12 Kasım 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Süleyman KÖSMENE

Ölüm, rahmet ve nimettir


A+ | A-

Abdülhüda Bey: “Birinci Mektub’da geçen ölümün nimet olması ile ilgili bahsi açıklar mısınız? Bunca insana acı veren ölüm nasıl nimet oluyor?”

Allah’ın önü acı, arkası tatlı nimetleri vardır. Yani önce sabır gerektiren, teslim gerektiren, tevekkül gerektiren, rızâ gerektiren; sabrı, teslimi, tevekkülü ve rızâyı gösterenler için hemen ardından Allah’ın sonsuz rahmetini, rızâsını ve merhametini netice veren yüksek nimetler… Hastalıklar gibi, musîbetler gibi, ölüm gibi. Ölümün nimetten ibâret olduğunu, “O ki, hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi imtihan etmek için ölümü de, hayatı da yaratmıştır”1 âyetini tefsîr ederken açıklayan Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretlerine göre, hayat dünyaya nasıl bir yaratma ve takdir ile geliyor ise, dünyadan da bir yaratma ve takdir ile ve bir hikmet ve tedbir ile gidiyor.

Bedîüzzaman bu hakikati en basit bitki hayatından örneklerle ispat eder. Şöyle ki: En basit hayat tabakasına sahip bitkinin ölümü, hayatından daha muntazam bir san'at eseridir. Meyvelerin, çekirdeklerin ve tohumların ölümü görünüşte bozulmak, çürümek ve dağılmaktan ibârettir. Fakat bu görüntü altında gâyet muntazam bir kimyevî muâmele çerçevesinde, elementlerin, minerallerin ve gerekli zerrelerin faydalı şekilde bir araya gelmesiyle öyle bir hamur oluşur ve yoğrulur ki, tohumun ölümü, sümbülün hayatını netice verir. Demek çekirdeğin ölümü, sümbülün hayatının başlangıcıdır veya hayatının tâ kendisidir. Öyleyse çekirdeğin bu ölümü hayat kadar muntazamdır, hayat kadar yaratılmıştır!

Hem sonra hayat sahibi meyvelerin veya hayvanların insan mîdesinde ölümleri, insânî hayata çıkmalarına bir basamaktır. Öyleyse bu ölümün meyveler ve hayvanlar için yeni ve daha muntazam bir yaratılma meselesi olduğunu söylemek zor olmaz.

İşte en aşağı hayat tabakasına sahip olan bitki hayatının ölümü böyle muntazam bir yaratılışa başlangıç oluyor ve kaynaklık ediyorsa, hayat tabakasının en üstününde yaşayan insan hayatının başına gelen ölüm, elbette daha muntazam ve bâkî bir hayatın basamağı ve başlangıcı olacaktır. Yer altına girmiş bir çekirdeğin hava âleminde bir ağaç olması gibi, yer altına giren bir insan da, berzâh âleminde bâkî hayat sümbülü verecektir.2

Bedîüzzaman, ölümün dört açıdan nimet olduğunu beyan eder. Sırayla ele alalım:

1- Ölüm, kimi insanı ağırlaşmış olan hayat vazifesinden ve hayat yükünden kurtarıp yüzde doksan dokuz dostlarına kavuşmasını sağlayan berzah âleminin kapısı hükmünde olduğundan, yaşlılar ile ağır ve çâresi tükenmiş hastalar için en büyük bir nimettir. Ayrıca ölüm ebedî saadetin kapısıdır ve başlangıcıdır. Bizi ölüm ötesi nimetlere ulaştıran bir kapı hükmünde olan ölümün kendisi de, bu açıdan, nimetten başka bir şey değildir.3

2- Ölüm mü’mini, dar, sıkıntılı, dağdağalı, karmaşık ve fırtınalı dünya karanlığından çıkarır; geniş, sevinçli, ıztırapsız ve bâkî bir hayata mazhar eder. Kişiyi, hakîkî sevgili olan Cenâb-ı Allah’ın rahmet dâiresine alır. Bilhassa îmân ehli için ölüm karanlıklı bir kuyu ağzı değil, nûrlu âlemlerin kapısıdır. Dünya ise bütün görkemiyle ve alıcılığıyla, âhirete nispeten bir zindan hükmündedir. Elbette dünya karanlığından Cennetler bahçesine çıkmak, sıkıntılı ve tutsak cismânî hayattan rahat âlemine ve ruhların uçuştuğu âleme geçmek ve Rahmân’ın huzuruna gitmek bin can ile arzû edilir bir seyahattir. Hattâ bir saadettir.4 Ölüm bu yönüyle de tartışılmaz bir nimettir.

3- İhtiyarlık gibi hayat şartlarını ağırlaştıran bir çok olay vardır ki, ölümü hayatın çok üstünde bir nîmet olarak gösterir. Meselâ sana ıztırap veren pek ihtiyar annen ve baban ile birlikte, onların anne ve babaları, dede ve nineleri... vs dayanılmaz, ıztıraplı ve hastalıklı halleriyle senin önünde şimdi bulunsaydı, hayat ne kadar çekilmez bir dert, ölüm ne kadar nimet olurdu; hissederdin.

Hem meselâ, güzel çiçeklerin âşıkları olan güzel sineklerin, kışın şiddetli soğuğunda hayatları ne kadar zahmetli, kış öncesi ölümleri ne kadar rahmet ve nimet doludur.

4- Uyku nasıl ki musîbete uğrayanlar, yaralılar ve hastalar için bir rahat, bir rahmet ve bir istirahattır. Öyle de uykunun büyük kardeşi olan ölüm de, musîbetzedelere, çok ağır dert sahiplerine ve intihara kadar götüren belâlarla müptelâ olanlara tam bir rahmet ve nimettir.

Fakat şüphesiz ölümün bu rahmet ve nimet ciheti îmân ve salih amel sahipleri içindir. Dalâlet ehli için ise ölüm elbette azap içinde azap, acı içinde acıdır.5

Dipnotlar:

1- Mülk Sûresi: 2.

2- Mektûbât, s. 13.

3- İşârâtü’l-İ’câz, s. 229.

4- Sözler, s. 187.

5- Mektûbât, s. 14.

12.11.2009

E-Posta: [email protected]



Raşit YÜCEL

Âlimin ölümü


A+ | A-

Geçtiğimiz hafta önemli bir âlimi kaybettik.

Şaban Döğen’i.

Hemşehrimizdi, arkadaşımızdı, kardeşimizdi.

Kendisi Kargı ilçemizdendi.

Kargı, Risâle-i Nur hizmetinde çok önemli bir ilçemizdir. Çorum’a Kargı yolu ile hizmetler intikal etmiştir. Birçok Nur Talebesi yetişmiştir Kargı’da. Bu hâlâ devam etmektedir.

Şaban Döğen, altmışlı yılların sonunda fark derslerini vererek Çorum İmam Hatip Lisesi’nde eğitimine başlamıştı.

