02 Aralık 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Hüseyin EREN

Kuddüs penceresi


A+ | A-

Hayata, hadiselere “Kuddüs” ism-i azamın pencere-i nuriyesinden bakınca kirli nezafetsiz, ufunetli, boğucu kısmı istihale olur, temizlenir, erir gider… Bakmayınca; oda kirlendiği gibi denizler kirlenir, dağlar lâşe ile dolar, feza mezara dönüşür; hadiseler iç karartır, gündemler korku üzerine döner, günler yokluğa kayar…

“Bir insan bir ay yıkanmazsa ve küçük odasını süpürmezse çok kirlenir, pislenir. Demek bu saray-ı âlemdeki paklık, safilik, nuranîlik, temizlik; mütemadiyen hikmetli bir tanziften, bir dikkatli tathirden ileriye geliyor. Ve eğer o daimî tathir ve süpürmek ve dikkat ile bakmak olmasaydı, bir senede bütün hayvanların yüz bin milletleri arzın yüzünde boğulacaklardı.” (Otuzuncu Lem’a, Birinci Nükte)

Tertemiz bir üslûp, ak pak anlatımla, tâhir bir bakışla yazılmış “Kuddüs” ismini anlatan ilgili bölüm, bütünlüğü içinde okunduğunda, akılda, kalpte, lâtifelerde nuranî pencereler açıldığı görülecek, dış temizlik kadar iç temizliğin önemli olduğu, gündemler de o bütünlük içinde bakılmadığında hep kirli ve eksik olduğu fark edilecektir… Dünyayı kirleten dünyevîlerin dünyevî savaşını hiç merak edip bakmayan Bediüzzaman’ın nuranî zihni daha bir anlaşılır oluyor bu pencereden bakıldığında…

Temiz olan kirlerden uzak durur; gıybet edilen yere yaklaşmaz, zan zulmüne bulaşmaz, hades edilen yerden uzaklaşır, menfaat düşkünlerine mesafelidir… Kuddüs’e tevekkül eden başkalarından medet umma kirliliğine düşmez…

Çevreye bir çöp atmadığı gibi yol kenarındaki dikenli teli kenara atar; kurduğu fabrikayla toprağı, suyu kirletmediği gibi kirletenlerle de mücadele eder; gıybet pisliğine bulaşmadığı gibi boş konuşma kirliliğine de düşmez… Kelimeleri kirletmez; ya hayır konuşur, ya da susar… İman suyundan kana kana içtikçe içi temizlenir; şüpheler, vesveseler, endişeler uzak olur, bindiği tevekkül gemisiyle temiz denizlerde tenezzühle gezer… Kuddüs’e âyine olmak başka nasıl olabilir ki?

Gökyüzü nuranîyeti, yeryüzü temizliğini “Kuddüs” ismiyle tefekkür edenin kalbi temiz olur, zihni nurânî; davranışları günahtan uzak, bakışları harama yaklaşmaz, konuşmaları kirlenmez…

Her yönden, her koldan saldıran günah kirliliğine, şüphe bombardımanına, vesvese saldırılarına, uyutucu uyuşturucu zevk kuşatmalarına nasıl mukavemet edilir? “Kuddüs” ismi diğer esma ile beraber okunduğunda—kâinat yüzünde, hayat akışında, hadise dalgalanmalarında—ancak mukavemet edilir…

Aklı, kalbi, latifeleri “Kuddüs” ismi ile şüphe ve günahlardan her sabahta ve akşamda temizlemedikçe, dünyevîlerin denî işlerine, gündem bombardımanlarına takılmamak, âlet olmamak elde değil…

Bahsin son cümlesi ve haşiyesi müdakkikâne okunursa yeni çağrışımlarla farklı hikmet sahifeleri açabilir…

Rahman’ın Kuddüs ism-i şerifine sarılmadıkça, kâinatta cereyan eden tecellîlerini akıl ve kalple emmedikçe nasıl temizlenebiliriz? Kâinat büyüklüğünde soru, sonsuzluğu netice verecek cevap bekliyor.

02.12.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Allah’ın emri mi, Cennet arzusu mu? - 1


A+ | A-

Ahmet Bey: “İbadetlerimizi yaparken Allah’ın emri diyerek mi yapalım, yoksa cennete gitmek gibi bir amaç ile mi yapalım?”

“İhlâs, yapılan ibâdetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir fayda ibâdete illet gösterilse, o ibâdet bâtıldır. Faydalar, hikmetler yalnız müreccih (tercih sebebi) olabilirler; illet (ana sebep) olamazlar.”1

Risâle-i Nûr’da ihlâs böyle tanımlanır ve Cenâb-ı Hakk’ın rızâsının ancak ihlâs ile kazanılacağı2 beyan edilir. Demek, ibâdet yalnız emredildiği için yapılmalıdır. Başka bir hikmet ve fayda ibâdetimize “ana sebep” olmamalıdır.

Yalnız; hikmet ve faydaların ibâdetimize “müreccih”, yani tercih sebebi olmasında bir zarar söz konusu olmaz. Öyleyse ana sebep saymamak kaydıyla ibâdetimizin âhirette fayda sağlamasını isteyebiliriz. İbadetimizden sonra Cenâb-ı Allah’tan Cenneti isteyebiliriz. Âhiret yurdu tevhid dâiresi olduğundan, âhiret saadetini düşünerek gayrete gelip ibâdet yapmakta bir sakınca yoktur. Bunda ihlâsa aykırılık aramaya gerek de yoktur.

Fakat, âhiret saadeti ibâdetimize ana sebep olur ve Allah rızâsını kazanma niyetinin önüne geçerse, bundan ihlâsımız elbette yara alır. Çünkü biz her şeyden önce Allah’ın kuluyuz, Allah’ın rızâsını kazanmakla mükellefiz. Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin ifâdesiyle Kur’ân’dan ders alan bir mü’min, tam bir kuldur. Fakat en büyük mahlûkata bile boyun eğmeyen ve Cennet gibi en büyük bir menfaati bile ibâdetine gâye kabul etmeyen izzet sahibi bir kuldur.3

Kur’ân-ı Kerîm, “Ey insanlar! Rabbinize ibâdet ediniz!” emriyle insanları ibâdete dâvet ediyor. Bu çağrıya hâl diliyle, “Ne için ibâdet yapalım?” diye sorulan soruyu, yine Kur’ân-ı Kerîm: “Çünkü sizi yaratan Rabbinizdir” diye cevaplandırıyor.4 Böylece bizzat Kur’ân, Rabbimizin bizi yaratmış olmasını Rabbimize ibâdet yapmamız için yeterli sebep sayıyor. Âyetin sonundaki, “Böylece takvâya erişmeniz mümkün olur” cümlesi ise, ibâdetimiz için bir netice bildiriyor. Bu âyete göre ibâdetimizin neticesi, takvâya erişmektir. Cennete ulaşmak veya âhiretteki tükenmez nimetlere kavuşmak ise Allah’ın dilerse lütfudur.

