05 Kasım 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Mehmet KAPLAN

Böyle lezzet...


A+ | A-

Hiçbir inançta...

Hiçbir felsefede…

Ve:

Hiçbir anlayışta bir benzeri yok!

Allah bizlere nasip kılmış bu büyük nimeti.

Kıymetini öyle bilmek gerek.

Aşk.

Şevk.

Heyecan.

Ve:

Lezzet içinde.

Huzuruna vararak.

İdrakinde olarak!

Mânâsına dalarak anlamalı.

Zira:

Yok başka bir şeyde bu lezzet!

***

Akşam…

Bir başka lezzettedir.

Gece bir başka!

“Her şeylerden daha tatlı” dedikleri;

“Uyku…”

“Uyku”nun tadı bile vız gelir sahur vaktinin tadının yanında.

Uyku öyle tuhaf ve aciz bir tad olarak kalır ki cılızlığı dikkatlerden kaçmaz.

İmsak vakti girmeden;

Şefkat kahramanı annelerin hazırladığı o birbirinden lezzetli sofralara açarız gözlerimizi.

Sahura açılmayan gözlere göz mü dermişim!

Uykunun lezzetini katmerleyerek bizleri ayrı bir mânevî lezzet hattına çıkarır sahur yemeği.

***

Saygı ile karışıp harmanlanmış bir melek sofrası olur iftar saatleri insana.

Allah’ım bu ne tarifi imkânsız bir huşu halidir.

Su aynı su ancak kıymeti bir başka..

Nimetler aynı nimet, ama ayarı en değerli mücevherlere bin basan…

Mücevher ne ki?

Daha doğrusu dünya malı ile nasıl ölçülebilir ki iftar sofralarının değeri?

***

Hiçbir inançta..

Hiçbir felsefede…

Ve:

Hiçbir anlayışta bir benzeri yok, demem ondandır!

Gerçekten de:

Yüce Allah;

Biz Müslümanlara nasip kılmış bu büyük nimeti.

Kıymetini öyle bilmek gerek.

Aşk.

Şevk..

Heyecan…

İçinde değerini anlamak gerek.

***

Huzura varmak..

Yaradana (cc) bu verdiği Ramazan ayı bereketi ve huzuru için birbirinden değerli vakitlerde duâ ve niyazda bulunmak.…

İnsan olmanın lezzeti de…

İşte tam burada:

Ramazan ayında saklı.

Öyle;

“Dinî seremonilerin en benzersizi” gibi abuk-sabuk, akademik ve soğuk cümlelerle işi yoktur Ramazan ehlinin.

Ramazan ehli kendine has bir iştiyak ile tariflere sığmayan vecdler yaşar:

“Can, can Ramazan.

İşte geldi Ramazan..

Ağama mektup yazam…

Günahların affını;

Ağamdan niyaz edem….” diyen ermiş kim bilir ne sırlara hakimdir!

05.11.2009

E-Posta: [email protected]



Raşit YÜCEL

Acı haber ve Şaban Döğen


A+ | A-

Şu satıları yazarken parmaklarım titriyor.

Şaban Döğen.

Kırk yıllık dostumuz ve canımız, ciğerimizdi.

Bir aile gibi idik.

Çok vefalı ve çok kadirşinastı.

Gençlik yıllarından hayatının sonuna kadar hayatını istikamet ile geçiren bir tebessüm timsâli ve müstesna mizaca sahip idi.

Ama kader bu…

Ömrü vefa etmedi.

Acı haberi, kayınbiraderi, canım kardeşi Seracettin Dingil verdi.

Adata nutkum tutulmuştu.

Kendisine zor cevap verdim.

Zaman zaman olur. İnsanın sevdiği kimselerden ayrılığı zordur.

Hayat işte budur.

Eskiler “İnsanı dert bitirir, ağacı kurt bitirir” derler.

Hepimizin kendi efkârına göre sıkıntıları olur.

Buluştuğumuz anlarda dertlerimiz ile hemhâl olurduk.

Yıllar boyu hanesinde misafir olduk.

O da, bizde misafirdi.

Ses getiren nice kitaplara imza attı. “Kur’ân’dan Tekniğe, Müslüman İlim Öncüleri” kitapları dünya çapındaki çalışmasıdır.

Son Konya Ilgın toplantısındaki şevk verici konuşması harika idi.

Merhum, eski öğretmen okulları genel müdürü Kadir Eren’in nadide olarak ilgilendiği öğrencilerden idi.

Şevk ve gayret sahibi idi. Ama içine kapanık bir yapısı vardı. Samimi ve hâlden anlamayana derdini anlatmazdı. Bu ise iç dünyasında sıhhî tahribat yaptı. Ama, kader demiştik.

Yeri zor doldurulacak bir insandır.

Yeni Asya’daki yeri inşallah doldurulacaktır.

Kitapları yıllarca gönüllere su serpecektir inşallah.

O, çok sevdiği Üstadına ve iki cihan serverine kavuştu.

O şimdi Kargı Kabristanı’nda, birçok nur talebesinin yanında ebediyetlere uğurlanıyor.

İyi ki ebedî âlem var, yoksa böyle hicranlara nasıl dayanılır?

Hayatımda gözyaşları ile yazdığım ilk makalemdir.

Sanki bir tarafım kopmuş gibiyim.

Nadide insanlar hep böyle olur.

Sessiz ve sedasız çekip giderler.

Başımız sağ olsun.

Cenab-ı Hak mekânını cennet eylesin.

Ölümün ayıramadığı gerçekler vardır.

Seni unutmayacağız.

Şerafettin ağabeyime, Seracettin kardeşime, Nurullah yavrumuza, yenge hanıma ve bütün aile efradına, Kargılı kahramanlara, bütün Yeni Asya ve Risale-i Nur câmiasına başsağlığı diliyorum.

05.11.2009

E-Posta: [email protected]



Mikail YAPRAK

Isınma yazısı


A+ | A-

Böyle bir ısınma yazısına bizim canibimizde ihtiyaç hâsıl olduğuna birazdan siz de hak vereceksiniz. Bir kere havalar soğudu. Bizim buralarda yer yer kar bile yağdı. Arabaların lastikleri kışlıklarla değiştirildi. Isınmaya ve ısındırmaya ihtiyaç var.