Zeki, çalışkan ve gayretli idi.

Sonra, Erzurum İlahiyat Fakültesi’nde tahsiline devam ederken, Sarıkamış vaizliği görevini de yürütüyordu.

Sonra Millî Eğitim Bakanlığı’nda öğretmenliğe geçti.

Diğer taraftan Yeni Asya bünyesinde birçok kitaba imza attı.

Kendisi, tartışmasız, bu ülkenin sayılı âlimlerindendi.

Dile kolay, kırk kitabın yazarı idi.

Kâinatın medar-ı iftiharı Peygamberimiz (asm) “Âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir” diyor.

Böyle insanlarımız oldukça azaldı.

İlim angarya işler arasında sayılıyor bazılarınca.

Kitaplar ise raflarda obje olarak kullanılıyor.

Hep böyle mi?

Değil ama, okuyan insanlarımız oldukça azaldı.

Geçtiğimiz hafta kendisini Kargı Kabristanında defnettik.

Başta Yeni Asya gazetesi imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular olarak gazete yazarları, İstanbul’dan bir otobüs dolusu ve özel arabalarla okuyucular ve sevenleri ile İzmit’ten, Bursa’dan, Bolu’dan, Zonguldak’tan, Ankara’dan, Çankırı’dan, Karabük’ten, Çorum ve ilçelerinden, Kırıkkale’den, Nevşehir’den, Kayseri’den, Aksaray’dan, Tokat’tan, Turhal’dan, Amasya’dan, Suluova’dan, Merzifon’dan, Samsun’dan, Çarşamba’dan, Ladik’ten, Vezirköprü’den, Kastamonu’dan, Tosya’dan ve Yeni Asya yönetim kurulu üyelerinden Ali Vapurlu, Sami Cebeci, Hamza Kara, denetleme kurulu üyesi İsmail Özdemir ve Kargılı sevenleri ile yüzlerce hüzünlü cemaatin iştiraki ile ve şehadeti ile ebedî hayata uğurladık Şaban Döğen’i.

Bütün katılanlara şükranlarımızı sunuyorum. Cenâb-ı Hak onlara hayırlı ömürler versin. Büyük bir kadirşinaslık gösterdiler. Yüzlerce kilometre uzaklıktan gelip, bu vefa duygusunu gösterdiler.

Yüzlerce Yasin-i Şerifler okundu, hatimler okundu. Cenâb-ı Hak mekânını Cennet eylesin.

Unutulacak simâ değildi. Eserleri de kıyamete kadar okunacak ve hayırla yâd edilecektir.

Bu vesile ile birçok dostumuz ile beraber olduk. Ve mü’min için bir kaybın olmadığını tekrar anladık. Yüzlerce, binlerce teşekkür ediyoruz. Gelemeyenler de duâ ve taziyetleriyle bizlerle oldular. Sağ olsunlar, var olsunlar.

12.11.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Diriliş örnekleri


A+ | A-

Son günlerdeki yazılarımızı kast ederek latife yollu bize takılan arkadaşlar oldu.

Meselâ, birisi dedi ki: "Yahu Latif Bey. Sen iki ölüden bir diri çıkacağına sahiden inanıyor musun?"

Birden hatırıma Hekimoğlu İsmail Ağabeyimizin "Ölüler Diriliyor" isimli eseri ve aynı isimli konferansı geldi. Oradan hatırımda kalan bir misâl ile karşılık verdim.

1970'li yıllarda gittiğim bir konferansında gördüm. Muhterem Hekimoğlu, bir eline ekmek parçasını aldı. İçine bir buğday tanesi koydu ve masanın üzerindeki bardaktan da üzerine su damlattıktan sonra şunları söyledi:

"Bakınız, şu ekmek ile buğdayın ana maddesi aynı. İkisi de ölüdür, cansızdır. Diğer elimde gördüğünüz bardaktaki su da ölüdür. Ama, bu iki ölü maddenin birleşmesiyle ortaya dipdiri bir hayat çıkıyor. Kezâ, çiftlikte yaşayan bir karı ile kocanın meselâ sadece ekmek yiyip su içtiğini düşünün. Onlar, bu sûretle hem yaşayabilir, hem de çocuk yaparak ayrı bir canın teşkiline sebep olabilirler. Demek ki, her halükârda hem ölüler diriliyor, hem de iki ölüden bir diri çıkabiliyor."

İçtimaî hayatımıza dair bir diriliş gerçeği de, Beyanat ve Tenvirler isimli eserin 202. sayfasında Üstad Bediüzzaman tarafından (1950'de) aynen şöyle ifade ediliyor: "...Ahrar Fırkası, yine otuz beş sene sonra dirildi, yine uyandı."

Evet, demek ki, biyolojik mânâda olduğu gibi, siyasî mânâda da yeniden diriliş hem mümkün, hem de vakidir.

İki zıt birarada sunulmuş

Yüksek tirajlı bir gazetenin 11 Kasım 2009 (dün) tarihli nüshasının baş sayfasının baş köşesinde "Ölümünün 71. yıldönümünde Atatürk'e hüzünlü anma" başlıklı resimli bir haber vardı.

Sayfanın alt kısmındaki en küçük resimli haber başlıklarından biri ise şöyleydi: "Dünya Dinler Parlamentosu, Bediüzzaman Said Nursî'yi konuşacak."

Çoğu zaman "refikimiz" diyerek ismini verdiğimiz aynı gazetenin aynı sayfasında, fikir ve dünya görüşleri birbirine zıt iki şahsiyet ile ilgili "anma haberi"nin yer alması son derece dikkat çekiciydi.

Haberin detaylarına ve sunum şekline bakınca da, kısaca şunları gördük:

1) Said Nursî ile ilgili haberin başlığı, hem baş sayfada, hem de devam sayfasında küçük puntolarla ve yorumsuz şekilde verilmesine mukabil, M. Kemal ile ilgili haber hem büyük puntolarla, hem de yorumlu başlıklarla sunulmuş. 3. sayfanın manşet haberinin başlığı aynen şöyle: "Çağdaş demokrasinin mimarı Atatürk, hepimizin ortak değeri."

2) Devam sayfasındaki (32. sayfa) Said Nursî'li haber için bir tek resim kullanılmamasına mukabil, M. Kemal haberli sayfada ise, biri büyükçe olmak üzere toplam dört adet resme yer verilmiş.

3) Aynı gazete, bir gün önce (10 Kasım) de, benzer günlerde olduğu gibi M. Kemal ile ilgili geniş hacimli bir haberi zaten yayınlamıştı.

4) M. Kemal için Türkiye dahilinde bir anma programından söz ediliyordu; Said Nursî için ise, dünya çapında (Avustralya'nın Melbourne şehrinde) ve binlerce din adamı ile akademisyenin iştirak edeceği bir programdan bahsediliyordu.