Esasen, Allah için yaşamak, Allah için var olmak bizim yaratılış gayemizdir. Nitekim bir musîbete uğradığımızda söylememiz sünnet olan: “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râci’ûn” (Biz Allah için varız ve Allah’a döneceğiz) 5 âyeti de bize ne için yaşıyor olduğumuzun resmini net biçimde çizer. Allah için yaşayan, elbette yalnız Allah için ibâdet yapar.

Yukarıdaki âyetin tefsîrini yapan Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, âyette “takvâ”nın ibâdete yeterli bir hedef olarak gösterilmesi üzerinde önemle durur. Bediüzzaman’a göre, âyetten anlıyoruz ki, ibâdet ancak ihlâs ile ibâdettir. İbâdet, başka bir şeye (Meselâ dünyaya olmadığı gibi, Cennete ve âhiret saadetine dahi) vesîle olması gayesiyle yapılmaz. İbâdet vesîle değil; varılacak gâyedir. İbâdet maksûd-u bizzattır, yani yaratılışımızın ulaşmamız gereken tek maksadıdır. İbâdeti, kendisiyle bir şeye ulaşmak niyetiyle yapmıyoruz. İbâdeti sevap kazanmak ve azaptan sakınmak için yapmıyoruz. İbâdeti, yaratılışımızın bir gâyesi olduğu için yapıyoruz, ulaşmamız gereken bir maksat olduğu için yapıyoruz.6 İbâdeti yaptığımız zaman, yaratılış maksadımıza ulaştığımız için içimizde bir huzur ve rahatlık hissetmemiz bundandır.

Çünkü biz, Cennete ulaşmak veya âhirette mutlu olmak için değil; ibâdet edelim diye yaratılmışız! Bu gâyemizi, şu âyet de çok net açıklar: “Ben cinleri ve insanları Bana ibâdet yapsınlar diye yarattım.” 7

Yarın İnşaallah devam edelim.

Dipnotlar:

1- İşârâtü’l-İ’câz, s. 142.

2- Lem’alar, s. 156.

3- Sözler, s. 122.

4- Bakara Sûresi: 21.

5- Bakara Sûresi: 156.

6- İşârâtü’l-İ’câz, s.154.

7- Zâriyât Sûresi: 56.

02.12.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Yakın tarih yeniden yazılsın (3)


A+ | A-

Bayramdan önce birkaç yazıyla üzerinde durduğumuz yakın tarih konusuna kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Ancak, konuların detay kısımlarını ileri tarihlere bırakarak, şimdilik tahrif edilen, yalan–yanlış şekilde aktarılan, ya da üzerine kasden perde çekilen belli başlı konulara sadece satır başlarıyla değinmekle iktifa edelim.

12) Resmî tarih kitaplarındaki "Zararlı Cemiyetler" bahsi, büyük çapta ideolojik bir yaklaşımla ele alınmış. Objektif bir yaklaşımla akademik çalışma yapılması kaçınılmazdır.

13) Kürt–Teâli Cemiyetinin ne maksatla ve kimlerin himayesiyle kurulduğuna açıklık getirilmeli. Ayrıca, bu cemiyetin mensubu olan–olmayan, sonradan dahil olan ya da cemiyetten ayrılan şahsiyetler, kesin hatlarıyla birbirinden tefrik edilmeli. Araştırmalarımız esnasında, kasdî ve art niyete dayalı bazı karıştırmaların olduğuna yakînen şahit olduk. Özellikle, Said Nursî'nin bu cemiyetle hiçbir alâkası bulunmamasına rağmen, ilmî sahtekârlık yapılarak, o zâtın ismi karalanmaya çalışılmış.

14) İslâm Teâli Cemiyetinin ismi nasıl doğdu? Müderrisin Cemiyeti niçin feshedildi? Bu cemiyetin hangi üyeleri İslâm Teâli'ye üye olmaya devam etti? İşgal kuvvetleri, bu cemiyeti maksatlarına nasıl âlet etti? Kimler âlet oldu, kimler istifa ederek restini çekti? Bu tür soruların cevabı, ne yazık ki resmî kitaplarda yer almıyor. Bu sebeple, ortalık isnat ve iftiralardan geçilmez hale gelmiş.

15) İngiliz Muhibleri Cemiyetinin kuruluşunda, Osmanlı siyasîleri ile aydınları neden ikiye bölündü? Tarafların maksadı ne idi? İngilizler, bu cemiyete ne ölçüde destek verdi? Kimleri aldattı, kimleri emrine râm edemedi?

16) 16 Mart 1920'de İngiliz işgal kuvvetlerinin Şehzadebaşı Karakoluna baskın düzenleyerek kan dökmelerinin arka plânında yatan asıl maksat ne idi? O "Kara Bir Gün" içinde başka neler oldu?

17) Anadolu'daki Kuva–yı Milliye Hareketi hakkında neşredilen birbirine zıt fetvâların arkasında kimler vardı? İşgal kuvvetlerinin bu fetvâlara karşı tavrı ne oldu? Leh ve aleyhteki fetvâların Anadolu insanı üzerindeki etkisi nasıl tezâhür etti?

18) Amasya Tamimini kimler hazırladı; hazırlanan metnin altına imza atan, ya da bu tamime kesin taraf olduğunu bildiren komutanlar kimlerdi? Sonraki yıllarda bunların başına neler geldi? Bir kişi hariç, diğer 8–10 kişinin tamamı neden sonradan "vatan haini" muamelesine mâruz kaldı?

19) Erzurum ve Sivas Kongrelerinin ilk hazırlık devresi nasıl başladı? Bu kongrelerde alınan kararlar, ne ölçüde hayata geçirildi? Kongrenin ruhu, Lozan Konferansına ve bilhassa 1923'ten sonra uygulanan resmî politikalara yansıtıldı mı?

20) Kongre kararıyla Ankara'ya gönderilen Heyet–i Temsiliye'ye Albay İsmet Bey neden ilâve edildi? Ondan çok daha yüksek rütbeli subaylar olmasına rağmen, Albay İsmet'in önce Garp Cephesi Komutanlığına, ardından paşa yapılarak Genelkurmay Başkanlığına getirilmesinin sebebi neydi?