İşte sıcak bir anekdot:

Kendi işini kendi yapanlardan pek de olamadım, oldum olası..

Kışlık lastikli hazır tekerleri garajdan çıkarıp arabaya kadar götürmek, bu baptan sayılmaz. Ama sonrası lastikçiye ait..

Ve lastikçideyim. Mesainin bitmesine tam bir saat var. Çok şükür ki çok kalabalık değil. Yani yine sona kalmanın avantajını yaşıyorum. Kayıt bürosunda ikinci sırayı almama rağmen, önümdeki müşterinin görüşmesi uzayınca, “Bu saatten sonra işim görülecekse bekleyeyim, yoksa gideyim” şeklindeki endişemi soru havasında dile getirdim, Türk usûlüne sığınarak. Gelen cevap, daha doğrusu “reddiye” Avrupa tarzındaydı:

-Sıradaki müşterinin işi bitmeden size “evet” veya “hayır” diyemem.

Bekledim, bekledim. Bereket versin ki, sıram gelince, gelen cevap olumlu oldu. Yazlıklarla girdiğim servisten kışlıklarla çıktım.

***

Van’dan ayrılırken siz değerli okurlarımızdan iki haftalık müsaade istemiş, bu sürenin daha da uzamaması için duâlarınızı istirham etmiştim. Üstâdı anma programı için Münih’te bulunan Kâzım Bey, yazmama süresinin uzadığını hatırlatınca, hemen duâya sığındım. “Demek ki duâlar gelmemiş” dedim. Sağ olsun, Kâzım Bey, her taraftan programa gelenlerin huzurunda, Münih dersanesinde duâ kapısını aralayarak duâ çağrısında bulundu ki, programla ve son gelişmelerle alâkalı birkaç yazı yazabileyim. Ama yine olmadı, yazamadım. Hangi meseleye hangi kapıdan dalayım dediysem, kendime kapalı gördüm.

Dağdan inenlere açılmak istenen kapılar kadar bile fikrime ve gönlüme açılan bir kapı bulamadım. Bilhassa bir meselede iyi ki de fikrim açılmadı, diyorum, zira demokratik açılıma zarar verebilirdim. Hangi başlık altında yazmaya yeltendiğimi söyleyeyim de, iyi ki de yazmadığımı size de düşündürmüş olayım. Evet, dağdakilerin bağdakiler tarafından ihtişamlı karşılanışı karşısında şöyle düşünmekten kendimi alamamıştım:

“Dağlardan inenler acaba teslim olmaya mı, yoksa teslim almaya mı geliyorlar?” Bu kadarı yetiyor zaten, fazla söze hacet yok, diyorsanız, ne âlâ...

***

Gönlü, bahtı ve kalemi açık olan yazarlarımızın sayısına bereket.. Bize lüzum bile kalmıyor aslında. Biraz da böyle düşünerek, yine “tembellik ve lâkaydlık” hastalığına büründüm. Tam “Oh be, demek ki yazmadan da oluyormuş” havalarına girip ense yaparken, Kâzım Beyden gelen elektronik cümlenin cerayanına kapıldım:

“Tahakkuk eden duâlar da mı yeterli olmadı? O zaman duâya devam edelim…”

Evet, lütfen duâya devam edelim, zira hastalık devam ediyor. Evet, Kastamonu Lâhikası’nda “tembellik ve lâkaydlık” hastalığından söz ediliyor ki, şimdi onunla muztaribim. Hatta biraz da “merdümgiriz” olmuşuz ki, tanıyanlar arasında değil de, tanımayanlar arasında bulunmak haz veriyor. Sanki görünmeyen iki duvar arasında, birine çarparak öbürüne dönüyor gibiyim. Bütün fiilimi Cenâb-ı Hakka vere vere, (hele ki yazmadığım zaman) mes’uliyetten kurtulma noktasına gelince, “cüz’î ihtiyarî” karışıma çıkıyor, “mes’ulsün” diyor; iyilik ve kemâlattan en ufak bir hisseye (bilhassa yazarken) göz dikince de, kader, “Haddini bil, yapan sen değilsin” diyor.

Bizdeki bu “gel-git”lerden, medd ü cezirden bereket versin ki, haftalık International Yeni Asya okurlarının haberi bile yok ki, Münih’te Oğuz Beyin muhterem kayınpederi Güner Hocaefendi, yazılarımla alâkalı iltifatlarını lütfederken, devamı için duaya bile ihtiyaç duymadı. Zira devamsızlığımdan henüz haber yoktu.. Zira duâlara müstenit sadece iki haftalık yazmama süremiz, International’da yeni başladı. Van’da düştüğümüz not, buralara yeni ulaştı. Yani bu yazıyı sayarsanız ve devamını getirebilirsem, bizim buralara göre sadece bir hafta ara vermiş oluyorum. Oh ne âlâ memleket!..

***

Gıyaben yazıştığımız, henüz şahsen tanışmadığımız çok değerli ve kadim bir yazardan şahsıma gelen bu sıcak mektup da, bu “ısınma yazısı”na uyar her halde.. Şöyle diyor aziz ve mücahid kalem erbabı dostum :

“Tavsiyenize uydum ve okumaya başladım, ben de Risâle-i Nur’un bir şakirdi oldum Elhamdülillah. Evvelki yaz yoğun bir şekilde Lem’alar’ı ve İslâm harfli nüshasından Sözler’in bir kısmını okudum. Şimdi bize yakın bir dersanedeki bir hocamdan Şuâlar’ı okumaya başladık. Ramazan’dan bu yana 2. Şua’yı okuyoruz, bir türlü bitiremedik, ama Elhamdülillah çok istifade ediyoruz. Bazı Osmanlıca talebelerim var, üç aylar boyunca aslından Sözler’in ilk altısını onlara okuttum, haddim olmayarak.

“Risâleler gerçekten çok büyük bir külliyat. Şimdiye kadar bu muazzam, muhteşem ve mübarek eserlerden neden uzak kalmışım diye hayıflanmıyorum, yaşım kaç olursa olsun bu kitaplarla buluşturdu diye Allah Teâlâ Hazretlerine hamd ü senalar ediyorum.