Biz söz konusu iki haberin sunum şekli ve mahiyetleri arasında gördüğümüz bazı detayları burada sıralayak bilginize sunmuş olduk. Bu çarpıcı tablonun yorumunu ise sizlere bırakıyoruz.

Tarihin yorumu 12 Kasım 1928

Latince harflerinin 1 Kasım 1928'de Meclis'te kabul edilmesiyle birlikte, 15 milyonluk "Türkiye halkı"nın yüzde doksan dokuzu bir gün içinde cehalet anaforunun tam ortasına doğru sürüklendi.

Bu dehşetli anafordan kurtulmak için de, canhıraş bir çalışma başlatıldı.

İşte, o çalışmalardan biri şudur: 12 Kasım'da başta İstanbul olmak üzere, ülkenin birçok merkezinde devlet memurları için kurslar düzenlendi.

Latince harflerinin öğretildiği bu kurslar esnasında, memurlar ayrıca imtihan edildi. Arşiv kayıtlarına göre, İstanbul'daki imtihanlar tam 18 gün boyunca sürüp gitmiş.

Bu dönemde, son derece hırslı, aceleci ve telâşlı bir politika izleniyordu.

Zira, Latince'nin kabulüyle eşzamanlı olarak Kur'ân harflerine de yasak getirilmişti.

Cahil bırakılan millet ise, arayerde kalmıştı. Ne yeni yazıyı biliyor, ne de eskiye dönebiliyordu.

Özellikle, sırf Kur'ân harfleri olduğu için eski yazı yasaklanarak unutturulmak isteniyordu.

Öyle ki, en kısa zaman zarfında gazete, dergi, kitap ve hatta tabelalara varıncaya kadar bütün yazıların Latince olması isteniyordu.

Nitekim, bu husus bilâhare kànunî mecburiyet haline getirildi.

Üstelik, aradan daha bir sene bile geçmeden, taş, ahşap veya mermer üzerine kazınmış bulunan kültür mirası tuğra, arma ile Arabî harfli kitabelerin de ya kırılarak sökülmesi, ya da üzerlerinin sıva ile kapatılması cihetine gidildi.

Bu çok ürkütücü, hatta dehşet verici bir politik uygulamaydı. Öyle ki, insanlık tarihinde bunun ikinci bir misâline rastlamak mümkün değildir.

12.11.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Direnmek, şapkayı alıp gitmek, siyaset ve âdil karar vermek!


A+ | A-

“Demokratik Açılım, darbe, genelkurmay başkanını görevden almak, şapkayı alıp gitmek!” tartışılıyor. Âdil, sağlıklı karar verebilmek için önce şu beyanlardan sonra insaf ile muhakeme etmeli:

Erdoğan’ın “Askerî darbe endişesi, baskısı duyuyor musunuz?” meâlindeki soruya cevabı şu oldu: “Ben böyle düşünmedim. Bir hissin içinde olmadım. Bundan önce olduğu gibi de kalkıp, bırakıp gitmem. Gereğini yaparım. Bu ülke demokrasiye yönelik müdahale ve tehditlerle karşı karşıya kaldı. Ve bazıları vicdanı hiç sızlamadan bu ülkeyi bunlara teslim etti. Fötr şapkalarını alıp kaçanları bu ülkede çok gördük.”1

Sayın Erdoğan’ın da bulunduğu Türkiye Millî Kültür Vakfı’nın toplantısında, Doç. Dr. Berat Özipek, kürsüden “Belki belirtmeye bile gerek yok, Turgut Özal olsaydı hiç kuşkusuz Demokratik Açılıma destek verirdi. Ne süreci sabote etmeye çalışan ulusalcı provokatörlere teslim olurdu, ne de bazı DTP’lilerin hatalarına. Genelkurmay Başkanı’nı görevden alırdı. Genelkurmay Başkanı bunu da televizyondan öğrenirdi” dedi.

Erdoğan’ın şapka göndermesine Demirel şu cevabı verdi: “Bu göndermeyi yapan muhterem Başbakan dünkü güneşle, bugünkü çamaşırı kurutmaya çalışıyor. Şapka, 63 yıllık çok partili hayatımızdaki buhranlardan birine tekabül eder; o da 12 Mart 1971 muhtırasıdır. Ondan 11 yıl önce, 27 Mayıs 1960’ta Türk Silâhlı Kuvvetleri tabanından gelen bir hareketle seçilmiş Meclis, seçilmiş hükümet ortadan kaldırılmıştır. Anayasa çiğneniyor bahanesiyle, Anayasa ortadan kaldırılmıştır. Yeniden seçim olup 1965’te biz yüzde 53 oyla iktidara geldiğimizde zor bir dönemdi; devletle toplum arasında ayrılık fazlaydı. 1969’da yeniden iktidar olduk, ona rağmen muhtıra geldi.

“Muhtıra diyor ki, hükümet istifa etsin, parlamentodan tarafsız isimlerle hükümet kurulsun. Bir de yaptırım maddesi var. Hükümet bunu dikkate almazsa, ertesi gün parlamento kapatılacak. Parlamentodan bir tek itiraz sesi çıktı; o da bizim (Adalet Partisi) milletvekilimiz Kadri Erogan. Muhalefette, Bülent Ecevit ‘Bu bana karşıdır’ dedi çekildi. Cumhurbaşkanı ‘Beni aştılar’ dedi, çekildi. Hükümet yalnız kaldı. Nasıl emekli edecektik? Cumhurbaşkanı yoktu ortada. Kaldı ki, emekli edebilseydik muhtemelen ordunun içinden gelen bir hareketle bir 27 Mayıs daha olacaktı. Ordu bugünkü gibi değildi. O günkü şartlar altında yapılacak şey, en az zararla bu işi bitirmekti. Biz zarar gördük, ama milleti kurumlarla karşı karşıya getirmedik, parlamentoyu kurtardık. Zamanın getirdiği şartlar başkadır. Bizim yaptığımız dışında bir şeyi o şartlarda kimse yapamazdı. Şimdi Başbakan ‘Biz öyle yapmazdık, gereğini yapardık’ diyor. Ben de soruyorum: Gereği neydi? O şartlarda sen ne yapardın? Adını sormuşlar, ‘Mülayim’ demiş. Sert olsan ne yapardın?”2

Başbakan Erdoğan, TRT programında, kendisine Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’u görevden almasını isteyenler hatırlatıldığında şöyle dedi:

“Bu tür şeyler karşısında darda ve zorda kalıyoruz. Biliyorsunuz Genelkurmay Başkanı, Başbakan atamasıyla gelmez. Bakanlar Kurulu’nun teklifi ve Cumhurbaşkanı’nın onamasıyla gelir.