21) İsmet Paşa ile Çerkes Ethem'in karşı karşıya getiren mesele neydi? Düşmanın attığı topların sesi Ankara'dan duyulduğu günlerde, İsmet Beyin herşeyi bırakıp Çerkes Ethem'in peşine düşmesinin gerekçesi neydi? Ankara'daki ekâbir takımından bazı şahıslar, Ethem Beyden niçin korktular da "işini bitirme"ye karar verdiler?

22) İstanbul'daki "Son Meclis–i Mebusan" nasıl teşkil edildi? Kanlı işgalden sonra İstanbul'u terk eden mebuslardan kaçı Ankara'ya gelmedi? Bunlar niçin siyasetten uzak durdu? Ankara gelenlerin yarısına yakını, neden ilk seçimde liste dışı bırakıldı?

23) Kongrelerde ve Meclislerde kabul edilen "Misâk–ı Millî" şartlarına sonradan tam riayet edildi mi? Nerede hangi tavizler verildi? Niçin?

24) Kuva–yı Milliye Hareketine dahil olanlar, bu birlikteliği ne ölçüde ve nereye kadar koruyabildi? Hareketin belli başlı şahsiyetleri, kısa bir süre sonra neden zıtlaşma cihetine gittiler?

25) Anadolu ve Trakya'da teşkil edilen Müdaffaa–i Hukuk Cemiyetleri, ne zaman ve kimler tarafından kuruldu? Resmî kitaplarda, bu cemiyetlerin 19 Mayıs 1919'dan önceki varlıkları hakkıyla nazara verilmiyor? Sebebi nedir?

26) Kurtuluş Mücadelesindeki cephe savaşları nerelerde yaşandı? Kayıplarımız ne kadar? En çetin mücadele safhası nerede vuku buldu? İstanbul'da yapılan silâhsız mücadelenin mantığı neydi ve bu mücadele nasıl oldu da başarıya ulaştırılabildi?

27) Osmanlı hükümetini "Sevr Antlaşması"na razı (ya da mecbur) eden müessir sebepler neydi? Bu antlaşmanın İstanbul ve taşradaki etkileri ne oldu?

28) Türkiye'yi işgal ve istilâ etme politikası güden İngiliz ve Yunan kuvvetlerinden hangisi daha büyük ve dehşet vericiydi? Aralarında nasıl bir farklılık vardı? Güç dengeleri biliniyor muydu?

29) Ankara hükümeti adına yapılan ilk hükümetler arası anlaşma Gümrü Antlaşmasında Karabekir Paşanın rolü neydi? Orada elde edilen zafer ve sağlanan üstün başarı, sonradan niçin küçümsendi de, Karabekir Paşa hem askeriyeden, hem de siyasetten uzaklaştırıldı?

30) İnönü Savaşlarında, İsmet Beyin rolü ve etkisi nedir? Araştırmalarda ciddî abartmalara ve hatta saptırmalara rastlanılmaktadır. Bu savaş safhasının, kaybedilen Eskişehir–Kütahya hattındaki muharebeler ile kazanılan Sakarya Meydan Muharebesiyle birlikte işlenmesi gerekmektedir.

Böyle satır başlarıyla da olsa, yakın tarihin önemli diğer konularını sıralamaya bir–iki gün daha devam etmek arzusundayız.

Tarihin yorumu - 2 Aralık 1888

Hür düşüncenin bayraktarı

Fikir dünyamızın öncü isimlerinden biri olan Namık Kemâl, 2 Aralık 1888 tarihinde mutasarrıf (vali–kaymakam arası makam) olarak bulunduğu Sakız Adasında vefat etti.

1840 Tekirdağ doğumlu olan Namık Kemâl, vefat ettiğinde henüz 48 yaşındaydı. Ancak, o, bu kısacık ömür müddetine çok büyük hizmetler sığdırmış hem öncü, hem de bayraktar şahsiyetlerden biridir.

Yeni Osmanlılar hareketini başlatan, hürriyet ve meşrûtiyet hareketini ateşleyen ve ilk anayasanın (Kànun–i Esâsî) hazırlanmasında (1876) büyük emek sarf eden çok az sayıdaki fikir adamlarımızdan biri, belki de içinde bulunduğu grubun birincisidir.

Buna rağmen, Namık Kemâl, yine de hakkıyla bilinmiyor, tanınmıyor; hatta çoğu kez yanlış tanınıyor, ya da kasten kötü ve sefih adam olarak tanıtılıyor.

Oysa, hürriyete âşık, meşrûtiyete meftun, istibdat ve mutlakıyete bütün benliğiyle muhalif, imanlı, vatanperver, dâvâ uğruna hayatı hakir gören ve kısacık ömrünün yarıdan fazlasını hapis, sürgün ve zindanlarda geçirmiş ender kahramanlardan biridir, Namık Kemâl.

Burada, vefat yıldönümü vesilesiyle ve hakkında rahmet duâsı hükmüne geçmesi dileğiyle, onun hürriyet hakkındaki birkaç sözünü nakletmek istiyoruz.

Rüyâ isimli makalesinde, sefâlet ve esârete perestij edenlere şu sözlerle çatıyor, Namık Kemâl:

"Ey sefâlete ülfet edenler!

"Aziz–i Zülcelâl, herkesi dünyevî ve uhrevî her türlü saadete mazhar olmak istidâdıyla halk etmiş. Siz, karnınızı doyurmak için evlâdınızı aç bırakmaya tevekkül nâmı veriyorsunuz...

Sürününüz, sürününüz! Çok sürmez ki, siz de süründüğünüz yerler gibi toprak olursunuz.

"Ey esâret kayıtlarına perestiş edenler!

"Perestişiniz, âdet veya menfaat nâmıyla boynunuza takılan zinciri esârettir. Yüzünüzü okşayan temiz elleri ısırmak, başınıza pençe vuran murdâr ayakları yalamak, sizde kuvvetli bir meleke olmuş...

"Çekiniz, çekiniz! Tâ ki, boynunuzdaki bu ağır yük, sizinle mezara gitsin."

Onun "Hürriyet Kasidesi"ndeki bir beyti de şöyledir:

Ne efsunkâr imişsin âh ey didâri hürriyet

Esîri aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten

02.12.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

“Gerçek Atatürk hangisi?”