“Daha müptedi olmamıza rağmen cesaret ettik ve çıkarmaya başladığımız Yüce Devlet dergimizde ‘Şahs-ı manevî olarak Risâle-i Nurlar ve müellifi Bediüzzaman’ başlıklı bir yazı dizisi yayınlamaya başladık. (...) İnşaallah okullarda da ders olarak okutulduğu zamanlara erişiriz.” İnşaallah!

***

Bu aralar, ne hikmetse Alman fikir adamlarıyla müşerref oluyoruz. Katolik kilisesinde Üstadı anarken yankılanan nurlu sesler eşliğinde Prof. Dr. Markus Vogt’u dinledik. Programın sonunda kendisini tebrik ederken, şöyle bir lâtifede bulundum: “Dün Avusturya’da Alman pedagog Otto Herz’i dinledim, bugün burada sizi dinledik. Biz sizi bu kadar dinliyoruz da, siz de bize kulak veriyor musunuz bari?” Gülerek “evet, evet” dedi, mihmandarı Şükrü Beyin yanında..

***

Not: “Aniden rahatsızlanan değerli yazarımız Şaban Döğen’e duâlarımız devam ediyor. Cenâb-ı Hak ona ve cümle hastalarımıza âcil şifalar versin” notunu düştükten sonra, yazıyı göndermeden önce maillerime bakayım dedim ve Nejat Eren Ağabeyin haberiyle sarsıldım. İfadelerine aynen katıldığım için aynen alıyorum: “Canımız, cananımız, değerli yazarımız , aziz dâvâ arkadaşımız Şaban Döğen Hocamız Hakka yürüdü. Makamı Cennet olsun. Başımız sağolsun. Ruhuna binler Fatihalar.”

05.11.2009

E-Posta: [email protected]



İsmail TEZER

Dâvete icâbet etti o


A+ | A-

Şaban Ağabey...

Şaban Hoca...

O hem ağabeyimiz, hem de hocamızdı.

Hayatı bizim için hep ibret olduğu gibi, şimdi de ölümü bir ibret oldu...

Tıpkı her faninin bakiye geçişinde verdiği mesaj gibi, Şaban Döğen de bırakıp gitti 'son mesaj' ını.

***

Onunla son görüşmemiz, iki hafta kadar önceki bir telefon görüşmesi idi.

Ahizenin öbür tarafındaki adam, her zamanki gibi hizmet aşkı ile dolu idi.

Sesi, her zamanki gibi dinç ve zinde olduğunu hissettiriyordu muhatabına...

Kendisine ulaştırılması gereken bir düğün dâvetiyesinden haberdar etmek için aramıştım onu.

“Tamam, gazeteye geleceğim İnşallah” demişti.

Ama gelememişti işte...

Kalp krizi şüphesiyle Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi Yoğun Bakım Ünitesi’ne kaldırılmıştı. Orada bulunduğu yaklaşık bir haftadır, oğlu Nurullah Döğen’le gazeteden irtibata geçiyor, bilgi alıyor, duâlar ediyorduk.

İçimizden de hep, şifa bulacak, yine müessese binasına gelecek, o yüzünden hiç eksik etmediği mütebessim çehresiyle bizi selâmlayacak, ara verdiği gazete yazılarına ve radyo programlarına devam edecek diye geçiyordu.

Hep ümitvârdık tabi... Ama ölüm bu kadar da yakındı işte. “Gelmesi muhahhak olan herşey yakındır.” (Hadis-i şerif)

***

Şaban Döğen’le ilgili anlatılacak çok şey var. Ama dar vakitte zihnimize hücum eden hatıralarının hepsine aktarmak mümkün değil elbette.

Bizim Radyo’daki “Hayatın Tadı” programını, uzunca bir süre birlikte götürmüştük. Ben soruyorum, o da cevaplıyordu tatlı diliyle... Bir keresinde, kabir hayatıyla ilgili konuştuğumuz bir programda “Hocam,” demiştim “Hadis-i şeriften anladığımıza göre; kabir, içine girdiği ehl-i imanı dahi sıkarmış. Bu hadisi nasıl anlamalıyız? Kabir hayatının bu sıkıntılı hâlleriyle ilgili olarak ehl-i imana bir müjde yok mu?”

Her zamanki tatlı ve müjdeci üslubuyla “Sevgili İsmail, hani hasretle beklediğimiz birine kavuşunca nasıl onu kucaklar ve sıkarız, işte kabrin de ehl-i imanı sıkması böyle olur” demişti.

***

Kabir, işte şimdi onu kucaklamaya durdu. Hem de hasretle...

Sadece kabir mi? Kabir âleminin cennet bahçeleri içinde başta Peygamber Efendimiz (asm) olmak üzere, bütün enbiya, evliyâ ve hususan Üstadımız Bediüzzaman ve onun nur yüzlü talebeleri de onu karşılamaya durdular İnşallah.

Hüsn-i istikbal ediyorlar, tebşir ediyorlar...

Aziz bir dâvâ adamıydı o.

Üstadımızın pek çok mektubunun başında bulunan “Aziz, sıddık, gayretli, vefakâr, cefakâr...” sıfatları ona ne kadar da yakışıyordu.

Hayatı boyunca o, iman ve Kur’ân dâvâsında, bitmeyen enerjisiyle dur durak bilmedi. Sevenleri, yakınları onun bu hallerini çok iyi biliyorlar... Dâvet edilen her hizmet mahalline, çok önemli bir bahanesi olmadığı sürece gitti. Şimdi bir başka dâvete icabet etti. Onun bu hâli, sanki şu satırların bir tercüme-i hali idi:

“Eğer İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî bugün Hindistan’da hayattadır diye ziyaretine bir dâvet vuku bulsa, bütün zahmetlere ve tehlikelere katlanarak ziyaretine gideceğim. Binaenaleyh, İncil’de ‘Ahmed’, Tevrat’ta ‘Ahyed,’ Kur’ân’da ‘Muhammed’ ismiyle müsemmâ iki cihanın güneşi, kabrin arka tarafında milyonlarca Farukî Ahmed’lerle muhat olarak sâkindir. Onların ziyaretlerine gitmek için niye acele etmiyoruz? Geri kalmak hatâdır.” (Bediüzzaman)

***

Tam bir hizmet adamıydı o. Ömrünü tek bir cümleyle özetlemek gerekse, “Rıza-i İlâhî yolunda iman hizmeti” demek yeterli olurdu herhalde...