“Peki bunun tam aksi olması halinde durum ne olur? Askerî yargıya itiraz eder. Atılacak adımları da ülkenin birliği, bütünlüğü için hassasiyetle sürdürmek lâzım.” Yani, o da tıpkı Demirel gibi, iş devletle halkın karşı karşıya gelmesine varsın istemiyor.”3

Katıldığı bir TV programında sorulan “ABD eskiden Türkiye’deki darbeleri desteklerken şimdi darbelere karşı Türkiye’yi mi destekliyor?” sorusuna Emekli Tuğgeneral Nejat Eslen’in verdiği cevap: “ABD geçmişte askerle istediği zaman darbe yaptırıyordu, biz de saf saf o oyunu oynuyorduk. Bugün konjonktür değişti. Amerika artık istediğini askerler kanalı ile sağlayamayacağını anladı. 28 Şubat müdahalesi Refah Partisi’ni götürdü ama devamında AK Parti’yi getirdi. Hata yapan iktidarlar seçimle gelip seçimle gitmelidir.”4

Sanıklar sizin! Karar da… Yalnız şu Kur’ânî ölçüyü nazara almak şartıyla: Cenâb-ı Hak, haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a’mâl-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenâtı seyyiâta galibiyeti-mağlûbiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiâtın esbâbı çok ve vücutları kolay olduğundan, bazan birtek hasene ile çok seyyiâtını örter. Demek, bu dünyada o adâlet-i İlâhiye noktasında muâmele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemiyeten (sayı) veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki, kıymettar birtek hasene ile, çok seyyiâtına nazar-ı afla bakmak lâzımdır. Halbuki, insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zâtın yüz hasenâtını bir tek seyyie yüzünden unutur, mü’min kardeşine adâvet eder, günahlara girer. Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa bir dağı setreder, göstermez. Öyle de, insan, garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenâtı örter, unutur, mü’min kardeşine adâvet eder, insanların hayat-ı içtimâiyesinde bir fesat âleti olur.5 Başkasının kusuru, insanın kusuruna senet ve özür olamaz.6

Dipnotlar:

1- Başbakan Tayyip Erdoğan, 8.11.2009/TRT/AKP İstanbul toplantısı.; 2- Murat Yetkin/Radikal/ 10 Kasım 2009.; 3-Agg; 4- Yeni Asya/01.11.2009.; 5- Lem’alar, s. 241.; 6- Divân-ı Harb-i Örfî, s. 65., Tarihçe-i Hayat, s. 54.

12.11.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Mehmet KAPLAN

“Doğu ve batı arasında” Aliya…


A+ | A-

Dinî terbiyesini;

Özellikle annesinden aldı Aliya…

Bu hep dikkatimi çeker:

İlk eğitim ne kadar önemli değil mi?

Osmanlı ordusunda subay olan dedesinin adı da Aliya idi.

Aliya İzzetbegoviç, 8 Ağustos 1925 yılında Bosna-Hersek’in Şamaç kasabasında dünyaya geldi.

Mahalle camisindeki sabah namazlarını ve imam efendinin okuduğu Rahman Sûresini unutamadığını söyler…

Hırvatların onu askere almak istemesi üzerine Saraybosna’dan Gradaçac’a kaçar. O zaman kuzeydoğu Bosna’nın bir kısmını Müslüman milisler, diğer bir kısmını Sırp Çetnikler kontrol altında tutmaktadır.

***

İlk defa tutuklandığında iddia şu idi;

Genç Müslümanlar Teşkilâtı üyesi olmak.

Tito’nun fikirlerini eleştirmek…

Demokrat (!) Tito;

Müslümanları yeni rejim içinde eritmeyi hedefliyordu.

Bu görüşe engel olan bütün teşkilâtları yasaklamış ve üyelerinin mahkûm edilmesini emretmişti. Başlatılan bu kampanya sonucu cezaevleri Müslümanlarla dolmuştu.

Aliya da İslâmcılık suçlamasıyla beş yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı. Hapisten çıktıktan sonra, hukuk, ziraat, san'at ve bilim konularında eğitim gördü.

25 yıl avukatlık ve bir inşaat firmasında yöneticilik…

“Genç Müslümanlar” teşkilâtında aldıkları karar doğrultusunda, dinî eğitim almaya başlayan Aliya İzzetbegoviç, Yugoslavya’da yayınlanan birçok dergi ve gazetenin yanı sıra, İslâm dünyasında da yazılar neşretti.

***

Çok ileri görüşlü idi:

Sonra tekrar tutuklandı!

1989da, Doğu bloğunun dağıldığı yıl hapisten çıktı.

Henüz hapisteyken komünist bloğun dağılacağını ifade etmişti.

Aliya, yakın arkadaşlarıyla beraber bu durumun kritiğini yapmıştı. Netekim çıktıktan bir müddet sonra, Mart 1990 yılında, san'atçı arkadaşı Saffet İseviç’in ismini koyduğu Demokratik Hareket Partisi- Stranka Demokratske Akcije SDA’yı kurdular.

Oybirliği ile ilk başkanı seçilen Aliya, ölünceye dek genel başkan olarak kaldı. SDA Yugoslavya tarihinde en hızlı örgütlenen parti oldu.

****

Bosna Savaşının sonlarına doğruydu.

Müslümanların birçok cephede zafer kazandı.

Savaşın sona ereceğini gören Sırplar, avantaj elde etmek için iki stratejik şehir olan Gorajde ve Srebrenica’yı ele geçirmek maksadıyla bütün güçleriyle bu iki kente saldırdılar…

Ve:

Tarihin gördüğü en büyük katliâmlardan birini bütün dünyanın seyirci bakışları arasında sergilediler.

BM tarafından güvenli bölge olarak ilân edildikten iki yıl sonra Srebrenica, 1995 yılının yaz ayında, II. Dünya Savaşından sonra meydana gelen en büyük katliâmın kurbanı oldu.

Boşnak halkı 6 Nisan 1992 tarihinden 14 Eylül 1995 tarihine kadar sürmüş olan savaşta 200 bin şehid vererek ve yurtlarından kopan 2 milyon mülteci insana rağmen özgürlüklerine kavuştular.

Savaş resmen bitmiş olsa da Bosna Hersek`te normal hayata dönüş hiçbir zaman kolay olmayacaktı!..

***

“Doğu ve Batı Arasında İslâm” kitabı onun BİLGE KRAL oluşunun en temel işaretidir.

Aynı zamanda:

Hayatımda en etkilendiğim kitaplardan biridir.

Söz gelimi bu kitapta İslâm’a, Hıristiyanlığa ve Marksizm’e göre “İnsan nedir?” sorusu değerlendirilmiştir.

İnsan:

Marksizm’e göre üreten bir sıradan yaratık.

Hıristiyanlığa göre; günahkâr doğan ve ömrünü bu günahtan arınmaya çalışarak geçiren bir canlı..