A+ | A-

Milliyet’ten Can Dündar, “Gerçek Atatürk hangisi?” diye soruyor: Herkesin kendi meşrebine çevirdiği Atatürk’ü irdeliyor. Dündar, Atatürk’ün 1920’lerde gücü ele alıncaya kadar herkese farklı davrandığını anlatıyor:

“Meclis’in açılışında eller açıldı, duâlar edildi, Kürtler’e özerklik vaat edildi… Ulus olma sürecinde din yerine tutkal olarak Türklük ruhu gerekiyordu; bozkurtlu bayrak düşünüldü. Ancak bunlar 1920’lere özgü geçici tedbirlerdi; hiçbiri bugün Atatürkçülük adına savunulamayacak kimliklerdi. O yüzden zaman zaman birbiriyle çelişen bu sözler, tavırlar, tutumlar kargaşasını, Atatürk’ün olgunluk dönemine ait notlarının, konuşmalarının, eylemlerinin süzgecinden geçirmek şart... Bu yapılmayıp da 1920’lerin kargaşasından rastgele bir fotoğraf çekince Atatürk, herkesin kullanımına açık ‘Binbir surat’lı bir lidere dönüşüyor ve ‘bunca yalancı’ içinde kimin doğruyu söylediğini bulmak, hepten güçleşiyor.”1

Star’dan Fadime Özkan’a konuşan Doç. Dr. Cemil Koçak ise, “Atatürk’ün dinle bir ilgisi olduğu kanısında değilim. Atatürk’ün ve Atatürkçü ideolojinin asıl arzuladığı şey, dinin emrettiği herşeyden âzâde olmuş bir toplum” demişti. Koçak, Balıkesir hutbesi, dinî referanslar, Meclisin Cuma günü duâyla açılması gibi konuları ise: “Atatürk’ün dine ilgisinden değil, o dönemin gereklerine göre uyguladığı politikalar. Aydınlanmacılara göre din zımbırtıdır, ilkel insanlara mahsustur. İnsanlık bilim, eğitim ve aydınlanma sayesinde bir gün öyle bir hâle gelecek ki dine gerek kalmayacak. Atatürk aydınlanmacıydı. İsterdi ki Türkiye’nin büyük kısmı aydınlanma felsefesine inansın, ona göre yaşasın. (Soru: Ateist miydi?) Bilmiyorum. Ama gençliğinde Ali Fuat Cebesoy bir kitap vermiş Ruh ve Madde diye. O zamanki ateistlerin popüler el kitaplarından. Atatürk de altını çizerek okumuş, etkilenmiş. Hatıratında var... Ama o kitaptan ne çıkardı, dine değilse de var oluşa inanıyor muydu, bilmemiz mümkün değil” şeklinde cevaplıyordu.2

Aslında, ciddi akademisyen ve araştırmacılara göre; din, iman, ibadetle ilgisi olmayan M. Kemal’i dindar gösterme çabaları, 12 Eylül 1980 darbe-i münafıkanesinden sonradır. Daha önce, resmi söylemler ve uygulamalar, onun “dinsiz” olduğu şeklindeydi.

Dr. Ahmet Faruk Kılıç, M. Kemal ile ilgili yazdığı kitapta, gençlik yıllarına dair bir takım örnekler verir.3 Zaman gazetesi, 6 Ağustos 2009 tarihinde “Kim demiş Atatürk dinsizdir diye!” manşet atar. Halbuki, aynı gazeteden, M. Armağan şu tesbitlerde bulunuyor:

“Öldüğünde cenaze namazı bile tartışma mevzuu olmuş, camide kılınmamış. Ailesinin talebi ile büyük ölünün namazı kılınmak sûretiyle hususi merasim yapılıyor. Tekbir Türkçe verilmiş, namazı İslam Tetkikleri Enstitüsü direktörü Ord. Prof. Şerafettin Yaltkaya tarafından kıldırılmıştır.”

Hakkı Tarık Us ise, kendi çıkardığı “Kurun” gazetesindeki yazısında ilginç bir ayrıntıya yeniden dikkatimizi çekiyor. “Atatürk’ün çok sevdiği bilinen Hafız Yaşar, sandukanın başında ‘Türkçe ezan’ okumuştur. Muhtemelen namaz sonunda da Türkçe telkin verilmiş ve yine Türkçe tekbirler getirilmiş olmalıdır. Atatürk’ün cenaze namazı kılındı mı? Kılındıysa, Atatürk’ün cenaze namazı neden camide kılınmadı? Neden bir fotoğraf yok.”4

Neşe Düzel’in Taha Akyol’a sorduğu sorular ve aldığı cevaplar ise şöyle:

“(Soru: Atatürk’ün dinle ilişkisi nasıldı?)

“Başta beri emsallerine göre din anlayışı daha mesafelidir ama dinin toplumsal ve siyasi açıdan öneminin de farkındadır. Atatürk dini siyaseten kullanmayı çok iyi başardı. Atatürk’ün şeriatı öven sözleri vardır. Mesela ‘Bizim kanun-i esasimiz (anayasamız) Kur’an-ı Kerim’dir’ dedi. ‘Allahın emirlerine uymadığımız için geri kaldık’ da dedi. Ayrıca, ‘Hz. Muhammed’in yüce şeriatı’ diye yaptığı konuşmalar var. ‘Cenab-ı Hak insanları yaratırken’ diye bir konuşması var. Bu konuşmalar hep Milli Mücadele sırasında oldu. Atatürk, ‘antiemperyalizm’ sözlerini de hep Milli Mücadele sırasında söyledi.

“ (Soru: Milli Mücadele’den sonra nasıl değişti?)

“Milli Mücadele’den sonra ise laiklik yolunda ilerledi. Zaten ‘Anayasamız Kur’ân’dır’ diyerek laiklik olur mu? Olmaz. O zaman da, ‘Biz gökten indiği zannedilen kitaplara göre değil, hayatın gerçeklerine göre politika yapıyoruz’ dedi. 1937’de Meclis’i açış konuşmasında, ‘Tabiat insanı yarattı’ dedi.”5

Evet, birkaç M. Kemal ile karşı karşıya bulunuyoruz. Bunların analizini psiko-sosyalciler yapacak, tarihçiler yapacak. Zor bir iştir, ama bunun altından kalkmalılar ve M. Kemal kimdi, nasıl bir şahsiyetti, neden öyle davrandı, gerçek cephesi ne idi, inancı ne idi, ortaya koymak zorunlu!

