunu (Şapka giyileceğine dair kanun) çıkar.

n 30 Kasım 1925’te tekke, zaviye ve türbeler kapatılır; tarikatlar ve dini kisve yasaklanır.

n 10 Ocak 1926’da Milâdi takvime geçilir. Yine 1926’da, Müslümanların alkollü içki satması serbest bırakılırken; M. Kemal’in heykel ve resimleri kamu kurum ve müesseselerine konmaya başlanır.

n 17 Şubat 1926’da İsviçre Medenî Kanunu, 1 Mart 1926’da İtalya Ceza Kanunu tercüme edilir ve “Türk Ceza Kanunu” diye sunulur. Almanya’dan “Türk (Nasıl Türk olduysa!) Ticaret Kanunu” getirilir.

n 28 Mayıs 1927’lerde, hükümet kararıyla, kamu binalarındaki tuğralar ve Kur’ân harfleriyle yazılmış olan kitâbe ve yazıların kaldırılması kanunlaşır.

n 3 Şubat 1928’de ilk Türkçe hutbe, Yerebatan Camii’nde okutulur. 1928 yılında M. Şemsettin’i, ibâdet ve caminin modernizasyonu amacıyla, İstanbul Üniversitesinde kurulmuş bir komisyonda görürüz. Komisyonun hazırladığı önergeye göre, dinî törenler, temiz ve düzenli biçimde yerine getirilecek, ibâdet dili Türkçe olacak. Ayrıca, dini âletlerin estetik çekicilik taşıyacak biçimlere kavuşturulması, dini hizmet verenlerin Kur’ân’ı, toplumsal içeriği kavramış kişiler olmaları gerekiyordu.1

n 3 Nisan 1928’de, Anayasanın ikinci maddesi olan, “Bu devletin dini, din-i İslâmdır” ibaresi çıkarılır.

n 1 Kasım 1928’de İslâm dininin kaynağı olan Kur’ân harfleri, Harf İnkılâbı adı altında kaldırılır.

n 1 Ocak 1929 tarihinde, Arapça harflerle dilekçe yazılması ve kitap basılması yasaklanır. Ulema tamamen bertaraf edilir.

n 1 Eylül 1929’da ilk ve orta öğretim okullarından “Arapça” ve “Farsça” dersleri kaldırılır.

n 22 Ocak 1932’de çıkarılan bir kanunla, bütün camilerde ezanın Türkçe okunması kararlaştırılır ve 22 Ocak 1932’de Yerebatan Camii’nde Türkçe okunmaya mecbur edilir.

n 6 Şubat 1933’de de resmî bir emirle yurt sathında, bütün camilere, mescidlere Türkçe ezan okunması mecburiyeti getirilir. Bu arada, basın-yayın hayatındaki bütün dinî neşriyat ve tefrikalar yasaklar listesine alınır. Haftanın resmî tatil günü, Cuma’dan Pazar’a alınır.

n 25 Kasım 1934’te, 2590 sayılı kanunla “Efendi, bey, paşa, hanım, hanımefendi, hacı, hoca, molla, hazret...” gibi lâkap, ünvan ve kelimeler yasaklanır.

n Ve laiklik ilkesi, 1937’de Anayasa’ya sokulur. Ne var ki, 1924’ten beri tatbik edilen laiklik, “liberal” değil, “jakoben”dir. Yani “toplumu dinden soyutlamak için baskı, dinsizlik” mânâsındadır.

Dipnot:

1- Prof. Dr. Şerif Mardin, Türkiye’de Din ve Siyaset, İletişim, İst., 1998, s. 228.

01.10.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Son torunların vefatı


A+ | A-

Sultan II. Abdülhamid'in torunu "son şehzâde" Osman Ertuğrul Efendinin ardından, Şeyh Said'in "son torunu" Abdülmelik Fırat da vefat etti. Yaşları farklı olmakla birlikte, vefatları aynı hafta içinde gerçekleşti: 23 ve 29 Eylül günleri...

Bu iki renkli şahsiyetin hayatında bir dizi benzerlik noktaları var; şöyle ki:

* İkisi de tarihe mal olmuş şahsiyetlerin torunuydular. Bir bakıma, onların son temsilcileriydiler.

* Dedeleri samimi dost idiler. Şeyh Said, İslâm halifesi Sultan Abdülhamid'e sadâkatle bağlıydı. Hürriyet ve meşrûtiyetten hoşlanmamakla beraber, ikisi de şahsî kemâlât ve fazilet sahibiydiler.

* Ne var ki, her ikisinin dedesi de "bozuk İttihatçıların" hışmına uğramış; biri sürgün ve hapis (1909–1918), diğeri ise idam cezasına (1925) çarptırılmıştı.

* Ertuğrul Efendi ile Abdülmelik Bey, tâ çocukluk devresinden itibaren sürgünle başlayan çileli bir hayata mahkûm edildiler. Haksız yere zulme, gadre uğradılar.

* Kemalist rejimin nazarında ikisi de "sakıncalı kimseler" listesinin başında bulunuyordu. Dedelerinin "suç"u bir bakıma onlara da yüklenmişti. Onlara, her an suç işleyebilirler nazarıyla bakılıyordu.

* Ancak, onlar yine de suç işlemediler. Devlet düşmanı olmadılar. Daima ülkenin huzur ve barış ortamı içinde olmasını istediler. Milletin kardeşliğini savundular.

* Tabiî, aralarında bazı farklılıklar da yok değildi. Özetlemek gerekirse:

Ömrünün yaklaşık seksen yılı gurbette geçen Ertuğrul Efendi, siyasetten hep uzak durdu, kendi halinde mütevazı bir hayat yaşamayı tercih etti.