Herşeyi O’nun içindi. O'nun rızası içindi...

O'nun yolunda da vefat etti.

Şimdi inanıyoruz ki o, kabirdeki suâl meleklerine, hayatında sürekli meşgul olduğu Risâle-i Nur hakikatleriyle cevap veriyor.

Rabbim hepimize onun gibi örnek bir hayat sürmek ve O’nun yolunda emaneti teslim etmek nasip etsin.

***

İnanıyor ve Rabbimizden ümit ediyoruz ki, Cennet bahçelerinde tekrar görüşeceğiz, dünya maceralarımızı yâd edeceğiz.

Ruhu şad, mekânın Cennet olsun Şaban Hocam!

05.11.2009

E-Posta: [email protected]



Osman ZENGİN

Binler rahmet sana, Şaban Hoca


A+ | A-

Bir hafta önce, aziz dâvâ arkadaşımız ve yazarımız Şaban Döğen’in rahatsızlığını duyunca, hemen gazeteyi aradım ve yazı işleri müdürümüz Mustafa Döküler kardeşimden ilk bilgileri almıştım. Duâ ettik, şifalar diledik, tabiî bir taraftan da mahzun bir şekilde beklemeye başladık; kalbimizin bir köşesinde iyi olacağı ihtimaliyle avunurken, bir köşesinde de, ”acaba?”yı da bırakarak.

Ama işte, takdir-i İlâhî Şaban Döğen Hoca’nın vefat ettiği haberi gelince, şaşırdık, üzüldük. “İnna lillah ve inna ileyhu raciun” dedik.

Kırk yıllık dostumuz ve bizden bir-iki yaş büyük akranımızdı rahmetli Şaban Hoca. Aynı şeyleri düşünür, aynı dâvânın havasını solurduk. Kırk yıldır dâvâsından hiç ihtiraf etmemiş, bindiği trenden hiç atlamamıştı. Ve şu andaki Yeni Asya’nın, devamlı yazı kadrosundaki en eski yazarlarındandı. Biz de, gazetenin neşir hayatına başladığı yıllardan beri yazdığımızdan, bir yazısında ondan atıfla bahsederek, bazen sütun komşuluğu yaptığımızı yazmıştı. Yakın zamanda da, yine çok sütun komşuluğu yapmıştık.

Halim-selim bir fıtratta, çok iyi bir nur talebesiydi. İstanbul’a geldiğimde, bazen onun oturduğu yere yakın olan bir akrabamızın evine misafir olunca, buluşur, oradan beraber gazeteye gelir, sohbet ederdik. Büyük Marmara depreminden sonra bir araya gelince, Bursa’daki deprem efsaneleriyle ilgili bazı şeyleri söylemiştim. O da bana, sonradan “Deprem Çiçekleri” diye çıkan kitabında geçen bazı şeyleri anlatmıştı.

Birkaç sene önce; genç yaşta, evli bir kızını ve torununu rahmet-i Rahmana yollamış, bir babanın evlât acısını tatmanın yanında, teslim ve tevekkülle karşılamıştı, ciğeri yansa da. Şimdi de, kendi gitti o mekâna, bizlerin ciğerini sızlatarak.

Güzel görüp, güzel düşünen ve güler yüzlü bir insandı. Yazdığı yazılarla bir çok kimseye ışık olmuş, duâlar almıştı okuyanlardan.

Ne diyelim, onu yad edecek daha yazılacak şeyler de var ama, işte biraz kesik kesik yazabildiğimizden bu kadarla ona rahmetler dileyelim. Makamı cennet olsun. Yazdığı Kur’ân mealiyle Cenâb-ı Hak’kın kelâmını naklettiğinden onun rahmetine, hem Hz. Peygamberin (asm), hem de diğer peygamberlerin kıssalarını anlattığı eserleriyle de,onların şefaatlerine mazhar olsun İnşaallah.

Camiamıza, yakınlarına sabr-ı cemil dilerim. Makamı cennet olsun İnşaallah.

05.11.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Ölüm gelip çatmadan


A+ | A-

Dün gece Hakkın rahmetine kavuşan Şaban Döğen’in, 25.06.2007 tarihli Yeni Asya gazetesinde “ölüm”le ilgili yayınlanmış bir yazısını sizlere takdim ediyoruz.

(Yeni Asya)

Ölüm gelip çatmadan önce insan yapacağını yapmalı. Çünkü o anki pişmanlığın hiçbir faydası olmaz. Firavun da Kızıldeniz’de boğulurken, “Ben de Musa ve Harun’un Rabbine iman ettim” demişti, ama son anda dile getirdiği bu imanı onu kurtarmaya yetmemişti. Dünyanın binbir türlü imkânlarına sahip olduğu halde, daha önceden yapmamışsa, ölüm gelip çattığında kulluk, hayır ve hasenat yapmayı ne kadar başarabilir insan? Ölümün her an gelecekmişcesine gizi tutulmasındaki sır her an ölecekmişcesine hazırlıklı bulunmak için değil midir?

Rebi’ bin Haysum evinde kazdığı bir mezarda zaman zaman yaptığı nefsî muhasebede bunu gerçekleştirmeye çalışırmış. Kalbinde bir katılık hissettiğinde hemen içerisine girip bir süre yattığı bu mezarla nefsini terbiye edermiş.

Gerçekten ölmüş, kabre girmiş gibi sorgularmış nefsini Rebi’ bin Haysum. “Ya Rabbi, beni bir daha dünyaya geri gönder. Umulur ki terk ve ihmal ettiğim hususlarda salih amel işlerim” meâlindeki âyet-i kerîmeyi okur, sonra da nefsine, “Ey Rebi’! İşte döndün. Haydi artık amel et” diye seslenirmiş.1

Rebi’ bin Haysum’un nefsiyle yaptığı bu söyleşi, görevinde tembellik ve gevşeklik gösteren nefsi susturan önemli bir hakikat değil midir?