Dipnotlar:

1-Can Dündar 9/11/2003.; 2-Fadime Özkan/Star, 24.11.2008.; 3-Zaman/6 Ağustos 2009.; 4-Mustafa Armağan/Zaman/9 Kasım 2008. 5-Neşe Düzel, Taraf/18.11.2009.

02.12.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Fatma Nur ZENGİN

Futbolla gelen nefret


A+ | A-

Şu günlerde medyayı çok yakından takip edemesem de, internet vasıtasıyla çok da uzak kalmamaya gayret ediyorum. Özellikle her tür açılım, meşhur cinayetin ardındaki sır perdesinin aydınlanması, domuz gribi gibi dönüp dolaşıp ekranlara gelen haberlerin fazlasıyla can sıkıcı bir hal aldığı kanaatindeyim. Yine de “mahalle baskısı” diye adlandırılabilecek bir tür sosyolojik baskıdan dolayı, bu konuların hepsi hakkında ister istemez bilgi sahibi oluyorsunuz. Haydi diğerleri neyse de, şu cinayet konusunda bilgi sahibi olmamak, bence çok daha doğru. Ama sebepsiz bir şekilde okuma-yazma bilmek kadar önemli hale getirilmiş olan bu haberden bir şekilde uzak kalamıyorsunuz.

Bu gündemi takip edip etmeme durumlarının içerisinde, Türkiye gündemini meşgul eden haberler dışında, bir de uluslar arası haberler var. Geçen hafta ve öncesindeki birkaç gün boyunca gündemi kısmen meşgul ettiğini duyduğum ve günlerdir internetin her bir köşesini meşgul eden; Mısır’la Cezayir arasındaki futbol müsabakaları, dehşet verici bir şekilde özellikle Ortadoğu gündeminin zirvesinde yer alıyor.

Hatırlıyorum da, Mısır’a ilk taşındığım hafta, Lübnan’la Mısır arasında bir maç vardı. Bir Türk arkadaşım anlatmıştı: “Arkadaşlarla beraber maça gitmiştik. Hayatımda ilk defa bir futbol maçına gidiyordum ve açıkçası Türkiye’de zaman zaman yaşanan sendromlardan dolayı pek tedirgindim. Fakat maç ilerledikçe, bütün bu tedirginliğim hayranlığa dönüştü. Herkes inanılmaz bir uyum ve saygı içerisindeydi. Mısırlı seyircilerin en saygılı ve hoşgörülü seyirciler seçilmesi gerektiğini bile düşünmeye başlamıştım. Bir maçtan ziyade, hep beraber bir festival seyrediyormuşçasına, adeta bir bayram coşkusuyla geçmişti 90 dakika.”

Şimdi Mısır-Cezayir maçlarından sonra yaşananlara bakınca insan tamamıyla dehşete düşüyor. “Cezayirliler ölsün!” diyen Mısırlılar, ülkelerindeki bütün Mısırlılara saldıran Cezayirliler, “Cezayir’den nefret ediyorum” isimli internet grupları, Mısır’ı ve Mısırlıları kınayan e-mailler ortada dolaştıkça, huzursuzluğum artıyor. İslâm, Arap dünyasının ve hatta Ortadoğu’nun en güçlü ülkelerinden biri olan Mısır’da, bölgedeki bütün huzursuzlukların engellenmesi ve düzene girmesi için birlik olunması gerektiğinin bilincinden çok uzakta tavırlar sergilenirken, yine birlik olunmadığı takdirde daha nice sıkıntılar yaşanacağını bilmesi gereken bazı ölçüsüz Cezayirliler, en az bir kısım fanatik Mısırlılar kadar sağduyusuz yaklaşımlarda bulunuyor.

Oyuna getirildiklerinin farkına varmadan ve birlik olmadan o “birşey” mücadelesini kazanamayacaklarını bilemeden birbirine düşüyor Arap milletleri. Ve bütün dünya onları seyrediyor, hatta yeri gelip, gülenler oluyor. Spordan nefrete geçişin çok zor olması gerektiği halde, diğer değerlerini savunmaktan ve yeri geldiğinde onlar için savaşmaktan âciz olanlar, futbol maçı neticesinde âleme rezil oluyorlar. Hem de sadece satranç tahtasının piyonları olarak…

Ama bunları da genellememek gerekiyor.

Zaten bu noktadaki yegâne tesellîmiz, maç tepkilerinde ipin ucunu iyice kaçıran tarafların, Mısır ve Cezayir halklarının tamamını temsil etmediği ve genele hakim olan kardeşlik ruhu ve sağduyunun, her şeye rağmen ayakta kalmaya devam ettiği yönündeki inancımız...

02.12.2009

E-Posta: [email protected]



Ali OKTAY

Dede Efendi


A+ | A-

Gönülden Dile

“Yüzelli yıl sıradağlar birer birer yücelir

Ve âkıbet Dede’nin anlı şanlı devri gelir.

Bu mûsıkîyi o, son kudretiyle parlattı,

Ölünce ülkede bir muhteşem güneş battı.”

Yahya Kemal Beyatlı

Kasım ayı özellikle müziğimizin zirve isimlerinin birer birer madde âleminden mânâ âlemine göç ettiği aylardandır. İşte o isimlerden biri de Yahya Kemal’in “Ölünce ülkede muhteşem bir güneş battı’’ dediği Dede Efendi ya da tam adıyla Hammâmizâde İsmâil Dede Efendi’dir.

Dede Efendi, 1778 yılının Kurban Bayramı’nın 1. günü Şehzadebaşı’nda doğdu. Bu münasebetle İsmâil adı verildi. Babasının hamam işletmesi dolayısıyla Hammâmizâde adıyla anılmaktadır. Küçük yaşlardan itibaren Yenikapı’daki Mevlevî Dergâhı’na devam etti. 1001 gün yani yaklaşık 3 yıl süren ‘çile’sini tamamlayıp ‘Dede’ oldu. Çilede iken ‘Zülfündedir benim baht-ı siyahım’ isimli Bûselik şarkısının ünü saraya kadar ulaşınca Dede Efendi’ye de şöhret yolları açılmış oldu. 3 yaşındaki oğlu Sâlih’in vefatı üzerine:

“Bir gonca femin yaresi vardır ciğerimde

Ateş dökülürse yeridir, ah-ı serimde

Her lâhza hayali duruyor didelerimde

Takdire ne hacet bu da varmış kaderimde”

şeklindeki Beyâti eserini oğluna mersiye olarak besteledi.