Abdülmelik Fırat'a gelince.... 1950'de yedi yıl yaşını büyüterek Demokrat Partiden milletvekili seçildi. 1927 Mayıs (1960) Darbesinden sonra Yassıada'da yargılandı, hapis cezasına çarptırıldı. Ancak, yine de siyasetten kopmadı. 1991'de DYP'den milletvekili seçildi. 1993'ten sonra bazı milliyetçi kimselerin parti içine sızması ve Çiller'in etrafını kuşatmasına tepki göstererek DYP'den ayrıldı. Bu tepkili ayrılış, onu bir ölçüde etnik ağırlıklı "Kürt siyaseti" çizgisine doğru sürükledi. Hatta öyle ki, 2002'de kurucu genel başkanı olduğu Hak ve Özgürlükler Partisinin (HAKPAR) resmî kuruluş gününü tam da Şeyh Said Hareketinin patlak verdiği güne denk getirtti.

Bununla beraber, âlim, fâzıl ve dindar bir şahsiyet olan Abdülmelik Fırat, Kürtlerin PKK ile özdeşleştirilmemesi ve mutlaka ayrı tutulması gerektiğini hep savuna geldi. Birçokları gibi ona göre de, PKK Kürtlerin temsilcisi değildi ve olamazdı. PKK'nın hariçte Ermeni (Asala) ve Yahudi (İsrail) bağlantısı ile dahilde Ergenekonvari derin odaklar ve uyuşturucu şebekeleriyle olan bağlantılarını iyi bilenlerdendi. Bundan dolayı da, ekseriyetle Kürt gençlerini militan, taşeron ve tetikçi olarak kullanan "Kürt görünümlü Ermeni terör örgütü" PKK ile daima mesafeli durdu.

* Herşeye rağmen, Ertuğrul Efendi gibi, Abdülmelik Bey de yıkıcı değil, yapıcı yönü ağır basan kimselerdi.

Cenâb–ı Hak, her ikisine de ganî ganî rahmet eylesin ve taksiratlarını affeylesin.

....................................................

Haşiye: Diğer Kürt ileri gelenleri gibi, Şeyh Said'in yeğeniyle evli kızından torunu olan Abdülmelik Fırat'ı Demokrat Parti listesinden Meclis'e taşıyan Adnan Menderes, fevkalâde isabetle bir siyasî dehâ örneğini ortaya koydu. 1950–60 seneleri arasında Doğu ve Güneydoğu Bölgeleri gibi, Türkiye genelinde de, siyasî, ideolojik veya ayrılıkçı mânâda bir tek "Kürt hareketi" yoktur. Türkiye o yıllarda harikulâde bir huzur, sükûn ve barış devresini yaşadı.

İki önemli konu

Düşündürücü olduğu kadar endişe verici iki önemli gündem maddesi var önümüzde.

Birincisi: Kayseri'de bayram şekeri toplamaya çıkan ve kayıplara karışan 6–8 yaşlarındaki üç çocuğun organ mafyası tarafından kaçırılmış olması ihtimali. Bu son derece vahim, insanlık dışı ve tüyler ürpertici bir durum. Ülkemizin insanları, gözlerine baka baka mâsum çocukların canına kıyacak kadar vahşileşmişse ve bu vahşeti organize şekilde yapıyorsa "İnsanlık eyvâh!" diyerek ortalığı ayağa kaldırmaktan başka çare kalmamış demektir.

İkincisi: Eylül ayının son haftasında Türkiye'nin doğusunu etkisi altına alan mevsimsiz kar yağışları. Sonbaharın başında ülkenin batısında sel, doğusunda kar yağışı, acaba önümüzdeki kış mevsiminin çok çetin geçeceğinin bir işareti mi? Yaşanan tabloların fizikî ve maddî sebepleri gibi, şüphesiz bunun mânevî olarak da sebep ve hikmetleri vardır.

Tarihin yorumu 1 Ekim 998

Devir, Gazneli Mahmud devri

Merkezi Afganistan'da bulunan Gazneliler Devletinin kurucu olan Sultan Mahmud, 1 Ekim 998 tarihinde tahta çıktı.

Bu tarihten itibaren Asya kıtasında devir artık "Sultan Mahmud devri"dir.

Zira, çok kısa bir zamanda Türkmenistan, Pencap, Harezm, Gücerat ve Kuzey Hindistan'ı da ülkesinin topraklarına katmaya muvaffak olan Gazneli Mahmud, tam 32 yıl müddetle kesintisiz galibâne bir saltanat devrini yaşadı.

Gazneli Sultan Mahmud'un bir ünvânı da "Hindistan Fatihi"dir. O zamanlar putperest olan Hindistan'a yaptığı 17 seferin tamamında mutlak galibiyetle döndü. Bugünkü Pakistan ve Bangladeş halkının Müslüman olmasında pek büyük hizmetlerde bulundu.

Sultan Mahmud'un daha başka ünvan ve lâkabları da var. Abbasî Halifesi tarafından ona verilen "Yeminü'd–devle, Seyfü'd–devle ve Emirü'l–mü'minîn" ünvanlarının yanı sıra, halk tarafından da kendisine "Putkıran Mahmud" ve "Mahmud–i Zâbulî" lâkapları verilmiştir.

"Zâbulî" lâkabı, asil bir ailenin kızı olan annesinin Zabulistanlı olmasından, "Putkıran" lâkabı ise, Hindistan Seferine her çıktığında, ilk işi gittiği şehirdeki en büyük putu kırmakla işe başlamasından dolayı ona verilmiş.

01.10.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.