İken;

İslâm’a göre;

“Eşref-i mahlûkattır”

Bütün yaratılmışların; en şereflisi…

Toplum, çevre ve birçok şey daha İslâmî çerçeve ile değerlendirilmiştir Aliya’nın bu nadide eserinde…

***

Cuma namazını hangi camide kılacağını en son ana kadar gizli tutardı. Gideceği camiyi, oğluna ve korumalarına, arabaya bindikten sonra söylerdi.

Bir Cuma namazında camiye girdiğinde, hocaefendi hutbeyi durdurdu. Hürmeten yer almasını bekledi. Görevliler ayağa kalkıp en önde yer vermek istedi.

Ancak Aliya;

“Burası Allah’ın evidir. Burada farklılık olmaz. Allah katında en üstün olan, takva sahibi olandır. Herkes, bulduğu yere oturur. Ben burada oturacağım. Bilmiyoruz, belki hepimiz çiğnenecek, öleceğiz; amma, İslâm’ı İnşallah çiğnetmeyeceğiz... Hocam lütfen hutbeyi tamamlayın!” demişti. Aliya’nın o tavrıyla bütün cemaat duygulanmıştı..

Emekli maaşıyla geçinirdi.

Vefat ettiği 19 Ekim 2003 tarihindeki son ânına kadar sâde bir hayat yaşadı...

Arkasından mal ve mülkler bırakmadı.

Halkına hürriyeti kazandıran örnek bir mücadele ve ışık tutan eserler bıraktı.

Halkıyla barışık bir şekilde başardı bunu!..

Yüce Rabbimiz onu ve cümlemizi Resûlullah’a komşu eylesin.

Amin…

12.11.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Bataklık kurutulsun


A+ | A-

Temel meselerimizi halledemediğimiz için, hemen her gün yeni bir problemle karşı karşıya kalıyoruz. Askerin sivil siyasete tabi olması için adımlar atılmak isteniyor, ama ‘öz’le uğraşmak yerine teferruatla zaman kaybediliyor.

Meselâ, muhayyel irtica suçu ile mücadele için özel siteler kurulduğu ve kamuoyunu yönlendirmek için çeşitli şekillerde yayınlar yapıldığı ortaya çıktı. Sorulduğunda da “28 Şubat döneminde bu konu ile ilgili ‘emir’ almıştık” anlamına gelecek cevaplar verildi.

Bir süre bu konu tartışıldı ve nihayetinde sözkonusu emir ve benzerî emirlerin kaldırılması için çalışma başlatıldı. Belki bu noktada yeni adımlar atılacak, ama bu çalışmaların ‘ihtilâlcilik hastalığına’ kesin çare olması mümkün mü?

Türkiye’yi idare edenlerin farkında olması gereken bir nokta var: İhtilâlcilik hastalığına kesin çare, sözde değil, özde bir anayasa hazırlamaktır. 12 Eylül ihtilâl anayasasının olduğu bir yerde, sadece bazı yönetmelikleri ortadan kaldırarak arzu edilen noktaya ulaşmak mümkün değil. Çünkü 12 Eylül ihtilâli sonrası yıllar süren uygulama sebebiyle devletin çarkları işlemez hale gelmiştir. Hangi yanlışa el atılsa, altından 12 Eylül ihtilâline dayanan bir uygulama çıkıyor. Demokrasiden nasibini almayan bir anayasanın hâlâ yürürlükte olduğu bir ülkede, bir iki yönetmelik ya da kanun değiştirerek yol alamayız. Bu mümkün olsaydı, şimdiye kadar yapılan değişikliklerin bir faydası görülürdü.

Son günlerdeki tartışmalar 28 Şubat sürecinde yapılan yanlışların tekrar görülmesine de yardımcı oldu. Tekrarlamak gerekir ki 28 Şubat sürecinin dayandığı yapı da 12 Eylül ihtilâl anayasasıdır. Her müsbet adıma, ‘ilke ve inkılâplara aykırı’ gerekçesiyle karşı çıkılan bir yerde hür ve demokrat bir sistemin kurulması mümkün olabilir mi?

O halde Türkiye’yi idare edenler ilk adım olarak 12 Eylül ihtilâl anayasasından kurtulmayı hedef almalıdırlar. Uygulamalarla ihtilâl anayasasını savunarak, Türkiye’nin önünü açmak mümkün değil. Neredeyse son iki yılımızı yeni bir anayasa yapılması konusunu tartışarak geçirdik. Herkesin hatırlayacağı üzere taslak anayasa bile hazırlanmış ve “bugün değilse yarın TBMM gündemine gelir” deniyordu. Ne olduysa oldu, bu taslak ortaya çıkamadı. İktidar partisi de işi unutturmak için başka gündemlere sığındı. Ama gelinen noktada 12 Eylül ile hesaplaşmadan ve yeni bir anayasa yapmadan sıkıntıları aşmanın mümkün olmadığı görüldü.

Herkesin gördüğü bu tabloyu Türkiye’yi idare edenlerin görmemesi mümkün değil. Görmüyorlarsa da, gördükleri halde görmezlikten geliyorlarsa da kabahatlidirler.

‘Sinek’ gibi meselelerle vakit kaybedeceğimize, kalıcı çare olan ‘bataklığı kurutmak’ için gayret gösterelim. Hele hele ihtilâlcilik bataklığı kurutulmadan ‘sinek’lerin kökünün biteceği düşünülüyorsa çok yazık... Zoru tercih edelim ve tez vakitte darbe artığı mevcut anayasadan kurtulalım... Tabiî gelenin, gideni aratmaması şartıyla...

12.11.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Bir türlü açılamayan “açılım”!


A+ | A-

Aylardır tartışılan “açılım”ın ilk kez 10 Kasım’da Meclis’te ele alınması, iktidar ve muhalefet tarafından demokratikleşmeyi “Atatürk’ü daha çok sevme yarışı ve kavgası” gösterilerine kurban gitti.

Kısır tartışmalar, bugün ya da yarın yapılacak olan “genel görüşme” öncesi, siyasî iktidarın “demokratik açılım”da esaslı hazırlığının ve yeterli demokratikleşme paketinin olmadığını ortaya koydu…

İşin ilginç tarafı, Başbakan Erdoğan’ın, demokrasiyi katleden, Meclis’in kapısına kilit vuran, hükûmetleri deviren darbeleri meşrû kılmakta kullanılan darbelerin ve darbecilerin ağzıyla “demokratik açılım”ı demokrasi kıtallerinin adına yapıldığı “Atatürk” ve “Atatürkçülük”le açıklamasıydı. Başlattıkları “millî birlik projesi”nin “Atatürk ilke ve ideâlleriyle örtüştüğünü, paralellik arz ettiğini ve reformlara yenilerini eklediğini” söylemesiydi…

İddialı “demokratik açılım”ın içindekileri açıklayacağı beklenen İçişleri Bakanı Atalay’ın, “açılım”ın muhtevasından çok hedeflerini açıklaması, esas görüşmede de hükûmetin “açılım edebiyatı”nın ve “söylem”in dışında demokratikleşme konusunda ciddî bir irâde göstermeyeceğinin işâretlerini vermekte.