Sultan 3. Selim, II. Mahmud ve Abdülmecit zamanında sarayda itibar gördü. Son zamanlarında Dede Efendi, karşısında henüz 16 yaşlarında olan Abdülmecit’in Batı müziğine daha çok ilgi duyması ve önceki padişahlar gibi usûlden, makamdan anlamayan bir hükümdarla karşı karşıya olması onu mutsuz ediyordu. Talebelerinden biri olan Dellâlzâde’ye birkaç defa ’Artık bu işin tadı kalmadı‘ dedi. Hacca gitmek için Sultan Abdülmecit’ten izin aldı. Çok samimî bir mü’min olan İsmail Dede tavaf sırasında heyecanlandı, ağladı. Yunus Emre’nin haccı terennüm eden şiirini irticâlen Şehnaz’dan Evsat usûlünde besteledi:

“Yürük değirmenler gibi dönerler

El ele vermişler Hakka giderler

Gönül Kâbesini tavaf ederler

Muhammed’in (a.s.m.) kösü çalınır burada

Ol sultanın demi sürülür burada.”

Bu Dede’nin son eseridir. Bu suretle 48 yıl süren bestekârlık hayatı sona eriyordu. O yıl pek çok kişi gibi Dede de Hacc’da koleraya yakalandı. Ateşler içinde tavaf etti. Mina’ya geldi. İki talebesinin kollarında son nefesini verdi. Dede Efendi 29 Kasım 1846 yılında 69 yaşında iken vefat ettiğinde tevafuka bakınız ki, yine doğum günü olan Kurban Bayramının 1. günü idi. Dede Efendi, Hz. Hatice validemizin ayak ucunda medfûndur.

Dede Efendi için ne dediler?

Alaeddin Yavaşça: “Dede Efendi nice şarkılarıyla gönüllere taht kurmuş, kabına sığmayan bir deha olduğunu defalarca kanıtlamıştır. Dede birçok yüzyılları tutan ve gelecek yüzyılları da aydınlatacak olan bir Türk Musikîsi sembolüdür.’’

Nezih Uzel: “Hakk’ın tertemiz kullarındandı. Ruh dünyamızın mimarları arasına katıldı. Cenâb-ı Hakk’ın bizlere bağışladığı nimetlerin en güzelleri arasında bulunan sesin ustasıydı. Bizi kendi yoluna soktu, yüreğimizi titretti.’’

Prof. Dr. Mustafa Tahralı: “Dede, ayinleri ve ilâhileriyle bir yandan dinî duygularımızı en yüksek seviyede ifade etmiş, ladinî denilen eserleriyle musikî san'atımızı en yüksek seviyede dile getirmiş ve köçekçeleri ve benzeri eserleriyle de eğlence musikîmizin en güzel örneklerini vermiştir.’’

Prof. Dr. Selahaddin İçli: “Dede Efendi, geçmişten değerleri özümsemiş, çağının değerlerini yakalamış ve ileriye kancalarını atmış bir bestekârdır, dâhîdir.’’

Tuğrul İnançer: “Ne anlatılsa; o deryadan bir damla, harmandan bir dane, Dede güneşinden bir zerre olur ancak... O musikîmizin evliyası....’’

MURAT NECİPOĞLU YOĞUN

BAKIMDAN ÇIKTI…

Tasavvuf Müziğimizin genç ve özel seslerinden Hafız Murat Necipoğlu kardeşimiz için geçtiğimiz aylarda sizlerden de duâ talep etmiştik. Hatırlanacağı üzere, Ekim ayında geçirdiği beyin kanaması sonucu hastaneye kaldırılmış ve haftalarca yoğun bakımda kalmıştı. Bayram vesilesiyle ağabeyi değerli san'atçı ve din adamı Halil Necipoğlu Beyi arayıp hem bayramlaştık hem de Murat‘ın durumunu sordum: “Elhamdülillah duâlar sayesinde Murat şu an yoğun bakımdan çıktı. Evinde tedavisi devam ediyor. Yalnız sol tarafında kısmî bir araz kaldı. İnşallah bir yıl kadar fizik tedavisi sürecek. Doktorların dediğine göre daha sonra Allah’ın izniyle tamamen şifa bulacak.”

“Gerek radyoda, gerekse Yeni Asya’daki yazımızda Murat kardeşimiz için duâ talep etmiştik. Bize düşen bir şey var mı?” sorumuza “Çok teşekkür ediyorum. Duâ istirham ediyorum” dedi Halil Bey. Ben de sevgili Murat’ın sağlık haberine çok sevindim. Bu gelişmeyi paylaşmakla birlikte bu genç san'atçı kardeşimiz için duâ etmeye devam edelim lütfen.

02.12.2009

E-Posta: alioktay@alioktay. net



S. Bahattin YAŞAR

Abdest, Huzur’a hazırlıktır


A+ | A-

Abdest; maddî ve mânevî bedeni zırhla kuşatmak, korumaya almaktır.

Abdest, bedene yakışan en güzel elbiselerden birisidir. Yani, beden, abdestle güzeldir.

Abdest, bedenin süsü ve güzelliğidir. Onun için bir ömür içerisindeki bedende ne kadar abdestli zamanlar varsa, o kadar o beden için nurlu zamanlar var demektir. Nurlu zamanları bol bulunan bir bedenin, bu zaman dilimlerindeki halleri de nurânîdir.

Abdest, hayat dilimlerinde oluşan kirlenmeleri temizleyen bir operasyondur. Onun için abdest, zırhımız olmalı.

Abdest, “Ben harama kapalıyım, ben Rabbimin kulu, kölesiyim” mesajıdır.

Abdest, bedenin kendini Rabbine adadığı zamanlardır. Beden, abdestliyse; ondan güzellikler zuhur eder.

Abdest, helâl dairesine giriş demektir. Onun için abdest, Yaratıcı ile olan akdi tazelemektir.

Abdest, abdestlenen organların iplerini Sahibine vermesidir. Abdestli beden; harama karşı aşılanmış, düşmana karşı zırhını kuşanmış demektir.

Abdest, vücut kimyasının düzelmesi, ayarlanması, yani vücudun, kulluk moduna hazırlanması demektir.

Abdestlenmek, kanatlanıp kulluğa uçmaktır. Melekleşmek ve nuranîleşmektir. Vücut organlarının ibadetidir abdestlenmek.

Abdest, Huzur’a girmenin ilk adımıdır. Abdestli zamanlar, mukaddes zamanlardır. Vücut kimyasının ibadete hazırlanması, ‘âbid’leşmesidir.