İnsanın aslî görevi kulluk. Yani Allah’ın emirleri çerçevesinde kulluk sergilemekle mükellef kul. Her şey bu hedefe yardımcı olacak. Hiçbir şey Allah’a kulluktan uzaklaştırmayacak insanı. Kur’ân inanan kimsenin bu önemli özelliğini şu âyetiyle dile getirir: “Onlar öyle kimselerdir ki, ne bir ticaret, ne bir alış veriş, Allah’ı anmaktan, namazlarını dos doğru kılmaktan ve zekâtlarını vermekten onları alıkoymaz. Onlar, kalblerin ve gözlerin dehşetten dönüvereceği bir günden korkarlar.”2

Demek mü’mini hiçbir şey aslî görevinden koparamayacak. Kur’ân bu noktada da bizleri uyararak, “Ey îmân edenler! Mallarınız ve evlâtlarınız sizi Allah’ın zikrinden alıkoymasın. Kim bunu yaparsa, işte onlar hüsrâna düşenlerin tâ kendisidir” buyurur ve Rebi bin Haysum’un nefis muhasebesinde dile getirdiği şu dersi verir: “Sizden birine ölüm gelip de “Ey Rabbim, ne olurdu bana biraz daha mühlet verseydin de malımın sadakasını verip sâlihlerden olsaydım” demeden önce, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden bağışta bulunun. Eceli geldiğinde hiç kimsenin ölümünü Allah geri bırakacak değildir. Bütün yaptıklarınızdan Allah hakkıyla haberdardır.”3

Dipnotlar:

1. İhyau Ulûmi’d-Din Tercemesi, 10: 398- 405.

2. Nur Sûresi: 37.

3. Münafikûn Sûresi: 9-11.

05.11.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

İnna lillâh...


A+ | A-

Bugün bir başka konuyu tam yazmaya başlamak üzereydim ki, sayfa komşum, dâvâ arkadaşım, otuz yıllık meslektaşım, aziz ve muhterem ağabeyim Şaban Döğen'in vefat haberi geldi.

Haliyle sarsıldım ve bir müddet teessür içinde öylece kalakaldım.

Birden lisanımdan "İnna lillâhi veinna ileyhi râciun" ifadesi dökülürken, aynı anda kendi vefatımı tahayyül ettim. Fikren istikbâle giderek kendi vaziyetimi düşünmeye koyuldum.

Başka hiç çaresi yok, bir gün de bizim vefat haberimiz duyulacak. Vefatımız, muhtemelen yine bir meslektaşımız veya sayfa komşusu olduğumuz bir başka arkadaşımız tarafından sizlere buradaki ifadelere benzer sözlerle iletilecek.

Bir mukadderattır ve kaçınılmaz bir âkıbettir bu. Ne demiş "Yaş Otuz Beş"'in şairi:

Neylersin, ölüm herkesin başında,

Uyudun, uyanamadın olacak.

Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?

Bir namazlık saltanatın olacak,

Taht misâli o musalla taşında.

Ulvî hüzün içindeyiz

Şahs–ı mânevî dairesi içinde âhir ömrüne kadar bir ferd–i mânevî olarak kalmaya mazhar olan Şaban Hocanın hasenat defteri, inanıyoruz ki kıyamete kadar açık duracak.

Bu, herkese nasip olmayan bir mazhariyettir.

Vefat haberiyle bizler müteessir olurken, bir yandan da onun ebedî âleme böyle tam istikamet üzere gitmesine cidden gıpta ile bakıyoruz.

Acaba, bizler de istikameti son nefesimize kadar muhafaza edebilecek miyiz?

İnşaallah diyerek, her daim duâ edelim.

Hatıralar geçidi

Şaban Döğen Hocamızla, çok uzun yıllara dayanan bir hukukumuz var.

Onun takdire şayan ve sahasında bir çığır açan "Müslüman İlim Öncüleri" isimli çalışmasıyla ilgili olarak, 1984'te kendisiyle ilk röportajı yapmak bize nasip olmuştu. Tam sayfa halinde neşredilen o röportaj, aynı zamanda meslek hayatımın da en hacimli ilk çalışmasıydı.

Keza, o tarihten tam on yıl sonra (1994) çıkan "Türk–Kürt Kardeşliği" ve 2003'te çıkan "Gün Gün Tarih" isimli kitaplarımız da, yine onun yardımı, destek ve teşvikleri sayesinde neşredildi.

İstanbul'da ve Türkiye'nin muhtelif merkezlerinde birlikte defalarca seyahat yaptığımız ve sohbet/seminer programları sunduğumuz Şaban Hocamızla ilgili olarak daha pek çok hatıramız var.

Zaman içinde bunların umumî veçhe kazanan kısmını sizlerle paylaşmayı ümit ederek, şimdilik nihayet vermek istiyorum.

Aziz ve muhterem hocama Cenâb–ı Hak'tan rahmet ve mağfiret dilerken, ailesine, evlâtlarına ve yakınlarına taziyetlerimi sunuyorum.

Hepimiz O'ndan geldik, yine O'na döneceğiz.

Hepimizin başı sağ olsun.

Tarihin yorumu 5 Kasım 1914

Kıbrıs, bir günde işgal edildi

Meşhûr "93 Harbi"nden (1977–78 Osmanlı–Rus Savaşı) beri Kıbrıs'ta kiracı konumunda bulunan İngiltere, 5 Kasım 1914 günü itibariyle adayı resmen işgal ettiğini duyurdu. Böylelikle, Osmanlı Kıbrısı'nın 36 yıllık kiracısı, bir anda işgalci olup çıktı.

Zaten sömürgeci ve işgalci yönüyle tarihe nâm salan İngiltere, Kıbrıs'ın işgali konusunda da tam bir fırsatçı rolünü oynadı. Zira, 1878'de tâ Yeşilköy'e kadar gelen Rusya'nın ilerleyişini durdurma teklifinde bulunan İngiltere, bu yardımın karşılığında ise kiracı sıfatıyla Kıbrıs'ın yönetimini istemişti.

O tarihte, Rusya'yı hem kışkırtan hem de karşısındaymış gibi görünen İngiltere, 36 yıl sonra bu kez Rusya ile birlikte Osmanlı'ya saldırmak için fırsat bekliyordu.