TERÖRÜN DURMASI İÇİN

KİM MUHATAP ALINACAK?

“Açılım” Bakanı, herkesin mâlumu olan ve kimsenin itiraz etmediği, “Terörün sonlandırılması gereği”nden dem vuruyor; bunun için “terör örgütünün silâh bırakmaktan vazgeçmesi”ni öneriyor.

Diğer yandan terör örgütünün, “operasyonlar devam ederse kan akmaya devam edeceği” ve “büyük şehirleri kana bulayacakları” tehdidini aktaran DTP temsilcileri, baştan beri “Öcalan’ın ve terör örgütünün muhatap alınması”nı şart koşuyorlar.

Peki bu tabloda Ankara kimi muhatap alacak? En son “sınırdaki şov”da görüldüğü gibi, terör örgütüne söz geçiremediği, tam aksine kontrolünde olduğu açıkça anlaşılan DTP muhatap olmadığına ve Başbakan açık açık, “İdam cezası alan terörist başı muhatap alınmayacak” dediğine göre, kim muhatap alınacak? Teröristlerin dağdan inmesi ve silâhların susması nasıl sağlanacak?

Öcalan ve Kandil’deki Karayılan’ın tamamen ayrılığı getiren “geniş özerklik” perdesindeki “yol haritası” ortada.

Kaldı ki, 20 Ekim’de PKK’ya ait Fırat Haber Ajansına beyanat veren terör örgütünün iki numaralı ismi Cemil Bayık’ın, “barış grupları” dediği sınırda “kahraman” gibi karşılanan teröristlerin dönmesinin, “PKK’nın dağdan inmesine yol açmayacağını” ileri sürmekte. Türkiye’de kendi kimlikleriyle örgütlenme garanti altına alınmadıkça, teröristlerin silâh bırakmayacağını peşinen iletmekte. “PKK’nın tasfiyesi demek, Kürt irâdesinin tasfiyesidir; ortada muhatap bırakmamaktadır” diye “olmazsa olmazları”nı bir tehdit ve şantaj üslûbuyla bildirmekte…

Bu durumda “açılım”ı terör örgütü için değil, demokrasi, hukuk, insan hakları ve özgürlüklerinin geliştirilmesi açısından ele alınmasının bir zarûret olduğu bir defa daha su yüzüne çıkmakta…

TÜRKİYE’NİN AYAĞINDAKİ

PRANGALAR…

İçişleri Bakanı, “Baştan beri şunu söylüyoruz; bu ülkede aklı başında olan hiç kimse, devletin bütünlüğünü, resmî dilin Türkçe olduğunu, millî marşımızın İstiklâl Marşı olduğunu tartışmıyor, tartışamaz” dediğine göre, öncelikle demokratikleşmeyi sağlayacak, Anayasal ve yasal değişiklikler yapılması gerekiyor.

Ne var ki, hükûmetin sürekli ertelediği “açılım”ın içinin bu açıdan da boş olduğu görülmekte. Açık bir irâde zaafı var. Hükûmetin Meclis’e sunacağı “mini paket”te, öteden beri zaten tatbik edilen, mahkemelerde “Türkçe bilmeyenlere tercüman sağlanması” gibi sıradan bazı palyatif tedbirlerden bahsediliyor. Keza polise taş atan çocukların cezalarının hafifletilmesi yasa tasarısı hâricinde herhangi bir anayasal ve yasal değişikliği henüz Meclis’e getirmiş değil.

Bu arada, Başbakan’ın yılsonuna kadar mutlaka “açılım”ın başarılacağını kamuoyuna taahhüdüne karşılık, kulislerde Meclis’in hangi yasaları çıkaracağının Ocak ayından sonra kararlaştırılacağı ve anayasa değişikliklerine daha sonra -gerekirse- bakılacağı belirtiliyor. Başbakan’ın danışmanı Ömer Çelik, bu sürece “Aralık ayı sonuna kadar güven arttırıcı önlemler” olarak bakıyor.

Haziran ayından bu yana “açılım” konuşuluyor; fakat görünen o ki, hükûmet sınırdaki son şovlar üzerine ortaya çıkan oy kaybını telâfî etme peşinde; işi ağırdan alıyor. Erdoğan’ın her fırsatta “bu bir süreç” deyip açılımın muhtevasını gelişmelerin seyrine bırakması bunun tezâhürü…

Bakan Atalay, önceki gün Meclis kürsüsünde “Her şeyden önce demokratik açılım büyük Türkiye’nin ayağındaki prangalardan kurtulmasını sağlayacaktır” diye konuşuyor…

Oysa, başta darbecileri ve devrimleri koruyup kollayan ve “Atatürkçülüğü” resmî ideoloji olarak kabul eden 12 Eylül ihtilâli Anayasası olmak üzere, AB’ye vaadedilen siyasî partiler ve seçim kanunu, YÖK yasasını, yargı reformu, inanç ve ifâde özgürlüğüne dair temel düzenlemeler yapılmadığı sürece, Türkiye ayağındaki antidemokratik prangalardan kurtulamayacaktır.

Ve “gözboyama”dan ibâret “açılım”, “demokratik açılım” olmayacak; sâdece Türkiye’yi bir süre daha avutan, kamuoyunu oyalayan içi boş bir politik tartışma ve siyasî polemik malzemesinin ötesine geçmeyecektir…

12.11.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

İran uranyumunu Türkiye’ye gönderir mi?


A+ | A-

İran’la Batı arasında İran’ın nükleer programına yönelik olarak sürdürülen görüşmelerde bir türlü sonuç alınamıyor. Özellikle Kum şehri yakınlarında yeni bir uranyum zenginleştirme tesisi kurduğunun ortaya çıkmasıyla gerginlik arttı. Geçen ay Uluslar arası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) ile İran arasında yürütülen görüşmelerde yeni bir teklif gündeme gelmişti. Buna göre İran şu ana kadar zenginleştirdiği birbuçuk tonun üzerindeki zenginleştirilmiş uranyumu başka bir ülkeye gönderecek o ülkeden de nükleer yakıt olarak geri alacaktı. Böylece İran’da atom bombası yapımında kullanılması şüphesi bulunan zenginleştirilmiş uranyum kalmayacaktı.

İşte bu arada UAEA Başkanı Baradey’in İran’ın zenginleştirilmiş uranyumu Türkiye’ye göndermesi ve ihtiyaç duyduğu nükleer yakıtı Rusya’dan alması teklifi gündeme geldi. Baradey’e göre İran, Türkiye’ye güveniyordu. Zenginleştirilmiş uranyumunu gönderebilirdi. Rusya da İran’ın ihtiyaç duyduğu nükleer yakıtı satacaktı.