Abdestli bir beden, organlarını ibadete ayarlamıştır. Öyle ki, abdestli bir bedenden çıkacak sözlerin etki derecesi tartışılmaz. Abdest, vücut organlarındaki kimyasal dönüşüm demektir. Abdestli bir bedenin nefes alıp vermesi, yürümesi, oturması, kalkması, konuşması, dinlemesi vb. faaliyetleri, güzel bir niyet ile ibadete dönüşebilir.

Abdest, dile, kulağa, göze, ayağa ayrı ibadet anlamları yüklemek, bedenin maddî ve mânevî etki gücünü arttırmaktır. Onun için, abdestli bir bedenden çıkacak kelimeler ve cümleler, her biri birer özel güce sahip olacaktır. Kuru sıkı tabanca ile atılan bir atışın etkisi ile, gerçek bir mermi atışının etkisinin bir olmadığı gibi. Çıkardığı ses birbirine yakın olsa da, hedefi vurmadaki etki her halde mukayese edilemeyecek cinstendir. Abdest, insanı güçlendirmektir.

O zaman ne yapıp etmeli, imkânlar ölçüsünde söze ve davranışa güç katmak ve etkiyi arttırmak için abdestli zamanları arttırmalı insan.

Peki abdestli olduğu halde, bu beklenen netice oluşmuyorsa, o zaman, ibadette niyet ve şuur problemi var demektir. Her abdest, yeniden bir başlangıçtır. Gücüne inanan ve onu bir silâh olarak gören için, abdestli saatlerin kazancı daha bol ve hesabını vermek daha kolay olacaktır.

02.12.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Hükümet “katsayı haksızlığı”na hazırlıksız


A+ | A-

Kurban Bayramına, Danıştay’ın YÖK’ün üniversiteye giriş sınavında katsayı farkı uygulamasını kaldıran kararını durdurmasıyla başlayan siyasî atışma damgasını vurdu. YÖK’ün itirazını Danıştay İdarî Dâvâ Daireleri Genel Kurulu görüşecek…

Tartışmalar, Türkiye’deki demokratik eğitim temel hakkını politik hesaplarla bir defa daha bir kördüğüme kurban etmekte. Kararın ardından, başta Başbakan olmak üzere, iktidar partisi sözcülerinin “yakınmaları” garâbetinin ötesine geçmemekte.

Gelinen safhada tablo şu: Yine bu “iptali”, “hukuka, hakkaniyete, anayasaya ve yasalara uygun olmadığı” söylemiyle siyaset yapılmakta. Millî Eğitim Bakanı Çubukçu, daha yeni yeni “Gerekirse yasal düzenleme yapılacak” demekte. Lâkin bu haksızlığı ve hukuksuzluğu giderecek anayasal ve yasal alt zeminin hazırlığı hakkında en basit bir demokratik irâde beyânında bulunulmayıp, yine millet nezdinde “şikâyet”le kalınmakta…

İşin ilginç yanı, tıpkı yasadışı başörtüsü yasağında ve Kur’ân kurslarındaki Kur’ân öğrenimi önündeki yaş yasağında olduğu gibi, özellikle din eğitimi-öğrenimi özgürlüğünün sağlanamamasında başvurulan “siyasî mağduriyet”e sığınma taktiği güdülmekte. Siyasî ranta çevirmeye çalışmakta.

Belli ki AKP siyasî iktidarı, “demokratik açılım”da olduğu gibi eğitimin demokratikleşmesinde de gerekli anayasal ve yasal tahkimatı yapmadan bazı gözboyama sathî düzenlemelerle iktifa etmekte. Anayasa ve yasalar aynen dururken, salt bir “yönetmelik”le katsayı haksızlığını gidermesi, bizzat Bakan’ın itirafıyla bir işe yaramamakta…

“YAMA YÖNETMELİKLER”LE OLMAZ…

Gerçek şu ki, “eğitim ve öğretim hürriyeti”nin “sadakat borcu”na bağladığı, “eğitim ve öğretimin Atatürk ilke ve inkılâbları doğrultusunda ve devletin denetim ve gözetimi altında yapılmasını” hükmünü dayatan “12 Eylül İhtilâli Anayasası” düzeltilmeden, köklü anayasal ve yasal reformlar yapılmadan, başvurulacak düzenlemelerin eğitime musallat olan kronik illetleri tedavi edemeyeceği, makyaj düzeltmelerin bir gözboyamadan ibaret kalacağı ortada.

YÖK ve yükseköğretim kuruluşları hakkındaki 130. ve 131. maddeleri ile ilgili yasalar değiştirilmeden, yama yönetmeliklerle problemin çözülemeyeceği bir defa daha görülmekte.

“Yönerge”, “yönetmelik” ve “tâlimatlar”la sorunun çözülemeyeceği gerçeğine rağmen, siyasî iktidarın kapsamlı bir sistem değişikliği yapmaması, her yıl yüzbinlerce meslek okulu mezununun mağduriyete ve haksızlığa uğramasına sebebiyet veren uygulamayı YÖK’le ve “yönetmelik”le kaldırma kolaycılığına seyirci kalması, ibret verici…

Özetle, ÖSS sınavında meslek liselilerin üniversiteye girişlerinin önüne konulan 28 Şubat postmodern darbeden kalma “katsayı barikatı” on seneyi aşkın süredir yürürlükte. Ve bu barikatı “yönetmelik”le kaldırma teşebbüsü, çözümü daha da çıkmaza itmiştir.

AKP siyasî iktidarının da her defasında başvurduğu gibi, en son YÖK Genel Kurulu’nun bu “pansuman tedbir”le, bir temel hakkın temini daha da çıkmaza girmiş; belirsizliği daha da derinleştirmiştir. Bu çıkmaz ve belirsizlik, yürüyen sınav takvimi içinde bir milyon meslek lisesi öğrencisinin endişelerini daha da arttırmıştır…

YİNE “YAPMAK İSTEDİK,

YAPTIRMADILAR!” SÖYLEMİ…

ÖSS sınavı takvimine göre, birinci aşama sınavı 11 Nisan’da yapılacak, başvurular 11 Ocak’ta başlıyor. Bu takvimin yürüyebilmesi için sınav kılavuzu basımına 20 Aralık’ta başlanması gerektiği yetkililerce belirtiliyor.