Beklediği fırsat, nihayet ayağına kadar gelmişti. İngiltere, Karadeniz ve Kafkaslar'da Rusya ile âniden savaşa tutuşan Osmanlı'ya Akdeniz'den saldırdı. 5 Kasım günü Kıbrıs'ı işgal etti.

Bununla da yetinmeyen İngiltere, Mısır, Filistin, Sina, Hicaz, Suriye ve nihayet Çanakkale'de de yeni cepheler açarak, Osmanlı'yı imha etme, hatta tarihten silme plânını devreye soktu.

Kiracı, sömürgeci oldu

İngiltere (Birleşik Krallık adına), Kıbrıs'ı zor durumdaki Osmanlı devletinden 93 bin sterline kiralamıştı.

Adayı, tayin ettiği bir komiser mârifetiyle yönetiyordu. Komiserlik, zamanla Kıbrıs'taki Rum ve Müslüman–Türk toplulukları arasında tam bir ayrımcılık siyaseti gütmeye başladı. Rumları kayırdı, Türkleri ise dışladı. Tıpkı, çok kısa bir süre sonra işgal ettiği Filistin topraklarında olduğu gibi.

Orada da Yahudileri kayırıp Müslümanları dışladı ve zaman içinde o topraklarda işgalci bir İsrail devletinin kurulmasına imkân sağladı.

Birinci Dünya Savaşının Osmanlı'ya sıçramasını fırsat bilen İngiltere, ilk etapta Kıbrıs'ı işgal etti ve burayı Birleşik Krallığın onayıyla resmen sömürgeleştirdi.

Bu safhadan sonra, Kıbrıs'ı atadığı valiler eliyle yönetmeye başladı.

Kıbrıs, 1923'te imzalanan Lozan Barış Antlaşmasında da geri alınamadı. Dahası, adanın resmen de Birleşik Krallığa ilhakı kabul edildi. Öyle ki, Türkiye 1925'te Kıbrıs'a konsolos atamak durumunda kaldı.

Ne var ki, Kıbrıs sorunu yıllarca devam edip gitti. Sıkıntı halen de bitmiş değil.

Türkiye'nin ada üzerinde "garantörlük hakkı"nı elde etmesi, 1950'li yılların sonlarındaki Menderes hükümeti döneminde gerçekleşti.

Başbakan Menderes'in bu iş için gittiği Londra'da uçak kazası (1959) geçirmesi ve bir yıl sonra da kanlı bir darbe sonucu iktidardan düşürülmesi gibi elim hadiselerin, Kıbrıs'la dolaylı da olsa bir bağlantısının olduğu fikrini hatıra getiriyor.

05.11.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Nefis terbiyesinde uyku ve biyo ritmik saat


A+ | A-

Her canlıda olduğu gibi, bizde de dakikalık, saatlik, günlük, haftalık, aylık, mevsimlik ve yıllık hayat devrelerinde iç dünyamızda sayısız değişmeler ve gelişmeler yaşanır.

• Kimimiz sabahın erken saatinde kalkar, zihni açıkken kitap okur, ibadet ve duâ ederek işe koyulur.

• Kimimiz öğleden sonra hayata başlar. Kimimiz yazın daha canlı ve hareketli, kimimiz ise kışın.

• Kimi, “ruh saatini ve biyoritmini” ayarlayarak gece uykusunda bile beynini çalıştırır, formüller üretir.

Ruhumuzu/duygularımızı tekâmül ettirmenin, nefsimizi terbiye etmenin, beden sağlığını korumanın şartlarından birisi de bedenî ve ruhî faaliyetleri, hayatın ve günün belirli saatlerine göre düzenleyen biyoritmik/biyolojik saatimize göre programlamaktır. Zira hayat ritmini, beden ve ruh saatimizi düşünce, çalışma, yeme, dinlenme, uyku durumu gibi günlük ruhî ve bedenî faaliyetlerimize göre ayarlarız. Ve o saat gelince biyoritmik saatimiz bizi uyarır. Acıkır, yemek yeriz, vakit girer ve ibadet için kalkarız. 

Uyku, beden, dimağ ve ruhumuzun en iyi dinlendirme vasıtasıdır. Hayatımızın programı Kur’ân, “Rahmetinden ötürü Allah, geceyi ve gündüzü yarattı ki, geceleyin dinlenesiniz, gündüzün O’nun fazl u kereminden rızkınızı arayasınız ve şükredesiniz” diye uykunun nimet yönüne işaret eder.

Ayrıca, En’âm, 96; Yûnus, 67; Furkan, 47; Neml, 86; Mü’min, 61; Nebe’, 10 âyetlerinde de “gecenin örtü ve dinlenme zamanı” olarak takdir edildiği vurgulanır.

Uyku esnasında kasların gevşemesi, duyuların istirahata çekilmesi, şuurun çözülmesi, uyanıklığın ortadan kalkması uykunun psiko-fizyolojik izahıdır. Uyku durumunda;

• Solunum ve kalp atışları yavaşlar;

• İrademiz dışında çalışan merkezi sinir sistemindeki elektriksel tesirler azalır.

• Kan basıncı düşer.

• İdrakin iç ve dış dünya ile olan bağlantısı alt seviyelere iner.

• Beyin pasif dinlenmeye geçer.

Gündüz, duygu ve organlarımız enerji harcayıp kısa devreler yapar. Uykuda; enerjimiz optimum seviyeye getirilip dengelenir. Ancak, ona düzen ve ölçü getirmez, aşırıya kaçarsak, dinlenelim derken yorulur ve başka rahatsızlıklara sebep oluruz. Biyoritmik saat açısından değerlendirdiğimizde uykunun süresinin, uyku pozisyonunun, ruh ve beden sağlığının, nefis terbiyesi üzerindeki olumlu ve olumsuz pek çok etkileri olduğunu görürüz.

Ömrümüzün üçte birini “yarım ölüm”e kaptırmamak için uykuyu kısaltmalı. Genel olarak fıtrî uyku dört saattir. Bunun dışında aşırı uyku ya tiryakilik, alışkanlık, bağımlılık veya bir rahatsızlığın sonucudur.

TAZİYE:

Aziz dâvâdaşım, arkadaşım, ahbabım, dâvâ adamı Şaban Döğen Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Merhuma Cenâb-ı Hak’tan rahmet, mağfiret, akraba ve dostlarına sabır-ı cemil niyaz ederim.

05.11.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Cevher İLHAN

İsrail’le “Ayrılık” yok! (3)


A+ | A-

Türkiye, CHP’nin “tek parti” iktidarında Müslüman ülkeler içinde İsrail’i ilk tanıyan ve diplomatik ilişki kuran ülkedir. Ocak 1950’de Tel-Aviv’e ataşe gönderilmesiyle başlayan gayrı resmî ilişkiler, 6 Mart 1950’de İsrail’in tanınmasıyla resmileşmiştir.

Ancak İsrail’e ilk resmî tepkiyi koyan da Demokrat Parti hükûmetidir. 1955’te Bağdat Paktı kurulurken, Türkiye İsrail’in 1947’deki sınırlarına çekilmesini bildirdi. 1956’da Mısır’ın Süveyş Kanalı’nı millileştirmesiyle, İsrail, İngiltere ve Fransa’nın kanal bölgesini işgali ve İsrail kuvvetlerinin Sina Yarımadasına girip Mısır’a saldırması üzerine DP hükûmeti İsrail’i kınamakla kalmadı. Tel Aviv’deki diplomatik temsilcisini geri çekti, Ankara’daki İsrail temsilcisinin de gitmesini istedi. İsrail’in 1947’deki sınırlarına çekilme talebini tekrarladı.

Demirel’in başbakan olduğu Adalet Partisi hükûmetinde Türkiye, 1967’deki “Altı Gün Savaşı”nda Türkiye İsrail’e karşı açıkça Arapları destekledi. BM’de Filistin lehine oy verdi ve resmen Filistin’den yana tavır aldı. ABD’nin Arap ülkelerine karşı Türkiye’deki üsleri kullanmasına izin vermedi.

Savaşın sonunda İsrail’in Mısır’dan aldığı Sina Yarımadası ile Suriye’den aldığı Golan Tepeleri’nden çekilmesini istedi. Başbakan Demirel ile Ürdün Kralı Hüseyin Ankara’da “İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesini ve Kudüs’le ilgili BM kararlarının uygulanmasını isteyen” bir bildiri yayınladılar. Ardından Demirel Sovyetler Birliği’ni ziyaret etti ve Türkiye’nin İsrail’in işgal politikalarına karşı çıktığını tekrarladı…

DP VE AP HÜKÛMETLERİ,

AÇIKÇA TAVIR KOYDU…

BM Genel Kurulunda, Pakistan’ın sunduğu, İran, Gine, Mali ve Nijer’in desteklediği, İsrail’e “Kudüs’ün statüsünü değiştirebilecek her türlü oldubittiden sakınmayı” ikaz eden ve “hukuksuz emr-i vakilerinin geçersiz olacağını” karar altına alan tasarısının kabul edilmesinde Türkiye önayak oldu. Güvenlik Konseyi’nin İsrail’in savaşta işgal ettiği topraklardan çekilmesini öngören 242 sayılı kararının kabulüne çalıştı.

Yine AP hükûmeti döneminde, 1969’da Mescid-i Aksa’nın kundaklanması üzerine, İslâm ülkelerinin toplantısına katılan Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in çabalarıyla Türkiye İsrail’i kınayan grubun başında yer aldı.

1973’teki Arap- İsrail savaşında, Adalet Partisi’nin on iki bakanla içinde olduğu ve güvenoyu verdiği Naim Talû hükûmeti, ABD’nin Türkiye üzerinden İsrail’e silâh götürmek isteğini geri çevirdi. Dahası bir NATO ülkesi olarak Sovyetler Birliği’ne müsaade etti. Sovyetler Birliği’nin İsrail’e karşı savaşın kaderini değiştirecek Türkiye üzerinden Mısır ve Suriye ordularına askerî yardım ve malzeme ulaştırmasını sağladı.

Sovyetler’in Türk hava sahasını kullanarak 10 gün içinde 935 uçuşla 15 bin ton askerî malzemeyi bölgeye ulaştırması, Washington da tam bir şok etkisi yaptı. Zira bu yardım sayesinde Arap orduları direnmiş, ilerlemiş ve üç milyonluk İsrail 2 bin 700 askerini kaybetmişti…

Keza 1975’te Demirel’in başkanı olduğu Milliyetçi Cephe koalisyon hükûmeti, BM’de Arap ülkeleri tarafından hazırlanan “Siyonizmin ırkçılıkla eşdeğer olduğunu” belirten karar tasarısını açıkça desteklendi.

Ardından Türkiye Filistin Kurtuluş Örgütü’nü, Filistin halkının temsilcisi olarak tanıdığını açıkladı. 1978’deki Camp David barış anlaşmasının ardından Arap ülkeleriyle de ilişkilerini geliştirme politikası çerçevesinde İsrail’in itirazına rağmen FKÖ’nün Ankara’da temsilcilik açmasına izin verildi.

TÜRKİYE HİÇBİR ZAMAN

BU GARÂBETE DÜŞMEDİ…

12 Eylül ihtilâlinden iki hafta önce, 28 Ağustos 1980’de İsrail, Kudüs’ü ilhak edip “başkent” ilân ettiğini açıklayınca, yine Demirel’in başında bulunduğu Adalet Partisi azınlık hükûmeti, Kudüs Başkonsolosluğunu kapattı. Tel Aviv’deki temsilciliğini ise ikinci kâtiplik seviyesine düşürdü. Bunun üzerine darbeye günler kala Dışişleri Bakanı Hayrettin Erkmen, MSP’nin desteklediği CHP’nin gensoru önergesiyle düşürüldü.

1987’de başlayan “İntifada”da İsrail askerlerinin Filistinli sivillere yaptığı zulüm, TRT televizyonunda hiçbir sansüre tabi tutulmadan bütün açıklığıyla gösterildi. 2001’de İsrail’in yüzlerce Filistinli’yi katlettiği “Gazap Üzümleri Operasyonu”nu başlatmasını kınayan dönemin Başbakanı Ecevit, partisinin grup toplantısında, İsrail’in “soykırım” yaptığını söyledi…

Özetle, 12 Eylül ihtilâli ürünü siyasî süreçte, darbe ve ara dönemlerde bile Türkiye “Ayrılık” filmindekine benzer çelişkili garâbetlere düşmedi. Türkiye, AKP iktidarı öncesinde onlarca kez İsrail’i kınadı, siyasî yaptırımlarda bulundu; elçisini geri çekti, diplomatik tavır sergiledi.

Özellikle Demokrat Parti ve Adalet Partisi iktidarlarında, Menderes ve Demirel’in başında bulunduğu hükûmetler döneminde, İsrail’e birçok kez ciddî tavır alındı, esaslı kınama kararlarına imza atıldı, büyükelçisini geri çekti ve ciddî yaptırımlarda bulundu.

Yahudi lobisinden “övgüler”le “cesâret ödülü” alan ilk Müslüman lider olan Erdoğan’ı İslâm âleminin “kurtarıcısı” ilân eden “yandaş” ve “karşıt” medya, ne garip ki bunların hiçbirini görmedi, görmüyor…

Varsa yoksa bir tek “one minute”ü görüyor; onun da akıbeti İsrail’e karşı kırılmalarla ortada…

05.11.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Şaban Döğen


A+ | A-

Almanya’daki cevval ve fedakâr hizmet kahramanlarından Ahmet Avcu’nun yine bir hizmet seferinde arabasıyla seyir halindeyken âni bir kalp krizi geçirip güç belâ sağa park ederek vefatı sonrasında Şükrü Bulut “At sırtında ölmek” başlıklı bir yazı yazmıştı.

Yahya Kemal’in “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik” mısraının da yer aldığı unutulmaz şiiirindeki Osmanlı akıncılarını hatırlatan bir ifadeydi bu. İ’lâ-yı kelimetullah sancağını Avrupa ufuklarında da dalgalandırmak için yola çıkıp birçoğu at sırtında şehit düşen yiğit akıncıları...

Çağımızda manevî cihad olarak devam eden aynı misyon ve idealin takipçileri de benzer şekilde gıpta edilecek hüsn-ü âkıbetlerle hizmetteki terhis belgelerini alıp berzaha intikal ediyorlar.

Kervana son dahil olan kahraman, gerek örnek bir eğitimci, gerekse velûd bir yazar olarak unutulmaz hizmetlere imza atan Şaban Döğen.

80’li yılların başlarından itibaren, birlikte çok güzel şeyler yaptık. Can Kardeş’in kurucu kadrosunda yer alarak, dergide “Şaban Hoca” imzasıyla yazılar yazdı. Artık klasik bir başvuru kitabı olan ve çok farklı çevrelerden de olumlu yankılar alan Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisi’ni kaleme aldı. “Kur’ân’dan Tekniğe” ile başlayıp devam eden cep kitapları serisini hazırladı.

BM’nin Dünya Gençlik Yılı ilân ettiği 1985’te Yeni Asya Yayınları olarak başlattığımız Gençlik Serisine, çok sayıda kitabıyla katkıda bulundu.

Bütün bu çabaları, gençliğe, Kur’ân ve kâinatı, aynı Yaratıcının elinden ve kaleminden çıkmış kitaplar olarak, iman ve tefekkürle okuma şuurunu kazandırma hedef ve idealinin ifadesiydi.

1990 sonrasının şartlarında, Yeni Asya Neşriyat’ın yayın programı ve imkânları, onun örnek bir dinamizmle peş peşe getirdiği eserlerin tümünün neşrine yetişemez ve kifayet edemez hale gelince, karşılıklı mutabakatla, eserlerini basabilmek için kurduğu yayınevine “Gençlik” ismini vermesi de, gençliğe verdiği önemi gösteriyordu.

Dolayısıyla, hayatını, bu yönüyle, “gençliğe adanmış bir ömür” olarak nitelemek yanlış olmaz.

Bu adanmışlıkta, Eskişehir hapishanesindeki hücresinin penceresinden bakarken karşıdaki lise öğrencilerinin istikballerini görerek gözyaşı döken Üstad ile, “Teessür ve ıztırap karşısında kalpten bir parça kopsaydı, ‘Bir genç dinsiz olmuş’ haberi karşısında o kalbin atom zerratı adedince param parça olması gerekirdi” diyen talebesi Zübeyir Gündüzalp’i örnek aldığı kesin.

Gençlerin fikir ve gönül dünyasını aydınlatma, onları asrın tehlikeli tuzaklarından kurtarıp koruyabilme, ilim ve imanla teçhiz edip dünyalarını da, ahiretlerini de mamur etme hedeflerine vakfedilen bir ömür yaşadığının canlı şahitleriyiz.

Şaban Döğen, Yeni Asya Neşriyat’ın basma imkânı bulamadığı kitaplarını Gençlik Yayınları adı altında yayınlarken de Yeni Asya ile canlı irtibatını hep korudu. Kitaplarının bir kısmı yine Yeni Asya damgasıyla çıkmaya devam ettiği gibi, gazetedeki günlük yazılarına da hiç ara vermedi.

Çünkü o, sadık ve sebatkâr bir Risale-i Nur talebesi ve çok kararlı bir Yeni Asya gönüllüsü idi.

Yeni Asya’nın hamle dönemlerinde, gerektiğinde herşeyi bırakıp tam bir seferberliğe girişirdi. Nitekim geçen yaz gerçekleştirdiğimiz üç kitaplık Ramazan seti kampanyası için tertiplenen birçok toplantıya da, son olarak yeni dönem çalışmalarının görüşüldüğü Konya-Ilgın buluşmasına da katıldı. Hamle şevk ve heyecanını, üst üste bu konulara tahsis ettiği yazılarına yansıttı.

Zaman zaman uğradığında hizmet meselelerini görüşür, dertleşirdik. Ve “sıkıntıları daha çok hizmetle aşma” anlayışı çerçevesinde birbirimizle karşılıklı moral alışverişi ve takviyesi yapardık.

Terhis belgesini hizmet başındayken alan Döğen’i, geçen ay yine bir hizmet seferi dönüşünde “ansızın” berzaha göçen İbrahim Canan için 16 Ekim’de çıkan “Bir âlimin Hakka yürüyüşü” başlıklı yazısında dile getirdiği dualarla uğurluyor, ailesine sabır diliyor, taziyetlerimizi sunuyoruz.

Tüm Yeni Asya camiasının başı sağ olsun...

05.11.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.