Peki bu çözüm teklifini İran kabul eder mi?

Bunca yıl boyunca zenginleştirmek için uğraştığı ve gönderdiği takdirde geri döneceğinden emin olmadığı çok değerli uranyumunu İran asla başka bir ülkeye göndermeyecektir. Bu konuda geçmişte Fransa ile yaşadığı kötü deneyimler bulunmaktadır. İran devrimi öncesinde Fransa’daki bir uranyum zenginleştirme konsorsiyumuna İran da yatırım yaptı. Ancak 1979 devrimi sonrasında yeni yönetim Fransa ile bu ortaklığını durdurarak 1 milyar dolarlık krediyi geri istedi. Bu anlaşmazlık ancak 1991 yılında çözüldü. Ancak bu defa da İran’da batının ambargoları olduğundan, Fransa, İran’ın ortak olduğu tesislerde üretilen nükleer yakıtı İran’a vermedi. Bu yüzden İran’ın şimdi böyle bir çözümü kabul etmesi imkânsızdır.

Peki Türkiye en az bin iki yüz kilogramlık zenginleştirilmiş uranyumu depolamayı kabul eder mi?

Türkiye, arabuluculuğa hazır olduğunu açıklamıştı. Hükümet bu konudaki teklifinde samimî. Böyle bir durumda Türkiye depolamayı kabul edebilir.

Peki İran şu anki imkânlarıyla bu zenginleştirilmiş uranyumdan bir nükleer silâh başlığı yapabilir mi?

Batılı uzmanlar İran’ın halen bu teknik kapasiteye sahip olmadığını açıklıyor. Amerikalı istihbaratçılar İran’ın 2003 yılında bu konudaki çalışmalarını da durdurduğunu ve tekrar başlatmadığını söylüyor. Yalnızca İsrail ısrarla İran’ın bu teknolojiye sahip olduğunu ve çalışmalarını hızla sürdürdüğünü ileri sürüyor. Tabiî kendisi uzun yıllardır bu teknolojiye sahip olan İsrail’in İran’ı hedef göstermeye çalışmasının altında başka amaçlar yatıyor. İran’ın nükleer enerji üretmek için yüzde 20 zenginleştirilmiş uranyum yakıtına ihtiyacı var. İsrail de bu düzeyde zenginleştirilmiş uranyumun İran’ı nükleer silâh için gerekli zenginleştirme düzeylerine yaklaştıracağını ileri sürüyor.

Kısacası; İran ile Batı arasında bu ülkenin nükleer programı konusundaki anlaşmazlık daha uzun yıllar sürecek gibi görünüyor. Zaten bu anlaşmazlığın sürmesine ihtiyacı olan Batılı güçler var. Özellikle Amerika’nın hem bölgeye ilişkin politik hedefleri, hem de nükleer yakıt piyasasına ilişkin ekonomik çıkarlar bu anlaşmazlığın sürmesini gerektiriyor. Bu konuda ülkemize düşen ise iyi niyetli arabuluculuk çabalarını sürdürmekten ibaret. Bir başka yapılması gereken ise aslında İran’ı örnek alıp, bir an önce kurulacak nükleer enerji santralleri için kendi yakıtımızı üretme çabalarını başlatmak.

12.11.2009

E-Posta: [email protected]



Robert MİRANDA

Cadılar Bayramı ve İslâm


A+ | A-

Yakın zamanda, Milwaukeeli hemşerilerimiz bir pagan geleneği olan ve her sene bir çok Avrupa kökenli Amerikalının kutladığı Cadılar Bayramı’nı kutladılar. Cadılar Bayramı’nın kökenleri Kelt (İrlanda) geleneklerine dayanıyor ve kışın sonuna ve aynı zamanda onların kullandığı takvimin son gününe denk geliyor. Keltlerin inanışlarına göre, yaz aylarının son gününde yahut Ekim ayının son günü ve Kasım ayının ilk gününde, dünyada yaşayanlarla ölülerin ruhları bir araya gelirler. Yani bu sözde bayram, Keltlerin inandığı tamamen hayal ürünü ve batıl inançlara dayanmaktadır.

“Hıristiyan Savunma ve Araştırma Bakanlığı”nın verilerine göre, Keltler bu gecede ruhların ve hayaletlerin dünyaya dağılarak içlerine girebilecekleri bir beden bulmaya çalıştıklarına inanmaktaydılar. İşte bu sebeple yaşayan insanlar garip garip kıyafetler içine girerek ve sokaklarda deliler gibi yüksek sesle bağırmak suretiyle güya bu kötü niyetli ruh ve hayaletleri kendi bedenlerini ele geçirmesinler diye korkutup kaçırmayı amaçlıyorlar.

Pek tabiî ki, bu türden saçma inançlar yüce dinimiz İslâm’a taban tabana zıt ve terstir. İslâmiyet ölülerin ruhlarıyla canlıların bir araya geldiği ve hayaletlerin ele geçirmek için bir beden aradıkları böyle bir gecenin varlığına yer vermez.

Milâttan sonra 43 yıllarında Romalılar Keltlerin topraklarını ele geçirdiklerinde, Romalılar Keltlerin iki bayramlarını kendi mitleriyle karıştırıp adapte ettiler. Bunlardan birisi Pomona bayramıydı, Roma mitolojisine göre, Pomona ağaçların ve meyvelerin tanrıçasıydı ve onu temsil eden obje ise bir “elmaydı”. Bu da, bu günde elmalarla ilgili düzenlenen türlü türlü oyun ve yarışmaların (içinde su ve elmalar olan bir kaptan ellerini kullanmadan ağzıyla elma toplama yarışması gibi...) esas sebebidir.

Elbette İslâm tanrı ve tanrıçaları da kabul etmez ve her şeyi yaratan bir tek ilâhın varlığını bize bildirir.

Biz Müslümanlar deriz ki: “De ki: “O, Allah’tır, bir tektir. Allah Samed’dir. (Her şey O’na muhtaçtır; O, hiçbir şeye muhtaç değildir.) O’ndan çocuk olmamıştır (Kimsenin babası değildir). Kendisi de doğmamıştır (kimsenin çocuğu değildir). Hiçbir şey O’na denk ve benzer değildir.” (Kur’ân, İhlâs Sûresi 1-4)

Hıristiyanlık içinde yer edinen bir başka pagan kültürüne ait bayram da “All Saints’ Day” (Bütün azizler günü) olarak bilinir. Hıristiyanlar bütün azizlerini bu günde anarlar. Bu bayramın Hıristiyanlıkta yer edinmesinin tarihi de 7. yüzyıla Papa Boniface IV’ye dayanır. All Saints’ Day aynı zamanda “kutsama arefesi” (hallows eve) olarak da bilinir. Bu günde insanlar birbirlerinin kapısını çalarak birbirlerine kek ve şekerlemeler hediye eder ve daha önce evlerinde yaşayan geçmiş ölülerinin ruhları için karşılığında duâ edilmesini isterler.

Netice itibariyle Halloween yahut Cadılar Bayramı geleneğinin pagan geleneklerle, batıl inançların bir karışımı olarak erken dönem Katolik Kilisesi’ne dahil olduğunu söyleyebiliriz. Bir Müslüman ise hayatına İslâmiyet’i tam anlamıyla ve bütün yönlerine birincil olarak tatbik eder ve daha ondan sonra herhangi başka bir kültürün pratiklerini adet edinmez. Bahusus, İslâmiyet’in temel ilkelerine ters düşen kültürel pratikler bir Müslüman tarafından mutlak surette reddedilmelidir.

Amerikalı Müslümanlar olarak çocuklarımızın bu günlerde garip kıyafetler giyip sokaklarda deli gibi “trick or treat” (hile yahut ikram) diyerek bağırmalarına müsaade etmemeliyiz.. Bir Müslümana, kökleri paganizme ve batıl inanışlara dayanan kültürel pratik ve göreneklerin kölesi ve mahkûmu olmak yakışmaz ve uymaz. Allah zaten bizlere kendi özel bayramlarımızı vererek rahmet göstermiştir, bize de bu kutsal günlerimize önem vermek ve hakkıyla idrak edip kutlamakla mükellefiz.

Onlar yalan yere şahitlik etmezler, boş sözlerle karşılaştıklarında vakar ile oradan geçip giderler.

(Kur’ân 25:72)

Tercüme: Umut Yavuz

12.11.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Kişiden önce sistem


A+ | A-

Seneler önceki bir sohbetimizde Demirel, 1969’da dönemin Genelkurmay Başkanı Cemal Tural’ı, hükümeti “takmayıp” görev ve yetki alanını ziyadesiyle aşan tavırlar sergilemesi üzerine uyardıklarını, dinlemeyince Cumhurbaşkanının onayı ile görevden alarak YAŞ üyeliğine kaydırdıklarını, Tural’ın bu pasif görevde beş ay kaldıktan sonra emekli olduğunu söylemiş ve sonrasını da özetle şöyle anlatmıştı:

“Tural’ın yerine yeni isim ararken Memduh Tağmaç önerildi. ‘Mutedil bir komutan’ denildi. Genelkurmay Başkanlığına onu getirdik. İki sene sonra 12 Mart muhtırasını önümüze dayadı.”

(Tural’ın azlini onaylayan Cumhurbaşkanı Sunay’ın 12 Mart’ta muhtıracılarla birlikte hareket ederek Demirel’i yalnız bırakması ve Tağmaç’ın sonradan “Muhtırayı imzalarken ağladım” itirafında bulunması, problemin ne kadar derinlerde olduğunu ortaya koyan başka ilginç göstergeler.)

Mehmet Barlas’ın, son günlerde gündemde olan “Özal olsaydı Öztorun gibi Başbuğ’u da emekli ederdi” bahsine “Özal’ın Öztorun’u emekli etmesinden sonra da 28 Şubat benzeri postmodern darbeler veya 27 Nisan e-muhtırası benzeri darbe girişimleri nasıl olabildi?” (Sabah, 10.11.09) sualiyle verdiği katkı, aynı şeyi ifade ve teyid ediyor.

İsmail Hakkı Karadayı’nın Genelkurmay Başkanı olduğu dönemde başlayan 28 Şubat sürecinin, Hüseyin Kıvrıkoğlu görevi devraldıktan sonra yumuşayacağı yönünde bazı çevrelerce seslendirilen beklentilerin tam aksi yönde gelişmeler yaşanması ve Kıvrıkoğlu ile sürecin daha da keskinleşmesi de, bu gerçeği teyid eden çok tipik örneklerden biri.

Hatırlanacağı gibi, Kıvrıkoğlu, İstanbul’da görevli DGM’leri irticaya karşı gevşek davranmakla suçlayarak yargıya alenen müdahale edecek kadar işi ileriye götürmüş ve Yeni Asya’ya yönelik DGM baskıları ondan sonra iyice yoğunlaşmıştı.

Mâlûm, “28 Şubat bin yıl sürer” lâfı da ona ait.

Demek ki, problemin asıl kaynağı, kişileri aşan kurumsal bir yapı, sistem ve ona vücut verip devamını sağlayan kökleri derinlerde bir zihniyet.

Ona sağlam bir çare bulmadan kişiler üzerinden yapılacak tasarruflarla bir yere varılamıyor.

Adeta genlere işlemiş bir müdahale gelenek ve alışkanlığı söz konusu. Kaynağı da her fırsatta tekrarlanan “Cumhuriyeti biz kurduk; sahibi ve koruyucusu biziz” sözüyle dile getirilen anlayış.

İşte buna karşı, objektif ve evrensel hukuk kriterleri zemininde, demokrasi, hak ve özgürlük bilincine sahip, örgütlü bir sivil toplum irade ve inisiyatifinin behemahal geliştirilmesi gerekiyor.

Ülkede bu yönde yeni bir denge kurulmalı ki, asker kaynaklı ve yüksek yargı başta olmak üzere bürokrasi destekli müdahaleler son bulabilsin.

Bu, konunun iç dinamiklere bakan boyutu.

Dışa yönelik yüzünde de, çok şükür ki, dengeler artık demokrasiden yana değişiyor. Özellikle AB üyeliği süreci, çok partili sisteme girişimizin üzerinden altmış yıl geçmesine rağmen hakimiyeti gerçek anlamda hâlâ millete devretmeyip bürokrasinin tekelinde tutmaya devam eden sistem ve statükoda ciddî gedikler açmış durumda.

Bu durum, şimdiye kadarki darbelerin arkasındaki dış güç olan ABD’yi de tavır ve politika değişikliğine mecbur ediyor ve özellikle Obama ile birlikte bu değişim daha belirgin hale geliyor.

Ve bu gelişmeler, iç dinamiklerin de eskiden hiç olmamış düzeyde demokrasi lehine güçlenmesini netice veriyor. Tek yanlı bilgilendirme ve telkinlerle oluşturulan güdümlü “kamuoyu”nun yerini, herşeyi özgürce tartışan özgür bir kamuoyu alıyor. Evvelce dokunulmaz tabular olarak görülen konu ve kurumlar tartışmaya açılıyor.

Hal böyle olunca, içeride halk, Meclis ve kamuoyu desteğine sahip, dışarıda da demokrasi rüzgârlarının estiği bir dünyaya muhatap bir sivil iktidarın, demokrasiyi kökleştirip engelleri kaldıracak reformları yapması çok daha kolay.

Buna rağmen yapmıyor ve günübirlik politikalarla vakit geçiriyorsa, yazık ediyor demektir.

Hem kendisine, hem de millete ve ülkeye.

12.11.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.