Danıştay’ın, YÖK’ün üniversiteye girişte katsayı farkını kaldıran kararının yürütmesini durdurmasıyla “ortada tam bir belirsizlik çıktığını” belirten ÖSYM Başkanı, “Bu seneki sistemin nasıl uygulanacağının belirginleşmesi ve bunun 20 Aralık’a yetişmesi lâzım; yoksa sınav takvimimiz aksar” diye uyarıyor. “Sınavların başlayabilmesi için âcilen itirazların sonuçlanması, belirsizliklerin ortadan kalkması, yürütmesi durdurulan maddelerin yerine uygulanacak kararların konulması gerek” diye konuşuyor.

Zira, Mahkemenin YÖK’ün yapacağı itirazını ele alıp bir karara bağlamasının zaman alacağı, dahası meslek liseleri mezunlarına uygulanan “katsayı farkı”na dair yeni yönetmeliğin de bir neticeyi sağlamayacağı, uzmanlarca bildirilmekte. ÖSYM Başkanı’nın ikrarıyla, yeni düzenlemenin yeni sınava yetişmesi gittikçe zorlaşmakta.

Ortada bir vakıa var. Bu durumda Başbakan’ın, Anayasa Mahkemesi’nin “bu hususta yetkili merciin YÖK olduğu”na dair açıklamalarının da bir anlamı kalmamakta.

Görünen o ki, “katsayı haksızlığı” tahribatı bu yıl da devam edecek. YÖK’ün anayasal ve yasal altyapısı hazırlamadan “yönetmelik”le yaptığı bu teşebbüs, aynen üniversitelere yeni rektörlerin atamasının ardından YÖK Başkanı’nın rektörlüklere gönderdiği “Başörtülüleri alın” yazısının Danıştay’ca engellenmesi gibi, engellenmeyle kalınacak…

Kısacası AKP siyasî iktidarı, yeni demokratik bir anayasa ve 28 Şubat’ın demokrasi dışı tasarruflarını tasfiye eden yasal düzenlemeler yerine, yedi yıldır yasaklara ve antidemokratik uygulamalara karşı neticesiz bir gösteri içinde. Gittikçe daha da sırıtan, “yapmak istedik, yaptırmadılar” rolüyle kamuoyunu avutmaya ve oyalamaya devam ediyor…

Demokratik irâde zaafı ve siyasî manevralarla kalan politik atraksiyonlar yüzünden…

02.12.2009

E-Posta: [email protected]



Robert MİRANDA

Müslümanlar hoş karşılanmıyor


A+ | A-

Milwaukee İslâm Topluluğu, Büyük Milwaukee Dinlerarası Diyalog Konferansı’na katılmayacağını açıkladı çünkü organizasyon liderleri bu çerçevede İsrail’e bir gezi düzenleneceğini, bu gezinin finansmanını bir Yahudi kuruluşun yapacağını ancak Müslümanlar’ın bu geziden hariç tutulduğunu belirtti.

İslâmî toplum liderleri aynı zamanda saygısızlığa maruz kaldıklarını ve ayrımcılık yapıldığını belirterek, organizasyon çerçevesinde düzenlenen bir kahvaltı toplantısında Müslümanların masayı terk etmelerinin istendiğini, bunun sebebinin ise Yahudi ve Hıristiyan dinî liderlerinin sözkonusu gezi konusunda özel olarak görüşmek istemeleri olduğu belirtildi.

Müslüman liderlerin işaret ettiği bir önemli nokta da, Yahudi liderlerin böyle bir gezi düzenlemelerinin temel amacının, Milwaukee’deki kamuoyunun Orta Doğu sorununu İsrail’in hoşuna gidecek bir tarzda görmelerini sağlamak olduğuydu.

Konuyla ilgili gazetelere yansıyan bir haberde, Milwaukee İslâm Topluluğu Yönetim Kurulu Üyesi Isa Sadlon diyor ki: “Benim izlenimime göre, bu türden gezilere katılan insanlar, konuya tek taraflı bakmayı öğreniyorlar”. Isa Sadlon da, Din Direktörü Zülfikâr Ali Şah gibi o gün toplantıyı terk etmelerinin istendiğini belirtiyor.

Sözkonusu gezi Milwaukee Yahudi Konseyi Halkla İlişkiler Departmanı tarafından finanse ediliyor. Bu grubun yöneticilerinden Kathy Heilbronner, aslında Müslümanları da geziye katmayı çok istediklerini belirtirken şunu da sözlerine ekliyor, “ancak çeşitli sebeplerden ötürü ne yazık ki bu mümkün değil”.

Bu Yahudi grup, Milwaukeeli liderlere hazırladıkları programa İsrail’de Savunma Bakanlığı ziyareti, akademisyenler ve medya ile buluşma ve İsraillilerle çeşitli aktivitelerin yanı sıra, Filistinlilerle de küçük bir buluşma eklemişler.

Heilbronner, “Kendilerine çok geniş bir perspektif sunulacak ve farklı bakış açılarına da şahit olacaklar” demiş.

Milwaukee Yahudi Konseyi, Milwaukeeli bir savcı olan ve eski İslâm Konseyi başkanı Osman Atta’nın da konferansa katılmasına itiraz etmiş. Osman Atta bugüne kadar hep Milwaukeeli Müslümanların haklarını savunan önemli bir isim olmuştu.

Dinlerarası Diyalog Yöneticilerinden Tom Heinen ise İslâm Topluluğu’nun konferanslarına katılamayacak olmasından dolayı hayal kırıklığına uğradıklarını belirtmiş. Geçen hafta ise, diyalog kurulu, Müslüman topluluğundan, bağlarını koparmamalarını rica etti.

Gönderilen bir mektupta, “Konferans masasında size de ihtiyacımız var” denildi.

Belki Konferans esasında Müslüman topluluğunun katılmasını gerçekten istiyordur, fakat bu probleme de bir çözüm bulamayacaklar gibi görünüyor, zira tek çözüm Müslüman liderlerin de sözkonusu geziye katılmalarını sağlamaktır.

Milwaukeeli Yahudi liderler ise İsrail’in Zülfikâr Ali Şah gibi isimlerin topraklarına girmesini red ettiğini, zira bu kişinin bazı radikallerle ilişkisi olduğunu ve Anti-Semitik görüşlere sahip olduğunu tesbit ettiklerini belirtiyor.

Milwaukeeli Müslüman liderler ise Şah’ın seçkin bir akademisyen ve onurlu bir ABD vatandaşı olduğunu ve İsrail vizesine ihtiyacı olmadığını ifade ediyorlar.

Görünüşe bakılırsa Müslümanlar İsrail’de pek hoş karşılanmıyor, ancak Yahudi liderlerin titizlikle seçtikleri müstesna.

02.12.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl